1. uluslararasi prof. Dr. Fuat sezgiN İSLÂM



Yüklə 1,57 Mb.
səhifə11/22
tarix11.12.2023
ölçüsü1,57 Mb.
#145556
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   22
E84B30BAA02147AC9E225A0CD0C74126

AÇILIŞ KONUŞMASI




Bilim, Teknik, Tefekkür: Fuat Sezgin’le Evrendeki İşaretleri Okumak


Prof. Dr. İbrahim KALIN Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü; İbn Haldun Üniversitesi
Sözlerime başlamadan önce davetlerinden dolayı İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Ak Beyefendi’ye ve bu sempozyumu tertip eden bilim insanlarına teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Uluslararası Fuat Sezgin Sempozyumu, Sayın Cumhurbaşkanımızın geçen yıl ilan ettiği Fuat Sezgin Yılı kapsamında yapılan önemli faaliyetler arasında yer alıyor. Rahmetli Fuat Sezgin Hoca’yı kaybedeli bir yıldan daha az bir zaman oldu. Bu vesileyle de olsa kendisinin Türkiye’de anıldığını ve eserlerinin daha geniş kitlelere ulaştırılması için önemli faaliyetler yapıldığını görmekten büyük memnuniyet duyuyorum. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu olarak burada sizlere hitap ediyor olmaktan da ayrıca mutluluk duyduğumu ve Türkiye’nin en köklü ilim ve eğitim kurumlarından birisi olan İstanbul Üniversitesinde böyle bir toplantının yapılmasının memnuniyet verici olduğunu ifade etmek istiyorum.
Fuat Sezgin, sadece İslam bilim tarihi ve genel manada bilim tarihi çerçevesinde değerlendirilemeyecek kadar mühim çalışmalara imza atmış; bir tefekkür manzumesi sunmuş bir ilim adamı ve düşünürümüzdür. Eserlerinin en önemli yönü, Avrupa-merkezci tarih perspektifini sorgulayan ve ötesine geçmeyi amaçlayan bir tarih tasavvuru sunmasıdır. Bunun özellikle bilim tarihi alanında yapılması da büyük önem arz etmektedir. Nitekim kendisinin daha 40’lı ve 50’li yıllardan itibaren tespit ettiği, sonraki yıllarda da aşmak için yoğun gayret sarf ettiği bu temel sorun; bugün de halen bizim bilim tarihine, düşünce tarihine, medeniyet tarihine bakışımızı belirlemeye devam etmektedir. Bugün dahi herhangi bir standart eğitim tarihi kitabını elinize aldığınızda ve bilim tarihi, felsefe tarihi veyahut medeniyetler tarihi bölümüne baktığınızda genel çerçevenin çoğunlukla aklın, bilimin, felsefenin, mantığın ve genel manada medeniyetin kadim Yunan’da başladığı, bu akışın daha sonra da aynı istikamette devam ettiği, ilerleyen zaman dilimlerinde ortaya çıkan medeniyet ve kültür birikimlerinin ise bu akışa düşülmüş dipnotlardan ibaret olduğu tezini görürüz. Avrupa-merkezci tarih perspektifi, bilimi ve düşünceyi Avrupa tarihinin bir noktasına sabitlemekte, bir coğrafyasıyla sınırlandırmaktadır. Bununla beraber kadim Yunanlıların kendi eserlerini okuduğunuzda önceki medeniyetlere çok sayıda atıflar yapıldığını görürsünüz. Örneğin, Eflatun eserlerinde kadim Mısır’a ve Mezopotamya’ya; Pitagoras ve Pitagoryenler Yunan coğrafyası dışındaki medeniyetlere atıf yapmaktadırlar. Kendisi aslen Samoslu, yani Samos Adası’ndan olan Parmenides’i okuduğunuzda da Kadim Yunan’ın dışındaki coğrafyalara ve ilim geleneklerine atıflar yaptığını görürüz. Buna rağmen Avrupa-merkezci tarih anlayışı, özellikle Aydınlanma sonrasında yazılan veya ortaya çıkan tarih yazımlarının temel çerçevesini oluşturmuştur ve bilimden düşünceye, sanattan felsefeye hemen her alanda ana paradigmayı belirleyen bir bakış açısı olmaya devam etmektedir.


Bu Avrupa-merkezci bakış açısı, 19. yüzyılda İslam araştırmaları bağlamında oryantalizm olarak karşımıza çıkar. İki kavram arasındaki bağın bugün farklı açılardan tetkik edilmesi gerekmektedir. Genel manada dünya tarihini Avrupa-merkezci perspektiften yazanlar İslam dünyasına yöneldiklerinde, diğer bir ifadeyle doğu veya şarkiyat dedikleri coğrafyaya yöneldiklerinde de çoğunlukla bu ana fikir çerçevesindeki paradigmayı benimseyerek “Doğu”yu ve “İslam dünyası”nı incelemeye ve araştırmaya çalışmaktadırlar. Oryantalizmin temel yaklaşımı da - Edward Said’in 1978’de yayınladığı kitabında ifade ettiği gibi- aslında Doğu, İslam dünyası ya da Şark’la ilgili değil; Batı’nın kendi tasavvuruyla, “ben” algısıyla, kendi zihnindeki güç, iktidar, sanat ve estetik kavramlarıyla, diğer bir ifadeyle Batı’nın kendisiyle ilgilidir. Doğu orada Batı’nın kendini gerçekleştirme projesinin bir dekoru ve konusu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durum, Oryantalistlerin ciddi çalışmalar yaptığı, önemli eserler bıraktığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Ancak eleştirel gözle bakıldığında, onların da Avrupa-merkezci bir perspektiften İslam medeniyetini büyük oranda Batı medeniyetine, yani kadim Yunan’da başlayan o medeniyet yürüyüşüne düşülmüş bir dipnot olarak kurguladıkları ve bu şekilde yazıya aktardıkları görülmektedir. Bu durumun bilinen örneklerinden bir tanesi, İslam’da felsefe tarihinin veya felsefî faaliyetin İbn Rüşd’ün ölümüyle sona erdiği iddiasıdır.
İbn Rüşd, 1193’te vefat etti. Bununla birlikte İslam’da felsefe çalışmalarının İbn Rüşd’den sonra da yaşamaya devam ettiğini biliyoruz. İbn Rüşd sonrası İslam felsefesi ile ilgili çok sayıda ismin sayılabilmesi bu durumun bir kanıtıdır. Kelamda Fahreddin Razi, Îcî, Taftazanî gibi; felsefede Molla Sadra, Nasiruddin Tusi, İbn Kemal ve Hint alt kıtasındaki diğer filozoflar gibi, Osmanlı’daki felsefe faaliyetlerine kadar birçok isim zikredilebilir.
Bu noktada İbn Rüşd’ün neden bir milat olarak konumlandırıldığı sorusu önem arz etmektedir. Temel iddia, İbn Rüşd’den sonra İslam felsefesinin Batı düşüncesi üzerindeki etkisinin azalmasıyla İslam dünyasında da felsefî düşüncenin sona erdiği tezidir. Diğer bir ifadeyle, Latin İbn Rüşdcülüğünün 12. ve 13. Yüzyıllarda sona ermesiyle İslam’da da felsefenin sona erdiği şeklinde bir düşünce ortaya çıkmıştır. Söz konusu duraklamayı, Gazzali’nin Tehafüt yazımına kadar geri çekenler de bulunmaktadır. Ancak Toshihiko İzutsu, henüz 1970’li yıllarda yaptığı bir tespitte kelimenin en geniş manasıyla İslamî felsefe faaliyetinin İbn Rüşd’den sonra başladığını ifade etmektedir. O’na göre; bu döneme kadar kadim Yunan’ın bir şekilde etkisinde devam eden felsefî faaliyetler; kendi dilini, üslubunu, terminolojisini ve problematiklerini aslında İbn Rüşd’den sonra inşa etmeye devam etmiş ve derinleştirmiştir.
Bilim tarihi bağlamında Fuat Sezgin Hoca’nın çalışmaları bu ana paradigmayı sorgulayan bir bakış açısı geliştirmiştir. Bu nedenle unutturulan bir tarihi bize hatırlatan büyük bir ilim adamı ve mütefekkir ile karşı karşıyayız. Fuat Hoca’nın konuya ilişkin temel yaklaşımı, bu unutturulan tarihin kıymetinin bilinmesi üzerine kurulu idi. Nitekim hafıza olmadan muhafaza olmaz. Neyi kaybettiğimizi bilmeden geçmişi anlamamız; bugünü ve yarını

inşa edebilmemiz mümkün değildir. Yine Hoca’nın birçok eserinde ifade ettiği gibi tarih sadece geçmişe ait bir bilgi değildir. Tarih, bugüne ve yarına ilişkin tasavvurlarımızı, planlarımızı, yaklaşımlarımızı ve projelerimizi ortaya çıkartan bilgi manzumesinin bütününü ifade eder. Bu anlamda tarih hep günceldir, hep yeniden yazılır. Bir tarih paradigması, örneğin Fuat Sezgin’e kadar diyelim ki İslam bilim tarihi, genel bilim tarihi içerisinde küçük bir dipnot iken; bir anda onun çalışmalarıyla dünya bilim tarihinin merkezine oturan bir birikim haline gelebilir. Tarihçiler de –ki ben de tarih okumuş biri olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim– tarihi her gün yeniden keşfetmek ve yazmak zorundadır. Bu anlamda geçmişe dönük tarihin de dinamik bir süreç olduğunu ifade etmemiz gerekir.


Fuat Sezgin Hoca, İslam bilim tarihinin özgün olmadığı iddiasının temelsiz bir tez olduğunu birçok eserinde ortaya koymuştur. Kendisinin Brockelmann’ın GAL’ına devam mahiyetinde kaleme aldığı GAS, bir devam eseri olmanın ötesine geçerek kendi başına müstakil bir külliyat haline gelmiştir. GAS yüzeysel bir şekilde karıştırıldığında dahi üretilen, ortaya koyulan eserlerin muazzam bir yekûn tuttuğu görülmektedir. Hoca GAS’ta sadece çok bilinen tıp, astronomi vb. alanlarda değil; aynı zamanda coğrafya, haritacılık, denizcilik, matematik ve kimya gibi farklı alanlardaki eserlere de geniş yer vermiştir.
Söz konusu yekûn, birkaç ilim insanının şahsi dehâsıyla izah edilebilecek bir konu değildir. Müslüman bilim adamlarının, filozofların, edebiyatçıların, şairlerin ve seyyahların ortaya koyduğu eserlerin o dönemin kültürel vasatını yansıtması açısından da önemli olduğunu ifade etmek gerekir. Onlar, öyle bir kültürel vasatın içerisinde yetişmişlerdi ki, söz konusu ortamda interdisipliner (disiplinler arası bilgi sahibi) olmamak, farklı alanlarda kendini yetiştirmemek imkânsızdı. Bu vasıflara sahip olmayan birinin bir ilim adamı, mütefekkir, filozof yahut din alimi olarak tanımlanması söz konusu olamazdı. Bu nedenden ötürü, ilmî vasatın, kültürel ve bilimsel vasatın ne olduğuna dair de yeni çalışmaların yapılması gerekmektedir. Fuat Hoca’nın eserleri bize bu alanda da çok önemli veriler sağlamaktadır.
Konuyu biraz daha açmak gerekirse, Gazzali’nin veya İbn Sina’nın ortaya koyduğu eserler sadece şahsi dehâları ile ilgili değildir. Şüphesiz kişisel nitelikler büyük düşünürlerin temayüz etmesini sağlayan önemli unsurlardır. Ancak, onları besleyen kültürel vasatın, ilmi ortamın ve fikri iklimin de doğru anlaşılması gerekir.
Söz konusu kültürel vasatı ve bu kültürel vasatın, iklimin içerisinde ilim adamlarının ne tip eserler ürettiklerine dair Farabi’ye ilişkin anlatılan çok güzel bir hikâyeyi burada sizinle paylaşmak isterim. Rivayet olunur ki Farabi’nin şöhreti Bağdat’a kadar gelmiştir. Farabi, sırtında çoban abası olan kara kuru bir adamdır. Bâhir bir insan olmuş; yani felsefeden mantığa, matematikten astronomiye, dini ilimlerden, yabancı dillere kadar hemen her alanda şöhret olmuştur. Kendisini ‘şöyle yetiştirmiş, böyle yetiştirmiş’ diye şöhreti Bağdat’a kadar uzanmıştır. Bahsedilen adamın kim olduğunu, gerçekten denildiği gibi büyük bir


âlim olup olmadığını; filozof mu, düşünür mü olduğunu merak eden Bağdat uleması, bir ilmî münazara tertip etmeye karar verir. ‘Gelsin de, tabiri caizse, boyunun ölçüsünü alalım,’ derler. Farabi, Sultan’ın huzurunda yapılan bu ilim meclisine davet edilir. Meclis, sağlı sollu bütün Bağdat ulemasının oturduğu büyük bir salonda gerçekleşir. Farabi’yi salonun bir ucundan refakatçisi içeri aldıktan sonra Sultan ona şu cümle ile mukabelede bulunur: Bu mecliste kendini ilmen layık gördüğün yere gel ve otur, der. Farabi, salonun bir ucundan diğer ucuna kadar yürür. Sultan’ı tahtından kaldırır ve oraya oturur. Salon, bu hareket üzerine, ‘bu ne cüret, kimdir bu adam!’ diyerek hareketlenir. Sultan, yanındaki yardımcılarından bir tanesine o bölgede konuşulan yerel lehçeyle, ‘Bu adam rüştünü ispat etmezse toplantının sonunda kellesini bana getirin,’ der. Farabi, aynı lehçede cevap verir: ‘Merak etme Sultanım! Rüştümü ispat ettiğimi göreceksin’. Salondakiler; ‘Bu adamın dil bildiğini biliyoruz, ama bu yerel lehçeyi nereden biliyor, bir tür gizli kodlu dildi,’ diyerek şaşkınlıklarını gösterirler. Ardından ilmî münazara, ulûm-i nakliye diye ifade edilen hadis, tefsir, siyer, belagat vs. dini ilimlerle başlar. Farabi bunların hepsini bilir, bütün soruları cevaplar. Ara verilir. İkinci oturuma geçilir. Felsefe, mantık, tabiat ilimleri üzerine uzun bir oturum yapılır. Farabi gene sorulara yetkin cevaplar verir. Ulema Sultan’ın huzurunda mahcup oluyoruz düşüncesiyle yavaş yavaş rahatsızlanmaya başlar. ‘Bu adam herhalde denildiği kadar büyük bir âlimdir. Ne sorsak hepsine çok şaşırtıcı, derinlikli cevaplar veriyor’ düşüncesi hâsıl olur. Bir ara verirler. Ulema kendi arasında ‘Bu adam ulûm-i nakliyede iyi, ulûm-i akliyede de iyi, felsefe, bilim vs. alanlarda da çok bilgili birisi. Biz öyle bir alandan soralım ki, kimsenin kolay kolay bilmediği, çalışmadığı, yazmadığı bir alandan olsun’ der. Bu alanın ne olabileceğini düşünürlerken bir tanesi ‘Müzik konusunda soralım,’ der. Farabi’ye ‘Müzik nedir? Müzik teorisi nedir? Harmoni nedir? Pitagoryenleri bilir misin?’ şeklinde bir bahis açarlar. Ancak bilmezler ki, Farabi beş ciltlik Kitabu’l-Musika’l-Kebir’i yazmıştır. Dolayısıyla Farabi, müzik bahsini duyar duymaz mütebessim bir şekilde soruları cevaplamaya başlar. Göklerdeki harmoninin ve ahengin yeryüzüne nasıl yansıdığını, makam sisteminin –muhtemelen dest-gâh sisteminden de bahsederek–, nasıl kurulduğunu, bunların matematiksel çözümlerini uzun uzun anlatır. Hayretler içerisinde kalan ulema, bu adamın herhalde bilmediği bir şey yok diyerek pes etmek üzereyken, aralarından bir tanesi der ki: ‘Anladık ki sen bütün nazari ilimlerde çok bâhir birisin, çok bilgili bir insansın. Müzik konusunu da iyi biliyorsun. Peki, sen bir şey çalabilir misin?’ Ulema, ‘artık bunu yapamaz herhalde’ diye düşünmektedir. Nitekim genel kanaate göre nazariyatçıların pek pratiği olmaz. Farabi bir rivayete göre abasının altından bir küçük kaval, flüt veya ney türü bir nefesli çalgı çıkartır, çalmaya başlar. Öyle bir makamda çalar ki herkes alkış tutar. Bu, çok neşeli, sevinçli bir makamdır. Daha sonra makamı değiştirir. Herkes ağlamaya başlar. Bu, muhtemelen sabâ makamı veya hicaz makamıdır. Üçüncü defa makamı değiştirdiğinde hiç kimsenin o zamana kadar duymadığı bir melodi kaplar salonu ve herkes uykuya dalar. Farabi eşyalarını toplar, o salondan çıkar; bir daha da Bağdat’a gelmez.


Farabi ile ilgili bu hikâyeyi, İbn Hallikan anlatıyor. Tarihi açıdan gerçekten böyle bir hadisenin gerçekleşip gerçekleşmediği meselesini uzun uzun tartışabiliriz. Ancak, hikâyenin büyüsünü bozmadan anlamaya çalışmakta fayda var. Asıl sorulması gereken soru, bu hikâyenin neden Farabi hakkında anlatıldığıdır. Farabi’nin sonraki kuşaklar üzerindeki etkisi o kadar derin olmuştur ki, nesiller adeta bir menkıbe gibi bu hikâyeyi anlatagelmişlerdir. Bunun sebebi, Farabi’ye gösterilen saygıdır. Ancak bundan da önemlisi, Farabi’nin farklı ilim dallarında, nakli ilimlerde, akli ilimlerde, nazari ilimlerde ve pratik ilimlerde cari olan kültürel vasatı temsil ediyor olmasıdır. Kuşkusuz onun gibi Gazzali’den İbn Rüşd’e, Sühreverdi’den Molla Sadra’ya ve İbn-i Teymiye’ye sayabileceğimiz pek çok örnek mevcuttur. Bilim adamlarının, özellikle Biruni’den Cabir ibn Hayyan’a, Ömer Hayyam’a kadar matematikçi, astronom, fizikçi, tabip birçok ismin bu çok yönlü, İngilizce’de polymath denilen, Rönesans insanı olarak da tabir edilen bir kimliğinin olduğu görülmektedir. Fuat Hoca’nın çalışmaları, bu kültürel iklimi ve vasatı ortaya koyma açısından, bu ilim insanlarının nasıl yetiştiğine dair bize son derece önemli ipuçları sunmaktadır. Peki, bu isimler; nakli ilimler, akli ilimler, bilim, teknik, teknoloji, bilim tarihi, bu alanlar arasındaki fikri bütünlüğü nasıl sağladılar diye baktığımızda, burada da yine Fuat Sezgin Hoca’nın çalışmalarının bize yol gösterdiğini söyleyebiliriz.
İşin özü, Müslüman bilim adamları ister fizikçi olsun ister kelamcı, ister filozof olsun, ister tarihçi ya da seyyah, varlığın idraki ve onun hakikatine uygun bir şekilde amel edilmesi ilkesiyle hareket etmekteydiler. Varlığın hakikatinin olduğu gibi kavranması; her ilmi faaliyetin ve tefekkür faaliyetinin temelini teşkil etmektedir. Varlık bir bütün olarak algılandığında, bunun bilimsel olarak tetkiki ile felsefi olarak ele alınması, şiirsel olarak anlatılmasıyla resimsel olarak tasvir edilmesi arasında bir bütünlük ilişkisi ortaya çıkar. Bunların birbirinden kategorik ve keskin bir şekilde ayrılması, Aydınlanma düşüncesi sonrasında ortaya çıkmış modern bir gelişmedir. Bilim insanlarının, düşünce insanlarının, edebiyatçıların, din adamlarının varlığa, dış dünyaya ve fizik âlemine baktığında, varlığın farklı yönlerini ortaya çıkarmak için faaliyet içerisinde bulunmaları, özünde birbiri ile çelişen bir etkinlik olarak hiçbir zaman görülmemiştir. Tersine; bilim adamı, örneğin fizikçi, eşyanın fizik boyutunu ortaya çıkarırken, filozof bunun felsefi kurgusunu ortaya koyarken, din adamı bunun dini açıdan analizini yaparken, şair veya ressam bunun sembolik anlamını ortaya koyarken aslında hepsi aynı hakikati, aynı gerçekliği farklı zaviyelerden ele almaya çalışmaktaydılar. Kur’an-ı Kerim’de ayet kelimesinin hem Kur’an’ın ayetlerine hem de yeryüzündeki, yaratılış âlemindeki işaretlere atfen kullanılmış olması manidardır. Âyetullah ya da Âyâtullah diye ifade edilen bu gerçek, aslında Ortaçağ Latin düşüncesinde de etraflı bir şekilde ele alınmış; Vestigia Dei ifadesiyle Ortaçağ Hıristiyan teolojisinin ve Yahudi kelamının da önemli köşe taşlarından biri haline gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında Allah’ın vahy ettiği ayetlerle onun yarattığı âleme koyduğu işaretler arasında bütünleyici bir ilişki vardır. Bu anlamda din ile bilim, akıl ile inanç, mantık ile duygu

çatışmak zorunda değildir. Bunun da gene örneklerini İslam düşünce tarihinde, bilim tarihinde net bir şekilde görmek mümkündür. Bugün yaşanan din-bilim, akıl-inanç vs. tartışmalarına bu açıdan verilebilecek son derece önemli cevapların olduğu da akılda tutulmalıdır.


Bilim ve teknik, bu perspektiften yola çıkıldığında, aynı zamanda varlık hakkında nasıl bir tefekküre sahip olmamız gerektiği konusunda bazı ipuçları sağlar. Buradaki en temel kavram, hikmet kavramıdır. ‘Hikmet’, Arapçada ‘hüküm’ ile aynı kökten gelir; bir şeyin açık, net, sağlam, muhkem bir şekilde ortaya konmasını ifade eder. Hikmet ile hüküm arasındaki ilişki, İslam düşüncesinin ilk dönemlerinden itibaren açık ve net bir şekilde ortaya konulmuş bir konudur. Hikmeti olmayan hüküm yoktur; diğer bir ifade ile sebebi izah edilmeden, gerekçesi ortaya konmadan hiçbir dini, şer’i hüküm ortaya konulmamıştır.
Helaller ve haramlar bahsinden girilecek olursa; bir şeyin neden helal, neden haram olduğu mevzuunda öncelikle onun hikmeti yani sebebi, gerekçesi ortaya konulmuş; ardından bu bir hükme bağlanmıştır. Hikmet zaviyesinden bunun izah edilmesinin nedeni, hikmetin insanın aklına ve kalbine hitap eden bir cevaplar manzumesi olmasıdır. Adam öldürmek kötüdür, hırsızlık kötüdür, yalan söylemek kötüdür, zulüm etmek kötüdür; gönül almak iyidir, korumak, kurtarmak iyidir dediğinizde; bu iyi ve kötü kavramlarını hangi temeller üzerinde inşa ettiğiniz, sizin düşünme biçiminizi ve medeniyet tasavvurunuzu belirler. Hikmetin temelleri ortaya konmadan ise hükümlerin bir geçerliliği olmaz. Bu yüzden Batı düşüncesinde Leibniz’in formüle ettiği ve üzerinde kafa yorduğu ‘Neden yokluk yok da, varlık var?’ sorusu, sadece felsefenin değil bütün ilmi ve düşünsel faaliyetlerin temel sorusu olmuştur. Heidegger de aynı soruyu 20. yüzyılda yeniden sormuştur. Batı düşüncesinin temel problemi O’na göre, Eflatun’dan beri Seinsfrage diye ifade edilen varlık sorunsalının unutulmuş olmasıdır.
İslam düşüncesinde varlık meselesi bu tefekkür ameliyesinin her zaman merkezinde olmuştur. Bu durum bizi ister istemez hikmet kavramına götürmektedir. Nitekim ‘Neden yokluk yok da varlık var?’ sorusunu doğru cevaplayabilmek bilimden teknolojiye, sanattan siyasete, edebiyattan şehirciliğe her konuda doğru bir perspektife sahip olma imkânı sağlamaktadır. Bu da, hikmete dayalı bir tefekkür ameliyesinin temellerini atmak anlamına gelir.
Peki, hikmet nedir? Hikmet; sadece bir şeyin neden var olduğunu izah eden, gerekçelerini ortaya koyan bir cevaptan ibaret değildir. Hikmet aynı zamanda doğru, iyi, güzel kavramlarını birleştiren bir tefekkür ameliyesidir. Aklen ve mantık yoluyla ortaya koyduğumuz doğru kavramı; ahlaken kabul ettiğimiz iyi kavramı; estetik açıdan kabul ettiğimiz, zevk aldığımız, tat aldığımız güzellik kavramının üçü bir araya geldiği zaman hikmete dayalı bir tefekkür ameliyesinin ortaya çıktığını ifade edebiliriz. Bu da aklın, kalbin ve insanın diğer kognitif


fakültelerinin bir bütünlük içerisinde hareket etmesi anlamına gelir. Doğrunun, iyinin ve güzelin bir arada bulunduğu bir tefekkür ameliyesi; hikmete dayalı bir düşünce biçimini, bir medeniyet anlayışını ortaya koyar. Bu yüzden de örneğin Ömer Hayyam örneğine baktığımızda matematik ve şiirin aynı kişide buluşması, evrendeki matematiksel düzen ile onun şiirsel ve metafizik boyutunun ele alınması mümkün hale gelir. Gazzali de dini ilimlerle mantık ve felsefe gibi –Gazzali Meşşai felsefenin belli şubelerine karşı çıktıysa da felsefi argümanları kullanarak bir tefekkür ameliyesi ortaya koymuştur– alanların bir bütünlük arz ettiğini görürsünüz. Molla Sadra’nın 17. yüzyılda asaletü’l-vücut kavramıyla geliştirdiği ve hikmet-i mütealiye adını verdiği aşkın hikmet kavramı da aynı bakış açısına sahiptir. Burada doğru, iyi ve güzeli birleştiren; insanın aklını, duygularını ve kalbini bütünlük içerisinde ele alan bir tefekkür ameliyesinin, bir medeniyet tasavvurunun sadece geçmişte mümkün olduğunu değil; bugün de yarın da mümkün olabileceğini işaret eden önemli bir veriye sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Buna özellikle günümüzde daha da ihtiyacımız bulunmaktadır. Çünkü bugün, hikmet ve hüküm ilişkisi açısından baktığımızda hayatımızda çok fazla hükmün olduğu; ancak çok az hikmetin bulunduğu görülmektedir. Hüküm vermek ve yargıda bulunmak kolay iken işin hikmetini anlatmak, anlamak, idrak etmek, o hikmeti yaşamak daha farklı, daha derinlikli, daha sabırlı bir çabayı gerektiriyor. Hikmet ile hüküm arasındaki dengeyi kurabildiğimiz zaman, İslam medeniyet tarihini de daha doğru bir perspektiften anlayabiliriz. Böyle baktığımız zaman İslam’da bilimsel ve felsefi faaliyetin 11, 13, yahut 14. yüzyılda sona erdiği gibi Avrupa merkezci ve oryantalist iddiaların temelsizliğini daha iyi kavrayabiliriz.
Fuat Sezgin Hocanın ilim hayatı boyunca üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri de tarihlendirme ya da dönemlendirme meselesinde ortaya çıkan zorluklardır. Biz hala kendimize ait bir tarihlendirme ve dönemlendirme çalışmasını tüm boyutlarıyla ortaya koyabilmiş değiliz. Son dönemde bunun önemli bir istisnası, İslam Düşünce Atlası başlığı altında birkaç ilahiyatçı arkadaşımızın ortaya koyduğu bir çalışma oldu. Kitap, ciddi bir çabanın sonucu olarak iki sene önce yayınlandı. Kendimize ait bir tarihsel dönemlendirme yapabilmek açısından bu çalışma çok önemli. Ancak tabi ki bu, sadece bir kitap, bir çalışma veya birkaç ilim adamının çalışmasıyla tamamlanabilecek değildir. Zihinlerimize köklü bir şekilde yerleşen Aydınlanma çağı, karanlık çağ, orta çağlar vb. terimleri aşmak için yepyeni bir tarih okumasına ihtiyacımız var. Fuat Sezgin Hoca, bu nedenden ötürü, Batılıların karanlık çağ dediği dönemlerin İslam medeniyetinin aydınlık çağları olduğunu ifade ediyordu. Ancak biz hala zihnimizde ortaçağlar deyince; karanlık, aklın ve düşüncenin olmadığı, despotizmin olduğu bir dönemi hatırlıyoruz. Hâlbuki Aydınlanma dönemine baktığınızda benzer durumları orada da görebiliriz. Baskıdan, zulümden bahsediliyorsa giyotinin Ortaçağın Bologna’sında ya da Endülüs’ünde değil, Aydınlanma sonrası Fransa’sında ortaya çıktığı hatırlatılmalıdır. Okült bilimler diye ifade edilen alanların; Aydınlanmanın akıl, bilim ve bilimcilik iddialarını reddeden yaklaşımların da 19. yüzyılda


popüler hale geldiğini söylemek mümkündür. Bu konuda bilindiği üzere aydınlanma karşıtı counter-Enlightenment başlığı altında birçok çalışma yapılmıştır. Isaiah Berlin gibi düşünce tarihçileri bu konularda kapsamlı çalışmalar ortaya koymuşlardır. Aydınlanmanın katı, tek boyutlu, indirgemeci akıl ve bilim anlayışına bir tepki olarak Romantizmin nasıl ortaya çıktığı, Aydınlanmanın temel argümanlarını sorguladığı bilinmektedir. Dolayısıyla dönemlendirme meselesi, bugün hala önümüzde ciddi bir konu olarak durmaktadır. Aynı hususta, Mahmut Ak Hocamızın da saygın bir Osmanlı tarihçisi olarak söyleyeceği şeyler vardır. Osmanlı tarihinin dönemlendirilmesi konusunda bile henüz bir zihni berraklığa kavuşmuş değiliz. Yükseliş dönemi, duraklama dönemi ve çöküş dönemi vb. kullanılan ifadelerin arka planı hala ciddi bir problematik olarak önümüzde duruyor. Siyasi, askeri, tarihi süreçler merkeze alındığında, 19. yüzyılın çok türbülanslı bir dönem olduğunu, 18. yüzyılın sıkıntılı bir dönem olduğunu söylemek mümkünse de; aynı yüzyıllarda sanat tarihi açısından bakıldığında Türk musikisi, hat veya ebru açısından bakıldığında bu sanatların zirve yaptığı görülmektedir. Itrî, Dede Efendi, Kadıasker Mustafa Efendi vb. büyük sanatkârlar 18., 19. Yüzyılda önemli eserlerini ortaya koymuşlardır. Molla Sadra, 1640 yılında vefat etmiştir. İbn Rüşd’ün vefatı olan 1193 yılından Molla Sadra’nın vefatına kadar çok uzun bir süre geçmiştir. Maalesef hala zihnimizdeki bu kategorilerden bütünüyle kurtulabilmiş değiliz. Ancak bu alanlarda da Fuat Sezgin Hoca’nın ortaya koyduğu eserlerin, çalışmaların bize çok önemli ipuçları sağladığını ifade etmek isterim.
Fuat Sezgin Hocanın mirasının hatırlanması ve onun açtığı yolda bilim tarihi çalışmalarının derinleştirilmesi büyük önem arz etmektedir. Kendisi 300.000’e yakın el yazmasını hayatı boyunca elden geçirmiş bir ilim adamı olarak, yapılması gereken işin ancak yüzde birini yapabildiğine inanıyordu. Dolayısıyla kendisi bu dünyadan giderken bize çok önemli bir görev bırakmıştır. Altmış küsur yıllık ilim hayatına sığdırdığı büyük eserler, yeni çalışmaların zeminini oluşturmaktadır. Bu mirası yaşatmamız, yarınlara taşımamız için hem bireysel hem de kurumsal olarak bu faaliyetleri desteklememiz, bu açılan yolu devam ettirmemiz ve büyütmemiz büyük önem arz ediyor. Ben tekrar kendisini rahmetle yad ediyorum, eserlerinin bugünün ve yarının nesillerine yol göstereceğine olan inancımı tekrar ifade ediyorum.
Bu vesileyle bu Sempozyumu tertip eden Üniversitelerimize çok teşekkür ediyorum. Değerli ilim insanlarına da katkılarından dolayı şükranlarımı iletiyorum. İslam bilim düşünce tarihinin hemen her alanında çok önemli tebliğler sunulacak bu programın zenginliğinden ötürü de emeği geçen herkese teşekkürlerimi, tebriklerimi sunuyor; hepinizi saygıyla selamlıyorum.



Yüklə 1,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   22




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə