Bilimden kaçış mı



Yüklə 43,95 Kb.
tarix06.02.2018
ölçüsü43,95 Kb.
#26078


Bilimden Kaçış mı?

Prof. Dr. Ayşe Erzan

TÜBA Asli Üyesi

erzan@itu.edu.tr


Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Ağustos sonunda kamuoyuna ve eğitim camiasına sunulan İlköğretim müfredatı, hem eğitim felsefesi ve yöntemleri açısından yeni yönelimleri yakalama, hem eğitim sistemimizin malul olduğu ezberciliğe son verme, bağımsız düşünebilme ve araştırma yeteneklerini geliştirme doğrultusunda özlemi çekilen bazı dönüşümleri gerçekleştirme açısından umut veren bir girişim oldu. Öte yandan, yeni müfredatın kamuya mal edilmesi için televizyon, yazılı basın ve internet dahil tüm iletişim ortamlarında tanık olduğumuz tanıtımında, “Newton mekaniğinin ötesine geçme,” “kuvantum mekaniksel düşünme,” “determinizmin terk edilmesi,” “lineer düşüncenin terkedilmesi,” “Aristo mantığı yerine bulanık mantık” gibi ifadeler yer aldı. Ancak bir tek televizyon programında [1] tartışıldıklarına tanık olduğum bu tür ifadelerde yer alan terimlerin, teknik anlamlarının hakkının verilmesi kadar, bu kavramların bağlamlarından kopartılarak serbest çağrışım yöntemi ile yorumlanıp farklı gündemlerin hizmetine koşulmaları da beni doğal olarak ilgilendiriyor. Bu tür ifadelerin post-modernist düşünsel arka planını ve ne tür bir gereksinime karşılık verdiklerini anlamaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Bunu yaparken, günümüzde bir tür “bilimden kaçış” olarak adlandırabileceğimiz [2] tepkilerin kökenine ve toplumsal işlevine göz atmak istiyorum.

Bu makalede ilk önce, bazı temel yanlış anlamaları ortadan kaldırmaya çalışacağım. İkinci olarak, eğitim alanında öngörülen değişimleri sunarken gönderme yapılan bilimsel gelişmelerin, ima edildiği türden kopuşlar oluşturmadığını, hele de bildiğimiz anlamda bilimin, "geride bırakılması gerektiği" gibi bir noktaya varmamız için hiçbir neden olmadığını savunacağım. Üçüncü olarak ise, eğitim ve düşün yaşamımızda bilim tarihinden, bilim felsefesine bugün ancak slogan düzeyinde tartışılan bazı konuların, daha yetkin bir biçimde ele alınması gereksinimini vurgulayacağım.

Müfredat Değişikliği Nasıl Sunuldu?

"Newtoncu determinist düşüncenin terkedilmesi" gibi bir ifadeyi ele alalım. Newton mekaniği, onyedinci yüzyılda Newton'un yaptığı büyük atılım sayesinde cisimlerin hareketlerinin, yani konum, hız ve ivmelerinin (hızlarındaki değişikliğin) matematiksel olarak modellenmesini ve hızın değişimine "kuvvet" diyeceğimiz etmenlerin neden olduğu bilgisini içeriyor. Örneğin, birbirleri ile etkileşen iki cismin herhangi bir andaki konum ve hızlarını biliyorsak, bunların bir süre sonra, nerede olacaklarını ve ne hızla gideceklerini, hatta zaman içinde uzayda çizecekleri yolu, yani "yörünge"lerini, hesaplamamıza elveren bu bilgi ve yöntemler, o kadar başarılı oluyorlar ki, "bilimsel bilgi"nin ne tür kestirimlerde bulunabileceği konusunda, tüm bilimsel önermeler için geçerli olduğu varsayılan bir beklentiler halesi oluşturuyorlar. [3] Başka bir deyişle, mekanik bilimi başlangıç koşullarının sonraki gelişimi kesin olarak belirlemesi (determinizm) özelliği ile, bilimsel herhangi bir disiplin için bir şablon, hatta bir mihenk taşı haline geliyor. Farklı disiplinlerin bilim adını hak edebilmeleri için onları ilgilendiren (örneğin nüfusa, ekonomiye ya da meteorolojiye ait) çeşitli büyüklüklerin, herhangi andaki değerleri verilmişse, istenildiği kadar uzun bir zaman sonraki değerlerini tam isabetle tayin edebilmeleri, dahası, betimsel ifadelerin ya da yorumların da matematiksel bir kesinlik taşımaları beklentisi doğuyor. Bu beklentiler sadece sokaktaki insanı değil, aynı zamanda akademik dünyanın kendine bakışını, öz-imgelemini de etkiliyorlar. Ancak bu olgu, bence, bilime içsel olmaktan çok, bilim tarihini ve sosyolojisini ilgilendiren bir konu.

Ölçülebilen büyüklükler arasında matematiksel bağıntılar kurarak onlar hakkında yeni bilgiler üretebildiğimiz alanlar aslında çok sınırlı. Fiziğin dışında bu alanlardan biri de ekonomi. Ama öte yanda biyoloji, sosyal bilimler, ruh bilimleri gibi, her vakit niceliklendirilmeye elverişli olmayan bazı özelliklerin birbirleri ile ilişkileri, sebep-sonuç bağıntıları ve buna benzer sorunlar ile uğraşan bilim dalları da var. Bu örneklerde, alan çalışmaları yahut laboratuar ölçümleri ile saptanabilen bazı niceliklerin arasındaki ilişkilerin, matematiksel bağıntılar biçimini alan “yasa”larla ifade edilmeleri belki de hiç mümkün olmayacak, ya da bu tür bağıntıların geçerlilik koşulları her zaman çok kısıtlı kalacak. Bütün bunlar için mekanik biliminin bir şablon oluşturması olanaksız. Bu nedenle de, zaten bu bilim dalları için "determinizm"den söz etmek çok anlamlı değil. Bu tür yanlışlara düşmemek için, bilim okur-yazarlığı denilen edinimin, bilim tarihi, farklı alanlarda bilginin organizasyonu, bilimsel ifadelerin, açıklamaların alabileceği biçimler ile de bir tanışıklık içermesi gerektiğini düşünüyorum.

Mekanik bilimi içinde, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında, birbirinden çok farklı iki gözlem ve deney kümesi, tüm beklentilerin tersine, hem birçok durumda ölçümlerin istenilen isabetle yapılamayacağını, hem de kestirimlerin belli bir hata payına tabi olacağını gösteriyorlar. Bu kümelerden birincisi, bugün popüler dilde “kelebek etkisi” diye bilinen ve “kaos teorisi”adı altında çalışılan araştırma alanına kapı açıyor. İki değil de üç ya da daha fazla sayıda birbirleriyle etkileşen cismin hareketini, tamamiyle Newtoncul mekaniğin yöntemleri ile incelediğimizde, kestirim ufkunun (yani ne kadar süre için hareketin kestirilebileceğinin), başlangıç koşullarının ne kadar isabetle ölçüldüğüne hassas biçimde bağlı olduğunu keşfediyoruz. Matematiksel denklemlerde "doğrusal olmama" (buna aşağıda döneceğiz), ya da sistemin "geri beslemeli olma" özelliği ile ilgili olan bu durumun, ancak ondokuzuncu yüzyılın sonlarında fark edilmeye başlanması ve bu sorunla başetmek için yeni yöntemlerin yirminci yüzyılın ikinci yarısında geliştirilmiş olması, popüler dilde "kaos" tabir edilen bu tür kestirilemezliğin, Newton mekaniğinin dışında ya da onu yadsıyan bir gelişme oluşuna hiç mi hiç işaret etmiyor! Dikkat edilecek olursa, burada yeni gözlemlerle sorgulanmak zorunda kalınan şey, yukarıda da işaret edildiği gibi, bilimsel bulgular değil, mekanik bilimine dair daha çok bilim sosyolojisini ilgilendiren beklentiler oluyor.

Yirminci yüzyılın başında çok büyük ikinci atılım, klasik yöntemlerle anlaşılamayan birçok gözlemi açıklayan ve atomik ya da atom altı boyutlardaki cisimlerin hareketleri ile ilgili sorulara yepyeni bir yaklaşım tarzı olarak karşımıza çıkan kuvantum mekaniği. Doğal olarak, büyük kütleli cisimler için kuvantum mekaniğinin kestirimleri Newtoncul mekaniğin kestirimleri ile örtüşmek zorunda. Çok küçük boyutlu (küçük kütleli) cisimlerin hareketlerini keyfi isabetle betimleyemeyeceğimizi dile getiren “Belirsizlik İlkesi” ise, Heisenberg tarafından ilk öne sürüldüğü zaman da çok büyük felsefi yankılar uyandırıyor. Böylece, kütlesi (boyutları) ile, bu belirsizliğin kapsamına girdiğini anladığımız cisimler için, klasik anlamda yörüngeler yerine, herhangi bir anda belli bir konum civarında bulunma olasılıklarını hesaplamak gerektiği ortaya çıkıyor. Talihsiz bir biçimde Heisenberg’in de bir ölçüde katkıda bulunmuş olduğu, teknik anlamından ve bağlamından kopartılmış bir "Belirsizlik İlkesi" üzerine, dolu dizgin yapılan bir dizi spekülasyon, iki savaş arası dönemde Batıda sadece bilim felsefesine değil, tüm dünya görüşüne önemli bir biçimde damgasını vuruyor. Kaygı, korku ve geleceğe güvensizlik yüklü bu yıllarda, belki de “Zeitgeist”e (dönemin ruhuna) çok denk düştüğü için, mistisizmin ve bilinemezciliğin yüceltilmesine epey katkıda bulunuyor. Halbuki, kuvantum mekaniği, salt bilinemezliğe işaret etmek yerine, Newton’un hareket denklemlerinin geçerliliğini yitirdiği yerde onu tamamlayan, bilme yöntemlerimizi genişleten ve Newtoncul mekaniğin omuzları üzerinde yükselen bir yapı. Bu son özelliği ile de, bir yandan klasik mekanikle bilimsel bir bütünlüğü ve sürekliliği paylaşan, aynı disiplin içinde, aynı akademik ortamlarda öğretilen bir kuram, öbür yandan da yepyeni gözlemsel ve deneysel olanaklar sonucunda sadece fizik, kimya değil, moleküler biyolojinin de giderek daha vazgeçilmez olarak başvurduğu bir yöntem. (Ne var ki, oldukça yüksek matematiksel donanım gerektirdiğinden, sonuçlarından ilk ve orta öğretimde bahsedilse bile, kuvantum mekaniği müfredata ancak üniversite düzeyinde girebilen bir konu olmayı sürdürüyor.)

Matematiksel bir temele oturmuş bilim dallarında "kestirilemezlik" ile başa çıkmak için istatistiksel yöntemler geliştirilmiş bulunuyor. Fizikte “kestirilemezlik,” ister sistemin çok fazla değişkene, ister az sayıda değişkene doğrusal olmayan biçimde bağlı oluşundan kaynaklansın, ister çok küçük boyutlara sahip sistemlerde klasik mekaniğin “determinizmi” yerini kuvantum mekaniğinin olasılık hesaplarına bıraksın, sonunda bu kestirilemezliğin üstesinden istatistiksel yöntemlere başvurarak gelebiliyoruz. Farklı sonuçların gözlenme olasılıklarını, ister kalem kağıtla, ister bilgisayarların yardımı ile hesaplamamıza yarayan kuramlar geliştirebiliyoruz. Bu bilinemezliğe değil, sorulara farklı türden cevaplar üretebilmemize işaret ediyor.


İlköğretim müfredatında “Newtoncul mekaniğin terkedilip kuvantum mekaniksel düşünmenin benimseneceği” ifadesinin isabetsiz olduğunu, ne Newton mekaniğinin, ne de kuvantum mekaniğinin birer "düşünme biçimi" olmadığını umarım anlatabilmişimdir. Burada ifade edilmeye çalışılan, şöyle bir şey olsa gerek: “Öğrencilere bilimi tanıtırken, konu ne olursa olsun, her sorunun kesin, her koşul altında doğru bir cevabı olduğu; bilimin bugün bilinenlerden yola çıkarak her konuda şaşmaz bir isabetle geleceğe yönelik kestirimlerde bulunma yetisi olduğu, tüm bu eylemlerde hiçbir biçimde belirsizliğe, yanılma payına ya da olasılığa yer olmadığını anlatıyor, eğitim pratiğimizi de böyle bir imgelem üzerine temellendiriyorduk. Şimdi çocuklara bunu böyle öğretmekten vazgeçeceğiz.” Yani burada terkedilmesi gereken, aslında Newtoncul mekanik ya da "düşünce biçimi" değil, gerçekle ilgisi olmayan, yapay ve şematik bir biçimde algılanmış ve öğretilegelmiş beklentiler ve tanımlar olmalıdır.

“Lineer düşüncenin terk edilmesi gerektiği,” sık sık karşımıza çıkan yanıltıcı ifadelerden bir diğeri için bkz. Milli Eğitim Bakanlığı web sayfası, http://programlar.meb.gov.tr/index/index.htm: "Baskın lineer düşünce yerine, karşılıklı nedensellik ilkesi [?] ve çoklu sebep-çoklu sonuç anlayışı [?] öne çıkarılmıştır."

Gündelik konuşmada birbirimizi “Düz mantıkla düşünme!” diye uyardığımız olur. Burada kastedilen, kısıtlı bilgi ile, sorunu kuşatan tüm koşulları ve etmenleri etraflıca araştırmadan, çözüme etkili olabilecek başka bilgileri hesaba katmadan, eldeki önermelerden çıkartılacak mantıksal sonuca bel bağlanmamasıdır. Bu sözün gayet gündelik ve mantıklı anlamı ile, “lineer olmayan sistemler teorisi” arasında iğreti bir ilişki kurularak “lineer düşünce” diye bir kavramın üretilmiş olması, maalesef güncel yazında da oldukça yaygın biçimde rastlanan talihsiz bir durum. “Lineer,” yani “doğrusal” sistemler, kestirimleri çok daha kolay sistemler. “Kaos teorisi” diye anılan matematiksel teori ise doğrusal olmayan (sistemlerin) hareket denklemlerini inceliyor.1 Görüyoruz ki, “lineer” ya da “non-lineer" düşünce diye birşeyden bahsetmek anlamsız. Olsa olsa, “Doğada ya da toplumda karşılaştığımız pek çok olgunun lineer denklemlerle betimlenemeyeceği, yani daha açık ifade etmek gerekirse, bunların zaman içindeki devinimlerinin bazen şaşırtıcı derecede kestirilmesi zor, hatta belli bir 'kestirim ufkunun' ötesinde imkansız olduğunun farkında olmamız gerektiği,” söylenebilir.

Bir diğer açıklığa kavuşturulması gereken kavram, “Aristo mantığı” ile karşı karşıya getirilen “bulanık mantık.” Örneğin, “Bu ‘fuzzy’ (fazi diye okunuyor) mantığıyla ilgili.... Bulanık mantık yani. Aslında doğanın kendisinde bir esneklik var. Bu esneklik bir şekilde dünyayı anlamak ve yaşamı formatlamak için doğrusallaştırılıyor. ‘Lineer’ hale getiriliyor. Hayatı sadece siyah ve beyaz seçeneklerine indirgeyerek kolaylaştırıyor.” (Prof. Ziya Selçuk’la yapılan röportajdan, Vatan gazetesi, 27.09.2004.)

Aristo mantığı, gündelik dilde akıl yürütmelerimizin bir kısmının, iyi tanımlanmış kurallara bağlanması demek. Eğer varsayımlarımız bu tür bir çıkarsamaya konu olma koşullarını yerine getiriyorlarsa, bu kurallar sayesinde, yapılacak çıkarsamaların doğruluklarını garanti altına alıyoruz. Bulanık mantık, günlük dilimizde yaptığımız akıl yürütmelerin daha büyük bir kısmının kesin kurallara bağlanabilmesini olanaklı kılmaktadır.2 Böylece daha çok durumda uygulanabilen ve doğru sonuçlara ulaşmamızı sağlayan bir araç elde etmiş bulunuyoruz.

Yukarıdaki alıntıda tekrar karşımıza çıkan doğrusallık sözcüğünün, çok çeşitli anlamlarda (burada basitleştirme ya da şematize etme anlamında) kullanılabildiğini görüyoruz; bu konuya tekrar girmeyeceğim. Ne var ki “bulanık mantık” ve "bulanık kümeler”in, ancak yaklaşık olarak "beyaz" ya da "siyah" (olumlu ya da olumsuz, A ya da B) diye ayırabileceğimiz örnekler hakkında, bize daha çok ve daha ayrıntılı bilgi iletme olanağı tanıdıkları için, aslında esneklik değil, saptamalarımıza daha büyük kesinlik kazandırdıklarını söyleyebiliriz!

Bilimde Yeni Gelişmeler mi, "Yeni Bir Bilim" mi?

Bu yazıda şimdiye kadar tartışmaya çalıştığım ifadelerin hepsinde, eğitim anlayışında gerçekleştirileceği vaadedilen radikal dönüşümün, aslında bilimin geçirdiği bir dönüşümden, bilimin kendi içinde ortaya çıkan bir kopuştan kaynaklandığı iddiası seziliyor. Bunun bilim tarihi açısından ne kadar haklı bir tavır olduğunu irdelemekte yarar var.

Bilim tarihçiliğine yirminci yüzyılda en güçlü biçimde damgasını vuran tek bir kişinden söz etmek gerekirse, bu her halde Thomas Kuhn olur. The Structure of Scientifıc Revolutions [4] adlı kitabı ile bilim tarihçiliğinde çığır açan Kuhn, bilimsel gelişmenin “normal” evrelerinde sürekli ve azar azar bir birikimle oluşmasına karşın, önemli dönüm noktalarının süreksiz sıçramalar biçiminde gerçekleştiğini söyler. Bu "süreksizliklerde" ya da kopuş noktalarında, bilime bakış açısının, sorulan soruların, tümüyle değiştiğini anlatır. Son yüzyıl içinde kuvantum mekaniği ve görelilik teorisinin çok büyük adımlar oluşturduğu kuşku götürmez. Son yirmi yıl içinde ise, "kaos teorisi," "karmaşıklık (complexity) teorisi" gibi gelişmelerle, bilimde bu tür bir değişimin yaşanıp yaşanmadığına karar vermek için zamanın erken olduğunu sanıyorum. Ben, yaşanan değişimlerin, bilimin içeriği açısından bir sıçrama göstermediği kanısındayım. Kuvantum mekaniği olsun, “kaos teorisi” olsun, var olan bilim paradigması içinde vazedilmiş bazı problemlerin, yine mevcut paradigma içinde üretilen, bir ölçüde beklenmedik, çözümleri olduğunu düşünüyorum.

Bu fazla muhafazakar bir yaklaşım olabilir. Ama tekrar etmek gerekirse, bence buradaki asıl kayda değer olay, bilim pratiğini, bilimsel içeriği değil, daha çok bilim sosyolojisini ilgilendiriyor. Günümüzde gizemcilik, bilinemezliği öne çıkartma yönündeki eğilimler ağır basıyor. Diğer yanda, kaotik sistemlerin uzay-zaman içinde oluşturduğu karmaşık örüntüler, ya da şaşırtıcı bir çeşitlilik ve zerafetle modellenebilen organik formlar [5-7], insanların imgelemini harekete geçiriyor. Gizemcilik ile "kaos" teorisinin, ya da örneğin hücresel otomatların [6,7] bir nevi çağrışımsal, estetik bir bütünlük oluşturmaları, bütün bunların "yepyeni bir bilim" oluşturdukları doğrultusunda yeterince temellendirilmemiş yorumlara, hakettiklerinden daha büyük bir çekicilik kazandırıyor. Yeni gelişmeleri bilimde bir kopuş ya da tümden bir yenilik olarak sunma konusunda bazı yazarlarca gösterilen acelecilikte, “normal” bilimsel birikim sürecini aşan bir sıçrama yaşandığı iddiasının da ötesinde, hiç yerinde olmayan bir “önceki bilimin reddinin" gerektiği ya da mümkün olduğu iması söz konusu. Türkiye'de de İlköğretim müfredatı reformunun sunuluşunda kullanılan, yukarıda örneklemiş olduğum bazı ifadeler, bu moda akımı oldukça yüzeysel bir biçimde yansıtıyorlar. Bu görüşün akademik çevrelerde dahi bir ölçüde kabul görmesinin nedenlerini, daha doğrusu, daha derinde yatan mesajı incelemekte yarar var.


Batıdaki benzerleri ile karşılaştırmalı bir biçimde ele alacak olursak, “Newton mekaniğinin ötesine geçme,” “kuvantum mekaniksel düşünme,” “determinizmin terk edilmesi,” “Aristo mantığı yerine bulanık mantık” gibi ifadelerle kendini ortaya koyan ve ilk bakışta klasik mekanik, kuvantum mekaniği, mantık gibi tüm konular hakkında ancak kulaktan dolma izlenimlerden başka bir şeyi anlatmayan bu sözlerin, bilimin özellikle 20.yüzyılda belirginleşen toplumsal işlevine yönelik bir tepki ve bir arayışa işaret ettiğini düşünüyorum. Kendini çok iyi ifade edememesine ve bir nevi “yanlış yel değirmenlerine saldırmasına” karşın, bu tepkinin anlaşılabilir yanları var bence. Genellikle "post-modern eleştiri" başlığı altında toplanan, modern topluma ve modernist dünya görüşüne ilişkin eleştirilerin pek çoğu da, irrasyonel boyutlara varan [8] bu tepkiyi hatta isyanı dile getiriyorlar. Bilimin dünyayı betimleyen, anlaşılır kılmaya uğraşan bir çok anlatıdan sadece bir tanesini oluşturduğu savı da, bir ölçüde bu isyandan kaynaklanıyor.

Bilimin Politizasyonu ve "Bilimciliğin" Eleştirisi

Çok büyük ölçüde ihtisaslaşan, teknik içeriği ile giderek ulaşılmaz olan, ama o nispette de insanların günlük yaşamlarına nüfuz eden bilimin, bazen siyasi iktidarlar, bazen büyük iktisadi çıkarların savunucuları tarafından manipüle edilmesi, büyük endüstriyel çıkarlar uğruna bilimsel sonuçların saptırılması, bilimsel buluşların insanlığın yok olmasına sebep olacak silahların yapımının hizmetine verilebilmesi... kamuoyunda bilimden kaçış denebilecek tepkileri doğuran sorunlardan ilk akla gelenleri. Belki daha da geriye giderek, doğa bilimlerinin (özellikle de mekanik biliminin) felsefenin bir alt dalı iken, felsefeyi gölgede bırakır biçimde hızla gelişmelerinin beklenmedik bir sonucuna da dikkat çekmek gerekiyor. Aydınlanma döneminin iyimserliği içinde, etik, estetik, ontolojik pek çok konu da dahil olmak üzere, her durumda “tartışılmaz ve evrensel tek bir çözüme varmanın” bilimsel olarak mümkün olabileceğine dair "bilimcilik" (scientism) diyebileceğimiz bir beklentinin, hatta inancın, özellikle bazı akademik çevrelerde yer etmiş olduğu kanısındayım. Bu inanç, mekanik biliminin başarısının bilim camiasında yarattığı beklentinin bir uzantısı belki de. Ama sonra, özellikle Kara Avrupası’nda, sanki böyle bir program gerçekleşmişçesine, ideolojik nitelikte pek çok tartışmada, bilimin sağlamış olduğu prestije sığınılarak, normatif önermelerin nesnel, pozitif, önermelermişçesine sunulduklarını görmek mümkün. Böylece farklı yollarla, bilim her türlü erk ve egemenlik paylaşımının bir ölçüde konusu ve aktörü haline geliyor. Ancak, bilimin, erkin bir aksesuarı olarak kullanılması, bilimin otoritesini politik düzleme taşıyarak en geniş anlamda kurulu düzeni pekiştirmeye yarayan mutlak, sorgulanamaz bir söylemin üretilmesi, yine Kara Avrupası'nda, bilim camiası içinde ve dışında zengin bir eleştiri literatürüne de kaynaklık etmiştir. [9] Unutulmaması gereken, dini kurumların, çok daha uzun bir süre özgür düşünme karşısında bir engel oluşturdukarı ve ceberut politik yapıların payandası olduklarıdır.
Nitelikli Bir Bilim Eğitimi ve Bilim Okur Yazarlığı İçin

Bilim eğitiminin (hem sistemin, hem de öğretmenlerin donanımının) yetersizliği, bilim eğitiminin esas olarak ezbere dayalı olması, bilim denen sürecin değil, bağlamından ve gerekli koşullarından kopartılmış bir takım “sonuç”ların belletilmesi, sadece ülkemize özgü olmayan, çok yaygın bir sorundur. Pek çok durumda bilim eğitiminin işlevi, doğru ve eleştirel düşünmeyi özendirmek yerine, genelde din eğitiminde olduğu gibi, mutlak otoriteye itaati telkin etmeye dönüşmüştür. İnsanlar kendi eylemleri, düşünme biçimleri, kullandıkları dil ya da toplumdaki rolleri üzerine yeterince kuşkucu bir bakış açısı geliştirmekten uzak kalmışlardır. Buna ek olarak, ülkemiz doğru dürüst bir felsefe eğitiminden, bir felsefe geleneğinden de yoksundur. Öğrenciyi hayatı boyunca düşünme özürlü kılacak kadar hoyrat bir eğitim süreci ile, buna eşlik eden kalıplaşmış, katı ve yaratıcılıktan yoksun bir düşün yaşamına tepkiler, birbirinden çok farklı kesimlerde, kendini doğru ifade edecek felsefi kavramlardan ve hatta dilden dahi yoksun bir biçimde ortaya çıkmakta, bir nevi karanlıkta el yordamı ile yol almaktadırlar. Kavramlara açıklık getirme konusunda daha titiz davranmamız bence bu nedenle çok önemlidir.

Genelde eğitim sistemine, özelde de bilim eğitimine yönelik köklü reformlar amaçlanıyorsa, gizemciliği, bilinemezciliği ve bilimden kaçışı çağrıştıran, kulaktan dolma, yüzeysel formulasyonlardan kaçınılması gerektiği açıktır. Bilim okur yazarlığı, aynı zamanda genelde düşün tarihi, bilim tarihi ve bilim felsefesi ile de bir ölçüde aşinaliği gerektirir. Aksi takdirde, eğitim felsefesi alanında bir ezberin yerine diğerini koymaktan başka bir sonuca varılamaz. Umuyorum ki, temel bilimcileri, sosyal bilimcileri, felsefecileri yan yana getiren bir dizi diyalog ve yayın faaliyeti ile daha yetkin bir ortak dil ve daha zengin bir düşünsel ortam yaratmaya doğru adımlar atma fırsatı bulabiliriz.

Kaynaklar

(Bu kaynakça, hiçbir anlamda tam bir bibliografya olmayıp, sadece

okura bazı ip uçları vermeyi amaçlamaktadır.)

[1] H. B. Kahraman, TV8, 29 Ağustos 2004.

[2] Gross, P.R., Levitt, N. ve Lewis, M.W., (1996) The Flight from Science and Reason, Annals of the New York Academy of Sciences, 775.

[3] Prigogine, I. ve Stengers, I., (1984) Order out of Chaos, New York, Bantam Books; (1996) Kaostan Düzene, İstanbul, İZ Yayınları.

[4] Kuhn, T. (1962) The Structure of Scientific Revolutions, Chicago, University of Chicago Press; (Tükçesinin yayın tarihi belli değil) Bilimsel Devrimleri Yapısı, İstanbul, Alan Yayınları.

[5] Mandelbrot, B.B., (1982) Fractal Geometry of Nature, San Francisco, Freeman.

[6] Wolfram, S., (1983) “Statistical Mechanics of Cellular Automata,” Rev. Mod. Phys. 55, 601-644.

[7] http://www.stephenwolfram.com/

[8] Feyerabend, P., (1975) Against Method, N.Y., Verso; (1999) Yönteme Karşı, İstanbul, Ayrıntı Yayınları; (1987) Farewell to Reason, N.Y., Verso.

[9] Foucault, M., Rabinov P. Ed., (1991) The Foucault Reader: An Introduction to Foucault's Thought, Penguin Social Sciences, N.Y.; M. Foucault’un bir çok kitabı Türkçe’ye de çevrilmiş bulunuyor.



1 Sistemi betimleyen büyüklüklerin zaman içinde nasıl değiştiklerini özetleyen denklemler, eğer sadece bir takım sabitler ve o büyüklüklerin kendilerini (yani karelerini filan değil) içeriyorlarsa, bu denklem takımına “doğrusal” diyoruz. Bu durumda, çözümler de daha basit oluyorlar. En azından, sistemi betimleyen değişkenlerin başlangıç değerlerini biraz değiştirdiğimizde, bunların zaman içindeki devinimi aşağı yukarı benzer biçimde seyrediyor, birdenbire bambaşka bir davranış göstermiyor. Halbuki, “doğrusal olmayan” (non-lineer) hareket denklemleri, genelde tam da bu tür beklenmedik davranışlar içeriyor, yukarıda değindiğimiz gibi, “kelebek etkisi” denen olguya yol açıyorlar. Bu tür denklemlerin ortaya çıkması için de, sistemin davranışını modellerken bir etkinin hep aynı oranda artmayabileceğini, örneğin bir ekonomik getirinin bir noktadan sonra azalabildiği, bir nüfusun ortam kalabalıklaştıkça aynı hızda büyümeyeceği gibi olguları hesaba katmak gerekiyor. Çoğu “non-lineer” denklem yerine, kısa süreler için, doğrusal denklemlerle yaklaşık olarak hesap yapmak mümkün oluyor, ama bunun bir sınırı var. Bir noktadan sonra, bu doğrusal yaklaştırım, gerçek çözümden bütünüyle uzaklaşıyor.

2 Daha da soyut biçimi ile, “kümeler kuramı” diyebileceğimiz Aristo mantığı, matematiğin bir dalı olarak da düşünülebilir. “Bitki,” “hayvan,” “kuş” ya da “Fransız” gibi bir kümeye aidiyetin sadece iki değerli bir değişken olmasına karşın (ait olmak: 0 , olmamak: 1 ), örneğin “uzun boylu olmak” veya “zengin olmak” gibi nitelemelerin birer derece içerdiği, bu nedenle de, bu kümeye ait oluşun iki değerli değil, belli bir aralıkta icabında sonsuz sayıda farklı değerler alabilen bir fonksiyon tarafından nicelendirilmesi gerektiği söylenebilir. İşte “bulanık kümeler,” tam da bu gereksinime cevap vermekte, yani bir alt kümenin üyelerinin, o alt kümeye aidiyetlerini sürekli değerler alabilen bir değişkenle (çoklu mantık ifadesi buradan gelmektedir) niceliklendirme olanağı sağlamaktadırlar. Kümeler teorisinin bulanık kümelere genelleştirilmesi ile, "bulanık mantık" ortaya çıkmakta, bu tür derecelendirilmiş aidiyet bağıntılarından sonuçlar çıkarsayabilme olanağı doğmaktadır. “Bulanık mantık”sal bir çıkarsamanın sonucu, yine derecelendirilmiş bir aidiyet ifadesidir.




Yüklə 43,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə