Amerikali Tolstoy M. indd



Yüklə 485,98 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix15.10.2018
ölçüsü485,98 Kb.
#74329


7

Sonbahar Oyunları

Yaz çılgınlıkları bahçelerden, korulardan, foko foko* diye çığ-

rışan  caddelerden  elini  ayağını  çekmeye  başladığı  vakitlerde 

bile titrek kavaklar çalparalar çalıp göbek atmayı savsaklamaz. 

Üstyüzü  parlak,  altyüzü  kurşuni  ve  havlı  Hollanda  kavakları 

ile selvi kavağı denilen İtalyan kavakları da böyledir. Onlar da 

dallarında  artık  ağustosböceklerinin  sesi  kalmadığını  umurla-

madan sonbaharın sekiz yönden bastıran rüzgârlarının keyfini 

çıkarmaya bakarlar. Yalnız yaşlı ve pinpirik kavaklar bu işten 

pek memnun kalmaz. Çünkü onlar, yüz bin eyvah ki, bu alttan 

yukardan üfüren poyraz ve lodoslar karşısında, daha ilk gün-

lerde yapraklarını dökmeye başlarlar. Böylece tokdoyum olmuş 

yaşları da sırıtıverir.

Kavaklara karşılık, ilkyazda beyaz ya da pembe çiçekleriyle 

gönlümüzü şenlendiren atkestaneleri de sonbahar gelir gelmez 

kaknemleşirler.  Laf  aramızda,  atkestaneleri  nasıl  sararıp  sola-

caklarını da pek bilmezler. Yapraklar, ekimde, ilkin dıştan içe-

ri doğru sararmaya durursa da, bir süre sonra da içten dışarı 

doğru renk atarlar. Arada kimileri de üstlerine tariçini sakolar 

geçirmeyi yeğler. Ne var, atkestanelerinin bu kılıklarına kapıl-

mamak da gerekir. Çoğu ağaçların dımdızlak kaldığı günlerde 

bile, onlar dallarında altınsuyuna batırılmış yapraklar barındı-

rırlar. Ama bunlar pek titiresko şeylerdir. Bir yandan bakılınca 

da öbür yanda olup bitenler ayna gibi görünür.

Gizli değildir ki, sonbahar vurgununu yiyen ağaçlar içinde en 

görkemlisi çınarlardır. Yerin göğün sultanıdır onlar. Sağlarına 

 Ateş, ateş!



İnsanları Kurtarmak  ............................................... 71

Gizli Sıtma  ................................................................ 77

Zola’ya Voyvo  .......................................................... 81

Ut ................................................................................ 91

Roman Ne Yapmak İçin ........................................ 103

Çelik Çomak  ........................................................... 119

Amerikalı Tolstoy  .................................................. 129



8

9

lara çok benzerse de renkleri onlarınkinden daha açıktır. Ama 



kokinalar yer cücesi bitkiler ise, bunlar onlardan daha posludur.

Kundakçılığa özenen ağaçlardan biri de Japon elmasıdır. O 

da şarabi yumruklarıyla yanını yöresini ferman ferma eder. Ne 

var,  onlar  utangaç  oğlu  utangaçtırlar.  Caddelerde  pek  dolaş-

mazlar, yan sokaklardaki bahçelere saklanırlar. Kendilerini de 

böylece ele güne karşı korumuş olurlar.

Bağdat  Caddesi’ndeki  âşıkömerlerden  biri  de  gülibrişim 

ağacıdır.  Tirfil  tirfil  yaprakları  ayışıklı  gecelerde  cazla  karışık 

Bach çalgılamasıdır. Aralık ayı yaklaştıkça dallarında ayşekadın 

fasulyesi biçim ve büyüklüğünde tohumlar da sallandırırlar ki 

görenler, gün yirmi dört saat, bunların birbirlerine selam çem-

berleri attıklarını sanır.

Sonbaharda ayşekadın tohumları sergileyen ağaçlardan biri 

de  akasyadır.  Ben  onlarla  her  karşılaştığımda  çocukluğumda 

pek  çığrılan  “Akasyalar  Açarken”  şarkısını  anımsarım.  Bu  da 

yüreğimi, kimseler duymasın, kıpışık kıpışık eder.

Güz bahçelerini neşeli mangıra döndüren ağaçlar arasında 

kuşkonmazlar  da  sayılmalıdır.  Yalnız,  binbir  çeşidi  olmasına 

karşın onlara (Asparagus’lara) her yerde raslayamazsınız. Ben bir 

tanesine Küçükyalı’da tosladım ki tafrası içime külünk gibi indi. 

Kuşkonmazın yazın yeşil olan yeleleri kasımda öyle bir safran 

sarısına boyanır ki Van Gogh’un sarıları kaç para? Yalnız kuş-

konmazlarla karşılaşırsanız onlara zarpadak çatalınızı batırma-

ya kalkmayın ha! O sizin mutfaklarınıza değin sokulan kuşkon-

mazlar Asparagus officinalis adını taşır ki benim sözünü ettiğim 

süs kuşkonmazları onlar değildir.

Sonbaharın şairi mahirlerinden biri de oya çiçeği ya da oya 

ağacıdır. Temmuz sonlarında eflatun ya da firfiri çiçekler açar-

sa da bunlar eylülün haftasında gözden yiter. Çiçekleri dünya 

yakışığı olduğu için de tüm doğaseverlerin bağdaşlarını yam-

pirileştirirler. Gelgelelim ki gelgelelim, oya çiçekleri (Lagerstroe-

mia) kasımda, kendisine gönül verenlere yeni bir şölen düzenler. 

Yapraklarını öyle bir lal rengi ile turna gözüne boyar ki insanın 

sollarına hep “Ortanca dağları ben yarattım” bakışları fırlatırlar. 

Bütün yeşilliklerini soyunsalar da insanlar onlar için “yaprakla-

rını döktü” diyemez. Hiç kuşku yok, İspanyol yazarı Alejandro 

Casona “Ağaçlar ayakta ölür” dediğinde onları düşünmüştür. 

Unutmadan, Kızıltoprak’tan Bostancı’ya değin uzanan Bağdat 

Caddesi silme çınardır. Gerçi Suadiye’den sonra onlara pek ras-

layamazsınız ama Tan Durak’a gelmeden, sağdaki sokaklardan 

biri onlarla tıklımdır. Ne var, Beşiktaş’ta Çağlayan Caddesi’nde-

ki ziravut çınarlara raslamak için de Caddebostan’da Kemoteks 

mağazasının ya da, yine orda, birinci kat duvarına Fenni Sünnet-

çi Talip’in –ki makineli, makinesiz, dikişli, dikişsiz ve de ağrısız 

sünnet yapar– bir el ilanı yapıştırılmış apartmanın önüne değin 

yürümeniz gerekir. Bostancı’da da kimi ulu çınarlar vardır ama, 

biz sizi oraya, asıl istasyon arkasındaki kahveye gölgelerini dü-

şüren dişbudakları göstermek için çağıracağız.

Dişbudak, ölüsü dirisinden leyla bir ağaçtır.

Telekvari karşıt yaprakları, felekten bir aparküt yedikten son-

ra öyle şeker şerbet bir görünüm kazanırlar ki bütün öbür ağaç-

lara ibret gösterirler. Dişbudaklar yani Fraxinus’lar bu halleriyle 

kurutulmaya bırakılmış uskumru dizilerini de andırırlar. Bir şey 

daha: sonbahar şenliklerinden en son ayrılanlar da onlardır.

Yapraklarını ilk silkeleyen ağaçlar arasında ise hurmalar başı 

çeker. Onlar, kasım ortalarında bile işlerini çoktan bitirmişlerdir. 

Üstelik de bunu sinsice yapmışlardır. İpince dallarını günlerce 

gözetleseniz  de  yapraklarını  ne  zaman  üstlerinden  attıklarını 

çakamazsınız. Nedir, hurmaların iri bir bilya büyüklüğündeki 

meyveleri –çocuklar onlara pek yüz vermez– dallarına iyisinden 

yapışırlar ve portakal sarısı renkleriyle bahçeleri ateşe verirler.

Gelin görün ki, sonbahara kundak sokanlar gerçekte ateşdi-

kenleridir. Latinlerin Pyracantha adını verdikleri bu ağaççıklar 

gülgillerdendir. Yazın beyaz ve minnacık çiçekler açar, hemen 

arkasından  da  saçlarına,  urbalarına  bezelye  büyüklüğünde 

boncuklar dizerler. Güzün yangın işini yürüten işte bu turuncu 

meyvelerdir. Bunlar yılbaşıçiçeği ya da gıcır diye anılan kokina-




10

11

leylek bacaklarıyla fırlarlar. En çok da Erenköy ve Göztepe dolay-



larında görünürler. Buralarda fıstık çamları da pıtraktır. Çamların 

en yaşlısı ise Feneryolu’nda Kadıköy’e giderken sol kaldırımda-

dır. Gövdesi deve hörgücünü andırır. Buralarda, Ihlamur’da, gün-

görmüş bir ağaç da sağ kaldırımda, diyapozon biçiminde, urplu 

turplu bir sakızağacıdır ki anıt ağaçlar arasına alınıp boynuna tas-

ma asılmıştır.

Şimdi de sizi Yazmacıtahir’de Bostancı’ya doğru daltaban yü-

rüteceğim.  Orada  köşeyi  tutan  bir  bahçede  Pittosporum  ağacına 

raslarsanız şaşırmayın. Yaz kış yeşilliklerini sürdüren ağaçlardan-

dır o da. Yaprakları zeytininkine benzerse de ondan az biraz daha 

koyudur. İki yanından da içe doğru kıvrıktır. Onlarda benim en 

çok hoşuma giden de budur. Hele şimdi gidip ilkyazda gelirseniz, 

yaprakların dibinden fışkıran krem rengi pıtı-pıtı çiçeklerle karşı-

laşırsınız ki gizli sıtmanın ne olduğunu o zaman anlarsınız.

Yazmacıtahir’de cimbirlek yapraklı bir ağaç daha vardır ki adı-

nı açıklamayacağım. Çünkü kime sordumsa göğüs yumuşatıcı bir 

karşılık alamadım. Oysa sonbaharda beni anabadula eden ağaç-

lar arasında onu da saymak isterim. Guguruklarından kızarma-

ya başlayan bir ağaçtır bu. Hele, kimi günler, dalları arasına bir 

lamba yerleştirilmişçesine sarı ve parlak bir şavk yayar ki bütün 

ağaçların bakışlarını kendine imrenik kılar.

Ben bu aylarda kırmızı kozalaklı tohumlar üreten manolyalara 

da pek değer gösteririm. Ağaçların çoğunun benzi atarken onlar 

pırıl pırıl yapraklarıyla takım kurarlar. Aferin onlara ki kaşlarını, 

yüzlerini yarım asitli zeytinyağla ovmadan akşam piyasasına çık-

mazlar.


Sonbaharda adamakıllı şebekleşen incir ağaçları da bana pek 

ayak süründürürler. Bahçelerin bir köşesinde keloğlan gibi sük-

lüm püklüm otururlar ki önlerinden geçtikçe şuramda bir şeyin 

katılaştığını duyar gibi olurum. Yalnız bu, onların boynu bükük-

lüğünden doğan bir şey midir, yoksa benim yaşlılığımın üretti-

ği bir acıma duygusu mudur, bunu bir türlü çıkaramam. Çünkü, 

inanmayacaksınız, ben de ilk kez yaşlanıyorum.

acemaşiran perdeleri kopar. Haa, ayağınızı çabuk tutun, 15 Ka-

sıma kalırsanız, o güzelim yaprakların topu da dökülmüş olur.

Küçükyalı’dan açmışken, orada, Mahir Uz Sokak’ta, maviler 

giyinmiş bir bahçe gördüğümü de buracığa kıstırmalıyım. Sedir-

ler, ladinler, selviler hepsi de maviler giyinmişlerdi. O gün –23 

Kasım 1982– orada ince yeşil yapraklı Karadeniz ladini ile de 

tanıştım. Mavi ladinin tam arkasındaydı. Bir başka gün de Ça-

talçeşme’deki Çeşme Sokağı’na, mavi bir köknarla buluşmaya 

gittim. Soldaki bir bahçede siz de onu kolayca bulabilirsiniz. İki 

yanına –Bostantüccarı Sokağı’nda da boz mavi köknar vardır– 

oya çiçekleri kondurmuşlar. İki oya çiçeği de Çeşme Sokağı’nın 

sağ köşesindeki bahçede boy satıyor.

Ne ki, sedir ağaçlarıyla burun buruna gelmek isteyenler bir 

üstteki sokağa –Türap Sokağı’nın karşısına– dolmalıdırlar. So-

kağın  adını  hiçbir  yerde  okuyamazsınız  ama  sağ  köşeyi  Yapı 

Kredi, sol köşeyi de Atilla Bahçe Merkezi işaretler.

Sedir  ağacına  hemen  hemen  herkes  vurgundur.  Şemsettin 

Sami,  sedirlerin  şiirde  yüceliği,  büyüklüğü  ve  görkemli  olanı 

anlatmak  için  kullanıldığını  söyler.  Sedirin  ibreleri  –yaprakla-

rı– kışın dökülmez. Dalları kat kat yükseldiği için de çok göz 

doldururlar. Kitaplarda sedirin üç türü sayılmıştır. Biri Atlas se-

diri, öbürü Himalaya sediri ise üçüncüsü de eskilerin Süleyman 

ağacı dedikleri Lübnan sediridir.

Sözünü ettiğim sokaktaki sedirler sizi taa kapıdan karşılar, 

bir 50 metre boyunca da yakanızı bırakmaz. Sokağı sürdürüp 

sağa  da  döndünüz  mü  –sola  isteseniz  de  dönemezsiniz–  he-

men oracıkta Ligustrum diye anılan bir sürü kurtbağrı sıralanır. 

Kurtbağrının yaprağı defneye çok benzer. Ama onun o nonoş 

kokusundan  yoksundur.  Onlar  da  çamlar,  köknarlar,  selviler, 

mazılar, sedirler gibi yapraklarını yaz kış korurlar. Kurtbağır-

larını  hemen  her  dipbucakta,  Vükela  Caddesi’nde,  Tayyare-

ci  Resmi  Sokağı’nda  posta  edebilirsiniz.  Suadiye’de  Tofaş’ın, 

Caddebostan’da da Stüdyo 63’ün önünde birer tane vardır. Se-

dirler de Kızıltoprak’a varınca, her yerden, o yirmi metreyi aşan 



12

13

giden yolun solundaki ilk apartmanın duvarları da onlarla şap-



şuptur. İşin güzelliği amerikanasmaları yapraklarını soyunduk-

tan sonra bile yine duvarlarda asılı kalır. Kimse o tütün rengi 

dalları bulundukları yerden sökmeyi düşünmez. Çünkü onlar 

bu kez de non-figüratifçi bir ressamın elinden çıkmış bir tabloyu 

andırıyorlardır.

Onları, yaz kış yapraklarını dökmeyen öbür yeşil sarmaşık-

larla karıştırmamak da gerekir. Onların adı ormansarmaşığıdır 

(Hedera helix). Maurice Mességué’nin Tabiat Haklıdır adlı kitabın-

da sözünü ettiği ve kimi kuşların kışın besin bulma zorluğu kar-

şısında yeşil meyvelerine saldırdığını söylediği sarmaşıklardır 

onlar.

Sonbaharın öyküleri çoktur. Biz ün ve saygınlık kazanmak 



için  kısa  tuttuk.  Ama  buraya  Can  Yücel’in  de  bir  şiirini  boca 

edelim ki, kalabalıkta bizim yazımız göze batmazsa, hiç değilse 

onun şiiri belli olsun:

Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar

Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar

Mevsim dönüp de yeniden yeşermeye başlayınca rüzgâr

Çıplağında o atın yine onlar koşacaklar

O çocuklar

O yapraklar

O şarabi eşkiyalar

Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?

Sonbaharda  ağaçların  pırpırı  oyunları  da  burnu  havalarda 

olanların bandiyeralarını yere yıkar.

Yeşil bir ağacın önündeki kızarık ve pusarık bir bitkiye uzak-

tan baktınız mı bir çiçekdürbünüyle karşılaşırsınız ki nasıl var-

taya düştüğünüzü çıkaramazsınız. 

Gerçek oyun da lodostadır.

Üfürlü ve püfürlü günlerde bir ağacın altına oturup üstünüz-

de oluşan yaprakları silkelemeden durursanız, az biraz sonra, 

Ey okur, burada sana haber olsun ki ben bu denemeyi kasım 

ve aralık aylarında yazdım. Kalemi de elime, Bağdat Caddesi’nde, 

ona dikey olarak inen, ya da onun koşutunda yürüyen sokaklar-

da ağaçların üstlerine düşen güzellikleri ve zavallılıkları günlerce 

izledikten sonra aldım.

Nedeni de şu:

Caddebostan’daki, gövdesi şarabi sarmaşıklarla sarılmış kuru 

bir sedir ağacını bu yıl yerinde bulamadım. Bağdat Caddesi’nin 

beş katlı apartmanlarından biri de onun üstüne kondurulmuştu. 

Bura sokaklarının sözlü tarihinde bilinir ki bu sedir ağacı tango 

rengi hotozunu başına oturttu mu pek cevahir kesilir, seyreden-

lerin canına da ateş bırakır. On yedi benli güzeller onun eline su 

dökemez.  Onda,  yüzümü  secdelere  koyarak  söylüyorum,  öyle 

bir sexy endam vardır ki düzenleri düzensizliğe, yararlıkları da 

yaramazlığa döndürür.

Ne  saklayayım,  Selamiçeşme’de,  dört  yol  ağzında,  benzin-

cinin karşı köşesinde de kanı çekilmiş bir sedir ağacı vardır. O 

da şeker pembesi sarmaşıklar giyinmiştir. Ne ki o, Caddebostan 

içinde vurulan ağababası değildir. Ama ben ne yaptım, yüzüm-

den gözümden zift ve katran akarak –arada benim de boynumu 

vurmuşlardı– kalktım Selamiçeşme’ye koştum. İlerdeki yıllarda 

belki o sedir ağacından da ayrı düşerim diye, ayıbı ya da şanı 

kendimin olmak üzere, karşısında bir dakika hazırbaşta durdum.

Gelgelelim lafımıza, bu tango rengi sarmaşıklar amerikanas-

ması (Ampelopsis) denilen bitkidir. Yüzsüz oldukları ve her yere 

dalıp çıktıkları için, kimi zaman, en umulmaz bir ağacın dalları 

arasından fışkırıverirler. Ne ki, en çok sedirlere, fıstıkçamlarına, 

palmiyelere, demir parmaklıklara ya da telefon direklerine saldı-

rırlar. Kimi zaman da ufarak ve tıngırelek vantuzlarını duvarlara 

yapıştırarak, bir taban halısında yürüyormuşçasına, dimdik dü-

zeyde dıbır-dıbır yükseklik alırlar. Bugünlerde Kantarcı’dan geç-

mişseniz,  Doktor  Abdülkadir  Noyan  Sokağı’nın  köşesini  tutan 

apartmanın  duvarında  onları  görmüşsünüzdür.  Caddebostan 

durağının  arkasındaki  evle  Taksim  Meydanı’nda,  Ayaspaşa’ya 



14

15

İstanbul Sokaklarında

XVIII. yüzyılda Beyoğlu’na gelip konan, o zamandan beri ye-

rinden  de  hiç  kıpırdamayan  İsveç  Elçiliği  (Konsolosluğu)  Tü-

nel’deki Şahkulubostanı Sokağı’nın sol köşesini tutarsa şimdiler 

pencere camında The Four Seasons Restaurant, Eurocard, Inter-

national Cuisine ve de mavili siyahlı Diners Club yazıları oku-

nan bir lokanta da sağ köşede gelip geçene işaret kaldırır.

Burası  Osmanlı  İmparatorluğu’nun  son  günlerinde  “Do-

ğunun  En  Büyük  Elbise  Mağazası”dır.  Giysiler,  ayakkabılar, 

kolonyalar,  halılar,  şapkalar  vb.  taşraya  posta  parası  alınma-

dan gönderilir. Sahibi Viyanalıdır ki Mösyö Tiring diye anılır. 

Dükkân da onun adını taşır. Hazretin Galata’da, Karaköy’de de 

bir taktakası vardır. O da Tiring Galata diye bilinir. Gazete ve 

dergi ilanlarında da görünürse o görünür.

Ama  biz  yukarda  kalalım,  biraz  sonra,  nasıl  olsa, 

Şahkulu’ndan  aşağı  inmeye  başlayacağız.  Burası  Fotoğrafçı  S. 

Weinberg ile de karşı karşıyadır. Tiring kapandıktan sonra Foto 

Süreyya’nın gelip onun yerinde otağ kurmasının nedeni de bu-

dur. Fotografilerini çektirmek isteyen İstanbullular bu semte alı-

şıktırlar.

Şahkulubostanı,  Beyoğlu  Evlendirme  Dairesi’ni  barındırır. 

Sağda beyaz mermer merdivenli yayvan bir yapıdır bu. Daha 

aşağıda 20 numarada da Özel Alman Lisesi (Deutsche Schule İs-

tanbul) vardır. İçerlek olduğu için de sokaktan bakılınca göze ilk 

bahçe duvarıyla kapısı çarpar. Daha aşağıda ise bitişik düzende 

beş  apartman  sıralanmıştır.  Kimisi  beş,  kimisi  de  altı  katlıdır. 

Salâh Birsel 1948-1951 yıllarında, tam üç yıl bunlardan birinde 

lengerendaz olmuştur ama apartmanların topu da onarım gör-

eliniz, yüzünüz, başınız ve giysiniz yapraklarla örtülür ki, akas-

ya altına çökmüşseniz akasya ağacı, atkestanesi altında konak 

tutmuşsanız atkestanesi olup çıkarsınız.

Ey okur, senden de ayrılamıyorum ki... Ben bu yazıyı bir de 

bu yıl yedi renk Acem dibası giysiler pek moda diye yazdım.

Kadınların sırtında sedefi, ebruli ve kobalt mavisi fistanlar.

Kızlar ise deri montlar altına beyaz fildekos pantol giyiyorlar. 

Paçalarını da kırmızı, yeşil ya da limon sarısı çizmelere daldırı-

yorlar. Diyeceğim, yer gök turuncu bluzlar, narkabuğu fularlar, 

hünnabi çoraplar, çağla yeşili ayakkabılar, gülkurusu kasketler 

yani  bahçelerden  derlenmiş  renklerle  donandı.  Saçlar  samani, 

maun ya da mormenekşe. Gözlerin üstü sümbüli far.

Kadıköy’den  Bostancı’ya  akar,  ya  da  Taksim’den  Sişli’ye 

ayak ayak yürürseniz dikkatli olun. Bir ağacın altında kıpırda-

madan duran bir gölge varsa o, belki benim.



Yüklə 485,98 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə