63
bu gerekli değildir; çünkü ‘doğalcı yanılgı’, Moore’un kastını en iyi ifade eden
tamlamadır. Çünkü Moore, “Tanrı x’i buyurmaktadır; o halde, x’i yapmalıyım (veya x,
iyidir).” şeklinde bir akıl yürütmedeki hatanın, –dır’dan –malı’ya geçip geçmemekten öte
iyiliği Tanrı buyruğunun doğal bir özelliği kabul etmekte yattığını ileri sürer. Çünkü ahlâk
bize ne yapmamız gerektiğini söylemeden önce (izole edilmiş) kendinde (aslî) iyinin ne
olduğunu söylemelidir. Oysa ne metafizikçiler ne de natüralistler, kendinde iyinin ne
olduğu üzerinde durmadan ne yapmamız gerektiğini söyledikleri için doğalcı yanılgıya
düşmüşlerdir.
Moore, iyiliğin (değerin) kendi başına evrensel bir ahlâkî gerçekliği olduğunu
kabul etmesi nedeniyle bir tür ahlâkî realizmi savunur. Mamafih olgu-değer ayrımı,
objektif ahlâkî gerçekliklerin ve bundan dolayı da evrensel bir ahlâkî gerçekliğin bulunup
bulunmadığı sorunu ile yakından ilgilidir. Olgu ve değeri birbirinden ayırmak, objektif
ahlâkî gerçekliğin inkârı anlamına gelir. Çünkü bu ayrım, olgusal iddiaların objektif bir
ş
ekilde doğru olmaları mümkünken ahlâkî ifadeler veya değer yargılarının sübjektif olduğu
inancına dayanır. Olgu-değer ayrımı, standart bir biçimde bilişçi olmayan (non-cognitivist)
yaklaşımlarda görülür. nançlarla tavırlar; bu dünyaya ilişkin doğrularla ilkelere bağlılık,
ayrı ayrı şeylerdir. Biliş-dışıcılık (non-cognitivism) da bir anti-realizmdir.
167
Bu anlamda
Moore, olgu-değer ayrımını kabul etmeyen bir bilişçidir (cognitivist). Nitekim Moore,
ahlâkın/insanî eylemin amacının mümkün olduğunca aslî iyiliği artırmak olduğunu ileri
sürer.
168
O ahlâkın bir amacı olduğunu düşünür; bu yüzden Moore’a ideal faydacı da
denilir. Fayda hesabını kabul eder. Fayda hesabı, iyiliğin olgusal sayımı anlamına gelir.
Moore’un değer teriminden anladığı, daha önce ortaya koyulan tanımdan çok
farklıdır. O değeri, objektif ve önermesel bir tarzda anlar. Onlar evrensel gerçekliğe
sahiptir. Bu yüzden onların olgusal bir şey olmadığı düşünülemez. Bu açıdan Moore’a göre
iki tür –malı’dan bahsetmek mümkündür. Birincisi, ne yapmamız gerektiğini; ikincisi ise
ne tür şeylerin kendi başlarına var olması gerektiğini bildirir. “Dünyadaki iyiliği artıracak
ş
ekilde davranmalısın.”, birinci türe; “ yilik, doğruluk, güzellik vs. kendi başına şeyler
olarak almalısın.” ikinci türe örnektir.
Moore, iyiliğin eşyaların aslî özellikleri olmadığını söylerken aslında ahlâkî
terimlerin ahlâkî olmayan terimlerle açıklanmasına karşı çıkar. Örneğin, iyiyi mutlulukla
veya Tanrı kelamıyla açıklayamayız. Ne mutluluk ne de Tanrı kelamı, ahlâkî terimler
değildir; ancak biz iyiliği, bir olgu durumuna veya bir eşyaya yüklenmiş bir özellik olarak
görebiliriz. Bu olgu, eşya veya şahısların ahlâkî durumunu akıl veya duygu yoluyla elde
edemeyiz. Ahlâkî olguların iyiliğini veya kötülüğünü sezgilerimiz vasıtasıyla kavrarız. Bu
167
Bond, age., s. 102.
168
Moore, age, s. 26.
64
yüzden Moore’un ahlâk düşüncesine sezgicilik de denir.
3. Moore’un görüşleri kendisinden sonraki düşünürleri etkiledi ve sezgicilik
(Hastings Rashdall, Franz Brentano, J. M. E. McTaggart, H. A. Prichard, W. D. Ross ve C.
D. Broad) yaygın ahlâk teorisi haline geldi. Ancak Moore’un iyi ile ilgili ortaya koyduğu
analitik çalışmanın etkisi ile ahlâkî kavramların anlamları üzerine yapılan incelemeler, yeni
bir disiplin altında daha sistemli bir şekilde ele alınmaya başlandı ve buna “meta–etik” adı
verildi. Moore’dan sonra ahlâkî kavram ve yargıların diğer objeler, olaylar, olgular,
nitelikler veya ifadelerle olan ilgisi, sıkça tartışılmaya başlandı. Moore’dan bu konuda
ilham alan akımlardan biri de A. J. Ayer, C. L. Stevenson’ın başını çektiği duyguculuktu
(emotivism). Duygucular, Moore’a da muhalif olarak, ahlâkî olguların varlığını inkâr
ettiler. Onlara göre tecrübenin konusu olan obje veya olaylarda ahlâkî bir takım nitelikleri
gözlemleyemeyiz; insanoğlu, bu gözlemi yapabilecek böyle bir duyuya sahip değildir.
Duygucular bu deneye dayalı yaklaşımdan yola çıkarak ahlâkî yargıların ontolojik statüsü
üzerine düşündüler. 1960’lara gelindiğinde duyguculuk, yetersiz bir teori olarak görülmeye
başlandı ve R. M. Hare’ın “evrensel tavsiyeciliği” (universal prescriptivism) onun yerini
almaya başladı.
169
Olgu-değer ayrımının savunucularına göre dünyadaki olgu durumlarının
değerlerle ilgili olduğu söylenemez ve değer yargıları, en iyi şekilde saf olgu ifadeleri
olmadan anlaşılır. Bu ayrım, 20. yy. ahlâkında önemlidir ve tartışma, değerlerin metafizik
statüsü, değer epistemolojisi ve değer yargılarının “en iyi” özelliği üzerine sürdürülür. Bir
olgu, gerçek olgu durumudur. Bir değer ise hem haz gibi iyi bir şey, hem de bir şeyin iyi
olduğu konusundaki inançtır. Örneğin, haz benim değerlerimden biridir demek, ben hazzın
iyi bir şey olduğuna inanıyorum demektir.
170
Bu ayrım bir de bilişçi ve anti-realist olan John Mackie (1917–1981)’de görülür.
Biliş-dışıcılık da bir anti-realizmdir. Olgu ve değeri birbirinden ayıran yaklaşımlardan biri,
Mackie’ninkidir. Mackie, dünyada değerlerin olmadığını kabul eder. Ona göre değerlerde
bir uzlaşmanın olmaması, değerlerin olmadığını açıklamanın en iyi yoludur. Değerin
olgusal bir şey olmaması, bizi radikal bir seçme özgürlüğü ile karşı karşıya getirir. Bu, aynı
zamanda varoluşçu bir yaklaşımdır.
171
Hare da olgu-değer ayrımına girişir. Başka bir zorluk da Hare’ın ahlâkî ‘-malı’
analizinde ortaya çıkar. Hare’ın ilk dönem görüşüne göre “Ali’nin et yememesi gerekir.”
buyruğu, kabaca “Ali’nin et yememesi, kabul ettiğim genel buyruklara uygundur.”
ifadesine eşittir. Bu, bir vejetaryeni “Ali et yememelidir.”, şeklinde hüküm vermeye sevk
169
Peter Singer, “R. M. Hare’s Achievements in Moral Philosophy”, Utilitas, cilt 14, sayı 3, Edimburg,
2002, s. 309.
170
Crisp, agm.
171
Crisp, agm.
Dostları ilə paylaş: |