8
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
“evrenin tümüyle bilinmesi, sonsuzun
sona ermesi olurdu...
bir tür sınır tanımlaması…
evren sonsuzdur,
demek ki bilgisi de
sonsuzdur.”
epimenides’in kulakları çınlasın…
pek de benziyor...
“ayrıca, bilginin sınırı, metafiziğin ve
idealizmin uydurduğu bilimdışı var-
sayımdır...
çünkü bilginin sınırı yoktur, çünkü
konusunun sınırı yoktur...”
demiş ve son...
kendisi aslında iyi bir ruh hekimi
olmasına rağmen karl jaspers bu ko-
nularda hayli iddialı şeyler söylemiş
zamanında.
‘grenzsituationen’ demiş mesela...
yani sınır durumları...
sınır’a dayanmış durumlar...
sınır’da olan durumlar...
alışılmış metod, önlem ya da çarelerle
üstesinden gelebilmenin son durağı
olan durumlar...
ihtiyarlık, amansız hastalıklar, ölüm
gibi...
bir de demiş ki bay jaspers:
“ ‘olmanın’ akamete uğramasında,
yani bir şekilde sınıra yaklaşılmasın-
da; ‘
’ a doğru bir kaçış
kapısı daima vardır…” demiş…
açık...
doktor olarak da bunu en iyi onun
bilmesi gerek...
bu
meselesini bir yerde
akılda tutmak lazım...
geldik en büyük ustaya…
ludwig wittgenstein ve ‘
’a…
yani TRACTACUS...
wittgenstein yazdığı tek ve biricik
kitabında sınırdan
üç ya da dört yerde
bahsediyor...
atladığım olabilir, kusura bakmayın...
fakat bu konuda önsözünde söyle-
necek olan her şeyi sanki söylemiş
gibidir...
demiş ki usta:
“kitap (yani
) düşünceye
böylece bir sınır çizmek istiyor, ya da,
daha çok – düşünmeye değil, düşün-
celerin dilegetirilişine (1); çünkü dü-
şünmeye bir sınır çizebilmek için, bu
sınırın iki yanını da düşünebilmemiz
gerekirdi (yani düşünülemez olanı
düşünebilmemiz gerekirdi)”
demiş...
bir başka yerde de:
“dil’e bir sınır koyacağız… ve bu
sınırın dışında
olanlar ise düpedüz
saçmadır...”
belki de sınır’la igili değil ama, son
sözü de:
“eğer konuşulamayacak bir şey varsa,
o konuda susmalı...”
bu son söz; düşünce, düşünme ve
onu lakırdıya tercüme etme ile ilgili
olduğu için;
bir yandan lakırdının kimi zaman
(çoğu zaman!) ifade özürlü olduğunu,
diğer yandan düşünce ve düşünmeye
yetişme özürlü ve sınırlı olduğunu
hissettiğim için buraya aldım...
kendiliğimden…
yoksa kötü bir maksadım yoktur…
--ağır felsefenin ve ciddiyetin sonu--
--ve ciddi olanın altına burada kalın
bir çizgi çekiyorum--
sıra boş kovalarda
bazı şeylerde sınır yoktur...
mesela yalan’da, iftira’da, mesela
çamur atma’da, dolandırıcılık’ta...
hırsızlık’ta mesela...
bu gibi eylemlere süleymaniye’nin
dört minaresi kadar kılıf uydurulur…
ve denilir ki:
hizmette sınır yoktur...
bunlar dışardadır...
bazı şeylerde sınır yoktur...
sınır tanımayan yazarlar mesela…
mesela düşünürler, sınır tanımayan
özgürlük sevdalıları ve şürekâsı...
mesela...
ve onlar içerdedirler
aslında bunlar insanoğlunun; derin
düşünceye inat, sınır diye bi şey tanı-
madıkları
ve kolayca aşabilecekleri
çok bi şeylerin olduğuna misal...
neyse…
bütün bu kocaman lakırdıların arasın-
da neredeyse kaybolmadan…
sınır denince benim aklıma gelen şey
beşinci sınıfta ibrahim beyin (nedense
biz ona hocam demezdik) verdiği
harita ödevlerini yaparken, envâi çeşit
kuru boya renklerle boyanması gere-
ken şehirleri, bölgeleri, memleketleri:
‘bir tire bir nokta... bir tire bir nokta...
bir tire bir nokta...’
ile birbirlerinden ayırmaktı.
bunlar sınırdı...
hatta noktaları kucaklamaları için
tirelerin sonlarına ve başlarına minik
birer yarımaylar bile yapılırdı…
dekoratif olması için…
beşinci sınıfta faik sabri duran’ın
o meşhur büyük atlasında ne kadar
şehirler ve ne dolu yurtlar ve kıt’alar
vardı
hepsi de bu minval üzerine birbirle-
rinden ayrılmışlardı.
bizim taraf… sizin taraf… (
angaj
?!)
kordelalar gibi kıvrım kıvrımdılar...
kimi tepelerin arasındaki vadiyi ikiye
böler, kimisi bir akarsuyu takip eder,
kimisi yüce dağlardan kıvrıla kıvrıla
yeşil ovalara inerdi…
sanki bütün doğal engebelere bir
uyum sağlamaya çalışır gibi...
bu tabii yalnızca ‘siyâsî’ – boyalı ha-
ritalar için geçerliydi...
ne de olsa insan buluşu...
fizikî olanlarda ise; yani sadece dağ
tepe, orman,
nehirleri gösteren harita-
larda böyle sınırlar yoktu..
onlar sadece birbirlerinin içine geç-
miş, kimin kime ait olduğu belli
olmayan; açıktan koyu kahverengiye
doğru yüce dağlar, yemyeşil ovalar ve
mavi nehirlerin sınırsız haritalarıydı...
ancak bu her zaman böyle olmadı…
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
9
beyaz adam kara kıtaya ayak bastı-
ğında…
beyaz adam savaş kazanıp yer zapt
ettiğinde...
beyaz adamın işine geldiğinde...
sınırlar cetvelle çizildi…
dümdüz...
artık dağ bayır dere tepe hak getire…
bir bakmışsın bir köyün dört evi bu
tarafta geri kalan beş evi beri yanda
kalmış…
bunlar da işte beyaz adamın sınırla-
rıdır...
sanırım görseydi, ludwig
bile buna
akıl erdiremezdi...
bir zamanlar mensubu olduğum bir
cemiyete almanya diyarından misafir-
ler gelmişti...
kendileri çok güzel ağırlandılar...
ve bir tanesi de yemekten sonra bir
konuşma irad etti...
dedi ki:
“almanya’dan uçağa binip
havalandıktan sonra üç saat boyunca
çorak tepeler ve karlı dağlar, yemyeşil
ya da sapsarı tarlalar, güneş ışığında
yukarlara pırıltılar gönderen nehirler
ve çok aşağılarda kalmış, oyuncak
gibi minicik şehirler, köyler ve
kasabaların üzerinden uçtuk. inanır
mısınız dostlar bu üç saat içerisinde
bu anlattıklarımı birbirlerinden ayıran
tek bir çizgi bile görmedim”
güzel bir konuşmaydı...
bizim sabri duran’ın fiziki haritalarına
benziyordu...
ayrıca bir ‘güzelleme’ yapmak için ya
da kazara
söylenmiş olsa bile cemiye-
tin mefkuresine de uyuyordu...
neyse…
aklıma gelen bir diğer şey ise ‘bir
nokta bir çizgilerle’ alakası olmayan...
belki de olan...
neden derseniz galiba yukardaki
üstadlardan birinin ya da bir kaçının
bilgi ile bağdaştırmak istedikleri
sonsuzluk savına oldukça sıcak bakı-
yorum...
yani bilgiden çok düşünme…
bazen bütün kural ve kaidelere, kanun
ve nizama ve intizama nanik yaparak
konmuş olan bütün bu uydurma,
saçma, aptalca ve en çok ta oduncu
baltası misali sınırları, o noktalar ve
çizgilerin aralarındaki boşluklardan
yararlanarak sıvışıp gitmek...
nereye...
öte tarafa…
fakat işte işin tam da bu noktasında;
üç ayağı sağlam alman, fransız, antik
yunan ve ingiliz siciminle bağlı bir
deveyle bir kırlangıç arasında seçim
yapmak zorunda kalırsınız...
birisi; yalnızca sıkı sıkıya bağlanmış
ipin serbestisiyle zar zor, kan ter için-
de sürünerek kumda geride bıraktığı
çizgiye kimi zaman esefle bakan...
ve ayak-bağlarına inat, ayak-bağları-
na saygılı, ayak-bağlarınla mağrur...
bir yerlere bir sınıra ulaşmak ister-
ken...
diğeri (tabii oldukça izâfî ve alego-
rik..) göklerde serapa hür ve serazat...
sürünmek
yerine hayal-gücü küheyla-
nına binip bize yutturmaya çalıştıkları
sınır ötesi bilinmezliği keşfetmenin
serüvenine adım atmak... uçup git-
mek...
devenin saygın bağlarınla bir kıyas
yaparken tabii ki benim kırlangıcıma
pekala ‘kuş-beyinli’ diyebilirsiniz...
o sizin bileceğiniz şey...
bu arada devenin ayak bağı konusun-
da mefisto’nun bir tiradını paylaşa-
yım istedim sizlerle...
mefisto faust’u beklerken hevesli bir
talebe müsveddesine şöyle seslenir:
(2)
kimi günler öğretirler sizlere
bir hamlede yaptıklarınızı;
bir! ‘ki! üç! ne gerekliyse…
yemeyi içmeyi yaptığınız gibi…
aslında düşünce- fabrikası
usta bir dokuma tezgahı gibidir.
bir ayak ile binlerce iplik sallanır
ve mekik bir oraya bir buraya savru-
lur.
görünmez iplikler sanki,
akar giderler binlerce düğüm oluşur...
feylozof girer içeri ve size;
bunun böyle olması gerektiğini
söyler,
birinci böyledir, ikinci ise şöyledir
ve onun’çin üç ve dört te öyledir.
ve eğer
birinci ve ikinci böyle
olmasalardı,
üç ve dördünce asla olamazlardı...
bunu talebe her yerde medh’edip
över;
velakin dokumacı olamaz...
kim ki hayy olanı tanır ve tanımlar,
dener önce ruhu söküp atmayı,
bütün parçalar elindedir artık,
yalnızca işte ruhun eksiktir bağı.
ve işte böyle dostlar...
sınır ve o meşhur bilgi, bilme ve
mantık/ve mantıksızlık ve akıl hepsi
bu dizelerin bir yerlerinde...
hem akıl nedir ki:
bir omnipotent’in kendi kullanabile-
ceği ihtiyaç fazlasından ayırıp, artaka-
lanı sizlere lütfettiğini varsaydığınız
‘cüz’i’ bir sadakadır…
ve akıl; daha çok pötikare bir pal-
tonun yan cebine elini sokup, işaret
parmağını sanki cebinde bir tabanca
varmış gibi size doğrultandır...
sizi tehdit edendir…
buna kanmayın…
işte belki de o zaman bir kırlangıç
gibi bütün o noktalar ve çizgilerin
aralarında kalan boşlukların sınırla-
rından sıyrılır uçar gidersiniz...
1- arıoba ‘ausdruck’u, dilegetiriliş olarak
çevirmiş. bana ‘ifade’ sanki daha doğru
gibi geldi.
2- yukardaki çevirilerde eğer bi yanlışlık
yaptıysam affedin.
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni