BiLİm tariHİ ve felsefesi



Yüklə 0,53 Mb.
səhifə3/12
tarix25.11.2017
ölçüsü0,53 Mb.
#12366
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

I.1.11 Altın Oran: İnsanın doğa ile olan ilişkisinin, gözlemlerinin insanın bilgi edinmesini, yöntemler geliştirmesini nasıl etkilediğini konuştuk. Bu yansımalarla insanların Antikçağ’da neleri anlamaya çalıştığı ve/ya nasıl anlamaya çalıştığı üzerinde durduk. Antikçağ’da insan doğa sayesinde geometri bilgisi sahibi olduktan sonra bu bilgilenmeyle doğanın önemli bir sırrını keşfediyor (Bilimsel sonuç). O da doğadaki altın oran.

Bazı doğal yapılarda, canlıların geometrisinde ortak bir oran olduğunu fark ediyor. Ve bu oran, hem insanın gözüne hoş görünüyor, hem de çekici görünüyor, hem de bu orana sahip olan yapılar, canlılar daha dayanıklı oluyor. Yani oran onu korumasına yardımcı oluyor. Tabi buna doğanın kendiliğinden altın orana dönük bir seçimi de diyebiliriz. Çok bilinen bir hikaye var: Japonya’da geçiyor galiba. Japonlar çok sevdikleri krallarını denizde kaybediyorlar ve o kralın ondan sonra denizde yaşadığını düşünüyorlar. Orada yengeç avlıyor balıkçılar. Balıkçılar yengeç avladıkça, bakıyorlar ki, bir yengecin kabuğundaki kabartmalar krallarına benziyor. Eyvah! Diyorlar. Bu yengeçte kralımızın ruhu var. Ona benzeyenleri tekrar suya atıyorlar. Ama benzemeyenlerini toplayıp yiyorlar. Gel zaman git zaman yengeçlerdeki kabartmalar daha fazla krallarının portresine benziyor.

 

Doğada çok fazla karşımıza çıkan bu altın oran da böyle bir kendiliğinden seçimle oluşmuş olabilir. Nasıl oldu da her yeri sardı bu altın oran? Bunu bilmiyoruz. Ama insanların Altın Oranı keşfetmesi hiç zor olmamıştır. Mesela Mısır piramitlerinin yapılışında olsun, tapınakların yapılışında olsun, tanrıların heykellerinde ve büstlerde olsun altın oranın kullanıldığını biliyoruz. Leonardo da Vinci başta olmak üzere, meşhur ressamlar tablolarında altın oranı kullanmışlardır. Selçuk hat sanatında da altın oran vardır. Tabi bazı sanatçılar ve mimarlar bunu bir sır olarak saklamış, bu oran loncalarda bir şekilde gizli öğreti (insiye) olmuştur.



 

Altın oran ne demek? Şimdi onu anlayalım. Aşağıdaki gibi bir dikdörtgenimiz var:

 

 

Uzun kenarı a ve kısa kenarı b olan bir altın dikdörtgen, kenarları a uzunluğundaki bir kareyle, ortak kenarından birleştirilirse, uzun kenarı a + b ve kısa kenarı a olan bir benzer altın dikdörtgen elde edilir. Bu aşağıdaki ilişkiyi ortaya koyar:



 

Altın oran 1,6180003... bir irrasyonel sayı. Hem de bu kuvvetli bir irrasyonel sayı, aynı pi sayısı gibi tekrarlanmaların arası çok açık. Ve bu doğada da karşımıza sık çıkıyor. Ayrıca insanın da bu orana karşı zayıflığı var. O yüzden büst yapan adam da, resim yapan ressam da, altın oranı kullanıyor ki yapıtları insanların daha çok dikkatini çeksin. Hatta bir zamanlar tiyatro oyuncularını seçerken yüzünün altın orana sahip olup olmadığına bakarlarmış. Yani eğer bir oyuncunun yüzünde altın oran varsa onu tercih ediyorlar çünkü o yüze makyaj yapmak ve o yüzü farklı hallere sokabilmek çok kolay oluyor. Yani altın oran zaten insanın vücudunda da mevcut olan bir şeydir. Altın orana sahip bir insanın daha sağlıklı olduğu düşünülmüş.



 

 

Yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi altın orana sahip bir dikdörtgen altın orana sahip olacak şekilde alt dikdörtgenlere bölünürse, bunların teğetleri birleştirildiğinde bir spiral oluşur. Altın orana sahip olan bu spiral kabuklu hayvanlarda mevcuttur. Bu yapı korunmayı ve daha uzun yaşamayı sağlar. Yani hayvanlar âleminde de altın oran vardır. Hayvanlar âleminin dışında mesela ayçiçeğindeki çekirdek dağılımında da bu spiral vardır.



 

 

 Fotoğraftaki gibi daha da öteye gidilerek, bu altın oranın spiral formuyla vücudun sahip olduğu organların ilişkisi bile irdelenmiştir. Çünkü Antikçağ’da insanlığın elinde tek bir şey var. Ne derler? Doğanın onlara bahşettiği şifre diyelim.

 

 



 

I.2 Ortaçağdan Yeniçağa

 

I.2.1 Ortaçağ: MS 390’da İskenderiye’de Serapis mabedinin Pagancı eserlerin (Pers, Babil, Eski Mısır ve Yunan yazmaları ve kitapları) olduğu kütüphanesinin Hıristiyanlarca yakılması ve Pitagorascı-Öklitçi ilk kadın matematikçi Hipatya’nın Hıristiyanlar tarafından öldürülmesiyle (Bu olay hakkında; Agora-Hypatia (2009) filmi önerilebilir) bilim ve felsefe faaliyetleri Avrupa’da Hıristiyan teolojisinin denetimine girmeye başlamış ve Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul eden Roma İmparatoru Jüstinyen’in MS 529 yılında akademi ve lise gibi okulları kapatmasıyla MÖ 500’de İyonya'da başlayan Antikçağ hemen hemen bin yıl sonra son bulmuştur.

Sonuçta bilgi edinme (doğadan) yöntemleri ve bu bilginin denetimi akademiyadaki ve liceadaki (lise) pagan öğretilerinden, tapınaklardaki inisiyasyonlardan (gizemli bilgi, ezoterik öğreti) tanrının (tek) yeryüzündeki temsilcisi olduğunu kabul eden kilise hiyerarşisinin (kutsal kural) kontrolü altına girmiş ve Ortaçağ denilen karanlık günler özelikle Roma Papalığının ve Bizans İmparatorluğunun kontrolü altındaki coğrafyalarda başlamıştır. İleride değineceğimiz Haran'daki pagan buluşmasıyla Antikçağ felsefesi ve bilimi Araplara geçecek ve sonraki yıllarda Araplar vasıtasıyla İspanya’ya taşınacaktır. İspanya’dan da Latinceye çevrilerek (Paganist felsefeyle Hıristiyanlığı uzlaştırmaya çalışan Yeni Platoncu okullar ve pagan inanışını kozmosa taşıyan Gnostik tarikatlarca) kilisenin tüm direnmelerine karşı Avrupa’ya (Paris’e) geçecek ve Avrupa üniversitelerinde okutulmaya başlanarak Ortaçağ’ın sonu hazırlanacaktır. Bu sonu hazırlayan en önemli düşünürün Yeni Platoncu okulun kurucusu olan ve Antikçağ’ın son büyük filozofu, Gnostik düşünceyi yeni bir yorumunu yapan, Platon’un Pisagorcu (Pitagorascı) eleştirisini yapan Plotinos (d.MS204 Mısır-ö.269 Roma) olduğu kabul edilir. Plotinos İskenderiye’de eğitim almıştır ve daha sonra Roma’da yaşamıştır. Bu değişimde diğer önemli isimler ise: Plotinos’un takipçisi olan Cezayirli Augustine (MS354-430) ve Tarsuslu Hıristiyan Aziz Paul (10. Yüzyılda yaşadığı kabul edilir). İslam dünyasında ise Farabi (870-950), İbn Sina (980-1037), Gazali (1058-1111), Ibn el Arabi (1165-1240). Daha sonrasında Anadolu Heterodoks İslam düşünürleri (Sufiler) de vardır. Bunlar içinde Mevlana (1207-1273), Hacı Bektaş Veli (1209-1271), Yunus Emre (1240-1321), Şeh Bedreddin (- , 1420). Tabi bu İslam ve Türk düşünürlerin Orta Asya’dan kaynaklanan şaman ritüelleriyle de beslenmiş oldukları üzerine tartışmalar vardır.

I.2.2 Fibonacci Dizisi: Ortaçağ sonlarının en önemli matematikçilerindendir. Leonardo Fibonacci (1170-1250) Pisa’lıdır. Babasının ticaret ile uğraşması nedeniyle genç yaşlarda Arap ülkelerine gidiyor. Arap ülkelerinde aşağıdaki sayı dizisini fark ediyor. Her ne kadar Fibonacci ortaçağda yaşamışsa da Fibonacci dizisinin altın oranla ilişkisi nedeniyle bu diziye bir bakalım:

0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34,..



 

Arapların kullandığı buna benzer gizemli çok sayı dizisi var. Fakat Araplar dizi elamanları arasında mevcut ilişkileri tespit etmek için kural geliştirmiyorlar. Yani o sayıları yan yana getirirken belli kurallar, sayılar arasındaki ilişki gibi düşünceleri yok. Fibonacci'nin bulduğu bu sayılar dizisinin özelliği şu: Diziden de göreceğiniz gibi bir sayı ile bir önceki sayıyı topladığınız zaman sonrakini yazıyorsunuz, mesela birle ikinin toplamı üç, üçle ikinin toplamı beş, beşle üçün toplamı sekiz, sekizle beşin toplamı on üç. Böyle gidiyor dizi. Mesela gördüğünüz gibi dizide dört sayısı yok (mutasyon sonucu ortaya çıkanlar hariç) ve dört sayısı olmadığı için hiçbir zaman dört yapraklı yonca yok! Örneğin papatyalar, ne kadar çok yapraklı da olsa yapraklarını saydığınız zaman bu sayılardan bir tanesi çıkıyor. Ayrıca dizideki bir sayıyı bir önceki sayıya böldüğünüzde altın orana yakın bir sayı çıkıyor. Dizideki sayılar büyüdükçe bu oran daha da altın orana yaklaşıyor. Bu diziye gizem veren en önemli sır. Sayılarla oynamak hem çok kolay hem de çok tehlikelidir. Sayıları buna benzer kurallarla istediğiniz gibi okursunuz. Sayılarla böyle gizem taşıyan diziler oluşturmuş insanlar. Sayılarla gizemler arasında ilişki kurmaya çalışanlar olmuş. Bunlara Kabalacılar deniyor. O yüzden kutsal kitaplarda bu tip gizemli ilişkiler olduğu iddia ediliyor. Ama sayılarla oynamak çok kolay, o artık senin kurduğun kurguya bağlı. Mesela bir tane matematikçi var biliyorsunuz, John Forbes Nash (d.1928-), yaşamının filmi de çevrildi: Akıl Oyunları. Nash, oyun teorileri üzerine çalışmalarından dolayı Nobel alıyor. Soğuk Savaş sırasında her iki süper güç casus avına çıkıyorlar. Rusya’da Rus devletinin dediklerine karşı çıkıyorsan Amerikan ajanısın! Amerika’da da bunun tersini yapıyorsan, Rus ajanı oluyorsun kafadan. Bu adam çok iyi matematikçi olduğu için bu adamı çağırıyorlar. FBI çağırıyor galiba. Adama diyorlar ki “bu Ruslar kendi aralarında”, o filmde de anlatır, “kendi aralarında gazetelerdeki makalelerle haberleşiyorlar.” Onların içinde gizli şifreler var, bu şifreleri kullanıyorlar. Adama “hadi bakalım sen” diyorlar, “madem matematikçisin otur bunların şifrelerini çöz.” Hakikaten adam belli bir süre sonra şifreler keşfediyor. Bayağı mesajları çözüyor. Adı “şifre çözücüsüne” çıkıyor. Dünyada yeni haberleşme teknikleri geliştirilince “Sağ ol. Senin işin bitti” diyorlar ama Nash artık duramıyor. Yani öyle bir beyinde öyle bir alışkanlık ortaya çıkıyor ki, bir de korku var, takip edilme korkusunun verdiği bir panik atak da var adamda tabi. Çünkü Nash FBI tarafından çok iyi korunmuş ama bir taraftan da “yoksa Ruslara haber mi sızdırıyor” diye takip edilmiş. Öyle bir dönem, korku dönemi yani ondan sonra Nash artık duramıyor bütün dergileri gazeteleri alıyor oradan mesajlar çıkarıyor. “Ruslar şurayı bombalayacak” diyor. Ortada bomba falan yok. Nash daha sonra tedavi görüp, sağlığına kavuşuyor. Ve ondan sonra da Nobel alıyor. Aynı Nash gibi sayılarla, imgelerle her zaman işinize geldiği gibi (veya paranoya biçiminde) kurgular üretebilirsiniz. Kehanetlerde bulunabiliriz. Bunun sınırı yok.

Yeniçağ’a geçerken Antikçağ ve Ortaçağdaki bilimsel faaliyetlere müfredat nedeniyle fazla zaman ayıramadığımızın farkındayız. Bu çağları daha ayrıntılı öğrenmek isteyenlere, Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi, Say Yayınları ve özellikle Ortaçağda Türklerin katkıları için Şafak Ural, Bilim Tarihi, Kırkambar Yayınları. Kitaplarını öneriyoruz. 



 

I.2.3Yeniçağ’a Giriş:

İtalya’da başlayan Ortaçağ karanlığından ve kıyımından kurtulma arayışları (Rönesans) yeni bir çağın oluşmasını sağlamıştır. Roma’nın yıkılışından X Yüzyıl sonlarına kadar süren ve geniş halk yığınlarını zorbaca bir yerden bir yere sürükleyen ve birbirleriyle çatıştıran bir bunalım ve çöküş devri olan, bu Ortaçağ sona ermeye başlamıştır. Özellikle XIII Yüzyılda Paris Üniversitesi'nde büyük kavgalar sonunda Pisagor ve Aristo’nun okutulamaya başlanmış olmasıyla ve özellikle Plotinon’un yeni Platonculuk Okulu Gnostik düşüncelerinin Batı Avrupa’da tartışılmaya başlanmıştır. Bu öğretilerden etkilenen, kendilerine “hümanistler” (Örneğin, Dante (1265-1321) ve Roger Bacon (1214-1294)) denilenlerce (Hıristiyanlığı ret etmeden ama iktidarlarla işbirliği içindeki resmi Hıristiyanlığa karşı çıkarak (Anadolu’da resmi İslam’a karşı çıkan heterodoks dervişler gibi)) Hıristiyanlık yeniden yorumlanmaya başlanmıştır. Bir Hıristiyan din filozofu olan Aquino’lu Aziz Tommaso’un (1225-1274) Aristo’nun ve Plotinon’un düşünceleriyle Katolikliği yeniden tanımlamasıyla da Ortaçağ karanlığının sona ermiştir. Artık ide (yalnızca tinsel, manevi olarak algılanabilen gerçeklik)-madde ikiciliğini (düalizm) uzlaştıran, bilginin zaman ve yer koşullarına göre değerlendirilmesi gerektiğini savunan rölativist (göreceli) görüşleri ret eden “dogmatik” Aristo felsefesi, Avrupa’daki kültür parçalanmasını bir araya getiren ve mezhep kavgalarına son veren anahtardır. Aristoculuk hem tek Tanrı’dan söz etmektir, hem de hayvanları ve taşları sınıflandırabilmektir, hem de maddeyle ilişkili olan dünya merkezli gezegenlerin devinimiyle ilgilenmektir. Hem ruh bilim çalışmaları olandır, hem de bilgi edinmede geometri ve mantıksal yöntemlerle çalışmaktır. Ama en önemlisi Aristoculuk nesneleri görmesek de, doğanın düzenini kuran nesnelere yön veren, nesneleri anlamsal hale getiren, nesnelerin özü olan cevheri kabul etmektir. Aziz Tommaso’ya göre bu Hıristiyanlıktaki Tanrı anlayışıdır. Koyu bir Aristocu olan İbn Rüşd'e (1126-1198) göre ise “Tanrı her şeye karışmazdı. Tanrı doğanın düzenini yasalarla kurmuştu. Bu düzene yön vermeyi de yıldızlara bırakmıştı. Bu düzene uygun sosyal düzeni de kurmayı insana bırakmıştı.” Aristo'yu Hıristiyanlaştırma tartışmaları (Hümanizm hareketi) Aristo’nun ve hocası Platon’un bütün eserlerinin ve antikçağın diğer önemli filozoflarının eserlerinin Kilise tarafından serbest bırakılmasıyla sonuçlanmıştı (1255). “Artık Aristo’nun ruhunun barındığı yerde İsa’nın ruhu hüküm sürebilirdi.” Ama Yeniçağ’ın ortaya çıkma sebeplerine yeni kıtaların keşfini, Çinlilerden kağıt yapımının öğrenilmesini ve matbaanın keşfini, ekonomik sıkıntıların, kıtlığın, vebanın ve uzun yıllar süren savaşların etkilerini, 1517’de Alman Luther’in Protestan Reformunu da eklemeliyiz. Rönesans sanat ve düşüncesinde başta Hermetizm (Pisagorcu) olmak üzere gnostik tarikatların ve simyacılığın gizemli etkisi de önemlidir. Ortaçağ’ın sona ermesinin önemli figürlerinden biri de Dante Alighieri (1265-1321). İlahi Komedya’nın (1555) yazarı olan Dante bir Rönesans hümanistidir. Vatikan Floransa devleti ortak iktidarı resmi Hıristiyanlık düşüncesi hükümdarlığına karşı direnmiş, insanın ölümsüzlüğüne inanan bir Pitagorascıdır. (Dante Alighieri, İlahi Komedya, Oğlak Yayıncılık.) Ve hakkındaki daha popüler bilgi için Dan Brown, Cehennem, Altın Kitaplar Yayınları.

Batılıların yazdığı resmi tarihte bu geçiş yılı 1453, İstanbul’un fethi kabul edilir. Bu o kadar yabana atılacak, sıradan bir tespit de değildir. Çünkü o yıllarda her önüne geleni öldürten Vatikan’ın baskısından ve onun insanları cadı diye, şeytan diye yakan Katolik düşünce dayatmalardan uzak durmuş bir Ortodoks Bizans vardır. Ve Bizans’ın Zeyrek’te (Fetihle Medreseye çevrilecek olan Pantokrator Manastırı) Atina okuluna bağlı Helence eğitim veren nerdeyse üç yüz yıllık bir Üniversitesi vardır. İstanbul’un fethi ile buradaki eski Helence eserlerin çoğu Batı’ya kaçırılmıştır. Ancak 1453 sonrası Avrupa da kilise mezhep kavgalarının ve kıyımlarının sona erdiği de söylenemez. Örneğin; İtalyan Filozof, gökbilimci ve din bilimcisi Giordano Bruno (1548-1600) Roma’nın Fiori meydanında Kilise dışı Ezoterik (gizemli) güneş merkezli evren düşünceleri nedeniyle yakılarak öldürülmüştür. Büyük Hümanist, din adamı ve ütopya edebiyatının mimarı (Ütopya, Kaynak Yayınları) kabul edilen Thomas More (1478-1535) İngiltere Kilisesinin Katolik’ten çıkma kararına karşı çıktığı için Kral VIII. Henry tarafından öldürülmüştür.

 

GÜNLÜK I - EKLERİ 

EK I.A: Size kendimle (KGA) ilgili bir hikaye anlatayım. Ben (KGA) ise ikideyken kompozisyon dersinden bütünlemeye kaldım, ondan da geçemedim. Allahtan tek dersten borçlu geçmek vardı da tek dersten borçlu geçtim. Düşünebiliyor musunuz? Kompozisyon dersi... Yanında bir ders daha olsa bir sene daha kaybedeceksin. Bütün derslerden tekrar gireceksin, ondan sonra bir daha kalırsan iki dersten adamın eline bir de tasdikname veriyorlardı. Diploma gibi. “sen artık işe yaramasın” diye bir belge veriyorlar. Yani tasdikname aldığın zaman artık hiç bir yere giremezsin edemezsin yani öyle bir eğitimden geçtik. O yüzden biz 68 kuşağı normal adamlar değilizdir. Korkuları evhamları olan insanlarızdır. Tabi bunu o yıllarda fakir, ekonomik durumları vasat ve vasat altında olan ailelerin çocukları için söylüyorum. Yoksa böyle delice işlere kalkışmazlardı. Şimdi neyse, ben sınavda öyle güzel şeyler anlatıyorum ki kompozisyonda, hoca bir konu veriyor yazdırıyor işte. Biz yazıyoruz. Öyle güzel hikayeler anlatıyorum, böyle maceralar falan 10 gelecek diyorum, hoca 4 veriyor. Yani 5 alamazsan geçemiyorsun. Ondan sonra kaldım. Bütünlemede de kaldım. Tek dersten borçlu geçtim lise III’e. Ondan sonra hocayı bir gün gördüm, “hoca hep bana 4 verdiniz. Halbuki ben ne güzel hikayeler anlatıyordum falan” dedim. “Oğlum sen çok güzel hikayeler anlatıyorsun ama “de-da”yı ayırmasını bilmiyorsun” demez mi hoca! Hoca ona bakıyormuş meğer. Yani istediğin kadar güzel hikayeler anlat hocaya. deda’lar da hata yaptın mı ne yazsan hikaye, geçmek yok. Bir de “4 zaten güzel hikayeler anlattığın için” demez mi? Hukukta da öyle. O da kendine yettiğini iddia ettiği mantıksal bir sistem kurmuştur. Sen istediğin kadar adamın suçunu böyle ortaya dök, komplo teorileri yaz. Bu mantıksal sisteme göre Ve/Veya’yı düzgün ayırarak yazamazsan çözümlemeyi, dil bilgisindeki “de-da” hiyerarşisine bağlı hocam gibi seni hukuk hocası seni da dersinden geçirmez. Ama şimdi “postmodern estetik” durumlar var. Özellikle edebiyat da bilerek dilbilgisini yapı bozuma uğratarak yazanlar var. Bunlardan biri de Perihan Mağden’dir. Bunlarla alkışlar aldı. Eğer beni kompozisyondan çaktıran hoca yaşıyorsa ve bunları okuyorsa, “Ben ne yaptım o çocuğa,” diye üzülüyordur belki. Belki de saçını başını yolluyordur, bu tip metinleri okudukça. Bu yapı bozum hikayesini dersimizin sonlarında konuşacağız.

EK I.B: EROS VE PSYKHE

Sadık Türksavaş

Antik Karia bölgesinin en kuzey ucunda yer alan ve Büyük Menderes deltasının da en güney yakasında kurulmuş olan, çağdaşı diğer İyon kentleri arasında oldukça ön plana çıkmış bir kentten, Miletos’tan ve yine bu kentte doğmuş olan Eros ve Psykhe efsanesinden söz etmek ve efsaneyi yorumlara açmak istiyorum. Fakat öncelikle, Ege’nin doğu ve batı kıyılarının gizemli tarihinde kısa bir gezinti yaparak başlamanın çok yararlı olacağı düşüncesindeyim. MÖ. 2000’ in başındayız. . Bir protoarien kavim olan Akha’lar, bulutlara ve yıldırımlara hükmeden tanrıları Zeus’un yol göstericiliğinde Epeiria bölgesine kuzeyden girmişler ve Peloponnes üzerinden deniz yoluyla, kökleri neolitik çağlara kadar inen kadim Minos uygarlığına ulaşmışlardır. Minos uygarlığı, kentlerinin çevresi surlarla çevrili olmayan, duvar tasvirlerinde silah da dâhil hiçbir fallik simgeye rastlanmayan, kadınların farbelalı ve açık göğüslü kıyafetleri ile boğaların sırtlarında parende attığı, ana tanrıçaları bereketli Rhea’nın doğal döngüsü ile uyumlu olarak yaşayan ve batı Anadolu’nun bütün renklerini temsil eden bir barış ve neşe uygarlığı olarak görünmekteydi. Ancak hepimizin bildiği gibi Knossos’a ulaşan ve kral Minos’un Labirentos adlı sarayına dayanan Akha boyları Minos’u yıkacak ve ataerkil Mykene dönemini başlatacaktır. Kral Minos, Zeus’un Europa’dan doğma oğlu olacak, Zeus ise eski tanrıça Rhea’yı anası ilan edecek ve Girit’e yerleşecektir. Daha ileri zamanlarda ise, Atinalı kahraman Thesseus tarafından Labirentos’ta saklı tutulan Minos boğası (Minotauros) öldürülecek ve Girit’i Helenleştirme operasyonu tamamlanacaktır.



Yıl MÖ. 1400. Artık gül parmaklı şafak tanrıça Eos’un gökyüzünün kapılarını açıp kapadığı ışıltılı Ege’de sükûnet dönemi sona ermiş ve kahramanlar çağı başlamıştır. Nitekim Akha ittifakı dev bir donanma ile yine bir Anadolu kenti olan Troya’ya dayanacak on yıl süren ve tarihte önemli bir dönüm noktası olacak olan şu ünlü savaş başlayacak, gerçek bir atın üzerinde Troya’ya giremeyen Akha’lar, bir hile ile tahta atın içinde kente girecek ve ne yazık ki Troya düşecektir.. Yıl MÖ. 1250 ler. Artık Anadolu kıyılarında hızlı bir Helenleşme süreci başlamıştır. Troya ile Knossos’un neredeyse tam ortasında yer alan Miletos’tayız tekrar. ‘’Miletos’’ adının, önce Karia’ya sonra da Lykia’ya göç etmiş olan Girit’li göçmenler topluluğu tarafından kullanıldığı söylenmektedir. (Bilge Umar) Girit ve Karia bağlantısı, Miletos’un da Knossos ve Troya gibi bir Anadolu kenti olduğu görüşüne oldukça güç kazandırmıştır. Helenik bakışı yansıtan başka bir efsaneye göre de, Miletos Apollon’un oğludur. Girit’te doğmuş ancak kral Minos O’nu Girit’ten sürmüştür. Anadolu’ya çıkan Miletos, Maiandros (Büyük Menderes) ırmağının kızı ile evlenmiş ve oraya yerleşmiştir. MÖ. 1000 yıllarındayız. . Miletos’da Knossos ve Troya’nın akıbetine uğrayacak, bir Helen boyu olan İyon’lar tarafından istila edilerek tüm erkekler öldürülecektir. .Ancak aradan bir 250 yıl geçtikten sonra Miletos’ta altın bir çağın başladığına şahit olmaktayız. Belki de artık Olympos dağı ile İda dağı arasındaki ilk kültür köprüsü kurulmuş ve bir konsensüs kuşağı oluşmaya başlamıştı. 8. ve 7. yüzyıllarda Miletos’un 80 kadar kolonisi olduğunu bilmekteyiz. .İşte Eros ve Psykhe efsanesi böyle bir dönemde doğmuş olmalıdır. Çünkü Ege denizinde fırtınalar kısa bir süre için bile olsa dinmiş ve bir olgunlaşma devri başlamıştır. Miletos ayrıca evrenin özünü araştıran ilk doğa filozoflarını da insanlığa sunmanın arifesindedir. Bir 150 yıl kadar sonra Thales çıkıp evrenin ve hayatın özünün su, Anaksimenes hava, Anaksimendros ise ‘’Aperion’’ (sınırsız töz) olduğunu ileri sürecektir. MÖ. 8. yüzyılda doğduğu düşünülen Eros ve Psykhe efsanesi, ilk kez bir bütün olarak Romalı ozan Lucius Apuleus’un ‘’Metamorphosis’’ adlı eserinde bir roman gibi anlatılır…

Yıl MS. 150 ler. . Artık efsaneye girebiliriz. Psykhe Miletos kralının üç kızından en küçük ve en güzel olanıdır. Ablaları da güzeldir, ancak Psykhe’nin güzelliği oldukça farklı bir güzelliktir. O’nun güzelliği çekici, arzu uyandırıcı ve baştan çıkarıcı bir güzellik değildir. Sevgi ve şefkat uyandırıcı bir güzellik de değildir… O’nun güzelliği sessiz ve dingin bir güzelliktir. O’nun güzelliği saygı uyandırıcı ve hatta ürkütücü bir güzelliktir. Derin bir güzellik duygusu uyandırmaktadır karşısındaki insanlarda. O’nunki erişilmez bir güzelliktir. En güçlüler ve soylular bile yaklaşmaya çekinmektedirler O’na… Psykhe’nin güzelliği aslında O’nun yalnızlığıdır.. Yalnız olmak zorundadır… Çünkü o zaman içinde değişen (dinamik) bir tözdür..Yani aslında bir ruhtur. Psykhe’yi anlayabilmek ve tanımlayabilmek için Psykhe’nin dışında bir destek nesnesi, yani bir ‘’Arşimet noktası’’ yoktur. Bir ruha ancak başka bir ruh bakabilir. Dolayısıyla Psykhe’ye ancak başka bir Psykhe bakabilir. İşte bu nedenle Psykhe yalnız olmak zorundadır. Çünkü ruh spontane (kendiliğinden) bir aktivitedir ve beş duyudan bağımsız olarak imge kurma yeteneğine sahiptir. Psykhe bir bütün olmaktan her zaman uzaktır. O çapraşık duyguların kaynadığı bir kazandır ve asla sadece akılla kavranılamaz. Miletos kentinde tüm insanlar artık onun bu esrarengiz güzelliğinin etkisi altındadır. Psykhe, tanrıçalığa doğru yükselen bir ölümlü olarak kutsallık kazanmaya başlamıştır. O’nun ünü o derece yaygınlaşır ki, insanlar artık Aphrodite’nin ak göğüsleri üzerine değil de, Psykhe’nin başı üzerine adak yakmaya başlarlar. .Bu durumda, şüphesiz ki ölümsüz Aphrodite kıskançlık krizleri içinde kıvranacak ve altın tahtını tehdit eden bu esrarengiz güzele acı bir son hazırlamak için düşünmeye koyulacaktır. ..Homeros’un altın tanrıça olarak söz ettiği Aphrodite… O Aphrodite ki, Kronos (zaman) tarafından Phallosu kesilen Uranos’un (gökyüzü) denize saçılan ve saçıldıkça da köpüren spermlerinden doğmuş, Kıbrıs’ın Paphos kıyısında karaya çıkmış, (Boticelli) çıkar çıkmaz da peşine hemen Eros (aşk) ve Himeros (arzu) takılmıştır. ..‘’yürüdükçe yeşil çimenler fışkırıyordu ayaklarının bastığı topraktan’’ diye anlatır Lesbos’lu ozan Sappho. Hesiodos’unTheogonia’sı kozmik oluşum sırasında Aphrodite’yi Olympos panteonundan önce, fakat Eros’tan sonra dünyaya gelmiş olarak gösterir. Homeros’ta ise Zeus ve Okeanos (okyanus) kızı Dione’den doğmadır. Yüzündeki gülümsemesi hiç eksik olmayan bu aşk tanrıçasını, önce zarafet, cazibe ve arzu sonra cilve, kışkırtma ve haz en sonrada kıskançlık, aldatma ve acı duyguları takip eder ve bütün bunlar O’na ruhsal karmaşıklığının zengin anlamını kazandırır. O kozmosun bütün güçlerini kendinde toplamıştır. O saf aşkın yüceliğini ve sevginin sonsuzluğunu temsil ettiği zaman ‘’Aphrodite Urania’’ olmuştur. O zaman, bir kutsal Meryem gibi bakar sanki. Oysa sinsi ve kemirgen bir kıskançlık duygusuyla sarsıldığı zaman, trajik sonuçlara yol açabilecek bir ‘’Aphrodite Pandemos’’’a dönüşmüştür. İşte o zaman da Anosia (zalim) ve Androphonos (erkek korkutan) adlarını alır. O daima dikkat çekmek ve ilgi merkezi olmak zorundadır. Olympos’un buyruğu ile çirkin ve topal demirci tanrı Hephaistos ile evlendirilmesi ve bu birlikteliğin oluşturduğu kontrast, tüm kaçamaklarının bir gerekçesi gibi görünür efsanelerde. Aphrodite’nin öfkesi düşkünlük ve sapkınlıkla cezalandırır düşmanlarını. Ak güvercin sürülerinin çektiği görkemli arabasına Kharit’ler (parıltı ve ihtişam), Hora’lar (zaman ve uyum) Himeros (arzu) ve oğlu Eros (aşk) eşlik eder. Ancak, tanrıçanın şölen alayını Apate (ayartma), Peitho (aldatma) ve Pathos’da (acı) hiçbir zaman yalnız bırakmaz… Tekrar efsaneye dönersek, Aphrodite; Hermes’ten olan oğlu Eros’u, yani yolculara, müzisyenlere ve ruhlara kılavuzluk yapan Hermes Trimagistos’tan (üç kere büyük) olan oğlu kanatlı Eros’u Miletos sarayına gönderecek ve okunu yayına takarak pusuya yatmasını, Psykhe’nin çirkin bir yaratıkla göz göze geleceği ana kadar beklemesini, o an geldiğinde de yakıcı okunu Psykhe’nin kalbine saplamasını isteyecektir. Aphrodite güzel Psykhe’yi çirkinliğe âşık ederek cezalandırmayı ve alay konusu haline getirerek gözden düşürmeyi amaçlamaktadır. Ancak okunu yayına takmak için harekete geçen Eros, o anda Psykhe’yi görür.. Elleri titrer, refleksleri çözülür, sendeler, kontrolsüz hareketler yaparak kendinden geçer ve düşer. Kendine geldiğinde de, kendi okunu kendi kalbine saplı olarak bulur. Psikanalitik bir yaklaşımla, bu olay Eros için belki de ana rahminden bir kopuş travması, bir oedipal kırılma olacaktır.(Freud) Çünkü ok ilk kez ölümsüz tanrıçanın işaret ettiği rotadan çıkmış, güzellik çirkinliğe değil, ama aşk ruha bağlanmıştır. Hesiodos’un Theogonia’sı kozmik oluşum sırasında Eros’u Khaos ve Gaia’dan sonra dünyaya gelmiş olarak gösterir. Eros, Uranos ile Gaia’nın birleştirici gücüdür. Eros, ele avuca sığmayan, haşarı, yaramaz, şımarık, bazen de ağır başlı ve ciddi olabilen ..Fakat her şeye rağmen annesi Aphrodite’nin gölgesinde kalmak zorunda olan ölümsüz bir tanrıdır. Bazen de o kadar ciddileşir ki, aşkı acıyla ve hatta ölümle bile sınayabilir. Ancak O her şeye rağmen bir yaşama arzusudur ve sadece insan içindir ve insansıdır. O’nun varlığı içgüdüsel olan cinsel dürtülerin çok ötesindedir. Eros, organsal cinsel dürtülerin yerine oyun ve gülmeceyi koyar. Eros kesinlikle bir libido değildir. (Freud) O birleştirici, toplayıcı ve yaşatıcı bir güçtür. O Thanatos’un (ölümün) karşıtıdır. Eros, bilinçli bir algı konumundadır ve dişi zekânın hizmetindedir. (Jung) Bu nedenle trajik sonuçlara yol açabilecek bir sürüklenmeyi durdurabilecek bir iradeyi asla ortaya koyamaz. Eros yaşamı ileri doğru hareket ettirir. Fakat bazen de insandaki yıkıcılık içgüdüsü ile birleşebilir ve mazoşizme dönüşebilir. Tekrar Lesbos’lu ozan Sappho’ya kulak verelim. ‘’Eros, en güzeli ölümsüz tanrıların, O Eros ki, elini ayağını çözer tanrıların da insanların da. .Ellerinden alır akıl ve iradelerini… İşte geldi yine O Eros, elimi kolumu çözen. Hem tatlı hem acı Eros. O karşı gelinmez tanrı yine sarsıyor beni’’

Tekrar efsaneye dönelim; Herkes gibi Eros’da Psykhe’nin o erişilmez güzelliği karşısında donup kalacak ve Miletos’tan hemen uzaklaşacaktır. Ancak Eros, Psykhe’nin bu erişilmezliğini aşmak ve O’na ulaşmak konusunda sabırlı ve kararlıdır. Tanrı Apollon’a gider ve O’ndan yardım ister. Eros’u dinleyen Apollon, Miletos kralını huzuruna çağırır ve O’na bir öneride bulunur. Apollon’un kâhince önerisine göre ‘’ Miletos kralı, kızı Psykhe’yi Samson (Mikale) dağının tepesindeki zeytin korusuna bırakacak, gece çöktüğünde büyük bir yılan gelerek O’nu eş olarak alıp götürecek ve ondan sonra Miletos’ta artık her şey yoluna girecektir. ‘’ Tanrı Apollon’un sözünü dinleyen kral, Psykhe’yi Samson dağının tepesindeki zeytin koruluğuna ve bir uçurumun başına bırakarak gider. Psykhe korku ve endişe içinde dağın tepesinde beklerken uykuya dalar. İşte bu sırada Zephyros (meltem) kanatlarını yelpazeleyerek gelir ve Psykhe’yi sırtına alarak uzun bir uçuştan sonra yemyeşil bir çimenliğin üzerine bırakır. Psykhe uyandığı zaman muhteşem bir sarayın bahçesinde bulur kendini. . Bu düşler sarayında istediği her şeye her zaman ulaşabilmektedir. Burası bir cennettir aslında. Sarayın tadını çıkardıktan sonra, gelecek olan eşini beklemek kalmıştır artık Psykhe’ye.. O sırada tatlı bir uyku göz kapaklarına çöker ve kendinden geçer. Bir süre sonra gecenin sessiz karanlığından çıkıp gelen Eros, Psykhe’nin yatağına girer ve o gece O’nun la birlikte olur ve gün ağarmadan da çıkıp gider. Eros, Psykhe’ye kendini göstermemeyi başarmıştır. Psykhe ise artık bir şeyden kesinlikle emindir. Kendisine söz verilen eş büyük bir yılan değil, bir insandır.



Eros için Psykhe artık ulaşılabilir bir aşk olmuş ve Eros amacına ulaşmıştır. Ancak Psykhe için Eros hala yarısı karanlık bir eştir… Kimliği belirsiz ve tanımsızdır. . Eros neden kendini Psykhe’ye göstermek istememektedir ve neden kendini görmeye çalışmaması için O’ndan söz almıştır.? Belki de Psykhe’nin güzelliğinin O’nun yalnızlığında olduğunu anlamıştı. Eros, artık Aphrodite Urania’nın oğlu gibi davranmaya başlamıştı. Görünür (zahir) olan yanını saklayıp, gizemli (Bâtıni) yanını sunmaya çalışıyordu. Çünkü görünür olan her şey eskimeye, yıpranmaya ve yok olmaya mahkûmdu. Eros aşkın en yücesini yakalamıştı ve hiç bitmemesini arzuluyordu. Psykhe’ye şöyle demek istemekteydi beklide, ‘’gizli kalanı öğrenmeye çalışarak mutlu olma fırsatını elden kaçırma.’’ Diğer taraftan, Psykhe eşinin bir yılan değil de bir insan olduğunu anlamıştı. . Bu fark ediş, yine Psikanalitik bir yaklaşımla bakire bir genç kızın bilinçaltındaki phallos korkusundan kurtulmasına mı işaret etmektedir acaba.?(Otto Rank) .. Bildiğimiz gibi Psykhe bir bütün olmaktan çok uzaktır ve tüm karmaşık duygulara açıktır. .Günler geçer ve Psykhe bir gün bir düş görür, fakat bir türlü etkisinden kurtulamaz. Düşünde kız kardeşleri tarafından kışkırtılmaktadır. O’na eşi olduğu söylenen O görünmez kimsenin, aslında kılık değiştirebilen kötü niyetli bir büyücü olabileceği fısıldanmaktadır. Psykhe için artık o dingin dönem bitmiştir ve karmaşık duygular içinde çalkalanmaktadır. Ve nihayet kararını verir. . Bir eline bir lamba diğerine de bir hançer alarak derin uykuda olan karanlık eşine yaklaşır ve lambayı yüzüne tutar. Psykhe şaşkınlık içindedir. Elleri titremeye başlar. Önce elinden hançer düşer, sonra da lambadan bir damla kızgın yağ Eros’un omzuna damlar. Eros acı ile uyanır, kanatlarını çırparak oradan hızla uzaklaşır ve gözden kaybolur. Eşinin ölümsüz aşk tanrısı Eros olduğunu gören Psykhe, kendini kemiren korkusunu yenmiş O’nu belki de öldürebilecekken son anda gerçek kimliğini anlamıştır. Ancak bu olay Psykhe için mutlaka verilmesi gereken bir sınav olmalıydı. .Korkulan karanlık kimlik tanrıların en güzeli çıkmıştı. Burada yine bir fark edişle ve psikanalitik bir açılımla yüz yüze gibiyiz... Cinsel ilişkinin yasak ve kirli olduğu konusundaki bir ön yargı aşılmakta, bakire genç kızın bilinçaltı rahatlatılmakta sanki.(Freud). Psykhe, Eros’u keşfederek aydınlanmış ve özgürleşmiştir. Fakat aynı zamanda O’nun la birlikte (aşkı) ve saflığı da (cenneti) kaybetmiştir. (cennetten kovulma metaforu) Ancak Psykhe vazgeçmeyecek ve Eros’u tekrar kazanmak için vakit kaybetmeden harekete geçecektir… Psykhe, Eros’u tekrar kazanmanın yolunun Aphrodite’nin merhametinden geçtiğini çok iyi bilmektedir. Aphrodite O’na Eros’a giden yolu açacak, ancak önüne neredeyse aşılması imkânsız bazı sınavlar koyacaktır. Psykhe nihayet ilk sınavındadır.. Önünde dev bir yığın olarak duran ve karışık halde bulunan buğday, arpa, susam ve afyon tohumlarını bir gün içinde birbirinden ayırmak zorundadır. Çaresizliğin karamsarlığı ile derin bir düşünceye dalmıştır ve zaman akıp gitmektedir.. İşte o sırada bir karınca ordusu ortaya çıkar ve hızla çalışarak bu işi kısa bir sürede tamamlar. Aphrodite hayret ve şaşkınlık içinde kalmıştır. Gecikmeden ikinci sınav gelir… Bu kez Psykhe ölüler ülkesi Hades’e inerek Styks (yemin) ırmağının dev şelalesinin kenarından bir testi su almak ve getirmek zorundadır.. Psykhe tekrar derin bir düşünceye dalmışken bir kartal çıkar gelir ve O’nun yerine bu işi başarır.

Aphrodite bu kez daha büyük bir şaşkınlık duygusu içine girer ve Psykhe’nin bazı gizli güçleri olabileceği konusunda kaygılanmaya başlar. Bu mucizeler, Psykhe’nin derin bilinçaltından gelen bir gücünü ortaya çıkarmış ve kullanmış olabileceğini mi göstermektedir acaba.? Psykhe, hayvanlara hükmedip onları yönlendirebilen arketipal şamanik bir gücü mü kullandı acaba.? Aphrodite, ilk sınavda Psykhe’nin sabrını, ikincisinde cesaretini sınamıştır. Nihayet üçüncü sınav da gelir. Psykhe’ye tekrar ölüler ülkesinin yolu görünmüştür. Tartaraos’a inerek yeraltının tanrıçası Persephone’nin huzuruna çıkacak ve O’ndan bir kutu alacaktır. Bu kutu her şeye nüfuz edebilen bir ‘’güzellik özü’’ ile doludur ve kesinlikle kapağı açılmadan getirilip Aphrodite’ye teslim edilmek zorundadır. Ne yazık ki, Psykhe’nin artık arketipal güçlerini kullanarak bu son sınavı aşabilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü bu bir irade sınavıdır ve bu kez Psykhe sadece kendi kendisi ile yüz yüzedir. İlki sabır, ikincisi cesaret üçüncüsü de bir irade sınavı olmalıydı.. .Psykhe Kharon’un kayığına binerek Akheron ırmağını (kaynayan çamur) geçer ve Tartaros’a inerek Persephone’nin karşısına çıkar. Persephone kutuyu Psykhe’ye verir ve kesinlikle açmaması gerektiğini O’na hatırlatır. Psykhe kutuyu alır ve yeryüzüne çıkar.

Tüm sınavları vererek Eros ile arasındaki tüm engelleri kaldırdığına inanan Psykhe, Aphrodite’nin sarayına doğru yol almaktadır. Eros’la karşılaşma anında O’na çok daha güzel görünebilmenin imkânını kendi elleri arasında tuttuğunu bilen Psykhe, kapağı açmadan teslim etmeye kararlıdır. Ancak, Eros’un karşısına çok daha güzel olarak çıkabilecek olmanın fırsatını da kaçırmak istememektedir. Psykhe, özüne uygun olarak bir kez daha karmaşık ve çok farklı duygular içinde çalkalanmaktadır. Nihayet, ‘’kutunun içindeki güzellikten az bir miktar kendime ayırmamın hiç kimseye bir zararı olmaz’’ diyerek kapağı açar. İşte o an kutunun içinden keskin kokulu bir duman çıkar ve yayılır, Psykhe kendinden geçerek derin bir uykuya dalar ve bir daha hiç uyanamaz. ..Psykhe(ruh) ile Eros(aşk) artık ebediyen ayrı kalacak ve aralarında sadece hasret bulunacaktır… Fakat. Lucius Apuleus efsaneyi mutlu bir sona bağlamak ister.. Eros kanatlanarak Olympos’a uçar ve ölümsüzlük içkisi Ambrosia’yı alarak Psykhe’ye içirir ve O’nu uyandırır. Zeus’tan izin çıkar ve sonsuza kadar birlikte yaşarlar.


Yüklə 0,53 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə