Aşkın Gözyaşları I -şems Tebrizi



Yüklə 0,68 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə10/50
tarix15.10.2018
ölçüsü0,68 Mb.
#74403
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   50

dolmuştu.
O güne dek, talebelerine ders veren bir müderris, camilerde vaazlarıyla sevilen bir hatip,
fetvalarıyla  halkın  müşküllerini  halleden  bir  halk  müftüsü  olan  Mevlâna  Celâleddin,  şimdi
herkesten,  her  şeyden  uzak,  benim  sohbetimle  donanan  aşk  sofrasına  bağdaş  kurmuş,
kana kana içiyordu.
—  Doğu  olsam,  batı  olsam,  göklere  çıksam,  senden  bir  nişane  bulmadıkça,  dirilikten  bir
nişane  bile  yok  bana.  Ülkenin  zahidiydim,  minbere  sahiptim,  kürsüm  vardı.  Şimdi  ise  gönül
kazası, sana karşı ellerini çırpan bir âşık haline getirdi beni! diyordu.


 
 
Sende o var, bu var; falan dedi var, falan anlattı var,
Peki sende senden ne var Mevlâna?
 
Bir  gün  medresedeki  havuzun  başına  oturdum  zikir  yapıyordum.  Mevlâna  koltuğunun
altında  kitapları  ile  yanıma  geldi.  Geldiğim  günden  bu  yana  biliyordum  ki  kitaplarını  elinden
düşürmüyordu.  İçimden  “Ah  zavallıcık,  aradığını  o  kâğıtlarda  bulacağını  sanıyor.  Yıllardır
okudun ne geçti eline.”, dedim. Tebessümle selam verdi yanıma oturdu.
— Elindekileri çok mu okudun?
— Evet, gece gündüz okuyorum.
— Eeee ne geçti eline? Ver bakalım neler varmış? Bu babanın yazdığı mı?
— Evet, rahmetli babamın göz nuru.
— Bu da sen çocukken aldığın ilk hediye Esrarnâme mi?
— Ya şu paçavra Mütenebbi denen şaşkının şiirleri mi?
— Evet.
— Hımmm. Bana uzat bakalım şu cilt cilt kütükleri.
Uzattı  hepsini  bana.  Kitapları  birer  birer  suya  atmaya  başladım.  Bu  sırada  müritleri  olup
bitene  anlam  verememiş.  Şoka  girmişlerdi.  Baktı  ki  Mevlâna  yıllarca  göz  nuru  döktüğü
kitaplar  birer  birer  havuza  atılmış,  havuz  mürekkep  deryası  haline  gelmişti.  Ağlamaya
başladı.  Dervişler  bir  çırpıda  havuza  girerek  kitapları  kurtarmaya  çalışıyordu  ki  sesimi
olabildiğince yükselterek:
—  Olduğunuz  yerde  durun.  Karışmayın.  Çekin  gidin  işinize,  dedim.  Mevlâna  yere  diz
çökmüş  havuzda  yüzen  yadigârı  baştacı  kitaplara  bakarak  ağlıyor  bir  yandan  da  dizlerine
vuruyordu. Gülümseyerek ona baktım. Havuza girdim. Kitapları tek tek topladım:
— Al istediğin kitap bu kitap değil mi? diye Mevlâna’ya uzattım.
Hayret.  Esrarnâme  tozuyla  duruyordu.  Sanki  bir  havuz  dolusu  su  içinden  değil  de,
kütüphane rafından alınmıştı.
Aşk  ilmi  medresede  öğrenilmez,  aşkı  kâğıtlar  da  bildirmez.  Muradın  aşkı  bellemekse,
senelerdir okudun da öğrenebildin mi? Kitapları bir daha elinde görmeyeyim. Hatta babanın


Maarifini  bile  okumana  müsaade  etmiyorum.  Sende  o  var,  bu  var;  falan  dedi  var,  falan
anlattı  var,  peki  sende  senden  ne  var  Mevlâna?  Ne  zamana  kadar  başkalarının,  babanın
gölgesinde  serinleyeceksin.  O  gün  ben  böyle  yapmasaydım  ve  kitaplar  için  bu  kadar  sert
konuşmasaydım,  Mevlâna  ne  aşkı  anlayacaktı,  ne  de  benim  ayrılığımdan  o  muhteşem
eserler ve insanlığa sunduğu “Mesnevi” diye bir kitabı olacaktı.


Halvetten Mirac'a
Muhammed’den muhabbet oldu hâsıl
Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl
 
Halvet,  Arapçada  yalnız  kalıp,  tenha  bir  köşeye  çekilmek  demektir.  Tasavvufta  ise,
zihinsel  yoğunlaşmayı  ve  bazı  özel  zikirlerle  riyazetleri  gerçekleştirmek  üzere,  şeyhin
müridini,  karanlık,  dış  dünyadan  soyutlanmış  bir  yere,  belirli  bir  süre  için  koymasıdır. Allah
ile  gizlice  konuşmak,  kalbi  yanlış  inançlardan  ve  kötü  huylardan  temizlemek,  kurtarmak  da
halvet olarak değerlendirilir, bu anlamda kulun, kendini bütün varlığıyla Allah’a verip, O’ndan
gayri her şeyden uzaklaştığını ifade eder.
Halvet;  Hz.  Peygamber’in  vahiy  gelmeden  önce  Hıra’da  uzlete  çekilme  uygulamasından
doğmuştur.  Hz.  Musa’nın,  Tur’daki  kırk  günlük,  Allah  u  Teâlâ  ile  olan  özel  görüşmesinden
esinlenerek,  halvet  genelde  kırk  güne  hasredilmiştir.  Bu  kırk  güne  bağlı  kalınarak,  halvete
erbain ve çile de denmiştir. Ancak halvetin ana gayesi; düşünceyi Allah’tan gayri her şeyden
uzak tutmaktır.
İnsanlar bizim dört duvar arasında gizli-saklı ketum konulardan konuştuğumuzu sanıyorlar.
Tecessüs  etmeye  ne  kadar  istekliler.  Oysa  halvetimiz,  hasbıhâlimiz  mânaya  erenlere
aşiyandır. Dertlere dergâh olan bize agâhtır.
Sanıyorlar  ki  sabahtan  akşama  kadar  miskin  miskin  oturduk.  Sanıyorlar  ki  halvet  dört
duvar arasında kaybolmaktır.
Sıradan  yaşamak  âşıklara  abes  gelir.  Veliler,  aşktan  korkan  insanlarca  ilk  bakışta  deli
olarak  algılanır.  Veli,  deli-çılgın  algılanmayı  önemsemez.  Çer  çöpü  dert  etmez.  Oysa  öyle
derin dertler, karanlık girdaplar aştık ki bilmezler.
Halvet Mevlâna’nın rahlesidir. Halvetlerimiz olmasaydı pişmesi ya daha da uzun sürecekti
ya mümkün olmayacaktı.
Güne  Kur’an’ı  tefsir  ile  başlayabilirdi.  Tasavvufun  koridorunda  yürüyorduk.  Duvardaki
taşları  Horasan  harcı  ile  kapatarak  her  halvet  bir  merhaleye  yolculuktu.  İlmel  Yakin, Aynel
Yakin  ve  Hakkal  Yakin’de  yoğrularak.  Dışarıdan  gelen  ses  sosyal  hayat  telaşı  bu  yollarda
mâna  ikliminden  koparacağı  için  Mevlâna’yı  dışa  kapattım.  İçe  inmenin  yolu  dışa  kapalı,
dışarıya sağır olmakla mümkündür. Bu da halvet ile olur.


İbadetlerimizi  aksatmıyorduk.  Visal  orucu  ile  huşu  namazlarımıza  görülmeyen  varlıklarda
eşlik ediyordu. Dergâhtakiler zannediyorlar ki odada Mevlâna ve Şems var. Bizimle olanları
bazıları göremedi. Görmeye güçleri dayanamazdı.
Halvetlerimiz kimi zaman soru-cevap, kimi zaman benim konuşup Mevlâna’nın sustuğu, ya
da Mevlâna’nın anlatıp benim dinlediğim hasbıhâl olarak geçiyordu.
Âleme  dair  ne  varsa  konuşuyorduk. Aşka  ait  ne  varsa  yudumluyorduk.  Yakıcı  sorularım
terletiyordu  Mevlâna’yı.  Bulunduğumuz  yerde  soba,  ocak,  ateş  istemiyordum.  Ateş  olarak
dilim  yetiyordu.  Oldum  olası  ılık  havayı  sevmezdim.  Buz  gibi  soğukta  terlemekten  güzel  ne
var ki?
Halvetlerimizde yeri geliyor Mevlâna titriyor, oraya baygın düşüyordu.
 
“Aşk nedir? dediler Mansur’a. Sabredip bekleyin dedi. Üç güne varmaz görürsünüz.
Önce kollarını, ayaklarını kestiler. Her uzvu aşk dedi. Astılar bedenini, o yine aşk dedi.
Yakıp küllerini nehre saçtılar. Her bir zerresi huşu ile Enel-Aşk (Ben Aşkım) dedi.”
 
İlk  halvetleşme  günlerinde  hücreye  çekiliyorduk.  Mevlâna’ya  “visal  orucunu  tutacağız”
dediğimde  şaşırdı.  Bir  şey  diyemedi.  “Nasıl  olur  da  tutarız,  mezheplerce  caiz  olmayan
orucu” diye düşünüyordu içinden. Tereddüdünü gidermek için visal orucu “peygamberlere ve
âşıklara  caizdir”  dedim.  Âşık  olmaksa  niyetin,  önce  visal  orucundan  başlamalısın.  Visalin
vuslatın perdesini açmaktır. Merakta kaldınız. Açıklayayım size visal orucunu: İftar etmeden
iki ya da üç gün üst üste tutulan oruca denir.
Mevlâna ile günler süren halvet ile haldaş olduk ama sırlarıma vaki olmaya hazır görmek
için  onu  da  sınavlardan  geçirmeliydim.  Bu  sınavlar  önemliydi.  Eğer  diğerleri  gibi  en  ufak  bir
tereddüt gösterirse, o gece sessizce Konya’yı terk edecektim.
Bir sabah odamın kapısını vurdu.
— Gel Mevlâna’m gel. Otur. Senden bir isteğim olsa yapar mıydın?
— Tabii söyle.
—  Bana  gönlümü  eğlendirecek  bir  kadın  getir.  Kalktı.  Biraz  sonra  hanımı  Kira  Hatun’u
getirdi.
— O benim can bacımdır, bu olmaz.
Niye  sokaktan  yabancı  bir  kadın  değil  de  eşini  getirdin?  Eşini  hiç  mi  kıskanmıyorsun.
Yoksa anladın mı niyetimi.
Mevlâna, Kira Hatun’a gidebilirsin, diye onu uğurladı. Sonra bana bakarak sen şehvetten,
kadından  uzaksın,  bunu  bildiğim  için  beni  sınadığını  anladım  ve  Kira’yı  getirdim.  Aynı
zamanda  sana  verdiğim  mesaj:  Ey  dost,  nem  varsa  yoluna  fedadır.  Peki,  senden  şarap
isteseydim  Yahudinin  dükkânına  gider  miydin,  adam  mı  gönderirdin?  —  Kendim  gider,
şarabı  satın  alır,  getirirdim.  —  Güzel.  İşte  senelerdir  aradığım  senmişsin  yanılmamışım.


Yüklə 0,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   50




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə