Cemaatin önünde Mevlâna’nın sarığının arkası görülebiliyordu: Kumaştan sanki bir ışık
huzmesi yayılıyordu. Eğer çağırsa dönüp arkasına bakıp beni göreceğini ve böylece
Mevlâna’nın katırın üzerinden kendi kollarıma düşeceğini biliyordum ama kendime hâkim
oldum. Dostların, birlik sarayına kol kola yürümeye başlamadan önce muhabbet
koridorunda buluşmaları gerektiğini biliyordum.
Kalabalığı yarıp katırın yanına ulaştım. Mevlâna, düşüncelerinin içinde kaybolmuş,
çevresinin farkında değildi. Katırı çeken yaşlı adamın elinden yuları çekip alarak hayvanı
durdurdum. Yaşlı adam karşı çıkmaya çalıştıysa da gelen eritici bakışım onu susturmaya
yetti.
— Sen, âlimlerin sultanı Baba Veled’in oğlu Mevlâna mısın?
Mevlâna şaşkınlıkla, karşısında çakmak çakmak gözlerle:
— Benim diye mırıldandı.
— Söyle bana içlerinden hangisi daha büyüktü; ermiş Bayezid-i Bistami mi, yoksa Hz.
Muhammed mi?
Mevlâna, katırı öne doğru mahmuzladı:
— Nasıl soru bu? Hiç şüphe yok ki Hz. Muhammed büyüktür.
Yaşlı adamın yuları almasına izin verdim ve topluluk tekrar yola koyuldu. Oysa daha
sözümü bitirmemiştim. Mevlâna’nın arkasından bağırdım.
— Peki, Hz. Muhammed daha büyükse neden “Seni bilmem gerektiği gibi bilemedim” dedi
de Bayezid “Zafer benimdir! İtibarım ne büyüktür. Çünkü sadece Hak’la doluyum” dedi.
Katır durdu ve Mevlâna eyer üzerinde geri döndü. Kaşlarını çatıp bir süre düşündü. Bu
adamın nereden tanıdık geldiğini hatırlamaya çalıştı. Daha önceden karşılaşmışlar mıydı?
Mevlâna’nın soruya ilk cevabı kendiliğinden gelmişti ama bu sefer dikkatle düşündü:
— Hz. Muhammed hâlâ Allah’ı arıyordu ve bildikleri durmak için ona yeterli gelmiyordu.
Bayezid ise Allah’ın içinde kaybolmuştu. O vardığını sandı; ama varmak diye bir şey yoktu.
Dilini şaklatıp katırı öne sürdü ve bir kez daha katır kalabalığın içinde kayboldu. İyi bir
cevap, diye mırıldandım. Evet, yanılmamıştım, bu adam aradığımdı. Onca yolu boşuna
tepmemiştim. Takibe devam ettim. Ben arkalarından gelirken Mevlâna’nın kafasını çevirip
bana bakmasını istiyordum. Ah bir baksa. Ah bir tutuşsa. Haydi, dön bir bak diye heyecan
içinde takibe devam ettim. Çevredekiler neler olup bittiğinin merakı içindeydi. Halk benim
umurumda değildi. Umurumdaki katırın üstünde ilerliyordu.
Topluluk, Karatay Medresesi’ne ulaştı ve Çinili Kubbe’nin kapladığı mekânın bir kenarına
iliştim. Herkes oturmuş, bense ayakta durmuş Mevlâna’yı süzüyordum. “Böylesi genç bir
adam ve cübbesinin içinde nasıl da ciddi!”
Medrese beklenti içerisinde titreşiyor, kısık seslerin uğultusu duvarlardan yankılanıyordu.
Kubbenin ortasındaki fenerden bulutsuz gökyüzü içeri süzülüyordu. Hemen altında geceleyin
yıldızlar âlimi tarafından yıldızları izlemek için bir ayna gibi kullanılan sığ bir havuz
bulunuyordu.
Bir öğrencisi Mevlâna’nın önündeki masaya birtakım kitaplar bıraktı ve herkes yerini aldı.
Tam hitabetine başlayacaktı “fırsat bu fırsat” diye:
— Bilgi sahibi olmak ile bilmek farklıdır. Bilgi sadece hafızanın bir parçasıdır. Bu halinle
ancak âlim olarak kalırsın. Bilmek varlığımızın parçasıdır. Bu halinle de ancak arif olursun.
Bilmenin ötesine ermek ruhumuzun maveraya yolculuğudur. Bu halinle de âşık olursun. Şimdi
söyle Mevlâna sen nesin?
Kafasını kaldırdı, bana öyle bir baktı ki olduğum yere bayılmışım. Kendime geldiğimde
Mevlâna başımda bekliyordu. Mevlâna elimi tutarak ve yaya olarak kendi medresesine
götürdü. Birlikte bir hücreye girdik. Bu hücre kuyumcu Selahaddin’in hücresidir. Orada bir
süre baş başa kaldık.
Mevlâna:
— Sultanım! Çok şehirlere uğradın biliyorum, oralarda irşada devam etmek varken neden
zahmet ettin buralara kadar, dedi. Gülümseyerek cevap verdim:
— Gittiğim yerlerde hep aciz firavunlara rastladım; kul olmaya bir türlü razı olmayan
insanlara rastladım. İlk defa bir kula rastladım. O sensin.
— Ey Şemseddin Tebrizî, ey mâna âleminin incisi, gerçi evim sana lâyık değil; ama sadık
bir bendenim şimdi. Kulun nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev senin; çocuklarım,
oğulların ve kızlarındır, diyerek bütün hanegâhını bana açarak beni taltif etti.
Mevlâna’yı da denemeyi istiyordum. Acaba diğer denediğim mürşitler gibi yalpalayıp
kolaya mı kaçacak yoksa sırra hâkim olmak için tahammül mü gösterecekti? Mevlâna’da
benim de anlayamadığım bir farklılık vardı. Klasik hoca tipine benzemiyordu; fakat
etrafındakilerin perdesinden içindeki açlığı göstermekten çekinen bir hali vardı. Sanki
meydana çıkıp rakibini tartmak isteyen iki güreşçi gibiydik. Ben şeyh arıyordum, o şeyh
arıyordu. İkimiz de susamış su pınarının başında bekleyen şahin kuşuyduk. Bir zamanlar
Evhadüddin-i Kirmani’ye yaptığım gibi Mevlâna’ya da şarap getirmesini söyledim. Mevlâna
herkesin hayret ve dehşet nazarları arasında bu arzuma boyun eğdi. Dergâhından dışarı
çıkıp bir solukta Rum meyhaneciden kendi eli ile aldığı şarabı getirip önüme koydu. Şarabı
şaşkınlıkla bakan gözlerinin önünde yere döktüm.
— Ben şarap içmem. İstemekte amacım seni denemekti. Sen de diğerleri gibi misin, değil
misin? Sen tahminimin de üstünde bir ermişsin. İlk sınavları yavaş yavaş geçiyorsun, haydi
hayırlısı bakalım. Sende bu kudret ve tahammül varken, sana bu dünyada kimse denk
olamaz. Mevlâna bana doğru sevinçle sarıldı. Sanki herkesin kabul edilmek için yarıştığı bir
nimete kendisi kavuşmuşçasına sevinerek sımsıkı kucakladı beni. O anda senelerin bütün
yorgunluğu, dağların bütün yükü üzerimden düşmüşçesine hafifledim. Allah’a şükrettim
böyle bir dostu seneler sonrası bana nasip eylediği için. Kalktım, iki rekât şükür namazı
kıldım. Mevlâna’nın ev olarak kullandığı küçücük medresesi sırlanmış, aşk ve mâna ile
Dostları ilə paylaş: |