A Ğ U S T O S 2 0 1 5 • 3 1
enerji harcıyordum. Ruhsal enerjimi
ayakta tutabilmek için de enerji
çalışması yapıyor, spiritüel ve psikolojik
kitaplara dalıyordum. Aslında
mesleğim okumayı ve yenilenmeyi de
gerektirdiği için ayrıca yoğun zaman
ayırmam gerekiyor, vermekte olduğum
eğitimler, yazmakta olduğum yazılar,
basın çalışmaları için ayakta kalmam
gerekiyordu.
Tüm bunları yapabilmek için elbette
“beden” dediğimiz içinde yaşadığımız
o yuvayı korumak gerekiyordu. Bunları
yapabilmek için hasta olmamak
gerekiyordu. Hasta olmayacaktım.
Hastalanmaktan korkuyordum. İşe
gitmem gerekiyordu. Kendim, ailem,
mesleğim için bir gün bile yatakta
kalmadan, nezle grip olmadan,
insanlar hastalıktan kırılırken en küçük
bir zayıflık göstermeden sürdürmem
gerekiyordu. Ben gülümsememi
takınıp, spor-şık kıyafetlerimi üzerime
giyinip, göz kalemimi sürüp sahaya
çıkıyordum.
Yıllarca bu bana çok doğal göründü.
Zaman o zamandı. Hayranlıkla
izlediğim hastalarım gündüz bir işte
çalışıyor, gece master yapıyor, kırmızı
gözler ve tükenmişlik sendromuyla
yaşıyorlardı. Sonunda ben de
tükendim. Akşamları evde serilip
yatıyor, anti-sosyal bir yaşam sürüyor,
kendimi dinlediğimde böyle giderse ya
tansiyon hastası ya da kanser olacağımı
hissediyordum. Sonunda karar verdim.
Çalışmak istemiyordum. Sözleşmem
bittiğinde genel müdürle görüştüm ve
benimle çalışmak istiyorlarsa dört ay
ara vermek istediğimi söyledim. Çözüm
geldi. Günde on saati bulan çalışma
saatlerim azaltıldı, cumartesilerim
yarıya indi, bir günüm zaten boştu,
hastalarımdan uzaklaşmamış
olacaktım. Bunun için hala minnet
doluyum. Çözüm odaklı bir yöneticim
olduğu için şanslıyım. Aslında çalışma
arkadaşlarımdan çok yoğun sevgi ve
saygı akışı da alıyordum. Beni ayakta
tutan en önemli hazineydi bu.
Az çalışmaya başladığım dönemde
kendime dönme fırsatı yakaladım.
Kendimi iyi hissettiğim, mutlu
olduğum, “yaşadığımı” hissettiğim
günlere döndüm. Gözlerimin önüne
doğa geliyordu. Yağmurda yıkanan
ben, rüzgarda üşüyen, sıcak altında
kavrulan, buz gibi soğukta titreyen
ben… Uçsuz bucaksız bir ormanda,
bir sahilde yürüyen, zamanla
kısıtlanmamış, temiz havayı içine
çeken, çevresi sevdiği, olumlu enerjiler
saçan insanlarla dolu olan ben…
Bu düşünceler beynimde dolaşırken,
kalbimde bir acı hissediyordum.
Tüm bunları kendime yasakladığım
için. Yaşamayı kendime yasakladığım
için. Kendimi bu kadar korumaya
aldığım için. Bunu anlamış olmak
yaşamımda neyi değiştirdi? Kendimle
kurduğum bağı güçlendirdi. Daha
derinde olan benle bir diyalog başlattı.
Meslek değiştirebilmek ve yaşamımla
ilgili başka planlar yapmak için
beni hızlandırdı. O konuda kitaplar
okumaya, daha çok düşünmeye
Y
AŞAMIM hızlandırılmış bir küre ya da
uçan sandalyelerdeki gibi geçiyordu.
Günlük işlerimi yürütürken, her gün bir
başkası eklenen sorunları ortadan kaldırabilmek
için yaratıcı çözümler bulmak durumundaydım.
Çok sıkıldığımda Murphy’nin kurallarını kendi
kendime tekrarlıyordum: “Ne kadar iş yaparsan
yap bitmez” “Her zaman için yeni geçtiğin şerit
daha yavaş akar” “Ters gidebilecek her şey ters
gider”. İşim insandı. İnsanlara yardım etmekti
aslında. Onların sağlığına kavuşmasına yardım
etmekti. Bu yardım çabası sırasında sizin ve
onların egoları tartışmasız iç içe geçiyor, kendini
kontrol çalışmasının bir versiyonu halini alıyordu.
Bu işi yoğun bir hastanede özel sektörde yapmak
ise daha derinlerde gizli olan davranış kalıplarını,
örselenmiş duyguları, kişinin duruşundan size
bakışına kadar, kullandığı kelimelere kadar
kişilik analizi yapıp kendi davranışınızı ona göre
ortaya çıkarmayı, çatışmadan kaçmayı, stresten
kaçmayı, hastalıktan kaçmayı… Sonuçta kendin
olmaktan kaçmayı gerektiriyordu. Yalnızca
birkaç hamle sonrasını düşündüğün bir
satranç oyunu.
Kişiliğimi o kadar çok başkalarının
gereksinimlerini yerine getirmeye
ve çatışma olmamasına göre
konuşlandırıyordum ki, altta ezilen
zavallı “ben”i göremiyordum. Size
güvenmeyen, saygısızca konuşabilen,
cahil olabilen ya da diplomalı
cahil olabilen insanlarla sorun
çıkarmadan “başa çıkabilmek”,
zaman zaman da onların terapisti
olabilmek ve normalde terapist
olmadığım için bunu asıl
işimin yanında gönüllü olarak
yapabilmek için gerçekten yoğun
Korku
Üzerine
Dr. Füsun Uzunoğlu
3 0 • R U H v e M A D D E
A Ğ U S T O S 2 0 1 5 • 3 3
3 2 • R U H v e M A D D E
böyle uykuda yaşamak. Yaşamayıp
aslında uykuda olmak. Medyanın,
büyüklerimizin, toplumumuzun bize
koyduğu sınırların içinde hapsolup
kalmak. Bana olan, hepimize olan
buydu. Korkuydu. Bunu aşabilmek,
fark yaratabilmek çok az sayıdaki kişiye
özgüydü.
Oysa hepimizin içinde büyük
yaratıcının bir parçası var. Asıl
amacımız o parçaya ulaşmak. O parçayı
bulabilmek için önce “ne” olduğunu
bırakmakla başlamalı. Sahip olmak
değil, “sadece olmak”. Üzerindeki
etiketi söküp atabilmeli. Deliliğe, sıra
dışılığa, sınırsızlığa, yaşamaya yelken
açabilmeli. Kim olduğuna doğru,
esas “ben”e doğru yola çıkabilmeli.
Bu uzun ve zorlu bir yolculuk. Ama
bildiğimizden başka bir yolculuk da
olduğunun farkına varmak ve bu
yolculuğun tüm engellerini, acılarını,
sevinçlerini yaşamak, cesaretle
başlamak ve ne olacağını görmek.
Yaşam daha güzel olmaz mı? Bir
macera, öğrenmek, yenilik, gelişmek,
güçlenmek, kalbini ve beynini açmak…
Güzel olmaz mıydı?
Sonra bir gün Osho’yu aldım elime.
“Korku - Yaşamın güvensizliklerini
anlamak ve kabul etmek” Tüm bu
düşüncelerimin formüle edilmiş
şekliydi. Korkumu bana gösteriyordu.
Aynaya bakıyordum. Ama korkunun
öbür ucunu da gösteriyordu. Biri varsa
diğeri olmuyordu. O diğeri sevgiydi.
Korkunun olduğu yerde olmayan sevgi.
Kendimizden başlayan, rengarenk
ışıklarla dışarıya yayılan, başkalarına
ulaşan sevgi. Yaralanabilen, azalabilen,
çoğalabilen, ama canlı olan, içimizde
olan, bizde olmadan veremeyeceğimiz
sevgi. Mevlana’nın çağrısını barındıran
sevgi. ”Gene gel, gene. Ne olursan
ol. Umutsuzluk kapısı değil bu kapı.
Nasılsan öyle gel.”
Bu nasılsan öyle olma halini önce
kendimizin anlaması gerekli. O kadar
çok maskelerle dolaşıyor, o kadar
kurallar koyuyor, o kadar imajımızla
yaşıyoruz ki, aslında kim olduğumuzu
hiç düşünmüyoruz. Osho’ya göre:
“Korku yalnızca yüzeyde bir dalgadır.
Seni hep yüzeyde tutacaktır. Hiçbir
gücü yoktur. Doğuran, yaratıcı olan,
güzelliği, şiiri, neşeyi, mutluluğu
getiren sevgidir. Ama korku buna
izin vermez. Egonun gölgesidir
korku. Çünkü ölebilirsin, sevdiğini
kaybedebilirsin, içindeki ve dışındaki
güzelliklerle bağlantı kurabilirsin.
Güzelliklerle bağlantı kurmak senin
içeriye bakmana neden olur. Orada
sevmeyeceğin bir şeyler olabilir.
İncinebilirsin. Onun için içeriye
bakmamalısın. Sonra belki içeride
bir şey bulamayabilirsin de. Onun
için en iyisi dışarıya bakmaya devam
başladım ve işimden ayrıldım. Daha
farklı bir çalışma ortamına ve daha
yavaş bir çalışmaya geçtim. Bir
süre dinlendim, birikmiş işlerimi
hallettim, evde ve yaşamımda Feng-
Sui yaptım, hatta bunlar annemle
babamın yaşamına da uzandı. Kendime
verdikçe başkalarına da daha fazla
verebileceğimi gördüm. İş baskısını
çok büyük zorlukla üzerimden attım.
Otuz altı yıl sürdürmüş olduğum bir
meslekten kendimi soyutlamak aslında
zor çünkü çevremdeki insanlara bir
doktor olarak yardımcı olabilmem
gerekiyor. Beni arayanlara o dönem
içinde yardım edememek ve hatta
bazılarını başka arkadaşlarıma
yönlendirmek zor oldu. Oysa ben
tanıştığım insanlara mesleğimi
söylemeyi sona bırakan bir insandım.
Doktor olmayan beni tanımaları benim
için çok önemliydi. Resimle uğraşan
beni tanıdıkları zaman hastalarımın
bana duyduğu saygının ne kadar
arttığını ve beni ne kadar “insan”
olarak gördüklerini gözlerindeki
ışıltıdan, yüzlerindeki gülümsemeden
anlıyordum. Bu bana çok büyük bir
mutluluk veriyordu.
Tekrar düşündüğümde, çalışmayı
sürdürebilmek için kendimi nasıl
bir cam fanusun içine kapattığımı
görüyorum. Orada ısı hep aynıdır.
Hastalanma riski yoktur. Hava soğuksa
ve aşırı sıcaksa dışarıya çıkılmaz.
Sabah kalkmak gerektiği için ve
sekiz saat uyumak gerektiği için
saatler önemlidir. Evde alarm vardır,
araba kullanırken riskli sürücülere
yaklaşılmaz, şu kadar birikmiş para
olması lazımdır, çalışamadığım
zamanlar için yedekte bulunmalıdır,
dizlerimdeki sorunu zorlamamak için
koşmamam, dirsek kırığı geçirdiğim
için tenis oynamamam, yere dökülen
suya basıp kayabileceğim için onu
hemen silmem, kol çantamı arabamın
arka koltuğuna koymamam, belli
saatlerde yemek yemem, kemik
erimesi geçirmemek için şu hapları
almam gereklidir. Bağışıklık sistemimi
bozacağı için stresle başa çıkmam
gereklidir. Onun için sorunlardan
kaçmam, “ne kokar ne bulaşır”
tarzında ilişkilerin içinde olmam,
örseleneceğim için derin ilişkiler
kurmamam, birlikte olacağım kişiyi
toplumun onaylayacağı, benim eğitim
ve kültür seviyeme yakın birileri
arasından seçmem gereklidir. Aşık
olmak tehlikelidir, kavga etmek
tehlikelidir, risk almak tehlikelidir, risk
almak tehlikelidir, tehlikelidir…
Korku! Bunun obsesiflik ve sağlıklı
yaşam arasındaki dengesini kurabilmek
zaten kolay değil. Sonuç olarak
yaşantımı ince sınırlarla ayarlanmış
çizgiler arasına hapsetmek ve yıllarca