82
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
linç, hem kendini karşıtında bilir hem de ancak kar-
şıtıyla kendine sınır çizebilir ve sadece öne sürdüğü
teze karşıt bir antitez olduğunda, sentez yapabilir.
Fakat bu sentezin de nihâî bir son olmadığını, onun
da kendi içinde bir tez ve antitez olmak üzere yeni-
den karşıtlarına ayrışarak diyalektik bir süreci baş-
latabileceği gerçeğini de bize bildiren felsefe, yeni
düşüncelere karşı daima açık fikirli olmayı salık
verir. Bütün bunların filozofa kazandırdığı misyon,
özgürlüktür. O, aklını her türlü fikre önyargısızca
yaklaşmaya eğittiğinden, başkaları tarafından orta-
ya konmuş bir görüşün kendinde ufuklar açabile-
ceğini göz ardı etmeden yoluna devam edebilir. Bu
sebeple felsefe, kişiyi sadece başka bilinçlerin kav-
rayışlarının sınırlarından özgürleştirmekle kalmaz,
aynı zamanda kendi kavrayışının sınırlarından da
özgürleştirerek barışın yolunu açabilir.
Peki özgürlük ve barış için bilincimizin sınırları-
nı ortadan kaldırmamız mı gerekir? Eğer öyleyse,
bu bizi belirsizliğe taşıyacaktır. Çünkü her kabulün
ötesinde, farklı bir gerçekliğin daha olabileceği-
ni düşünmek ve bu sebeple ele aldığımız şeylere,
olaylara ve olgulara dair yargılarımızı daima askıda
tutmak, onlar hakkında belirli bir görüşe sahip ol-
mamızı ve haklarında uzlaşmamızı engeller. Hiçbir
yargıya bağlanmadan kalmak, özgürlük değil, ka-
rarsızlıktır. Bir yargıya varmak ise kararlılık olmak-
la beraber diğer tüm yargıları reddetmek anlamına
geldiğinden yine özgürlük değildir, dogmatikliktir.
O halde özgürlük, hiçbir yargıyı diğerlerine üstün
tutmamakla beraber, her yargının kendi koşulları
açısından doğru olabileceğini kabul edebilmektir.
Böylece us, parçalanmışlıktan kurtularak kendi
bütünlüğüne kavuşacaktır. Bu bütünlüğe en kolay,
Hegel ile doruğa çıkan fakat günümüzde reddedil-
miş olan sistematik felsefe ile varılabilir. Düşünce
tarihi içinde, her düşüncenin kendinden önce gelen
bir düşünceden türediği ve kendinden sonraki dü-
şüncenin de zeminini oluşturduğu bu sistemde, her
görüşün anlamlı ve vazgeçilmez bir yeri olduğun-
dan, diyebiliriz ki sistematik felsefe, aklı uzlaşıma
ve özgürlüğe taşıyan bir idman görevi görmekte-
dir. Felsefe ile sistematik felsefe arasındaki fark,
özgürlüğün kapısını çalmakla, o kapıyı anahtarla
açmak arasındaki fark gibidir.
Bu farkın anlaşılabilmesi için, kendi felsefesine
göre hümanizmi benimseyen fakat sistematik fel-
sefenin getirdiği açık görüşlülüğe ve özgürlüğe
erişemeyen Fransız yazar ve filozof Voltaire’in 11
Ekim 1770’de Rusya Çariçesi 2. Katerina’ya yaz-
dığı bir mektubu örnek olarak alabiliriz:
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
83
-
-
Hü-
-
-
-
-
-
Görüldüğü gibi felsefe, kişiyi bu gibi
çelişkilerden kurtarmaya yani içten
içe ötekini yok etmeyi istemekten
alıkoymaya yetmeyebiliyor. Farklı
yaşantılar, kültürler, inanışlar ve dü-
şünceler kendi anlayış sınırlarımızı
aştığında, bunun çaresini onları yok
etmekte buluyorsak eğer, anlayışımız
kendi karşıtına tahammül edemeyecek
denli dar sınırlar içinde sıkışıp kalmış
demekir. Aklı sistematik felsefe ile
eğittiğimizde, öteki kültürlerden, din-
lerden ve dünya görüşlerinden kork-
mak yerine onları kapsamak mümkün
hale gelecektir. Bu sebeple felsefe sis-
tematik hale gelmediği sürece, Voltai-
re’in mektubunda da görüldüğü üzere,
faşizme dahi dönüşebilme olasılığını
kendi içinde taşımaya devam edecek-
tir.
Peki ama insanın duygularının, düşün-
celerinin ve davranışlarının sınırlarını
tayin eden sadece aklı mıdır? Yoksa
insan akıldan daha fazlası mıdır? Bir
yönüyle fizyolojik ve psikolojik, diğer
yönüyle sosyolojik ve politik aynı za-
manda da ekonomik bir varlık olan in-
san, sadece düşünen değil bununla be-
raber eyleyen, hisseden, irâd eden ve
inanan, rasyonel olduğu kadar irras-
yonel tarafları da olan, travmalarıyla
ve bilinç dışı tutumlarıyla birlikte ele
alınması gereken kompleks bir varlık-
tır... İnsan, bu kendine has nitelikler-
le varoluşunu belirleyerek, kimliğini
inşa eder ve böylece kendini diğer
kimliklerden ayırt eden sınırı çizer.
Fakat bu sınırı çizecek olan, yine akıl-
dır. Felsefenin işlevi ise aklı son sınırı-
na kadar getirerek, ona kendi karşıtına
yani sınırsız olana dönüşebilmesi için
gerekli olan zemini hazırlamaktır.
Her seçim bir sınırdır. Sınırsızlığı seç-
mek ise belirlenmişlikten yani kendi
sınırlarımızı var eden bütün seçimleri-
mizden, kısaca varoluşumuzdan vaz-
geçmeyi gerektirir.
da bir sınırdır çünkü
kendimizi ne ile var ettiysek, diğer
varolanlardan da onun ile ayırırız.
Fakat sınırlarımızı tayin eden varolu-
şumuzdan soyunarak, sınırsızlığı yani
yokoluşu seçtiğimizde, tutku olmak-
sızın yol alamayız. Çünkü yokoluş da
tıpkı varoluş gibi bir çaba gerektirir.
Pasiflik ve eylemsizlik hali değil; sü-
rekli bir edimdir. Kısaca daha önce
kendimize katarak varolduğumuz ne
varsa onlar olmadan da varlığımızı
duyumsayabilmektir. Daha doğrusu
duyumsadığımız varlığın, kendi öznel
varlığımız olmayıp, tüm varoluşlarda
ortak olan tümel varlık olduğunu fark
edebilmektir.
Aslında kendi varoluşumuzdan soyut-
lanma tutkusu, bize soyutları düşünme
alışkanlığını veren felsefenin kattığı
bir ivmedir. Varoluşumuzdan yani
bizi biz yapan sınırlardan kurtulmak,
aslında başkasını başka yapan sınır-
larla aramızdaki engeli kaldırmaktır.
Bu hem herkesle herkes olmak hem
de hiç kimse olmamaktır. Peki insan
bilincini böyle bir sınırsızlığı yani
yokoluşu deneyimlemeye iten nedir?
Aslında özgürlüğe olan tutkusundan
başka bir şey değildir. Felsefe insa-
na özgür olmadığının farkındalığını
verir. Özgürlük tutkusunu veren ise
Tanrı bilincidir. İnsanın; acılardan ve
ızdıraplardan uzak, daima mutlu, mü-
kemmel ve özgür bir varlık olan Tan-
rı’ya benzeme tutkusu yani agape, in-
san bilincini devindirerek, onu kendi
sınırlarının ötesine taşır.
Nitekim insanın fiziksel sınırlılıkları
duyularının sınırlarını belirlemekte,
duyuları ise algılarının sınırlarını çiz-
mektedir. Algılarımızın düşünceleri-
mize koyduğu sınırları aşmak, ancak
bunu gereksiniyor olmakla müm-
kündür. Bu gereksinimin büyümesi
ile içimizdeki tutku (agape) uyanır.
Uyandığında, tinin yokluğunda ken-
di sınırları dışına hiç çıkmamış olan
bilinç, tinin varlığında artık kendi sı-
nırlarını aşarak sınırsızlığa doğru yol
alır. Bu ise bilince kendi dışından bir
sınır konulamayacağı anlamını taşır.
Fakat usun kendisi, sınır koymaya
devam ederek toplumsal hayatın dirli-
ğini ve düzenini sağlamak zorundadır.
Böylece yaşantısı da, kendi verdiği
kararların sonuçları tarafından sınır-
lanmış olacaktır. Örneğin us, hak ile
bâtıl arasındaki sınırı yanlış belirle-
diğinde, insanın kendi yaşamı da hak
yerine bâtılla sınırlanmış olacaktır. Bu
sebeple toplumsal hayatı düzenlerken,
özellikle insan hayatına etki eden ku-
rumların yasal sınırlarının doğru tayin
edilmesinin ve gerektiğinde bu sınır-
larda değişikliğe gidilmesinin önünün
daima açık tutulması gerekir.
Çünkü biçimsel açıdan sınırlı olan
toplumsal kurumlar, içerik olarak sı-
nırsız bir potansiyel taşırlar. İnsanın
koşullara göre farklılık gösteren ihti-
yaçlarına bir sınır koymak mümkün
olmadığından, bu ihtiyaçları karşı-
layan din, devlet, okul, iktisat vb.
kurumların içeriklerinin de bu ihti-
yaçlara göre değişmesinin önüne bir
sınır koymamak gerekir. Çünkü kültür
kurumlar aracılığıyla uygarlığa katkı
verir ve uygarlık da ancak kurumlar
vasıtasıyla kültürü besleyebilir.
Peki bütün kavramların ve kurum-
ların sınırlarını tayin eden insanın,
kendini tanımlamak için çizdiği bir
sınır var mıdır? Tensel olarak beşer
suretinde olmanın ölçütü akıl; tinsel
olarak insan sîretinde olmanın ölçütü
ise ahlâktır. İnsan sîretinin değeri; ırkı,
dili, dini ve milliyetiyle ölçülmediği
gibi mülkü, mevkisi ve şöhretiyle de
ölçülmez. Ahlâkımız, bildiklerimizle
yapabildiklerimiz arasındaki sınırdır.
Çünkü bilen ustur, yapabilen ise du-
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni
Dostları ilə paylaş: |