BiLİm tariHİ ve felsefesi



Yüklə 0,53 Mb.
səhifə1/12
tarix25.11.2017
ölçüsü0,53 Mb.
#12366
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

BİLİM TARİHİ VE FELSEFESİ

GÜNLÜKLERİ

Gediz Akdeniz 

22 Nisan 2015 günü itibarıyla



ÖNSÖZ

Postmodern filozof olarak bilinen Gilles Deleuse, “Felsefe birbirini seven iki kişi arasındaki dedikodudur,” demiş. Demek ki biz de bu derslerde (günlüklerde) bilim felsefesi yapmak adına sizlerle bilimi çekiştireceğiz. Tabi biz bu dedikoduları daha ziyade yakın çevremizden, doğa bilimleri dünyasında yapacağız. Ama bu, hukuk gibi, insan bilimleri, sanat ve edebiyat gibi alanlardan örnekler vermeyeceğiz anlamına gelmez. Doğa bilimcileri (adayı) olarak alanımız dışında olup bitenleri anlamak istiyorsak felsefedeki gelişmeleri takip etmek yanı sıra romanlar da dâhil bol bol kitap okumamız, bol bol sinemalara gitmemiz ve medyadan (özellikle sosyal medya) günlük olayları takip etmemiz de lazım. Oralarda da neler olup bittiğini bilmemiz, onları kendi dünyamız penceresinden yorumlamamız lazım. Örneğin, yakınlarda çıkan (Türkçe) Umberto Eco’nun “Genç Bir Yazarın İtirafları” adlı deneme kitabını ele alalım. Umberto Eco yaşlı bir akademisyen (bu günlük itibarıyla 86 yaşında), ama aynı zamanda kendine göre “genç” bir romancı. Eco gibi akademisyen yazarların yazdıkları romanlar aynı zamanda akademik ve felsefi dedikodular (sosyal sistemlerde) ve akademik dünyada olup bitenlerin incelenmesidir (tarih) de. Eco, “Genç Bir Yazarın İtirafları” kitabında romancı Eco’yu kritik ediyor. Ama doğa bilimlerindeki gelişmeleri, romanların yapısında nasıl değişimler ürettiğini de anlatıyor. Kaos kuramını roman yazmalarının analizinde kullanmaya çalışıyor. Ve bu yaklaşımlarla yazdığı romanların (özellikle Gülün Adı, Foucault Sarkacı, Baudolino) postmodern öz eleştirisini, yani dedikodularını (edebiyat felsefesini) yapıyor ve akademisyenliğinin romanlarını nasıl biçimlendirdiğini (tarih felsefesi) itiraf ediyor. Yani bir şekilde romanlarıyla tarihin, kültürün ve edebiyat ve sanatın felsefesini yapıyor. Yeni edebiyat kuramları geliştirmeye çalışıyor. İşte bu dersin (günlüklerin) amacı doğa bilimleri dünyasında amatör bir Eco da olabileceğimizi fark edebilmek.

Orhan Pamuk da yakınlarda bir deneme kitabı yayınladı. Kitabın adı: “Düşünceli ve Saf Romancı” (ABD’de verdiği derslerin notları). Kitap, bir romanın nasıl yazılacağını, bir romanın nasıl okunacağını, bir roman okunurken bir insanın neler hissedebileceğini tartışan, bana göre edebiyat felsefisi denemesi. Bu denemede Eco’nu aksine akademisyenlik değil, romancılık ağır basıyor. Kuram yapmak yerine romancılığın felsefesini yapmaya çalışıyor. Ama romanlarında postmodern estetik arkası dediğimiz teknikleri de dil oyunlarıyla çok güzel ve bilinçli olarak kullanıyor. Niye doğa bilimcileri olarak Türk edebiyatındaki bu yeni tekniklerin nasıl kullanıldığını anlamaya çalışmayalım. Gerekirse kritiklerini yazmayalım. Bunlar Türk edebiyat dünyasına yapılabilecek, onu zenginleştirebilecek katkılar olacaktır. Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev” veya Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” romanlarını okursanız buradaki postmodern şifreleri kolayca çözebilirsiniz.

Bunları anlatmamın nedeni şu: Bir doğa bilimcisi kalkıp felsefe yapıyorum derse, bilim tarihi yapıyorum derse bunu tabii ki kendi penceresinden yapar. Bilim felsefesi dersini verirken istese de istemese de kendi bilim (epistemolojik) dilini kullanır. O zaman bu ders felsefe öğrenicilerine verilen skolastik bir “bilim felsefesi” dersi olmaktan çıkar. Ama bu ders ancak bu halinle doğa bilimcisi öğrencilerini derse olan ilgisini arttırır. Onların kafasını karıştırabilir. Kendi alanları dışındaki (sosyal bilimler, sanat ve edebiyat gibi) gelişmeleri de kendi penceresinden okumanın tadına varmaya başlarlar. Bu alanlara katkılarda bulunma çabalarını girmeye başlarlar. Belki de aralarında bazıları, “Skolastik bilim felsefesinde ve tarihinde de yeni bir söylem getirebilir miyim?” diye uğraşılara girecektir. Belki de farklı yaklaşım örnekleriyle yaşamları üzerine özgün kritikler yapacaklardır. Sinemacı olacaklardır. Edebiyatçı olacaklardır. İşte dersimizin, bugünlerin moda ağzıyla, “misyonu” bu olacaktır. 

Nietzsche’ye göre felsefe sadece Sokrates öncesi vardır. 20. yüzyılın başında ortaya çıkan Viyana çevresi bilim felsefecileri de kendilerinden önceki felsefeyi anlamsız olarak nitelemişlerdir. Kaotik ve karmaşık sistemler üzerine yapılan çalışmalardaki sonuçların ve simülasyon (benzetim) teorilerinin temel bilimleri olduğu kadar sosyal bilimleri, hatta tarihi bile yeni baştan yapılanmaya ve yenilenmeye zorladığı bu günlerde bilim felsefesi ve tarihi günlüklerimizi, bilime yeni bir bakış denemesi olarak ele almamız da yadırganmamalıdır. Ancak bu günlüklerde hiçbir zaman Aristo, Sokrates, Platon bir yana Kant, Schponheimer, Nietzsche, Kuhn gibi büyük filozoflar kaos kuramını bilmiyorlar diye, karmaşıklık bilimi paradigmasından haberleri yok diye, bugünün simülasyon dünyasına yetişmediler diye, onların bilgi kuramı (epistemoloji) dünyasına vermiş oldukları katkılara, onların felsefelerine ve onlara olan inançlara saygısızlık etmeyeceğiz. Fakat bu da non-linear science denilen yeni bilimdeki gelişmelerle günlüklerimizde onların katkılarını, felsefelerini ve onlara olan inançları kritik etmeyeceğiz anlamına da gelmez.

Sonuçta bu günlüklerin de bilim tarihi ve felsefesi ders notları olarak çerçevesi, öğrenilmesi gereken “de-da” ları, elif ba’ları, olmazsa olmazları vardır. Bunları öğrenmeden geçmememiz lazım. (Bu konuda Lisedeki bir anım için bakınız EK I.A). Bu nedenle bilim felsefesi ve bilim tarihiyle ilgili Türkçedeki kitaplar yeri geldikçe günlüklerde kaynak olarak verileceğiz. Bunların ışığında, özellikle okutulmakta olan Türkçe yazılmış bilim felsefesi ve tarihi ders kitaplarının çerçevelerine, “sıradan” bir dille sadık kalmaya da çalışacağız. Bilim felsefesiyle ilgili çok şeyin farkında olmamız ve takip etmemiz bilincinde, 2014 Kasım’ından itibaren “FKB Öğrencileri için Bilim Tarihi ve Felsefesi Ders Notları” adını “Bilim Tarihi ve Felsefesi Günlükleri” olarak çeviriyoruz. Zira aklımıza yeni şeyler geldikçe, bilim dünyasında yeni dedikodular duydukça, yeni şeyler öğrendikçe, bizleri ilgilendiren yeni filmler gördükçe, yeni romanlar okudukça, yeni toplum olayları oldukça ve tabi fırsatımız oldukça, bunları büyük mutlulukla paylaşmak için bu günlüklerimizi yenileyeceğiz.



Sonunda; okuyacağınız bu günlüklerin temelinde Fen ve Edebiyat Fakültelerinde verdiğim ders kayıtlarından çözümlenmiş notlar vardır. Ders notu olarak bu günlükler bir akademik çalışma değildir ve etik olarak kariyer yükseltilmede beklentisi de olamaz. Ayrıca kuantum fiziği notları değil, bilim tarihi ve felsefesi notlarıdır. Okuyanın hikayelerle, romanlarla, filmlerle, bilim dedikodularıyla ve anılarla felsefeye olan merakını artırmaya çalışmaktadır, anlaşılır ve kolay okunma amacındadır. Başkalarıyla bir yarışa girmeden, onların kitaplarından, makalelerinden, notlarından, romanlarından, denemelerinden, sinemalarından alçak gönüllükle faydalanmaktadır. Hedefi, dersin sonunda felsefe öğrencisi olmayan öğrencinin bilgilerine felsefe ile ilgili temel bilgiler eklemektir. Onların kafalarını karıştırmaktır. Verdiği örneklerin bugünün temel bilim dünyasının geldiği yerden, son olaylardan, son romanlardan, son filmlerden… olması çabasındadır.

Biz de bu günlüklerde (notlarda), “Başkalarına talkını verip, salkımı yutmayacağız.” Elimizden geldiği kadar bu söylediklerimizi haddimizi bilerek yerine getirme çabası içinde olacağız. Bazı felsefi kavramlar yanlış ve eksik yazılmış olabilir, tanımlarda farklılıklar olabilir, bazı kitapları, özellikle Türkçede olan, gözdem kaçırmış olabilirim, bazı filmleri görmemiş, bazı romanları okumamış olabilirim. Bazı bilim insanlarını atlamış, adlarını yanlış yazmış olabilirim bunlar için hoş görünüze sığınıyorum.

TEŞEKKÜR: Bu ders notların ses kayıtlarının çözümlenmesinde ve tutulmasında emeği geçen, Taylan Gültekin’e ve Nihan Arapoğlu’na, ders notlarının düzeltmelerine yardımcı olan Özgür Gültekin’e, Nazmi Yılmaz’a ve Mahmut Akıllı’ya, notların www.gedizakdeniz.com sayfasına aktarılmasını sağlayan Beyrul Canbaz’a ve Yılmaz Ağbulut’a ve son olarak yaptığımız sohbetlerde bu konulardaki bilgilerini benimle paylaşan arkadaşlarıma ve derslerimdeki tüm öğrencilerime çok teşekkür ederim. G.A.

 

GÜNLÜK I

 

I.1 ANTİKÇAĞ’DA VE ORTAÇAĞ’DA BİLİM 

I.1.1 Giriş: Ahmet Hamdi Tanpınar1 hakkında öğrencisinin bir panelde anlattığı bir anısını burada söylemek istiyorum. Tanpınar bu öğrencisini derse başlamadan önce Edebiyat Fakültesindeki odasına çağırmış, tabi yıllar önce, şöyle bir şeyler söylemiş. “Ben derste bazen dalıyor gidiyorum, konu dışına çıkıyorum, hikayeler anlatmaya başlıyorum, sen ön sırada otur, derste başka şeyler anlatmaya başladığımda ellinle çerçeve hocam çerçeve işareti yapıp beni uyar lütfen” demiş. Evet, biz de derste konu dışına çıkar, fazla uçmaya başlarsak lütfen beni, “çerçeve hocam,” diye uyarınız. Bu hatırlatmadan sonra artık çerçevemize dönelim, günlüklerimizi yazmaya başlayalım.

Fizik ile matematik (özellikle geometri) arasında son yıllarda gittikçe artan bir çekişme var. Kim kimi yönlendiriyor diye. Fizikteki ego-santarik arzular mı matematiğin gelişmesini yönlendiriyor, yoksa “her şey matematiktir” diyenlere göre mi fizikçiler kuramlarını yazıyorlar. Dediklerine göre bu son yıllarda fizik ağır basıyor. Özellikle atomaltı ve kozmoloji teorilerinde. Benzer bir çekişme bilim dünyasıyla bilim felsefesi dünyası arasında da vardı. Özelikle 20. Yüzyılın başlarında bilim felsefecileri bilimi denetlemeye ve ona yön vermeye kalkışmışlardır. Ama 21.ci yüzyıla girerken bazı felsefeciler “kritik teorici” adı altında, postmodernist adı altında modern bilime bayağı racon kesip, “birlikteliğimiz buraya kadarmış” deyip özellikle felsefe dışında psikanaliz de, antropoloji de ve hatta fizikte kendi başlarına işler yapmaya, kuramlar geliştirmeye başladı. Tabi bu ayrılma arzusu cesaretini de onlara kuantum fiziği, kaos kuramı, karmaşıklık bilimi, kendiliğinden örgütlenme, simülasyon kuramı gibi doğa bilimlerinde (özellikle fizikteki, bazılarına göre yeni fizik) son gelişmeler verdi.

Ama modern düşüncenin ve bilimin felsefeciler tarafından bu kadar sorgulandığı ve üstlerine gidildiği bir dönemde bilim felsefesi dersi adına “Bilim nedir?” sorusunun yanıtı için “Bilim bilgi edinme yöntemidir. Bilimin ele alamayacağı konu yoktur. Ancak konu yalnızca fiziksel dünya olmalıdır.” geleneksel felsefi tanımdan kopamıyoruz. Ve “Geçmişte bu yöntemleri o günkü olanaklar ve dış faktörler denetlemiş ve yönlendirmiştir” diye de ekliyorlar2. Doğan Özlem kitabında3 bilgi edinme yönteminin (bilimin) “Realist olmak (dış dünya özneden bağımsız ve gerçektir), Rasyonalist olmak (bu dünya anlaşılabilir, akla uygun bir dünyadır ve olguların akıl yoluyla kavranmaya elverişli belirli bir düzeni vardır), nedenselci olmak (Her şeyin bir nedeni vardır; doğadaki tüm olgular arasında neden-sonuç ilişkisi bulunur) ve nicelci olmak (Var olan her şey ölçülebilir)” inançlarına dayanması gerektiğini söylüyor. Şimdi biz de dersimizin başında bu kitapların “bilim” için bu söylediklerinden hareket edebiliriz. "Antikçağ öncesinde ve antikçağda bu olanaklar ve dış faktörler nelermiş? O çağlardaki filozoflar “Realist olmak, Rasyonalist olmak, nedenselci olmak ve nicelci olmak inançlarıyla nasıl boy gösteriyorlarmış? Sorularına genel bir yanıt vermekle başlayabiliriz. “İçinde yaşadıkları doğanın kendisi gibi olmaya çalışmaktır” diyebiliriz. Aristo, sosyal düzenin doğa düzenine uygun olduğunu söylemiştir. Önemli olanın da yöneticilerin bu uygunluğu bozmayacak (adalet) kanunlar yapmalarıdır demiştir. Yani bu çağlarda bilgi edinme yöntemini insana veren de, bilgiyi denetleyen de, bunların sosyal olaylara uygulanmasını insana dayatan da doğanın kendisidir. Antikçağ’da bu evrensel “bilgi edinme mekanizması” tanrılarla kurgulanmıştır. Bunu birazdan ayrıntılı olarak göreceğiz. Peki, “Antikçağ sonrası Ortaçağ’da bu nasıl oldu?” diye sorduğumuzda yanıtı, “Ortaçağ’da doğa adına bu bilgi edinme ve denetleme mekanizmasını kilise hiyerarşisi (kutsal kural) eline almıştır,” diye verirsek pek de yanlış söylemiş olmayız. Şimdi modern bilimin başlangıcına, 17. yüzyıl başına kadar olan bu süreçleri ve bu çağların önemli felsefeci aktörlerini, onların düşüncelerini ve bilgi edinme yöntemlerini kısaca ele alalım.4



I.1.2 Antikçağ Öncesi: Her ne kadar insanlık tarihinin ilk günlerinden başlasa da bilim tarihinin başlangıcı MÖ 3000’e dayandırılmaktadır. Bu süreçte bilgi edinme yöntemleri mitler tarihine (mitoloji) ve destanlara dayanır. Bunlar coğrafi bölgelere göre farklılık gösteren kültür (destan-masal) ve inanışlar (mitolojiler) bütünüdür. Çeşitli yapıdaki metinlere (yazıtlara) geçebilmiş, tanrıları, kahramanları, olağanüstü varlıkları ve doğa hareketlerini nesilden nesile (bilge kişilerce; şamanlarca, ozanlarca, rahiplerce, hükümdarlarca) mit ve masal yöntemleri içinde aktarılmış söylem bilgileridir. Bunlarda ortak özellik aktarılan bilgilerin yaşadıkları bölgenin onlara tanıdıkları olanaklarla sınırlı olmasıdır. Ancak farklı medeniyetlere bağlı bile olsalar anlatılarda bazı benzerlikler vardır. Çin, Hint, eski Mısır, Sümer, Akad, Babil, Asur, Pers, Anadolu, Kartaca, eski Yunan gibi birçok medeniyetler birbirlerinden habersizdirler, ama mitolojilerinde ve efsanelerindeki anlatılarda, destanlarında düzen ve düzensizlik dengesini arama ortak özellik taşır. Bu dengeyi sağlayan güçleri de tanrılarla sembolize (mitoslar) etmişlerdir. Yazılı ilk mitolojilerde, anlatılan masallarda antropolojik ve arkeolojik imgelerde doğanın, güneşin ritmine uyacak bir ikili karşıtlı arayışı (denge arayışı) üzerine kurgulandıkları görülmüştür. Örneğin; Çin’de Yin-Yang dengesi, Hindistan’da Yoga-Budizm dengesi, Mezopotamya’da Gılgamış dengesi, İran’da Zerdüşt dengesi, Batı Anadolu’da ve Eski Yunanda kaos-kozmos dengesini sayabiliriz. Ayrıca antropolojik ve arkeolojik bulgularda görüyoruz ki farklı medeniyetlerde yapılan takvimlerde sayı saymalar ne kadar farklı bile olsa, bunlar (Çin, Mısır, Sümerler, Maya astronomik gözlemlere bağlı takvim ve saymalar) bir şekilde dünya ve onun içinde olduğu güneş sistemi dengesi ve gece-gündüz karşıtlığı denetimi altındadır. Bu dengeyi de insanların farklı adlar yakıştırdıkları, ama aynı işlevi gören tanrısal güçler denetler. Bunları, İlyada gibi, Gılgamış gibi mitolojik destanlarda görebiliriz. Sadık Türksavaş’ın kaleme aldığı eski Yunan mitolojisindeki “Eros ve Psykhe” karşıtlığı bize bu denge olayını çok güzel anlatır. (Bakınız EK I.B).

I.1.3 Antikçağ Batı Felsefesi ve Bilimi aktörleri: İlk bilgi edinme yöntemlerinin Yunan ve Roma kültürlerini kapsayan bu çağda (MÖ 700 - MS 500) başladığı kabul edilir. Bilmek için bilmek amacını güden bu yöntemlerden en önemlisi doğada düzen ve düzensizliğe karşılık gelen ikili yapıların düzgün geometrik şekillerle ve sayılarla kategorize edilmesidir. Batı düşüncesinin kökü olarak kabul edilmiş olan bu çağda düzensizlikten düzene geçiş (kaostan kozmosa) ve bunlar arasındaki ilişkilerin dinamiği, güneş sistemi üzerinden ölümsüz tanrılar dünyasında ve daha sonra da ölümlü insanlar dünyasında yazılı mitolojilerle modellenmiştir. Gözlemledikleri doğal olayları ve afetleri bu evrensel geçişle yorumlamaya çalışmışlardır. MÖ700’lü yıllarda yaşamış olan Homeros’un İlyada ve Odisse eserleri bunun ilk örneklerindendir. Ayrıca aynı yüzyılda yaşamış olan Heziyod, Teogoni eserinde kaostan kozmosa (kozmik kargaşalıkta düzensizlikten düzene evrensel geçiş) geçişin tanrılar dinamiğini (tanrıların doğuşu) ortaya koymuş ve tanrıları (zaman içindeki değişimleri) kendi aralarında sınıflandırmıştır. Antikçağ’ın önemli aktörleri arasında Miletli Thales (MÖ 624-546), İyonyalı Anaksimandros (MÖ 610-545), Pisagor (Pitagoras) (MÖ 580-500), Milletli Anaksimenes (MÖ 585-525), Pitagoras (MÖ 580-500), Efesli Heraklit (MÖ 540-485), Sokrates (MÖ 469-399), Atinalı Platon (MÖ 427-347), ve öğrencisi Makedonyalı Arsitotoles (MÖ 384-322) sırasıyla öne çıkanlardır. Millet ve İyonya kentlerinin MÖ 494 yılında Persler tarafından işgal edilmiş olmasının bu gelişmelere katkısı olmuştur. Örneğin Perslerin iki insan başlı kartalı doğadaki dengeyi ifade eder. Sürekli bir oluşu (periyodik dönüşümü) ve hareketi sağlayan gökte güneş, yerde de ateştir. Her ne kadar Büyük İskender onları medeniyet dışı (ilkel) kavimler (kültürler) olarak görmüş, MÖ330 de Persepolis’i yerle bir etmişse de Milletliler ve İyonyalılar Perslerdeki bu yerdeki ve insandaki her şey ateşten dönüşür (arke) düşüncesinden (Zerdüşt) etkilenmişlerdir. 

I.1.4 Miletli Düşünürler: Thales (MÖ624-546): Thales ilk filozof olarak kabul edilir. Thales erke olarak “su”yu kabul etmiştir. “Herkesin aslı sudur” onun en bilinen sözüdür. Geliştirmiş olduğu matematikte bilgi edinme yöntemi (teoremler) bugün dedüksiyon (tümden gelim) olarak bilinir. O günlerindeki geometrik bilgiyi anlayabilmek için Thales’in aşağıdaki teoremlerine bakmak yeterlidir. (www.wikipedia.com)

  • Çap çemberi iki eşit parçaya böler.

  • Bir ikizkenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir.

  • Birbirini kesen iki doğrunun oluşturduğu ters açılar birbirine eşittir.

  • Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı, dik açıdır.

  • Tabanı ve buna komşu iki açısı verilen üçgen çizilebilir.

Anaksimandros (MÖ610-545) ve Anaksimines (MÖ584-524): bu İyonyalı düşünürler Thales gibi Miletlidirler. Güneş sistemi ve kozmolojiyle ilgilenmişler, dünyanın yapısı hakkında modeller geliştirmişlerdir. Ayrıca canlılar âlemi üzerine de bilimsel çalışmalar yapmışlardır. Anaksimandros’a göre dünya boşlukta bir silindirdir. Doğa hadiselerinin ve fiziksel nesnelerin temeli yani Arke’si “Aperion”dur. Varlıklar tanımı verilemeyen, sınırlandırılmayan bir nesneden (Aperion) türemiştir. Anaksimines’e göre ise dünya bir disk şeklindedir. Hava’da yüzer durur. Zira ona göre “hava” görünmez Arke’dir. Efesli Heraklit (MÖ 540-485) Arke’den ziyade “oluş”u önemser. Ona göre; her şey sürekli oluş ve hareket içeresindedir. Böyle bir dünyada, sürekli değişme beklenir bir şeydir. Arke olarak kabul ettiği ateş bir yandan dumana bir yandan da kül haline dönüşür. Ateşe bu yönleri veren kuvvettir. Nesneler bu karşıtlar nedeniyle var olur ve düzene girer (kaostan kozmosa). Denizler ateşin biçim değiştirmesidir.

Urlalı (İzmir) Anaksagoras (500-428)'un da Heraklit gibi tanrı-şeytan ikilemi dengesi inancına sahip olan Perslilerden etkilendiğini söylemeliyiz. Ona göre fiziksel nesneler dört elemanın bir araya gelmesinden değil, küçük ve sonsuz sayıda elemanın bir araya gelmesinden ortaya çıkarlar. Bunu Arke olarak kabul edenlere atomcular denir. En önemli atomcular arasında, MÖ 400'lü yıllarda yaşamış olan Leukippos (Miletli), Demokritos (Trakyalı), Epikuros sayılabilir. Katı bir anlayışla insanı maddeye, doğa yasalarına bağlayan (determinist) bu filozoflara göre fiziksel nesneler boşlukta devinen sert, katı ve bölünmez (atom) sonsuz sayıda parçacıklardan meydana gelmiştir. Leukippos’un, “Hiçbir şey hiçten çıkmaz. Her şey bir nedenden ve zorunluluktan doğar,” dediği bilinmektedir. Şimdi Antikçağ’ın ilk yüzyıllarının bu aktörleri içinde doğa hakkında bilgi edinme yöntemlerine farklı bir katkıda bulunan Pisagor’u inceleyelim.  



I.1.5 Hermetik Felsefeden Pisagor (Pitagoras) Öğretisine: Pisagor (Pitagoras) (MÖ580-500), Thales öğretileriyle (teoremleri) yetinmemiş, Mısır’a gitmiş, oradaki tapınaklarda gizemli (ezoterik) sayılar ve ritimler öğretisi olan Hermetik inisiyasyondan5 geçmiştir. Mısır rahipleri (matematikacılar) yıldızların hareketlerindeki düzene bakarak, örneğin Nil nehrinin ne zaman taşacağı, o baharda kaç metre yükseleceği hakkında kehanetlerde bulunabiliyorlarmış. Pisagor ağır sınavlar sonrası Hermetik inisiyasyonu başarıyla geçmiş ve Güney İtalya’da öğrencileriyle kendi okulunu (tarikatını) kurma yetkisini de almıştır. Daha önce de söylediğimiz gibi Pisagor okulunda sayılar kutsaldır ve sayı, her şeyin aslı (yani Arke) olarak kabul edilir. Felsefelerinin (Hermetik gizli sayılar ve ritimler biliminin) üç ayrı temeli vardır: 1. Mistik ve dini görüşler, 2. Müzik ve 3. Matematik. Sayıların duyulabilen nesnelerden daha farklı gerçeklikleri (evrenin gizli düzeni ve harmonisi) olduğunu ve bunun da görünmeyen formlar, “idealler” dünyası olduğunu söylemiştir. İyonyalı filozofların ilgi odağı nesneler ve tanrılar iken onun felsefesinde insan ve dolayısıyla ahlak problemi ortaya çıkmıştır.

Pisagor Öğretisinde “Bir” sayısı temel sayıdır ve varlıkla özdeş tutulur. Tek ve çift sayıları meydana getirendir. Sayıların ve varlıkların sonsuz dizisi “Bir”den çıkar. İki türlü “Bir” vardır. İlki, varlıktır. İkincisi bütün sayılar (varlıklar) zincirinin içinden çıktığı ve sonuç olarak da onları içeren, kuşatan, özetleyen, karşıtı olmayan Mutlak Bir'dir. Bütün varlıkların değişmez ilkesi ve ebedî kaynağı, sarsılmaz ilkesidir. Bu kozmosun kendisidir. (Evreni ilk kez Kozmos olarak nitelendiren Pisagor’dur). Ve her şey yeniden bilinmez (Tanrı) Bir’e (2.ci “Bir”e) dönecektir. Bu yaklaşım Pitagoras’cılardaki insan ruhunun başka bir insanda ortaya çıkabileceği kabulüdür. Yani insanlar da Tanrılar gibi ölümsüzdür.

...”İki” sayısı “Bir” sayısındaki birliğin ayrışması yoluyla var olan evreni temsil eder. Dişiliği ve doğanın bu dişilikten geldiğini ifade eder. “Üç” sayısı uyum ve düzenle maddenin içerdiği üçlü öğeyi temsil eder. Bu sayı, başlangıcı, ortası ve sonu olan ilk rakamdır, yetkin bir sayıdır. Bu nedenle “Üç” sayısı bilinci temsil eder. Dört tanrısal gücü simgeleyen ve mertebeler arasındaki ölçüyü bilen insan usudur. İlk çift sayı İki'nin kendisi ile çarpımından elde edilen bu sayı adaletin de simgesidir. “Beş” sayısı evliliğin simgesidir. “Altı” organik ve hayati varlıkların türlü şekillerini gösterir. Burada dişilik ilkesi olan (2), erkeklik ilkesi olan (3), mutlak (1) ile birleştiği için soyların devamını da gösterir. “Yedi” sayısı kritik sayıları temsil eder. Örneğin, yedi günlük, yedi aylık ya da yedi yıllık dönemlerin varlıkların gelişiminde baskın rolleri vardır. “Sekiz” sayısı akıl, ahlâk ve erdemin temsilcisidir. “Dokuz” sayısı mutlaktır. “Bir” ayrı tutulacak olursa ilk tek sayı “Üç”ün karesidir. O da “Dört” sayısı gibi adaleti temsil eder. Gelelim “On” sayısına: Yetkin bir sayıdır bu. (1,2,3.4) toplamıdır. Pisagor felsefesinde olduğu gibi Kabala ve İslam tasavvufunda da tamlığı bildirir. “Bir” sayısı ile temsil edilen (Tanrı), kendini “10” sayısıyla bildirir. Her şey ondan çıkar. Yaşamın ilkesi ve yol göstericisidir. Göksel ve tanrısal olduğu kadar insanidir de. Eğer “On” olmasaydı her şey belirsizlik içinde ve karanlıkta kalırdı. Bütün sayıların temelidir. On sayısının içinde ilk olarak eşit sayıda tekler ve çiftler bir araya gelmiştir. (1,3,5,7,9 ve 2,4,6,8,10) vb…6

Pisagor’un sayılarla simgelenen bilgi edinme hiyerarşisini konuşurken dikkatinizi çekmiş olmalı. Bu öğretide sayı olarak “Sıfır” yoktur. Ama felsefesindeki içi boş olmayan hiçliğin, görünen hiçliğin, her şeyden önceki durumun sıfır sayısına karşılık geldiği düşünebilinir. Bugünkü anlamda büyük patlama öncesine mi karşılık geliyor? Zira evreninin hiçlikten çıktığını iddia eden teoriler de var. Yoksa bugün yanıtını bulamadığımız kara enerjiye (dark energy) mi? Yoksa kozmolojik sabit mi? Sıfırı matematik olarak da düşünseniz, boş küme olmaz. “Yeni Pitagorascı” tarikatlarda her şeyden önceki duruma (sıfır) evrenin görünen hiçliği, aklı denmiştir. Bugünün Yeni Pitagorascıları buna (sıfır için) evrenin bilgisayarı diyorlar. Son yılların popüler filmlerinden olan Matrix filminde bir şekilde bu “Yeni Pitagorascı” düşünce işleniyor. Onlara göre bu evrende her şey bu bilgisayarın bir verisi ve hiç kaybolmuyor, ancak işlevi değişiyor. Yeni Pitagorascılık örneği için de p.m. in Akiba7 romanı önerile bilinir.

Matematikte kullanımı ile ilgili sayı olarak sıfırın gerçekte adı sanı bilinmeyen bir Hindu tarafından belirli bir sebebe dayanmaksızın (rastlantısal) keşfedildiği söylenir. Sayıların öyküsünün yazarı ünlü matematikçi Tobias Dantzig tarafından yazılan “Sayı- Bilimin Dili” kitabına bakarsak; "Bilinmeyen Hindu sıfırı hiçliğin sembolü olarak görmemişti. Sıfır için kullanılan Hintçe kavram sunya, “boş” veya “dolu olmayan” anlamına geliyordu, ama “boşluk” veya “hiçlik” anlamı yoktu. Anlaşıldığı kadarıyla sıfırın keşfi bir hesap tahtası işleminin muğlak olmayan kalıcı bir kaydını yapma çabasından kaynaklanan bir rastlantıydı...”

“Dolayısıyla karşımıza yeni bir hikaye daha çıkar. Hintlilerin Sunya’sının bugünün sıfırına dönüşmesinin ilginç kültürel tarihi. Onuncu yüzyılda Araplar Hint numaralandırma yöntemini benimsediklerinde Sunya’yı Arapça’da boş anlamına gelen sifr olarak çevirirler. Hint-Arap numaralandırması İtalya’ya geldiğinde bu ‘zephirum’ olur. 14.yy’la gelindiğinde kelime de ‘zero’ya dönüşmüştü. Aynı dönemlerde Arap sistemi Almanya’ya geldiğinde kelime cifra olarak değişti. Zamanla sıradan halkın dilinde cifra sözcüğü, gizli bir işaret anlamında kullanılmaya başlandı. Böylelikle decipher (şifre çözme) fiili ortaya çıkmıştı.”

Ancak Pisagor, her şeyin sayılar hiyerarşisiyle (gizli bilgi) ilgili olduğunu kabul eden, ölüm sonrası insanın tekrar göksel (kozmik) aslına döneceğine inanan Hermetik düşüncenin devamcısı olduğu için aşağılanır ve öğrencileriyle birlikte Atinalılar tarafından öldürüldüğü söylenir (MÖ495). Spartalılarla Atinalılar arasında olan Peloponez Savaşı (M.Ö. 431—404) öncesi Atina’daki Hermetik düşüncenin ve geleceğin habercisi tanrı Hermes’in tüm heykellerinin yıkılması bir tesadüf değildir.8  

Mısır rahiplerin sonlarının geleceğini (tek tanrıya inanışla) yıldız hareketlerinde gördüğü gibi9, Pisagor öğretisinin (insiye) çöküşü de Pisagor teoreminin elinden olmuştur. Tam sayıların, yani mutlaklığın karşıtı olan irrasyonel sayıların Pisagor teoreminde ortaya çıkması bu sonu hazırlamıştır. Örneğin aşağıdaki şekildeki dik üçgende olduğu gibi kutsal (bütün varlıkların kaynağı) 1 sayılarından ortaya çıkanirrasyonelliği kanıtlanmış bir sayıdır. (O çağladaki Pisagor felsefesine göre belirli olmayan-kutsal olmayan bir sayıdır).

 

 

 



Bu dik üçken kutsal olandır. “Bir” sayısının iki halini, varlıkla özdeş olanla onu çevreleyen kozmosu birlikte içermektedir. Toplamı olan “İki” de yaşadığımız âlemi ifade eder. Ancak teorem irrasyonel bir sayı, belirsizlik vermektedir. Yani bu kutsal üçgende kozmosla kaos iç içedir ve bu da öğretinin inkârı demektir. Pisagor tarikatlarında bu sır olarak saklanmıştır ve belki de o çağlarda her şeyin sayılarla anlatılabileceğine inananların sonunu (Pisagor okulu) hazırlayanlardan biridir. Ancak ileride göreceğimiz gibi yıllar yıllar sonra bir Pitagorascı olan matematikçi Leibniz, Pisagor (Pitagoras) teoremindeki bu belirsizliği aklın (Öklid geometrisinin doğruluğunun) bir zorunluluğu (Tanrıya ulaşamama) olarak görecek ve Pitagorascı öğretideki bu özgürleşme bugünlere kadar uzanan yeni Pitagorascılığın önünü açacaktır.

 

 

Bu bilim tarihi örneklerinden de görüleceği gibi Antikçağ’da bilgi edinme, kendi kendini yiyerek yaşamını sürdüren, kaosu ve kozmosu birlikte içinde barındıran sonsuzluğun simgesi olan yılan (Mitolojide iyi ve kötüyü içinde barındıran tek hayvan), Ouroboros, felsefesiyle benzerlik taşır. Bugünün atomaltı dünyası ile Büyük Patlama (Big Bang) anının buluşturmaya çalışılan kuram (Birleşik Alanlar (Ayar) Kuramı) aşağıdaki Ouroboros ile temsil de edilmektedir.



 

 

 



 


Yüklə 0,53 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə