Anlatamiyorum



Yüklə 432,5 Kb.
səhifə1/4
tarix19.07.2018
ölçüsü432,5 Kb.
#56996
  1   2   3   4


ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma, ellerinizle?


Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum.


Orhan Veli Kanık

İSTANBUL’U DİNLİYORUM
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı

Önce hafiften bir rüzgar esiyor;

Yavaş yavaş sallanıyor

Yapraklar ağaçlarda;

Uzaklarda, çok uzaklarda,

Sucuların hiç durmayan çıngırakları

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Kuşlar geçiyor, derken;

Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.

Ağlar çekiliyor dalyanlarda;

Bir kadının suya değiyor ayakları;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.


İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Serin serin Kapalıçarşı

Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa

Güvercin dolu avlular

Çekiç sesleri geliyor doklardan

Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Başımda eski alemlerin sarhoşluğu

Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;

Dinmiş lodosların uğultusu içinde

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Bir yosma geçiyor kaldırımdan;

Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.

Bir şey düşüyor elinden yere;

Bir gül olmalı;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.


İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;

Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;

Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;

Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından

Kalbinin vuruşundan anlıyorum;

İstanbul’u dinliyorum.
Orhan Veli Kanık


İSTANBUL TÜRKÜSÜ
İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim,

Bir fakir Orhan Veli’yim;

Veli’nin oğluyum,

Tarifsiz kederler içinde.


Urumelihisarı’na oturmuşum;

Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;


“İstanbul’un mermer taşları;

Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;

Gözlerimden boşanır hicran yaşları;

Edalı’m,


Senin yüzünden bu halim.”
“İstanbul’un orta sinama;

Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;

El konuşur, sevişirmiş; bana ne?

Sevdalı’m,

Boynuna vebalim!”
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim;

Bir fakir Orhan Veli;

Veli’nin oğlu;

Tarifsiz kederler içindeyim.


Orhan Veli Kanık

AYRILIŞ
Bakakalırım giden geminin ardından,

Atamam kendimi denize,

Dünya güzel.

Serde erkeklik var,

Ağlayamam..
Orhan Veli Kanık

GÜZEL HAVALAR
Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim

Evkaftaki memuriyetimden.

Tütüne böyle havada alıştım,

Böyle havada aşık oldum;

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum;

Şiir yazma hastalığım

Hep böyle havalarda nüksetti;

Beni bu güzel havalar mahvetti.


Orhan Veli Kanık

BEDAVA
Bedava yaşıyoruz, bedava;

Hava bedava, bulut bedava;

Dere tepe bedava;

Yağmur çamur bedava;

Otomobillerin dışı,

Sınamaların kapısı,

Camekanlar bedava;

Peynir ekmek değil ama

Acı su bedava;

Kelle fiyatına hürriyet,

Esirlik bedava;

Bedava yaşıyoruz, bedava.


Orhan Veli Kanık

İÇKİYE BENZER BİRŞEY
İçkiye benzer bir şey var bu havalarda

Kötü ediyor insanı, kötü…

Hele bir de hasretlik oldu mu serde

Sevdiğin başka yerde

Sen başka yerde;

Dertli ediyor insanı, dertli.

İçkiye benzer bir şey var bu havalarda

Sarhoş ediyor insanı, sarhoş…


Orhan Veli Kanık

OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ
Yaş otuz yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.

Delikanlı çağımızdaki cevher,

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

Benim mi Allahım bu çizgili yüz?

Ya gözler altındaki mor halkalar?

Neden böyle düşman görünürsünüz,

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!

Hangi resmime baksam ben değilim.

Nerde o günler, o şevk, o heyecan?

Bu güler yüzlü adam ben değilim;

Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hâtırası bile yabancı gelir

Hayata beraber başladığımız

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir,

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!

Geç farkettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!

Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?

Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarümar?
Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanmadın olacak.

Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında.
Cahit Sıtkı Tarancı

DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,

Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor,

Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,

Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,

Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,

Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,

Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,

Hava kadar lazım,

Ekmek kadar mübarek,

Su gibi aziz bir şeysin;

Nimettensin, nimettensin!

Desem ki…

İnan bana sevgilim inan,

Evimdeki şenliksin, bahçemde bahar;

Ve soframda en eski şarap.

Ben sende yaşıyorum,

Sen bende hüküm sürmektesin.

Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,

Rüzgarlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.

Günlerden sonra bir gün,

Şayet sesimi farkedemezsen,

Rüzgarların, nehirlerin, kuşların sesinden,

Bil ki ölmüşüm.

Fakat yine üzülme, müsterih ol;

Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,

Ve neden sonra

Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,

Hatırla ki mahşer günüdür

Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
Cahit Sıtkı Tarancı


GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN
Ne doğan güne hükmüm geçer,

Ne halden anlayan bulunur;

Ah aklımdan ölümüm geçer;

Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

Ve gönül Tanrısına der ki:

- Pervam yok verdiğin elemden;

Her mihnet kabulüm, yeter ki

Gün eksilmesin penceremden!


Cahit Sıtkı Tarancı

MEMLEKET İSTERİM
Memleket isterim

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;

Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim

Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim

Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;

Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim

Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;

Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı Tarancı

BEN SANA MECBURUM
Ben sana mecburum bilemezsin

Adını mıh gibi aklımda tutuyorum

Büyüdükçe büyüyor gözlerin

Ben sana mecburum bilemezsin

İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor

Bu şehir o eski İstanbul mudur

Karanlıkta bulutlar parçalanıyor

Sokak lambaları birden yanıyor

Kaldırımlarda yağmur kokusu

Ben sana mecburum sen yoksun.
Ölmek kimi zaman rezilce korkuludur

İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur

Tutsak ustura ağzında yaşamaktan

Kimi zaman ellerini kırar tutkusu

Birkaç hayat çıkarır yaşamasından

Hangi kapıyı çalsa kimi zaman

Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih’te yoksul bir gramafon çalıyor

Eski zamanlardan bir cuma çalıyor

Durup köşe başında deliksiz dinlesem

Sana kullanılmamış bir gök getirsem

Haftalar ellerimde ufalanıyor

Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem

Ben sana mecburum sen yoksun.
Belki haziranda mavi benekli çocuksun

Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor

Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden

Belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun

Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor

Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin

Kötü rüzgar saçlarını götürüyor
Ne vakit bir yaşamak düşünsem

Bu kurtlar sofrasında belki zor

Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden

Ne vakit bir yaşamak düşünsem

Sus deyip adınla başlıyorum

İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin

Hayır başka türlü olmayacak

Ben sana mecburum bilemezsin.


Atillâ İlhan


ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ
Gözlerin gözlerime değince

Felaketim olurdu ağlardım

Beni sevmiyordun bilirdim

Bir sevdiğin vardı duyardım

Çöp gibi bir oğlan ipince

Hayırsızın biriydi fikrimce

Ne vakit karşımda görsem

Öldüreceğimden korkardım

Felaketim olurdu ağlardım
Ne vakit Maçka’dan geçsem

Limanda hep gemiler olurdu

Ağaçlar kuş gibi gülerdi

Bir rüzgar aklımı alırdı

Sessizce bir cigara yakardın

Parmaklarımın ucunu yakardın

Kirpiklerini eğerdin bakardın

Üşürdüm içim ürperirdi

Felaketim olurdu ağlardım
Akşamlar bir roman gibi biterdi

Jezabel kan içinde yatardı

Limandan bir gemi giderdi

Sen kalkıp ona giderdin

Benzin mum gibi giderdin

Sabaha kadar kalırdın

Hayırsızın biriydi fikrimce

Güldü mü cenazeye benzerdi

Hele seni kollarına aldı mı

Felaketim olurdu ağlardım.


Atillâ İlhan

AN GELİR
An gelir

Paldur küldür yıkılır bulutlar

Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet

O eski heyecan ölür

An gelir biter muhabbet

Çalgılar susar heves kalmaz

Şatârâbân ölür
Şarabın gazabından kork

Çünkü fena kırmızıdır

Kan tutar/ tutan ölür

Sokaklar kuşatılmış

Karakollar taranır

Yağmurda bir militan ölür


An gelir

Ömrünün hırsızıdır

Her ölen pişman ölür

Hep yanlış anlaşılmıştır

Hayalleri yasaklanmış

An gelir şimşek yalar

Masmavi dehşetiyle siyaset meydanını

Direkler çatırdar yalnızlıktan

Sehpada pir sultan ölür
Son umut kırılmıştır

Kaf Dağı’nın ardındaki

Ne selam artık ne sabah

Kimseler bilmez nerdeler

Namlı masal sevdalıları

Evvel zaman içinde

Kalbur saman ölür

Kubbelerde uğuldar Bâkî

Çeşmelerden akar Sinan

An gelir


- Lâ ilâhe illallah-

Kanunî Süleyman ölür


Görünmez bir mezarlıktır zaman

Şairler dolaşır saf saf

Tenhalarında şiir söyleyerek

Kim duysa / korkudan ölür

-Tahrip gücü yüksek-

Saatli bir bombadır patlar

An gelir

Atillâ İlhan ölür.


Atillâ İlhan


AĞUSTOS ÇIKMAZI
Beni koyup koyup gitme, n’olursun

Durduğun yerde dur

Kendini martılarla bir tutma

Senin kanatların yok

Düşersin yorulursun

Beni koyup koyup gitme, n’olursun


Bir deniz kıyısında otur

Gemiler sensiz gitsin bırak

Herkes gibi yaşasana sen

İşine gücüne baksana

Evlenirsin, çocuğun olur

Beni koyup koyup gitme, n’olursun


Elimi tutuyorlar ayağımı

Yetişemiyorum ardından

Hevesim olsa param olmuyor

Param olsa hevesim

Yaptıklarını affettim

Seninle gelemeyeceğim Atillâ İlhan

Beni koyup koyup gitme, n’olursun.
Atillâ İlhan

YAĞMUR KAÇAĞI
Elimden tut yoksa düşeceğim

Yoksa bir bir yıldızlar düşecek

Eğer şairsem beni tanırsan

Yağmurdan korktuğumu bilirsen

Gözlerim aklına gelirse

Elimden tut yoksa düşeceğim.

Yağmur beni götürecek yoksa beni

Geceleri bir çarpıntı duyarsan

Telaş telaş yağmurdan kaçıyorum.

Sarayburnu’ndan geçiyorum

Akşamsa, eylülse, ıslanmışsam

Beni görsen belki anlayamazsın.

İçlenir gizli gizli ağlarsın.

Eğer ben yalnızsam, yanılmışsam

Elimden tut yoksa düşeceğim.

Yağmur beni götürecek yoksa beni.


Atillâ İlhan

HAN DUVARLARI
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

Bir dakika araba yerinde durakladı.

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…

Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya,

Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.

İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!

Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,

Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…

Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları,

Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,

Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…


Ellerim takılırken rüzgarların saçına

Asıldı arabamız bir dağın yamacına.

Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,

Yalnız arabacının dudağında bir ıslık,

Bu ıslıkla uzayan, dönen, kıvrılan yollar,

Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar,

Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.

Gökler bulutlanıyor, rüzgar serinliyordu.

Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.

Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince

Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi,

Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.

Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.

Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.

Ne civarda bir köy var, ne de bir evin hayali,

Sonum ademdir diyor insana yolun hali.

Ara sıra geçiyor bir atlı, iki yayan,

Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdayan

Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,

Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor…

Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine,

Uzanmışım, kalmışım, yaylının şiltesine.


Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan;

Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.

Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,

Sağ tarafta çıngırak sesleri geliyordu:

Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,

Bir kenarda göründü beldenin vîran hanı.

Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri

Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.

Bir devâ bulmak için bağrındaki yaraya

Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.

Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,

Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.

Bir parıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,

Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,

Şişesi is bağlamış bir lâmbanın ışığı

Her yüze çiziyordu bir hüzün kırışığı.

Gitgide birer âyet gibi derinleştiler

Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler…

Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,

Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı:

Fâni bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,

Aygın baygın mânîler, açık saçık resimler…


Uykuya varmak için bu hazin günde, erken

Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken

Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı,

Bu dört mısra değildi, sanki dört damla kandı,

Ben garip çizgilerle uğraşırken baş başa,

Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa…


On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan

Baba ocağından, yâr kucağından

Bir çiçek dermeden sevgi bağından

Huduttan hududa atılmışım ben
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi…

Gözüm imza yerinde başka bir ad görmedi.

Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş!

Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;

Araya gitti diye içlenme baharına,

Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına!..

Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,

Soğuk bir mart sabahı… Buz tutuyor her soluk,

Ufku tutuşturmadan fecrin kenar evleri.

Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.

Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,

Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor…

Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,

Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.

Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,

İki dağ ortasında boğulan bir geçide.


Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden,

Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:

Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,

Önümdeki arazi örtülü şimdi karla.

Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,

Burada son fırtına son dalı kırıyordu…

Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla

Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.

Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü,

Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…

Gönlümde can verirken köye varmak emeli

Arabacı haykırdı: “İşte Arablı beli!”

Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana,

Bir menzile vararak atları çektik hana.

Bizden evvel buraya inen üç, dört arkadaş

Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.

Çatırdayan çalılar dört cana can katıyor…

Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,

Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.

Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,

Kalbime, ateş gibi şu satırlar giriyor:
Gönlümü çekse de yârin hayâli

Aşmaya kudretim yetmez cibâli

Yolcuyum bir kuru yaprak misâli

Rüzgarın önüne katılmışım ben
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı.

Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı…

Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde

Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.

Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,

Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.

Gün doğarken bir ölüm rüyâsıyla uyandım,

Baş ucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!


Garibim nâmıma Kerem diyorlar

Aslı’mı el almış harem diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyâlar adağı!

Bahtına lânet olsun aşmadınsa bu dağı.

Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,

Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Arabamız tutarken Erciyeş’in yolunu:

“Hancı, dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu”

Gözleri uzun uzun burkulu kaldı bende,

Dedi:


- Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!

Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,

Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…

Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.


Aradan yıllar geçti, işte o günden beri

Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim.

Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.

Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar,

Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!

Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,

Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları.


Faruk Nafiz Çamlıbel

FİRARİ
Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin;

Sana kafir dediler, diş biledim hakka bile

Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin,

Kahpelendin de garez bağladım ahlaka bile


Sana çirkin demedim ben sana kafir demedim

Bence, dinin gibi küfrün de mukaddesti senin

Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim

Bu firar aklına nerden ne zaman esti senin


Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine

Takılan gönlüm asırlarca peşinde gidecek

Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine

Aşkım seni canavarlar gibi takip edecek


Faruk Nafiz Çamlıbel

BİZİM MEMLEKET
İçinden tanırım ben o elleri,

Onlar ki zâhirde viran olurlar;

Ardıçlı dağları, çamlı belleri

Aşanlar şi’rine hayran olurlar.


Dökülür köpüklü sular yarından,

Baharlar yaratır kışın karından;

İçenler sihirli pınarlarından

Şöyle bir silkinir, ceylan olurlar!


Orada yaşayan erlerin içi

Bir yaşta yoğurur derdi, sevinci,

Onlar ki sabansız, tarlasız çiftçi,

Davarsız, kavalsız çoban olurlar…


Baışıboş, kırlara salar tayını,

Elinden düşürmez okla yayını,

Ellere bırakır zafer payını,

Memleket yolunda kurban olurlar!


Faruk Nafiz Çamlıbel

ÇOBAN ÇEŞMESİ
Derinden derine ırmaklar ağlar,

Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,

Ey suyun sesinden anlayan bağlar,

Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?


“Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca

Yol almış hayatın ufuklarınca,

O hızla dağları Ferhat yarınca

Başlamış akmaya çoban çeşmesi…”


O zaman başından aşkındı derdi,

Mermeri oyardı, taşı delerdi.

Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.

Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi!


Vefâsız Aslı’ya yol gösteren bu,

Kerem’im sazına cevap veren bu,

Kuruyan gözlere yaş gönderen bu…

Sızmadı toprağa çoban çeşmesi.


Leylâ gelin oldu, Mecnun mezarda,

Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda,

Ateşten kızaran bir gül arar da

Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi!


Ne şâir yaş döker, ne âşık ağlar,

Tarihe karıştı eski sevdalar.

Beyhûde seslenir, beyhûde çağlar,

Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi!..


Faruk Nafiz Çamlıbel

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN
Ne içindeyim zamanın

Ne de büsbütün dışında;

Yekpare geniş bir anın

Parçalanmış akışında,

Bir garip rüya rengiyle

Uyumuş gibi her şekil,

Rüzgarda uçan tüy bile

Benim kadar hafif değil.


Başım sükutu öğüten

Uçsuz, bucaksız değirmen;

İçim muradıma ermiş

Abasız, postsuz bir derviş;


Koku bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim,

Mavi, masmavi bir ışık

Ortasında yüzmekteyim.


Ahmet Hamdi Tanpınar

BİR ADIN KALMALI
bir adın kalmalı geriye

bütün kırılmış şeylerin nihayetinde

aynaların ardında sır

yalnızlığın peşinde kuvvet

evet nihayet

bir adın kalmalı geriye

bir de o kahreden gurbet

sen say ki

ben hiç ağlamadım

hiç ateşe tutmadım yüreğimi

geceleri, koynuma almadım ihaneti

ve say ki

bütün şiirler gözlerini

bütün şarkılar saçlarını söylemedi

hele nihavent

hele buselik hiç geçmedi fikrimden

ve hiç gitmedi

bir toprak kan gibi adın

içimin nehirlerinden

evet yangın

evet salaş yalvarmanın korkusunda talan

evet kaybetmenin o zehirli buğusu

evet isyan

evet kahrolmuş sayfaların arasında adın

sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı

bu sevda biraz nadan

biraz da hıçkırık tadı

pencere önü menekşelerinde her akşam

dağlar sonra oynadı yerinden

ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca

sen say ki

yerin dibine geçti

geçmeyesi sevdam

ve ben seni sevdiğim zaman

bu şehre yağmurlar yağdı

yani ben seni sevdiğim zaman

ayrılık kurşun kadar ağır

gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın

yine de bir adın kalmalı geriye

bütün kırılmış şeylerin nihayetinde

aynaların ardında sır

yalnızlığın peşinde kuvvet

evet nihayet

bir adın kalmalı geriye

bir de o kahreden gurbet

beni affet

Kaybetmek için erken sevmek için çok geç


Yüklə 432,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə