— Peki, medreseye gelmez misin, dediler.
— Ben tartışmaya gireceklerden de değilim. Söz arasında anlayabilsem de bahse ve
tartışmaya girişmek bana yaraşmaz. Çünkü kendi dilimle konuşursam bana gülerler. Kâfirdir
derler. Beni küfürle damgalarlar. Ben garibim. Garibin yeri de kervansaraylardır.
Benim bir âdetim vardır. Yanıma gelenlere sorarım: Efendi! Konuşacak mısın yoksa
dinleyecek misin? Konuşacağım derse üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Sonunda
o kaçsın da ben kurtulayım. Eğer; ben dinleyeceğim, derse ben de o hâlde birbirimizle
uyuşuruz derim. Ben söze başlarım, o da lâf arasında konuşur:
Bu nicelik ve nitelik dünyasının ucunda
Dertli sesiyle konuşan bir adam durmakta!
Gözü kartallarınkinden bile daha keskin
Yüzü şahididir gönül ateşinin
İç ateşinin yakıcılığı artıyor her zaman
Arzuyla dolu bir ruhtan, yanan bir avuç topraktı
Aşk ve sarhoşluktan nasipsiz bilginler
Tedavi için nabzını doktor eline verdiler.
Şam’da bir sohbet meclisine girdim. Şeyhin biri müritlerine fenafillâh mertebesini
anlatıyordu. Hışımla üzerine yürüyerek:
— Sen Allah’ı nelerde görüyorsun?
— Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben Allah’ı o aynada görüyorum.
— Eee başka?
— Su ve toprakta görüyorum.
— Hadi git oradan ey ahmak. Mademki Allah’ı su ve toprak aynasında, beni de bir
başkasının aynasında görüyorsan, niçin can ve gönül aynasına bakıp da kendini
aramıyorsun? dediğimde müritler halimi ve sözlerimi meczup birisinin hakareti olduğu
düşüncesi ile üzerime çullanacaklardı, tam o esnada minderdeki şeyh koşarak geldi ve
ayaklarıma kapanarak:
— Allah senden razı olsun, diye öpmeye başladı. Dergâhında kalmam için ne kadar
yalvardıysa da aldırış etmeden oradan uzaklaştım.
Şam’ın en meşhur tasavvuf üstadı olarak tanınan Rukneddin Secasi’ye talebe oldum; ama
içimin kasırgasını dindireceğinden umudum yoktu. Şadırvanda yakaladım kendisini:
— Hocam aşk nedir?
“Bardağa dolan ilk şarabı, sakinin sarhoş bakışlarından ödünç aldılar. Dünyanın
neresinde bir gönül derdi varsa onları bir araya topladılar, adına aşk dediler…”
— Peki, aşkın acı pınarını kim bal eyler?
— Evlat o bal ummanını buralarda arama, Konya’da bulacaksın.
— Kimde?
— Aşkın pirinde. Öyle pir ki pişireni sen olacaksın.
— Nasıl tanırım onu, izi, işareti ne?
— O seni bulur. Şam’a bir kafile gelecek. Onu karşıla. Her kafileye sor, soruştur. Aşkı
kitaplarda, halveti yollarda arayandır senin aşığın. Kim kimi aradı, kim kimi buldu, bunu aşka
adanış belirleyecek.
Genç yaşta diyar diyar, şehir şehir, ülke ülke dolanıp durdu. Afganistan, Pakistan,
Azerbaycan, Hindistan, Çin dolaştım durdum. Hiçbir ülke bana cazip gelmiyordu. Göçebe bir
kuş gibi İran, Irak, Suriye derken kutsal topraklara geldim. Nur-u Muhammed kokan Mekke
ve Medine. Kâbe’yi tavaf ederken: “Rabbim senin aşkını alevlendirecek mürşit ile
şereflenmeyi bana nasip eyle” diye dualar okudum. Münevver beldede, muazzez rehber
Peygamberimizin kabrini ziyaret esnasında, içimde değişik haller oluştu. Oraya yığılmışım.
Rüyamda bana aradığımın Rum diyarında olduğunu bildirdiler. Uyandım. Hac görevimi ifa
ettikten sonra Şam’a döndüm. Şam’da beni tutan gizemli bir tılsım vardı. Sanki aradığımın,
sanki beni arayanın Arafat’ı Şam sokakları olacakmış gibi. Arafat buluşma yeri demekti.
Cennetten ayrı ayrı gönderilen Âdem ve Havva birbirlerini aylarca aramış, sonuçta Arafat
tepesinde buluşmuşlardı. Arafat vuslattı. “Benim Arafat’ım ne zaman Ya Rabbi!”
Mevlâna ile karşılaşmadan önce memleket memleket dolaşmamdaki amacım, şeyh
arayışıdır. Karşılaştığım şeyhlere aşka adayış soruları sorardım ve hiçbirinde aradığımı
bulamadığım için adayışımı esirgedim.
Aşk arayışı beni Konya’ya götürecekti. Arayan mıydım aranılan mıydım? Ne ben anladım
ne o… Dönüp duruyorum ey aşk. Durup dolaşıyorum. Arıyorum. Arıyorum. İçimdeki uzağı
arıyorum ey aşk! Uzaktaki yakını, yakınımdaki aşkı. İçimdeki içimi arıyorum ey aşk. İçimde
aradığım yakın sensin. Aradığım sen. Sendeki beni, bendeki seni arıyorum. Ne bende, ne
sende, hem sende, hem bende olanı arıyorum; bir teslimiyet, bir huzur, bir kabul ediş, bir
kurban oluş, bir yok oluş… Evet, arıyorum ey aşk! Aşkta yanış, aşkta dönüş, aşkta duyuş,
aşkta hissediş, aşkta sönüş…
Arıyorum... İçimdeki yakınlığı
Yakınlıktaki içimi, içimdeki seni.
Dönüp dolaşıyorum ey aşk.
Dolaşıp duruyorum.
İçimde bir yangın var ey aşk, gönlümde ateş. Gözümde yaş, gönlüm yangın, gözüm
nehir. Arıyorum ey aşk, içimdeki yangında, ateşte yanmayan İbrahim’i arıyorum. Ararken
göz çağlayanının eteklerinde ıslanıyorum. Ne o yangın, ne de o gözyaşı temizliyor gönül
evimi. “Saçma ey göz, gönlümdeki odlara su!”
Bir bilsen ey aşk, ah bir bilsen, evimin içinde ne denli putlar var. “Padişah konmaz saraya,
hane mamur olmadan”, diyorsun İbrahim; duyuyorum. Lâkin ey aşk, hangi kurban bizi
paklar? Hangi koç? Şu var ki ey aşk! Bir arınma, bir temizlenme, bir saflaşmadır aradığım.
Biliyorsun, bana bir aşk gerek.
Ne yangınlar var hanemde ey aşk. Bana ateşle dost olan bir İbrahim gerek. Arıyorum ey
aşk. Yakınlaştıracak bir yol, yaklaşacak, yakına daha yakına ulaştıracak bir “burak”, belki
bir çıkış, belki bir yükseliş, belki bir umut, belki bir söyleyiş, belki bir iksir arıyorum.
Dönüp dolaşıyorum ey aşk. Dolaşıp duruyorum.
Koşup duruyorum ey aşk, koşup duruyorum. Bir serseriyim, belki bir harabi; lâkin yine de
arıyorum. Arıyorum ey aşk, Nuh’un selamete ulaştıran gemisini Kafdağı’nda arıyorum.
İnançla ve gayretle bütün dağları, ateşten denizleri geçtim, bir sahil-i selamete ermek için
Nuh’u arıyorum. Ellerimi salıverdim, orada burada dolaşıyorum, sanki bir serseriyim. Fakat
yüreğim içime açık, içimdeki semaya. Anka’yla hemdemim, halleşiyorum, dertleşiyorum,
Süleymanca kurtla kuşla konuşuyorum.
Bir dost arıyorum ey aşk, bir dost. Kurbanla yakınlaşan dost… Kurbanla yakınlaştıran
dost!
Dost bir nefestir, dirilten ölü ruhları. Dost Halil’dir, dost İsa’dır, dost kâinatın övüncü,
âlemin rahmeti ve bereketi Hakk’ın Habibi’dir.
Dost arıyorum ey aşk, dost.
İnsan-ı kâmil, mükemmel bir mürşit arıyorum. Benim, kusursuz Muhammedî yolda
yaşayan bir sahabe gibi lekesiz tertemiz bir şeyhe ihtiyacım var. Bu yüzden şeyh diye,
mürşit diye karşıma çıkan kişilerde kusur görüyorum. Dün anasının karnından çıkmış olan
bugün “Ben Hakk'ın diliyim” diyordu. Filan kadından olma bir kişi nasıl olur da “Ben Hakk’ın
sözüyüm” diyebilir? Bu şeyhlerin çoğu Muhammed dininin eşkıyalarıdır, yol kesicileridir.
Arayışımdaki açlığı sizlere ifade ederken ister istemez hakkımda “Şems ne kadar kibirli, ne
çok katı” diye düşünebilirsiniz. Aradığımı bulduğumda beni çok iyi anlayacaksınız.
Menfaat ve gösteriş peşinde koşan şeyhlerden daima uzak durdum. Ömrüm boyunca
Mevlâna’yı görüp tanışıncaya kadar herhangi bir şeyhe bağlı kalamamıştım. Bu şeyhlerin
içerisine Muhyiddin Arabî de dâhildir. Mevlâna’yı tanıdıktan sonra anladım ki; Mevlâna bir
incidir, Muhyiddin Arabî ise onun yanında çakıl taşı bile olamazdı.
Aşkı güzel bir kızın gözlerinden alarak maddi ve beşeri bir aşk macerasından sonra
tasavvufi aşka yönelerek ilahi aşka erişmek Mevlâna’da da, bende de olmamıştır. İlahi aşk
arayışım efsane ve masallardaki gibi beşeri bir aşk sürecinden sonra oluşmamıştır.
Dostları ilə paylaş: |