BiLİm tariHİ ve felsefesi



Yüklə 0,53 Mb.
səhifə7/12
tarix25.11.2017
ölçüsü0,53 Mb.
#12366
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

IV.1.3 Kuantum Kuramının doğuşu: Hidrojen atomu için geliştirilen klasik model, elektron ivmelenip ışıma yaptığında (enerji kaybettiğinde) enerji korunumuna göre çekirdek üzerine düşmesi gerekirken, bunun olmadığını, yani Hidrojen atomunun neden dağılmadığını açıklayamıyordu. Bohr klasik modeli bu soruya yanıt veremiyordu. Bu soruyu aşmak için yeni bir mekaniğe (teoriye) ihtiyaç vardı. Mekanikçi düşünce atomun içine bir şekilde girmeliydi, yani şimdiye kadar önemsemediği çok küçük mesafeler üzerine konuşacak bir yol bulmalıydı. O yıllarda başlangıçta atomun özünle hiç alakası olmayan, bir madde ısıtılınca ışıldamaya başladığını ve sonunda akkor hale geldiği olayını anlamada bazı gelişmeler de vardı. Maddenin yüzeyine ve hatta kara olmasına bağlı olmayan, sadece ısıtılmasına bağlı olan bu olay ışığın “kara cisim” problemi olarak bilinir. Fakat bu olay basit görünmesine rağmen hala doğru dürüst bilenen fizikle açıklanamıyordu. İşte Max Planck (1858-1947) 1895 yılında bu problemle, o yıllarda konuşulan atom düşüncesi arasında bir köprü kurmağa kalkıştı. Ve 1900 yılında gene Berlin’de maddenin ısıtılması sonunda ortaya çıkan ışımanın spektrumlarının ölçülmesi başarıldı. Bu sonuca bağlı olarak Max Planck kara cisim ışılamasının teorik olarak ışımanın frekansına bağlı enerji paketleriyle açıkladı, hem madde tarafından yutulan hem de madde tarafından yayınlanan bu enerji paketlerine “ışık kuantaları” dedi. Bu olayın atomla olan ilişkisinin sırrını ise genç Albert Einstein’ın (1879-1955) radikal fikirleri çözdü (1905). Birincisi foto-elektrik olay dediğimiz yani ışığın etkisiyle metallerden elektronun kopması düşüncesi. Bu deneysel olarak gösterildi. Öyle ki kopan elektronun enerjisi gönderilen ışının frekansına bağlı olarak değişiyordu. Yani Max Planck’ın ışığın enerjisinin kuantum denilen paketlerden oluştuğu teorik modelini de doğruluyordu. Bu deneyle gönderilen ışın paketinin, ışık kuantumunun enerjisinin, bir sabitle (Planck sabiti) ışığın frekansının çarpımına eşit olduğu hesaplandı. Işığın enerji paketi (kuantum) özelliğinin yanı sıra ışığın parçacık özelliğine de (ileriki yıllarda foton) sahip olduğu anlaşılmıştı. Bu ışımaların farklı frekanslara olan bağlılığının katı cisimlerin özgül ısına bağlı olduğu biliniyordu. Einstein’ın ikinci deha fikri de bunu çözdü. Bu bağlılığı Planck’ın kuatum kuramının bir özelliği olduğunu, atomların titreşmesine (frekansına) bağlı olduğunu teorik olarak gösterdi. Artık Planck’ın kuantum teorisiyle atom arasındaki doğal köprüler keşfedilmişti. Sıra bu sonuçları atomun kendisini anlamaya, neden dağılmadığın açıklamaya gelmişti. Atomun Newtoncu mekanikle açıklanan güneş sistemi metaforu buraya kadardı. Güneş sistemi ile atom arasındaki fark, yazar Jonhatan Swift’in 1720’lerde yazdığı ünlü Gulliver’in seyahatlerindeki ortalama boyları on beş santimin altında olan Lilliput sakinlerinin davranışları ile atlarının boyları bile 16 metre olan devlerin davranışları arasındaki farktan çok farklıydı. Yani küçük büyük olmasından da öte hücreleri, atomik yapıları aynı olmayan insanlar gibiydiler. Fizikçi Gerard’t Hooft Lilliputların ve devlerin dünyasındaki küçülme ve büyüme oranlarının yağmur damlasında ortaya çıkmayacağını vurgular.26 Yani cücelerin küçük yağmur damlasıyla devlerin büyük yağmur damlası aynı yapıda olamaz. Ama küçük sarkaç davranışıyla iri sarkaç davranışı aynıdır. Mekanikçi yasalar aynıdır.

Işığın aynı zamanda hem enerjiye sahip dalga (Maxwell dalgası) hem de ışık kuantaları (Max Planck kuramı) olduğunun kabul edilmesi zorunluluğu fizikçileri düşündürüyordu. Ya bunlardan biri seçilecekti ya da her ikisi ontolojik bir problem olarak birlikte kabul edilecekti. Niels Bohr’un (1885-1962) Rutherford’un hidrojen atomu modeli klasik çözümünde aynı enerji miktarı farkına sahip kesikli enerjiler olduğunu göstermesi ve bu enerjilerin en alt olanının hidrojen atomunun kararlı durumuna karşılık geldiğini söylemesi burada kapıyı araladı (1913). Zira bu sonuçlar Hidrojen atomu bir etkileşmeye girse de kendine dönme zorunluluğunu açıklıyordu. Yani Hidrojen atomunun bir etkileşme sonunda neden dağılmadığını açıklıyordu. Ama hala elektronların atom içinde bir yörüngede olduğu sorusuna açıklık getirilmemişti. Aksine bu problemi daha da bir çıkmaza girmişti. Her ne kadar de Broglie 1924 yılında Hidrojendeki elektronun yörünge uzunluğunun dalga boyunun tam bir katı olduğunu hesaplamış olsa da, bu sonuç dalga tanecik ikiliğine bir uzlaşma getirmiş olsa da elektronun hesaplanan yörünge frekansıyla deneysel elde edilen frekans arasında fark vardı. Heisenberg (1901-1976) ve Max Born'un (1882-1972) çabalarıyla matrislerle bir mekanik oluşturulmuştu ama bu yaklaşım dinamiğe gerekli yanıtı veremiyordu. Ayrıca elektronun konumunun ve momentinin gösterimleri olan matrislerin aralarında komitatif olmadıkları gösterildi. “Matematiğin o keskin dilinde bu durum, Kuanta Mekaniği (Matrisler mekaniği) ile klasik mekanik arasında köklü bir ayrılığı gösteriyordu.”27 Erwin Schrödinger (1887-1961), 1926 yılında de Broglie kararlı dalga paketlerini (elektronlara) çözümlerini verebilecek bir dalga denklemi yazdı. Kendi adıyla anılacak bu denklemin çözümleri (enerji seviyeleri) hidrojen atomunun deneysel sonuçlarını veriyordu. Dalga denklemi daha sonra Helyum atomu için de perturbatif doğru sonuçlar verdi. Ama bu matematiksel format hala maddenin dalga ve tanecik ikilemine açıklık getiremiyordu. Bazı fizikçilere (Bohr öncülüğünde Kopenhag Okulu) göre Schrödinger denklemi çözümlerinin gerçek elektromagnetik ışık dalgaları (Schrödinger öncülüğünde Paris Okulu) yerine olasılık dalgaları (durum fonksiyonları) olarak yorumlanması bu paradoksun üstünden gelebilirdi. Yani atomdaki elektronlar ışık kuantı (foton) yayınlama ve yutma mekanizmaları bir olasılık dâhilinde bilinebilecekti. Bu büyük tartışmalara neden oluyordu. Başta Einstein bile, “Tanrı zar atmaz,” diyerek bu yoruma kaşı çıkıyordu. Ama atomda korunum yasaları yerine istatistiksel yasaların geçerli olduğu kabulü, yani elektronun kararlı bir durumdan başka bir kararlı duruma geçmesi olasılıklığını bilebilmek, enerjinin korunumu atomda istatistik bir ortalama olarak doğru olduğunun kabulü atomu anlamak için yeterli oluyordu. Zarın nasıl atıldığı artık önemli değildi. Önemli olan zarın kaç yüzünün olduğunu bilmekti. Zar yere düştüğünde sonuçta bunlardan bir gelecekti. Kopenhag yorumunun, atom dünyası için daha gerçekçi olduğu görüldü. Bunu elektronun sis odası deneylerindeki hareketleri de destekledi. Fizikçiler amacına ulaşmıştı. Atomu kendi teknolojileri ve silahları için kullanacaklar muradına ermişti. Ama Kopenhag-Paris çatışması fizikçiler arasında fizik felsefesinde sürüyordu. Bu felsefi çatışma atom dışındaki cephelere, politikalara bile kaymıştı. Ama fizik için bu felsefi çatışmalara (Bu felsefi görüşler için Ref. 23 öneriyoruz) gene fiziğin son vermesi gerekiyordu. Bu da ancak elektronların atom içinde kesin olarak nerede olduklarını söylemek yerine, onların kararlı enerjilere sahip oldukları durumlarda kısmen duracağını kabul eden Kopenhag yorumunun tamamlanmasıydı. Warner Heisenberg bu yoruma bağlı olarak atomda çekirdek etrafında dönen elektronun yeri ve momentumun kesin olarak birlikte tayin edilemeyeceğini (belirsizlik ilkesi) matematiksel olarak kanıtladı. Kuantum fiziği Kopenhag yorumunun zaferiyle tamamlanmıştı. Bu ilkenin zorunlu kabulüyle elektronların kararlı enerjilerinin arasındaki geçiş olasılıklarını bilmek atomu anlamak için yeterli oluyordu. Ancak Heisenberg ilkesi atomu anlama problemine son verirken, determinizm dünyasının nedensellik (sebep sonuç) ilkesi üzerine kara bulutlar getiriyordu.

Işığın bir dalga olmasının yanı sıra parçacık özelliğine (foton) sahip olduğu da anlaşılmıştı. Mekanikçi düşünce atomu anlamada yolunu tamamlamıştı ama serbest halde foton gibi çok hızlı giden parçacıkların hareketini açıklayan bir yol olmalıydı. Albert Einstein bu eksikliği 1905 yılında Özel Görelilik Kuramındaki Lorentz dönüşümündeki uzay-zaman ilişkisine benzer, momentum-enerji dörtlü vektör birlikteliğiyle çözdü.

 

 

Burada da temel kabul ışık hızının tüm eylemsiz referans sistemlerindeki değişmezliği ilkesiydi. Bu bize kütleli ve kütlesiz parçacıkların farklılıklarını da açıkladı. Hareketsiz duran her kütlenin biçiminde büyük bir enerjiye sahip olacağını gösterdi. Daha sonradan bu, kuantum fiziğiyle birleşerek (relativistik kuantum fiziği) atomaltı parçacıklar dünyasının anlaşılmasının önünü açacaktı. Hiç şüphesiz bu değişimim en büyük mimarı Einstein’dır. Ayrıca Einstein, kütleçekimi yasasının da holistik olarak görelilik ilkesine uydurulması gerektiğini düşündü. Uzay ve zaman birlikteliği (geometri) ile madde (enerji) dengesi üzerine kurulmuş olan genel rölativite (görelilik) kuramıyla kozmolojik bir model ortaya koydu.



 

 

Şekil: Kütlenin uzay zamanı büküşünün bir modellemesi. Eğri uzayların matematiğiyle yazılan denklemler çözülecek ve bu eğrilme gözlemlerle kanıtlanacaktı. 



Parçacık dünyasındaki ve kozmolojideki bu gelişmeler evrenin oluşumunu ve bugünlere nasıl geldiğimizi anlatacak bir modelin (Büyük Patlama) ortaya çıkmasını sağlayacaktı.
EK: Basit sarkacın tarihine ek: Sarkacın kuantum dünyası.


IV.1.4 Yıl 1932 ve Sonrası: Kuantum fiziği tamamlanmış (1913) ve özel rölativitenin (1915) önemi serbest parçacıklardaki önemi anlaşılmıştı. Çekirdek içinde protonun yanı sıra çekirdeği bir arada tutan yüksüz bir parçacığın olabileceği tartışılmaya başlanmıştı. 1932 yılında atomun içinde protonun kütlesine sahip yüksüz parçacığın (nötron) Cambridge’deki Cavendish lab.da gözlendiği Rutherford’un öğrencisi James Chadwick (1891-1974) tarafında duyuruldu. Çekirdeğin dağılmasından ortaya çıkan serbest nötronların davranışlarını veren denklem Schrödinger denkleminin rölativisttik olamama olumsuzluğunu aşmıştı. Ama yarım spinli elektronların serbest hareketlerini verecek rölativisttik bir denklem gerekliydi. Bunu da Dirac’ın 1928 yılında yarım spinli parçacıklar (elektron) için geçerli rölativisttik denklemini yazmış olmasıyla aşıldı. 1932 yılında Carl Anderson tarafından kozmik ışınlarda elektron kütlesine eşit fakat pozitif yüklü bir parçacığın (pozitron) gözlenmesiyle Dirac denkleminin elektron çözümü yanındaki ikinci çözümünün karşılığı bulunmuş oldu. Bu yalnız Dirac’ın değil, I. Dünya savaşı sırasında bilimde prestijini kaybeden İngiltere’nin başarısı olarak tarihe geçti. Çünkü İngilizler I. Dünya savaşını kaybetmiş olmalarının nedenini bilimde geri kalmalarına bağlamışlar ve savaş sonrası bilimin güçlenmesi için büyük paralar harcamışlardı. Bilimin böyle lobicilik, bir ülkeye koçluk görevi de vardır.

II. Dünya savaşı öncesi bilimdeki kıpırdamalar daha çok çekirdek reaksiyonları (enerjisi) üzerine yoğunlaşmaya başladı. Çünkü böyle bir enerjiye sahip olanın yaklaşmakta olan yenidünya savaşının kazananı olacaktı. Tabi bu ara bu konuda teorik fizik çalışmalar hızlandı. Bu gruplardan önemlilerinden biri de Roma okuluydu. Bu okulun başını Enrico Fermi (Segre, Majorano, Pontecurvo) çekiyordu. Roma Fizik Enstitüsünde 1930lu yıllarda çekirdek fiziği deneyleri, özellikle nükleer enerji kaynağı olan nötron bozunumlarına dönük araştırmalar yapılıyordu. Özellikle uranyumun bozunumu üzerine Avrupa’daki laboratuvarlar arasında büyük bir yarış başlamıştı. 1938’de çeşitli laboratuvarlarda uranyum çekirdeğinin parçalanması gerçekleşti. Artık atom bombasının o trajik hikayesi başlıyordu.

Bu konuda uzman olan özellikle Yahudi kökenli bilim insanları Nazi baskıları yüzünden bir bir ABD’ye kaçmaya başladılar. Sayıları o kadar yüksek olmasa da Avrupa’dan Sovyetler Birliğine kaçanlar da vardı. Eşi (Laura) Yahudi olan Fermi de ABD’ye kaçmak zorunda kaldı. Bu konudaki diğer önemli isimler arasında Yahudi asıllı Segre, Szilard, Wigner ve Einstein, gibi fizikçiler de vardı. MIT ve Harward üniversiteleri bu kaçışların çekici noktalarıydı. Sonuçta Başkan Roosevelt Manhattan olarak bilinen atom bombasını yapılacak çılgın projeyi onayladı (1941). (Leo Szilard’ın yaşamı için bakz: www.gedizakdeniz.com, Einstein-Russell manifestosu ve Pugwaslılar )

Atom bombası maalesef 15 Temmuz 1945’de New Mexico’da denendi ve 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima’nın üzerine bırakıldı. Yüzbinlerin ölümü ve sakat kalmasıyla Bilim (özellikle fizik) dünyası insanlığın gözünde büyük bir itibar ve güven kaybına uğradı. 2. Dünya savaşında da Avrupalılar savaşı kaybederlerken gene ABD gelmiş onları kurtarmıştı. Bakmışlar bu tek başına olmuyor. Şimdi bunu tüm Avrupa bir araya gelerek Avrupalılar CERN’de yapılan bilimle güçlü olmaya çalışıyorlar, Avrupa bilim dünyası tanrının parçacığı (Higgs) ile moral bulmaya çalışıyorlar.


Diğer örneğimiz de kuarklar. Hani protonla nötronun içinde olan parçacıklar. Kuarklar da ilk önce bir matematiksel model olarak ortaya çıktı, hatta kuarkları ilk defa öneren fizikçi Murray Gell-Mann ağır eleştirilere hedef oldu. Özellikle deneyciler, “Böyle saçmalık olur mu?” diye karşı çıkmışlar. Gell-Mann, “Benim üstüme bu kadar gelmeyin!” demeye başlamış. “Kabul ediyorum, sonuçta bu bir matematiksel model,” demeye tam karar verdiğinde, Dirac’la buluşuyor. Dirac ona, “Sakın modelini geri çekme,” diyor. “Anti elektronu matematik olarak önerdiğim zaman bana da böyle saldırmışlardı,” diyor. Gell-Mann’a geri çekilmiyor, hakikaten de belli bir süre sonra deneysel olarak kuarkların var olduğu... İzleri gözleniyor. Gell-Mann Atomaltı fiziğe yeni paradigma getiren insan. Bugün yalnız Nobelli bir fizikçi değil, fizik dünyasının gurularından biri. O nedenle bizim gibi ülkelerde bu tür matematik çalışmalar çok çok daha önemli. Bu matematik model yapıp, olmayan, gözlenilmeyen durumlar hakkında bir şeyler söylemeye kalkışmak. Ama bu da tabi cesaret ister. Hele bizim gibi ülkelerde büyük cesaret ister. Başkalarının makinelerinde bilim yapmak yerine, başkaların verdikleri problmleri çözmek yerine kendi başımıza oturup bu tip teorik modeller yapmalıyız. Ama bugünkü bilim politikalarımız tam bunun tersini destekliyor.

IV.2 Mantıksal Pozitivizm 

IV.2.1 Giriş: Felsefecilerin, modern dönemin başında laboratuvarlarda sabahlara kadar oturup mekanikçi düşüncenin yönlendirmesinde deney yapanlarla, çok özel matematik tekniklerle (analitik mekanikçiler) hareketlerin diferansiyel denklemlerini yazanlar ve bunları yeni tekniklerle çözmeye çalışanlarla yollarını ayırmaya başladıklarını, geçen derste (bölümde) “ispatçılık” başlıklı felsefi çalışmalarıyla (bilim felsefesi) yeni kimlik arayışları içine girdiklerini görmüştük. 20. yüzyılın başlarında, yukarıda özetlenen mekanikçi düşüncenin yeni formları (kuantum ve görelilik) kuramları deneysel olarak kanıtlanmaya başladığında, felsefecilerin, özellikle matematik ve fizik alt yapılı felsefecilerin yeni mantıksal pozitivizm (olguculuk) yöntemleri arayışları daha da hızlandı. 1920’lerde entelektüel soy kütüğü teorik fizikçi ve felsefeci Ernst Mach’a dayanan, “Viyana Çevresi” olarak bilinecek bir bilim felsefecisi grubu ortaya çıktı. Bunlar çoğunlukla o yıllarda Avrupa’nın felsefede en güçlü üniversitelerinden bir olan Viyana Üniversitesi’ndendiler. Viyana Üniversitesi civarındaki kahvelerde toplanıyorlardı. Çoğu fizikçi, matematikçi, psikolog gibi farklı alan alt yapılıydı. Yaşamını 1939’e kadar sürdürecek olan bu ekol, Descartescı deterministlerin mantıksal pozitivizm doktirini bilimlerin birliği için temel alan, felsefeyi analitik bir süreç olarak gören, “Bilimsel Dünya Görüşü” başlıklı bir bildiriyle felsefe dünyasına sundular. Amaçlarının sosyal bilimleri doğa bilimlerinin başarıları üzerinden modellemek, bilimle bilim olmayanı ayırmak, bilimin metafizikle olan ince sınırlarını tayin etmek, yağmur gibi ortaya çıkan yeni sosyal bilim dallarındaki “başıbozukluğa” matematiksek ideallerle ve indirgemeci açıklamalarla bir çeki düzen vermek olduğunu ilan ettiler. “Felsefenin yeni bir işe kalkışması lazım. Felsefe ortalığı karıştırıcı, dağıtıcı değil, felsefenin artık toparlayıcı olması lazım” diye konuşuyorlar ve yazıyorlardı. Bu misyon, bilimi metafizik sorunlarından ve bilim dışı anlamsız önermelerinden arındırmak için, bir şekilde bilim ve felsefeyi yeniden tanımlayacak bu disiplinler arası yöntemlerinin bütününe mantıksal pozitivizm adını verdi. (Ömer DEMİR, Bilim Felsefesi).

Tabi ki bu bilimsel bilgi ile bilimsel olmayan bilgiyi ayıran “evrensel” yöntemleri özellikle o yıllarda kendini hala tam olarak tanımlayamamış sosyal bilim alanlarında etkin olacaktı. Fen bilimlerinde böyle bir endişenin olmadığını “ispatçılık” felsefesini işlerken konuşmuştuk. Ancak unutmamak lazım ki, bugün kaotik olarak tanımlanabilen sistemler üzerine yapılan çalışmalar uzun yıllar fizik alanı dışına itilmiştir. Bugün hala fizikte kaotik sistemler üstüne yapılan kuramsal “fizik” çalışmalarını fizik olarak görmeyen kesimler vardır. (Kaotik sistemlerin tek-biçim ve toplanabilme özelliklerinin olmamasından). Tekrar bu Viyana okuluna dönersek, yöntemlerinin evrenselliğinden söylemek istedikleri, mantıksal çözümlemelerinin, sosyolojinin, psikolojinin kendi bilgi edinme kuralları için de, hukukun kendine yeten mantıksal kurallar içinde geçerli olmasıydı. Yani psikolojide bir bilgi edinme kuralı varsa bu bilginin güvenilir (epistemolojik) bilgi olup olmadığını ayıracak bir çözümleme yöntemi hukuk için de, sosyal bilimler için de geçerli olmalıydı.

Ama bugün bu endişelere yer vermeyecek yeni bilim dalları, her şeyin bilimi olduklarını iddia eden, sosyal bilimlerle fen bilimlerini bile ayırmayan yeni bilim adayları var. Karmaşıklık gibi, kaos kuramı gibi, kendiliğinden örgütlenme gibi, simülasyon gibi tüm postmodern (nonlinear science) yöntemleri kapsayan, hem makro ve hem de mikro dünyada geçerli olduğunu söyleyen, bilimlerin bilimini olduğunu iddia eden “Karmaşıklık Bilimi” var. Başka aday da “Siborg Bilim” (Küreselleşmeci bilim, Büyük bilim (Big Science)). Son derslerimizde bunları bir şekilde gözden geçirmeye çalışacağız. Ama burada hemen şunu söyleyebiliriz. Bilimlerin bilimi olduklarını iddia eden bu adaylar, “Bugünün dünyasında bırakın doğa bilimleri içindeki ayrımı, sosyal ve doğa bilimlerinin ayrımı kalmadı” diyorlar. Yani “Bırakın doğa bilimlerini biyoloji, fizik, kimya diye ayırmayı, fizik ve sosyolojiyi ayırmak, fizik ve psikolojiyi ayırmak gibi durumları bile ortadan kaldırıyoruz” diyorlar. Bu iki adayın da inandıkları tek çözümleme var, o da bilgisayarlar! Yani onlara göre mantıksal pozitivistlerin pabuçları çoktan dama atılmış durumda. Ama bilim felsefesi anlamak için bizim bu Viyana Okulunun çözümlemelerini gözden geçirmemiz lazım.

IV.3 Mantıksal Çözümleme 

 

 

 

 



Bir sembolik önermenin doğruluk tablosu, o sembolik önermenin içindeki önerme değişkenlerinin alabileceği doğruluk değerlerine göre, sembolik önermenin alacağı doğruluk değerlerini gösteren bir tablodur. Yukarıda "ve, veya, ise" sembollerini kullanarak oluşturulan doğruluk tablolarını görüyoruz. Tümel evetleme eklemi, tikel evetleme eklemi ve koşul ekleminin bir bileşik önermedeki doğruluk tablosunu inceleyelim. Tümel evetlemeli bir önerme ancak her iki bileşeni de doğru ise doğru olabilir. Diğer tüm hallerde yanlıştır. Tikel evetlemeli bir önerme ise ancak iki bileşeni de yanlışsa yanlış olur.

Eğer bir bilim dalı böyle bir mantıksal çözümlemeye uygun değilse “o zaman biz bunu bilim kabul etmeyeceğiz” diyorlar. Mesela hukuk bilimi? Her ne kadar adaletin temel kuralında, “Hak sahibi olana, hakkının verilmesi esastır, özgürlüğün korunmasıdır,” dense de, hukuk felsefesi üzerine geniş çalışmalar yapılmış28 olsa da hukuk yasalarına baktığınız zaman, bunların hep “ve, veya, ise” biçiminde kendine yeten mantıksal kurallarına göre kurulu düzenin korunması için yazıldığını görürüz. Otoritenin sağlamlaştırılması amacıyla bunların önermesel anlamları kullanılır ve her türlü kararını buna göre verir. Eğer bir hukuk fakültesi öğrencisi, p ve/veya q ilişkilerini sınavda sorulan olayı düzgün bir şekilde tabloya uygun olarak çözümlerse, bunu yapabilirse, dersi çok rahat halleder. Ama beceremiyorsa, ne yapıp etse de dersten geçemez. Çünkü sınav kağıtları bu esaslara göre değerlendirilir. Yani bunlar da hukukun “de&da” larıdır. “Hukukçu bu şablona aykırı davranmamalı!” denir. Aksi durumda bütün cevap çizilir, öğrenci puan alamaz. Eğer hukukta bir öğrenci olayı güzel güzel anlatıyor, “kendine yapılmasını istemediği olayı başkasına yapmış” falan diyorsa, ama orada ve-veya hatası yapıyorsa, hocası şak diye bir kalemle o yanıtı çizer. Benim lisede kompozisyon dersinden kaldığım gibi onu da sınavdan geçirmez. Hukuk, “Ben bilimim,” diyor. Bu ve-veya’lar da direniyor. Hukuk insanı iddianameyi yazarken devlet iradesinin üstünlüğü için kendine yeten hukuksal pozitivizm dediği, “Mantıksal Çözümlemeye” devam diyor. Ama şimdi biliyoruz öyle yapılar, olaylar var ki, karmaşıklık bilimi ile karmaşık oldukları saptanmış. Böylesine karmaşık problemlerde bu hukuksal mantığın doğru çalıştığından nasıl emin olabilirsiniz? Örneğin futbolda şike olayı, değil mi? Futbol dediğin şey, oynanan topu ile idarecileri ile sporcularıyla, menajerleri ve hakemleriyle yani şunlarıyla bunlarıyla, seyircisiyle öyle karmaşık bir sistem ki, bu karmaşık sisteme duyarlı bir olayda, “Kim suçlu?” problemini ve/veya mantıksal çözümlemesiyle çözemezsin! Ama karmaşık olmasından dolayı her zaman devlet otoritesi arzusuna uygun bir çözüm bulabilirsiniz. Türkiye’deki şike olayının hukuksal olarak bugün geldiği yer bunu kanıtlamaktadır. Topu başka nedenlere atıyorlar, ama temelde işin içinden çıkılmadığı ortada. Ama hala hukukçu olarak diyemiyorlar ki, “Futbol karmaşık bir sistemdir, biz bu olayda mantıksal çözümleme kullanırsak hata yaparız. Bu şeklide alınan kararın kimseyi tatmin etmesi mümkün değildir.” Tabi böyle karmaşık bir olayda hukuka hâkim olan otorite, kötü niyetli ise, seni içeri atmak istiyorsa mantığı (savcı) kendine göre kurgulamada elinde sonsuz çözümleme var. Seni kimse kurtaramaz. Tabi şike gibi tip karmaşık olaylarda, her ne kadar bilirkişi kullanılıyorsa da jüri sisteminin kullanılması daha adaletli gibi. Ve böylesine kötü niyetten seni korur. Ama jüri sisteminin de kendi içinde problemleri var. Bu tartışmalar hukuk felsefesinin alanı içine giriyor. Ben bir hukuk felsefecisinden böyle bir seminer izlemiştim. Seminerci hukuk felsefecisiydi, Örnekleyerek anlatıyordu: Amerika’daki bazı davalarda adam yüzde yüz suçlu, fakat öyle şeyler yan yana getiriliyor ki adam için jüri suçsuz diyor. Ondan sonra adam çıkıyor. Bilmem kaç yıl sonra adamın suçlu olduğu anlaşılıyor. Şimdi ben burada sizin haklarınızı gasp eden bir metnin oylamasını yapacağım. Silah zoru yoksa böyle bir metin buradan geçer mi? Benim dışımda hepiniz karşı çıkarsınız. Değil mi? “Hayır,” dersiniz oylamada. “Böyle bir bu metni kabul edemeyiz!” dersiniz. O zaman ne yapıp edeceğim, metni sizin tarafınızdan kabul edilecek biçimde süsleyerek yazacağım. İşte onun için bu referandumlar var. Ne kadar sağlıklı bilinmez? Bunlar hep hikaye, hep süsleme. Çünkü metni hazırlayan zaten iktidar olanlar. Metni öyle bir hazırlıyor ki, baştan her şey hesaplanmış, ambalajlanmış. Öyle bir metin hazırlanacak ki sizlerin %50 den fazlası ona “Hayır,” diyecek. Bunu yaparlar mı? Elbette hayır. O zaman metnin “Evet” olarak oylanabilmesi için gerekli her şeyi hazırlarlar. Sonra metni oya sunarlar. Bilindiği gibi uluslararası meselelerde de böyle kararlar alınıyor. Avrupa Birliği karalarında örneğin. O hukuk felsefecisi konuşurken dinleyiciler arasında bir Türk olduğunu bilmiyor. Ve Türkiye’nin neden Avrupa Birliği’ne alınmak istemediğini anlatıyor. “Nedeni gayet basit,” diyor. “Çünkü Avrupa Birliğinde bir karar alınırken, o karar daha önce oylamaya gelmeden, herkesin üzerinde mutabık olacağı bir şekilde hazırlanıyor. Herkesin üzerinde anlaşamayacağı bir metin zaten oylamaya sunulmuyor. Şimdi “votation power”da yani oyun gücünde şu var: Avrupa Birliği'nde birçok ülke aynı beklentilere sahip. Çekler, Slovaklar, Polonyalılar, Macarlar gibi... O metne bir cümle yazdığın zaman bunların hepsini aynı anda mutlu ediyorsun. Ama Türkiye AB'ye girdiği zaman, Türkiye için her zaman metne ayrı bir cümle yazılması gerekli. Çünkü Türkiye Avrupa’dan oldukça farklı özellikleri olan bir ülke. Yani Türkiye’nin bir oyu dokuz oya karşılık gelecek. Bu nedenle açık ki AB karalarında uzlaşmazsızlıklar, sıkıntılar çıkacak.”

Her neyse, boyumuzu aştık. Bir de hukuk felsefesi yapmaya kalktık. Biz tekrar çerçevemize dönelim. Şimdi durumlar için değil de hareketler için geçerli olan mantıksal çözümlemeye, mekanikçi çözümlemeye geçelim.  



Yüklə 0,53 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə