5. BÖLÜM: ortaçAĞ’da iKTİsadi DÜŞÜnce



Yüklə 126 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix29.10.2017
ölçüsü126 Kb.
#7336


5. BÖLÜM: ORTAÇAĞ’DA İKTİSADİ DÜŞÜNCE 

 



Ortaçağ kavramı, özellikle Avrupa uluslarının tarihinde Roma İmparatorluğu’nun batı 

parçasının yıkıldığı 476 yılından başlayan ve 1500’de sona eren bir dönemi nitelemek 

için kullanılır.  

 



J.A.  Schumpeter  bu  çağda  iktisadi  düşünce  tarihinde  bir  tür  büyük  düşünsel  boşluk 

olduğunu ileri sürmektedir. 

 

Düşünsel boşluk Avrupa kıtası için doğru olarak değerlendirilse de bu yıllarda 



Türk-Arap-İslam medeniyeti zirveye ulaşmıştır. 

 



El  Birunî,  İbn-i  Rüşt,  Farabî,  Gazalî  ve  İbn-i  Sina  bu  zirvenin  önde  gelen 

şahsiyetleri arasında sayılabilir. 

 

Ortaçağ’ı, feodal sistemin oluşum aşaması, durgun dönem, ticari ve teknolojik gelişme 



dönemi ve geç Ortaçağ dönemi olmak üzere dört temel döneme ayırmak mümkündür. 

 



Batı  Roma’nın  çöküşünden  sonra  bütün  Avrupa  ciddi  bir  huzursuzluk  ortamında 

bulunuyordu.  Bu  ortam  ekonomik  alanda  da  etkili  olmuş  ve  Avrupa  kıtası  içine 

kapanmıştı.  

 



Merkezi  bir  otoritenin  yokluğu,  paranın,  pazarın  ve  organizasyonun  eksikliği 

temel problemdi. 

 

Siyasi  yönetim  biçimi  olarak  feodalizm,  ekonomik  sistem  olarak  da 



manoryalizm,  özellikle  900-1200  arasındaki  dönemde  klasik  biçimleriyle 

uygulandılar. 

 

Feodalizm,  siyasi  egemenliğin  kraldan  başlayan  ve  en  küçük  soyluya 



değin zincirleme bir biçimde yayılan bir yönetim tarzıydı.  

 



Bu  yönetim  şeklinin  temelinde  vassallik  uygulaması  vardı.  Vassallik 

ilişkisinin  ortaya  çıkışı,  ya  Germen  kabilelerinin  şefe  bağlılık 

geleneğine  ya  da  büyük  Roma  ailelerinde  aile  reisine  olan  bağlılığa 

dayandırılmaktadır. 

 

Soylular, askerler, eski komutanlar, kendi bölgelerine sığınıp korunma 



talep eden köylülerden, sağladıkları güvenlik karşılığında emek hizmeti 

talep ediyordu. 

 

Bu  örgütlenme  sınıflı  bir  sosyal  yapıyı  beraberinde  getirdi.  Toplum; 



soylular  (yönetenler),  dua  edenler  (din  adamları),  savaşanlar 

(şövalyeler),  yargılayanlar  ve  üretenler  (köylü  ve  serfler)’den 

oluşuyordu.  

 



Lordlar  bağlı  oldukları  üst  lord  tarafından  kendilerine  temlik  edilen 

toprakları  ikiye  bölüp  bir  kısmını  kendilerine  ayırıp  geri  kalanını 

serflere  dağıttılar.  Serflerin  hem  kendi  geçimlerini  sağlayacak  bu 

topraklarda,  hem  de  lordun  topraklarında  çalışarak  üretim  faaliyetini 

sürdürmeleri  şeklindeki  ekonomik  üretim  biçimi  manoryalizm  olarak 

adlandırılmaktadır.  

 

Feodal bir manor yapılanması içinde köylüler genellikle özgür köylüler



cottarlar,  bordarlar  ve  serfler  şeklinde  dört  sınıfa  ayrılmaktaydılar. 

Bunların yanında çok küçük bir oranda köleler yer almaktaydı.  

 

Ortaçağ’da toplumsallık son derece ileri boyutlara ulaşmış ve bireycilik ötelenmiştir. 



 

Bütün  endüstri  öncesi  toplumlarda  olduğu  gibi  temel  mantık,  içinde  bulunulan 



toplumun  en  uygun  biçimde  ihtiyaçlarını  karşılayabilmesi  ve  yaşayabilmesi  olarak 

belirlenmiştir. 




 

Sisteme,  açık  tarla,  hafif  saban,  ikili  tarla  rotasyonu  ile  ticaretin,  paranın, 



pazarın ve özgür işgücünün yokluğu damgasını vurur.   

 



Üretim faktörleri kontrol altında ve istikrarlıdır. 

 



Küçük  bölgesel  ticaretin  dışında  uluslararası  sayılabilecek  uzun 

mesafeli ticaret yoktur.  

 

Toplumun  %90’ı  ziraî  sektör  içindedir.  Sınaî  üretim  hacim  olarak 



küçük ve nitelik itibariyle de tarım sektörüne bağlı ve onun bir uzantısı 

şeklindedir. 

 

Bu  klasik  görünüm  ilki  1100-1300,  ikincisi  de  1450-1550  döneminde  iki  önemli 



kırılma  ile  dönüşecek  ve  yerini,  kapitalist  ekonominin  içinde  doğup  gelişeceği  bir 

siyasal ve ekonomik yapıya terk etmek zorunda kalacaktır. 

 

İlk  kırılma  dönemi,  artan  nüfusun  ve  gelişen  ticaretin  etkileri  ile  malikâne 



ekonomisinde çözülmelere neden olacaktır. 

 



Şehir  ekonomileri  gelişmiş,  beraberinde  ticaretin  biçimini,  siyasal 

yönetimin  şeklini,  finans  ve  kredi  alışkanlıklarını  değiştirmeye 

başlamıştır.  

 



İkinci kırılma 1350-1500 döneminde yaşanan krizin ertesinde ortaya çıkmıştır. 

 



Rönesans,  Reform,  coğrafi  keşifler,  merkezi  devletlerin  doğmaya 

başlaması,  teknolojik  gelişme,  yeni  tüketim  maddeleri  ile  Avrupa 

insanının  tanışması,  sömürge  topraklar  elde  edilmesi  ve  ticaretin 

genişlemesi  bu  dönemde  gerçekleşmiş  ve  kapitalizmin  ilk  doktrini 

merkantilizmin dillendirilebilmesinin koşulları oluşmuştur.  

 



Bu türden bir  yapıda, siyasî otoritenin  yüzlerce parçaya bölünmesi ve Roma dönemi 

bireyciliği ve materyalist anlayışının  yerine Hıristiyanlığın kardeşlik ve  yardımlaşma 

düşüncesinin ve Aristo felsefesinin geçmesi ile ekonomik ve sosyal daralma düşünsel 

alana sirayet etmiştir. 

 

Kilise  bu  sınıfsal  yapı  içerisindeki  etkinliğini  giderek  artırarak  çok  geniş  bir 



alanda söz sahibi olmuştur. 

 



Ortaçağ iktisadi düşüncesi Skolâstik felsefe etrafında toplanmıştır.  

 



Ortaçağ’da  aynı  zamanda,  skolâstik  düşüncenin  temel  ilkelerinden  birisi  olan  doğal 

hukuk anlayışı yaygın kabul görüyordu.  

 

Doğal hukuk anlayışı özünde, Tanrı’nın yarattığı kâinat ve insanın, yaratıldığı 



şekliyle kabul edilmesine ve benimsenmesine dayanıyordu.  

 



Bu  anlayış,  Aristo’nun  geliştirdiği  madde-form  düşüncesindeki, 

maddelerin  en  üstünde  Tanrı’nın  yer  aldığını  ifade  eden  tümelcilik 

anlayışına uygundu. 

Ortaçağ’da Skolâstik Düşünce 

 



Skolâstik kavramı anlam itibariyle okul felsefesi, okul düşüncesi demektir. 

 



Düşüncenin temeli teolojiye dayanmaktadır.  

 



Skolâstik düşünce tamamıyla Hıristiyanlığın felsefi anlamda bir temele oturtulması ve 

sistematize edilmesi çabalarından doğmuştur. 

 

Büyük ölçüde ilham kaynağı olarak Aristo felsefesine dayanan skolâstizm, bir 



yandan felsefeyi dinin alanına uygulamak, bir yandan da aklı, inancın alanına 

uygulayarak 

buralarda 

yer 


alan 

problemleri 

anlaşılabilir  kılmayı 

amaçlamaktadır.  




 

Skolâstik felsefenin temel ilkesi anlamak için inanıyorumdur. 



 

Bu  ilke,  aklın  tanrısal  buyrukların  anlaşılabilmesi  için  kullanılmasını 



içerir. Bunun için realizm esastır. 

 



Realizmin  aksine  görelikçilik,  öznellik  ve  kuşkuculuk  skolâstiklerin 

karşısında yer aldığı düşünce akımlarıdır.  

 

Doğru tektir ve her şey bunun açıklanması içindir. Bu nedenle Aquinas, 



bilimleri  doğal  teoloji  (yalnızca  insan  aklına  dayanan)  ve  üst  doğal 

teoloji  (insan  aklı  ve  vahye  dayanan)  olarak  ikiye  ayırır.  İktisat  doğal 

teoloji içinde incelenmelidir. 

 



Skolâstik düşünce 800 ile 1500 yılları arasında üç ana döneme ayrılabilir. 

 



Erken skolâstik dönem (800-1200), büyük oranda Aristo’nun etkisinde kalınan 

bir dönem olmuştur. 

 

Erken  dönem  skolâstikleri  arasında  Johannes  Scottus,  Anselmus  ve 



Roscelinus gibi din adamları vardır. 

 



Skolâstik  düşüncenin  ikinci  döneminde  (1200-1300),  skolâstizmin  felsefi 

çabası bütün bilgi alanlarını kapsayacak şekilde bir bilgi sistemi kurmaktı. 

 

Akıl ile iman arasında bir bağlantı kurma çabasına İbn-i Sina ve İbn-i 



Rüşt gibi isimler de katılmıştı.  

 



Faiz, adil fiyat, kölelik, ticaret ve çalışma gibi düşünceler skolâstizmin 

bu döneminde şekillendi. 

 

Rönesans  hareketinin  felsefi  anlamdaki  temelleri  bu  dönemde 



atılmıştır. 

 



Skolâstizmin  ikinci  dönemi  düşünsel  anlamda  önemli  bir  canlanmaya 

işaret etmekteydi.  

 

Skolâstizmin üçüncü dönemi (1400-1500) hem feodalizmin çözüldüğü hem de 



ekonomik gelişmelerin zirveye çıktığı bir dönemdir.  

 



Nichola  Oresmus  ve  Jean  Buridan  gibi  düşünürler  tarafından,  iktisadi 

konuların en fazla tartışıldığı bir dönem olmuştur. 

 

Artık ilk dönemde olduğunun aksine akıl ve dini birbiri ile uzlaştırma 



çabasından uzaklaşılacaktır.  

 



Bu  dönem  düşünürleri  arasında  Ockhamlı  William,  Roger  Bacon  ve 

Gabriel Biel gibi isimler sayılabilir. 

 

Bu  dönemde  aynı  zamanda  yalnızca  felsefenin  değil,  teoloji  ve  doğa 



bilimlerinin ayrılabilmesi tartışmaları gündeme gelmiştir. 

 



Skolâstizmin  düşünsel  derinliklerinde  Hıristiyanlığın  ilkeleri  ve  kuralları  açık  bir 

biçimde yer almaktaydı. 



 

Skolâstik Düşüncede Devlet  

Özgürlük ve Toplumsal Sınıflar  

 



 

Modern  mikro  ve  makro  iktisat  teorilerinin  anlaşılabilmesi  için  skolâstizmin  ana 

kaynağı olan Hıristiyanlık teolojisinin anlaşılması gerekir. 

 



Roma’nın  ve  Roma’yı  izleyen  Germen  krallıklarından  Karolenj  Devleti’nin  kesin 

tasfiyesinden  sonra  Hıristiyanlık,  insanı,  devleti,  özgürlüğü,  eşitliği,  dünyayı  ve 

toplumsal  sınıflaşmayı  belirlerken,  aynı  zamanda  Reform’a  uzanacak  sürecin 

yapıtaşlarını döşemeye başlamıştır. 




 

İnsan,  dünyaya  düşmeden  önce  özgür  olmasına  rağmen,  bu  dünya,  insanın 



günahlarından  temizlenmesi  gereken  ve  özgürlüğünü  yitirmiş  olduğu  bir 

dünyadır. 

 

Para  ve  zenginlik  ile  zengin  olma  isteği  bu  nedenden  dolayı  bu 



dünyada, insana iyi  bir yaşam  sürdürebileceği  inancını verdiği  için ve 

ona dünyevi zevkler sunarak özgür olabileceğini hatırlattığı için şüpheli 

kavramlardır. 

 



Yaşamdaki eşitsizlikler ve sınıfsal farklılıklar insan günahkârlığının bir 

bedeli, çekilmesi gerekli bir ilahi gerçeklik olarak algılanıyordu. 

 

İnsanlar, Tanrı’nın  önünde kesinlikle eşittiler ancak bu eşitlik pratikte 



de bir eşitliğin aranması anlamına gelmiyordu. 

 



Ortaçağ  toplumuna  Hıristiyanlığın  dikte  ettiği  sınıflaşma,  insanlar  tarafından 

da normal olarak karşılanıyordu.  

 

Hıristiyanlığa  göre  devlet,  Tanrı  tarafından  konulan  iyileri  geliştirmek  ve  kötüleri 



bertaraf  etmek  görevine  sahip  olarak,  insanın  zaten  günahkâr  olarak  gönderilmiş 

olduğu  bu  dünyadaki  kurtuluşunu  sağlamak,  en  azından  kurtuluşunu  sağlayabilmesi 

için gerekli olan ortamı oluşturmak görevine sahipti. 

 



1000’li  yıllar  kilise  ile  dünyevi  iktidarlar  arasındaki  egemenlik  çatışmasının 

keskinleşmeye  başladığı  ve  1500’lere  kadar  kilisenin  egemenliğini  pekiştirdiği  yıllar 

olmuştur. 

 



Bu  dünyanın,  yaşanacak  sonsuz  hayatın  bir  öncülü  olmasının  öne  çıkarılması,  bütün 

ortaçağlar boyunca insanı, iktidarı ve dünyevi ilişkileri bir yandan edilgen bir konuma 

iterken diğer yandan kilisenin kontrolüne girmeye zorlamıştır. 

 



Bu  nedenle  Ortaçağ’ın  iktisadi  düşünceleri  ve  ekonomik  pratikleri  bu  temel 

inançlar üzerine inşa edilmiştir. 

 

Ancak  Reform  ile  yapılan  düzenlemeler  bu  yorumları  değiştirecek,  iktisat 



teorisine giden yolların taşlarının döşenmesi bu dönüşümlerin sonucu olacaktır. 

Ortaçağ’da Değer ve Adil Fiyat Düşüncesi 

 



Ortaçağ  iktisadi  düşüncesinin  üzerine  eğildiği  en  önemli  iki  unsurdan  biri  faiz  ise 

diğeri de adil fiyattır. 

 

Faiz  tartışmaları  bir  ucu  ile  ticarete,  adil  fiyat  tartışmaları  ise  değer  teorisine 



açılmaktadır.  

 



Adil fiyat kavramı en temel olarak, bir değişim işlemi nasıl yapılmalıdır ki, değişimin 

her iki tarafı da bir zarara uğramasın? Sorusunun cevabını bulmayı amaçlar. 

 

Ortaçağ’da  temel  düşünce,  alım  satım  işleminde  tarafların  zarar  görmemesiydi. 



Ticarete para aracılık edince değer de parayla ifade edilmeye başlanmıştı. 

 



O  halde  Adil  fiyat,  bir  değişim  işleminde  fiyatın  malın  değerini,  malın  da 

kendisine  ödenen  fiyatın  değerini  aşmaması,  birbirine  denk  olması  şeklinde 

tanımlanabilirdi. 

 



Ortaçağ’da  adil  fiyat  üzerindeki  tartışmalar,  hukukçular  ve  skolâstikler  tarafından 

yürütülüyordu.  

 

Adil fiyatın belirlenmesinde pazar fiyatı, kamu otoritesinin dikte ettiği fiyat ve 



sözleşme ile belirlenen fiyat olarak üç fiyat türü temel olarak alınıyordu.  


 

Kamu otoritesinin fiyatı belirlediği ve fiyatın sözleşme ile belirlendiği 



durumlarda  pazar  fiyatı  referans  olarak  alınıyordu  ve  tekelin  varlığı 

halinde pazar fiyatı deforme oluyordu. 

 

Ortaçağ’da hukukçular ve skolâstikler malların piyasa fiyatları üzerinde arz ve talebin 



etkisini tartışırken maliyetler, malın kıtlığı ve bolluğu, fayda ve risk gibi faktörlerin de 

etkili olduğunu düşünüyordu.  

 

Ulaşılan noktada, bir malın piyasa fiyatının, yani değerinin belirlenmesinde arz 



ve talep ile birlikte emek ve maliyet de etkiliydi. 

 



Peter Olivi, hem arzın hem de talebin, fiyat üzerinde etkili olduğunu söyleyen 

ilk kişiydi. 

 

Piyasadaki adil fiyatın oluşumunu engelleyen unsurlar, monopol, toptancılık, bir şeyi 



önceden satın alarak fiyat yükseldiği zaman satmak ve komisyonculuk olarak saptandı. 

Ortaçağ’da Faiz ve Para Düşüncesi 

 



Faizin ilk defa Mezopotamya’daki tapınaklarda ortaya çıktığı bilinmektedir. 

 



Faiz,  Ortaçağ  iktisadi  düşüncesinde  neredeyse  4.  yy’dan  başlayarak  15.  yy’a  kadar 

değişik yorumlara maruz kalan ve katı bir yasak konumundan yavaş yavaş meşru bir 

zemine doğru kayan bir uygulama olmuştur.  

 



Faiz,  kısaca  bir  borç  vericinin,  borçludan,  verdiğinden  daha  fazlasını  alması  olarak 

tanımlanabilir. 

 

Faizin yasaklığı İncil’e dayandırılmaktadır : “…tekrar bir şey ummaksızın borç ver” 



 

Faizin 500’ler sonrasında kesin olarak yasaklanmasında Decratum isimli çalışma etkili 



olmuş, Aquinas gibilerin temel gerekçesini oluşturmuştur. 

 



Faizin  yasak  olma  mantığı  Decratum’da,  “Tefeci,  Tanrı’nın  ona  bahşettiği 

zaman gibi bir şeyi, ticaret yoluyla elde edemeyeceği halde, kendisininmiş gibi 

satar.  Sonra  da  sattığı  şeyin  hem  kendisini,  hem  de  fazladan  bir  parçasını 

alarak,  tüccarlığı  için  fazlalık  almış  olur.  Fakat  bir  tüccar,  sattığı  bir  şeyi 

gerisin  geriye  talep  etmez,  onun  kullanımı  için  bir  ek  ödeme  de  istemez.” 

şeklinde açıklanır. 

 

Aquinas buradan hareketle malları, kullanımı tüketimi gerektirenler (ekmek, para) ve 



tüketimi gerektirmeyenler (ev, arazi) olarak ikiye ayırdı.  

 



Tüketimi  gerektiren  malların  kullanımları  zaten  onların  tüketimi  ile 

gerçekleşeceğinden,  bunların  hem  kendisini  hem  de  kullanım  hakkını  satmak 

açıkça faiz anlamına gelirdi. 

 



Decratum,  kullanımı  tüketimi  gerektiren  mallar  gibi,  paranın  kullanım  hakkının 

satılamayacağını ifade etti. Bu konuda üç unsur belirtti

 

Paranın fonksiyon olarak işlem saiki ile elde tutulduğu, 



 

Paranın kısırlığının söz konusu olması, 



 

Paranın  bozulması  ve  aşınmasının  mümkün  olmaması  nedeniyle  kira 



alınamayacağı. 

 



İncil’e  dayandırılan  ve  kilise  hukukçuları  tarafından  geliştirilen  bu  yorumlar  gittikçe 

keskinleşerek çeşitlendi. 

 

Faiz,  düşünsel  bağlamda  adalet  ile  de  ilişkilendiriliyor,  doğal  ve  yasal  olmaması 



gerektiği düşüncesine deliller aranıyordu. 

 



Aristotelyen  bakış;  Faizin,  borç  alan  kişinin  malına  ve  emeğine  zorunlu  bir 

ortaklık olması. 




 

Adaletin  bozulmuş  olması  ve  faizin  hırsızlıkla  eş  tutulması,  faizcinin  ancak 



aldığı  faizleri  geri  ödemesi  yoluyla  bu  durumdan  kurtulabileceği  inancını 

getirdi. 

 

15.yy’a gelindiğinde, artık yalnızca aldığı borçtan dolayı faiz ödeyenin değil; ama aynı 



zamanda  borç  verdiği  için  bir  olumsuzlukla  karşı  karşıya  kalanların  durumları  da 

tartışılmaya başlandı. 

 

Geç  Ortaçağ’da,  borç  sözleşmelerine,  borcun  zamanında  ödenmemesi 



durumunda yürürlüğe konulacak bir faiz maddesini eklemek adet olmuştu. 

 



Bu  maddenin  bir  uzantısı  olarak  tartışmalara,  borç  verenin  borç  vermekten 

dolayı bir zarara uğraması eklendi. (Borç veren birisinin şayet bu parayı borç 

vermeseydi elde edeceği muhtemel kârı da kaybettiği de buraya dâhildi.) 

 



Faiz tartışmalarının diğer önemli konusu riskti. 

 



İslam’ın  mantığı  bir  emek  harcamaksızın,  geleceğin  belirsizliği  içinde  parayı 

çalıştırmaksızın garanti bir kazancın elde edilmesinin yasaklığına dayanır. 

 

Geç  Ortaçağ’da,  bahsedilenlerin  dışında  faizin  ya  da  faize  benzeyen  ödentilerin 



alındığı belirli durumlar vardı. 

 



Bir  ortaklık  durumunda,  toplumda  değişik  paraların  birbirleri  ile 

değiştirilmesinde, bir parayı ya da taşınmazı ömür boyu kira karşılığı vermekte 

ve bankacılık işlemlerinde de faize ilişkin tartışmalar gündemdeydi.  

 



Reform’dan sonra, faiz, birçok formu ile Avrupa ekonomik yapısına dâhil olmuş gibi 

görünüyordu.  

 

Ekonominin  nakdîleşmesi,  ticaretin  genişlemesi,  pazarların  büyümesi, 



sektörlerin çeşitlenmesi ve dış ticaretin artmasının bunda önemli olmalıydı. 

 



Ortaçağ’da  paranın  ne  olduğu,  hangi  şeyden  yapılması  gerektiği,  değerinin  nasıl 

saptanacağı ve özelliklerinin ne olması gerektiği konuları da tartışılmıştır. 



Ortaçağ’da Ticaret ve Kâr Düşüncesi 

 



Ekonomilerin  kapalı  aile  üretimi  biçiminde  örgütlendiği  ve  üretimin  ancak  insan 

ihtiyaçlarını  gidermek  için  yapıldığı  dönemlerde,  düşünürler  Aristo’dan  başlayan  bir 

gelenekle, üretken emek, üretken olmayan emek, verimli sınıflar, verimsiz sınıflar ve 

üretken faaliyetler, üretken olmayan faaliyetler gibi ayrımlara gittiler.  

 

Bu  ayrımlarda  henüz  soyut  mal  (hizmet)  üretiminin  yeteri  derecede 



algılanamadığı ve bu nedenle de hizmetlerin toplum refahını artırıcı etkilerinin 

göz ardı edildiği görülür. 

 

Piyasa kavramının  ve piyasanın  ne üretilecek sorusuna cevap vermediği  bir ortamda, 



toplumun  ihtiyacı  olan  malları  üretebilmek ancak sınıflı bir toplum  yapısının kabulü 

ile sağlanabilmiştir.  

 

Düşünceler,  gelişen  ticaretle  birlikte  değişinceye  kadar  Ortaçağ’da  ticaret,  kısır  ve 



faydasız bir faaliyet olarak nitelenmiş ve hor görülmüştür. (Aristo da böyle düşünür) 

 



Aquinas da bir malı  malla değiştirmenin,  ihtiyaçları  gidermek için  gerekli ve 

doğal  bir  faaliyet  olduğunu,  ancak  yapılan  bir  değişimin  amacının  kâr  elde 

etmek olmasının onu doğal olmaktan çıkaracağını ifade etmiştir. 

 



Aquinas, tüccarların sattıkları mala bir katkı yapmaksızın alım-satım işleminde 

bulunduklarından bahseder. 

 

Ticaret aynı zamanda adil fiyat düşüncesine de aykırıdır.  




 

Ancak  ekonominin  gelişmesi  ile  birlikte,  yeni  bir  tüccar  sınıf  oluşup  da,  bunların 



toplum  içindeki  baskıları artmaya başlayınca ve  eş zamanlı  olarak ticaretin faydaları 

da ortaya çıkınca ticaret konusundaki düşünceler esnemeye başlamıştır. 

 

Aquinas’a göre de ticaret de bir toplumun bireylerine fayda sağlayabilir. 



 

Zaman  faydası,  mekân  faydası  veya  biçim  faydası  kısmen  ticaretin 



fonksiyonları sayılabilir. 

Ortaçağ’da Mülkiyet Düşüncesi 

 



Genel olarak Ortaçağ düşünürleri mülkiyeti meşru bir hak olarak kabul etmişlerdir. 

 



Seneca,  mülkiyetin  meşru,  ancak  doğal  olmayan  bir  kurum  olduğunu  ilan 

etmiştir.  

 

Poictiersli  Hilary’e  göre  suç  olan  zenginliğin  kendisi  değil,  onun  nasıl 



kullanıldığıdır. Kilisenin ve skolâstiklerin görüşleri de bu doğrultudadır.  

 



Aquinas’a  göre,  şayet  özel  mülkiyete  konu  olan  mallar  topluma  yarar 

sağlayacak  bir  şekilde  kullandırılıyorsa  özel  mülkiyet  sakıncalı  olmayacak, 

mülk sahibi de bu kullanım nedeniyle kurtuluşa ulaşmış olacaktır. 

 



Aquinas, buna kullanımda ortak mülkiyet ismini vermektedir. 

 



Aquinas’a göre mülkiyetin varlığı insan doğasından da kaynaklanır. 

 



İnsanlar mülk edinmeleri söz konusu ise kendilerini çalışmaya verecek; 

herkesin belirli bir işi yapması ile karmaşa önlenecek ve herkes kendi 

sahip olduklarıyla yetindiği zaman toplumsal barış sağlanmış olacaktır. 

Yeni Bir Mezhebe Doğru: Reform 

 



Hristiyanlığın,  özellikle  Avrupalı  ulusların  ekonomik  gelişmeleri  üzerinde  derin 

etkileri olmuştu. 

 

Kabile ya da ulusun ötesinde bir kardeşlik getirdi. 



 

Özellikle kölelik ya tamamen ya da kısmen reddedildi. 



 

Hristiyanlığın  doktrini  kardeşlik  üzerine  kurulunca  mülkiyet  yapısı  olarak 



komünal mülkiyet önerilecekti. 

 



Yardımseverlik de Hristiyan bir bireyin görevleri arasında sayılmaktaydı. 

 



Aile ve aile yaşamı da önemsenmekte ve tavsiye edilmekteydi.  

 



Ancak gelişmeler pek de böyle olmamıştı. Kilisenin egemenliği çok vahim boyutlara 

ulaştı. 


 

Hristiyanlığın doğuşundan beri bilinen dinsel uygulamalar biçim değiştirmiş ve 



dinsel  ibadetler  olmaktan  uzaklaşarak,  azizlerin  elinde,  toplumu  yönlendiren, 

ona biçim veren ve müdahale eden silahlara dönüşmüşlerdi. 

 

Vaftiz,  evharistiya  (ekmek  ve  şarap  ayini),  evlilik,  ruhbanlık, 



güçlendirme, itiraf (günah çıkarma) ve hastalara yağ sürme temel yedi 

sakramenti oluşturuyordu. 

 

Kilise, insanlar üzerinde güçlü, evrensel ve despot bir etkiye sahipti. 



 

Bir  vasiyetname  düzenlemek  veya  doktora  sınavından  geçmek  bile 



dinsel eylemlerdi. 

 



Kilise,  çalışma  ve  dinlenmeyi,  tüketim  biçimini  ve  hayat  tarzını  ayrıntılı 

düzenledi. 

 

Bütün Avrupa’daki eğitim öğretim işleri kilisenin tekeli altındaydı. 



 

Bütün kilise kurumu birlik halinde Vatikan’a, yani papaya bağlıydı. 




 

Kilisenin yetkileri yalnızca toplumsal ve ekonomik yaşama müdahale etmekten 



ibaret kalmıyordu. 

 



Kilisenin  yargılama  yetkisi  o  denli  geniş  alanlara  yayılmıştı  ki;  kendi 

otoritesini  sarsacak  her  türlü  düşünce  ve  faaliyet,  sonu  işkencelere 

uzanacak olan bir cezalandırmaya tabi tutuldu. 

 



Acilen, yolundan sapan uygulamaları yerine göndermek ve kiliseyi Tanrı ile baş başa 

bırakmak gerekliydi. 

 

Hristiyanlığın uygulamalarında bir yeniliği ifade eden reform hareketi 31 Ekim 1517 



günü,  Martin  Luther’in  Wittenberg  Şatosu’nun  kilise  kapısına  astığı  ve  katolizmin 

reddini içeren 95 maddelik bildirge ile resmen başlamış oluyordu. 

 

Luther’e Fransa’dan Jean Calvin, İsviçre’den Ulrich Zwigli katılacaklardı. 



 

Luther,  bildirgesinde  tek  otoritenin  kutsal  kitap  olduğunu,  kurtuluşun  kilise 



aracılığı ile değil ancak imanla olacağını, tarikatların, keşişlerin ve Vatikan’ın 

merkezi  rolünün  reddedilmesi  gerektiğini,  sakramentlere  inanmanın  gereksiz 

olduğunu  ve  endüljansın  yani  cennetten  yer  satmanın  gereksiz  ve  saçma 

olduğunu  ifade  ederken,  otoritenin  kilise  dışına  çıkarılması  gerektiğini 

belirtiyordu. 

 



Reformculara Protestan (protesto eden) ismi verildi. 

 



Luther  ve  diğerlerinin  başarı  kazanmalarının  nedeni,  başlattıkları  savaşta,  önceki 

reformcuların  aksine,  kilisenin  siyasi  ve  ekonomik  baskısından  zaten  bunalmış  olan 

soyluları  da  yanlarına  çekmiş  ve  onların  otoritelerini  tehdit  eden  bir  tavır  içinde 

olmamalarıydı. 

 

Luther, Gabriel Biel gibi bir teologdan dersler almış ve ondan etkilenmiştir. 



 

Luther, bir yandan mevcut yerleşik teolojiye aykırı düşünceler geliştiriyor, bir 



yandan  da,  Tanrı’nın  insanı  mutlaka  cezalandıracağı  gerçeğinden  kişinin, 

eylemleri ile değil ama imanı ile kurtulabileceğini ileri sürüyordu. 

 

Luther  temel  itirazlarını  kilisenin  din  ticareti  yapmaya  başlaması  üzerine 



geliştirdi. 

 



Din ticaretinin en önemli ayağı ise günahların affedilmesi idi.  

 



Luther,  kutsal  kitaba  dönüşü  önerdi  ve  kilisenin  bulaşmış  olduğu  bütün 

yolsuzlukları kınadı. 

 

Ancak 1520’de aforoz edilip sapık ilan edilince olayın çehresi değişti. 



 

Mezhep savaşları durdurulamadı. 



 

Luther’in kilise anlayışı özü itibariyle manevi bir birliği temsil eder. 



 

Lordların,  Tanrı  adına  dünyevi  iktidarı  tesis  edip  Tanrı’ya  karşı  sorumlu 



olmaları gerekir. 

 



Dünyevi ve ruhani iktidarların alanları da ayrılmalıdır. 

 



Bu görüşlere dayanan Luther kutsal kitaba döndü. 

 



Calvin’in  düşünceleri  de  Luther’in  düşüncelerinden  özünde  farklılık 

göstermiyordu. 

 

Ana hatları ile belirtilen bu anlayış Avrupa’da üçüncü bir mezhep olarak yayıldı. 



 

Reformun iktisadi alanda iki etkisi oldu: 



 

Çalışmak  ve  zengin  olmanın  önünde  engel  yoktu  ve  bu,  dini  inançla  uyum 



içindeydi. 

 



Toplumdan  ziyade  kişilik  ve  bireysellik  öne  çıkmış  ve  kilise  ile 

azizlerin uygulamaları etkinliğini yitirmeye başlamıştı. 




 

İktisadi  düşünce  bağlamında,  artık  araştırma  yöntemi  ve  bilimin  faaliyeti  ve 



hatta kendisi ciddi bir dönüşüm sürecine girecekti. 

Max Weber ve Protestan Ahlâkı 

 



Weber’in  (1864-1920),  Protestan  Ahlâkı  ve  Kapitalizmin  Ruhu  isimli  eseri 

iktisatçıların üzerinde en çok durdukları çalışmasıdır. 

 

Weber  bu  çalışmasında  dini  düşünce  ve  iktisadi  gelişme  arasındaki  ilişkiyi 



ortaya koymaya çalışmıştır. 

 



Weber’in  tezine  göre  kapitalizmin  ortaya  çıkışı,  bizatihi  Protestanlığın  ve 

Protestan ahlâkının bir sonucudur. 

 

Bu iddia bazı yönlerden eleştirilmektedir: 



 

İnsanlar  Protestan  oldukları  için  kapitalist  olmadılar,  ancak  belki  kapitalist 



olduklarından dolayı Protestan oldular. 

 



Protestanizm,  zaten  gelişmeye  başlayan  kapitalist  değerlerin  zafer 

kazanarak önlerinin açılmasına yardımcı oldu. 

 

Eleştirildiği  ikinci  nokta,  onun  Protestanizm  ile  ekonomik  gelişme  arasında 



kurduğu ilişkiyi doğrulamayan örneklerin bulunmasıydı. 

 



Batı  Avrupa  uluslarının  Protestan  olması  ve  ekonomik  anlamda 

gelişmiş  olmaları  ilişkisi  Protestan  Doğu  Avrupa  uluslarında 

görülmemişti. 

 



Weber’e göre kapitalizmin ruhunu oluşturan öz, çalışmak ve rasyonel bir örgütlenmeyi 

kullanmak yoluyla mümkün olan en yüksek kârı elde etmeyi amaçlayan girişimciydi. 

 

Batı Avrupa kapitalizminde bu istek rasyonalize edilmişti.  



 

Rasyonalizm, kapitalist toplumu, kapitalist öncesi toplumdan ayırdı.  



 

Weber’e  göre  kapitalist  tipteki  bir  örgüt  biçiminin  ortaya  çıkmasındaki  ön  koşullar; 



iktisadi faaliyetleri akılcı bir hesaplama sistemine bağlamak, faaliyetlerin ticarileşmesi 

ve işletme finansmanının ayrı bir nitelik kazanmasıdır. 

 

Bu  gelişmelerin  neden  Batı  Avrupa’da  ortaya  çıktığına  kapitalizmin  ruhu 



teorisi ile cevap verdi. 

 



Onun kapitalist ruh dediği şey, kapitalist iktisadi eylemi akılcı kılan bir 

meslek’e dayanır. Söz konusu meslek ise Protestanlıkta mevcuttur. Bu 

nedenle  Reform  ile  kapitalizmin  ruhunun  oluşması  arasındaki  ilişki 

kurulmuş olur. 



Rönesans ve Reform: 

İktisadi Düşüncede Dönüşüm 

 



Rönesans  (yeniden  doğuş)  kavramı  15.yy’daki  değişim  ve  dönüşümleri  ifade  etmek 

üzere  ilk  kez  İtalyan  sanatçı  Giorgio  Vassari  tarafından  1550  yılında  Vite’de 

kullanılmıştır. 

 



Reform,  insanların  üzerindeki  düşünsel  ve  dinsel  baskıyı  kaldırırken  Rönesans, 

Avrupa insanına yeniliklerle dolu bir yaşam biçiminin kapılarını aralamıştır. 

 

İnsanın  akıl  gücü  ve  önemi  ön  plana  çıkarılmış  ve  aydınlanma  felsefesi 



oluşmaya başlamıştır. 

 



Bu  dönemin  düşünürleri  arasında,  Roger  Bacon  (1214-1294),  Nicolaus  Cusanus 

(1401-1464),  Mikolaj  Copernik  (1473-1543),  Kepler  (1571-1630),  Galileo  Galilei 

(1564-1642) ve Newton (1642-1727)  gibi gökbilimciler, fizikçiler, matematikçiler ve 



astronomlar yanında, Leonardo da Vinci (1452-1519) ve Michel Angelo (1475-1564) 

gibi sanatçılar, ressamlar ve benzerleri bulunmaktadır. 

 

Bunlar  ortaya  koydukları  eserler  ve  ileri  sürdükleri  düşünceleri  ile  dış 



dünyanın insanlar tarafından daha fazla ilgi çekmesine, insanoğlunun maceracı 

yanının,  bilme  merakının  dış  dünyayı  anlamaya  yönlendirilmesine  katkıda 

bulunmuşlardır. 

 



Rönesans’ın oluşmasında Haçlı seferleri, İstanbul’un fethi, Amerika’nın keşfi ve diğer 

coğrafi  keşifler,  dilde,  edebiyatta  ve  sanatta  ortaya  çıkan  gelişmeler  etkiliyken, 

Endülüs’te  Toledo  ve  Kurtuba  gibi  kentlerdeki  Müslüman  Arapların  Avrupa’nın 

düşünce dünyasına katkılarının rolü de büyük olmuştur. 

 

Özellikle  İbn-i  Rüşt,  batıyı  rasyonaliteye  çağıran  ve  onu  içinde  bulunduğu 



metafizik düşünce yapısından kurtaran bir düşünür olarak etki yapacaktı. 

 



Rönesans döneminin felsefesi, nominalizm, bireycilik, hümanizm ve şüphecilik olarak 

dört ana başlık altında toplanabilir. 

 

Nominalizm,  tümellerin  değil  de  tek  tek  tikellerin  mutlak  gerçeklikler 



olduğunu ileri sürer. 

 



Hümanizm, insanın bu dünyadaki varlığının anlamı ve varlığının yeri üzerine 

yoğunlaşır. Eski dönemin inanan insanının yerini düşünen insan almaya başlar. 

 

Descartes “şüpheleniyorum, düşünüyorum o halde varım” 



 

Şüphecilik, bilginin mutlak olmadığı, bu nedenle doğruya ulaşmak için sürekli 



bir araştırma faaliyetinin içinde olunması gerektiği inancına dayanır. 

 



Bireycilik,  Ortaçağ’da  Tanrı’nın  ve  kilisenin  güdümünde  büyük  bir  kitlenin 

parçası gibi algılanan insanın, artık kendi benliğini bulmuş ve kendini sevmesi 

ile birlikte kendisini kabul etmiş olmasıdır. 

 



Reform’un  ve  Rönesans’ın  iktisadi  düşünce  üzerindeki  etkisi,  iktisadi  faaliyetlerin 

yavaş yavaş da olsa bağımsız olarak incelenmesi gerektiği düşüncesidir. 

 

İktisadın bağımsız bir bilim dalı olabilmesinin ayak sesleri duyulmuştur. 



 

Tanrı,  evren  ve  dünya  hakkındaki  görüşler  de  değişime  uğramış,  insan  edilgen  bir 



konumdan açık bir biçimde etken bir konuma geçmiştir. 

 



Devletin tanımı ve fonksiyonları da değişmeye başlamış, egemenlik bu sayede kraldan 

ve kiliseden sivil unsurlara doğru kaymaya başlamıştır. 

 

Geleneksel  paradigmada  akıl  ve  vahiy  birlikte  ele  alınırken  ve  bu  ikisi  arasında  bir 



uyumun varlığı söz konusu iken, yeni paradigma, bilginin kaynağının merkezine aklı 

oturtmuştur. 



 

 

 



 

     

Yüklə 126 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə