86
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
Â
dem, Yeryüzü’ne sürülünce, yaşaması için
toprağı nasıl sürüp ekeceği Cebrâil tara-
fından kendisine öğretilir. Öğrendikleri-
ni uygulamaya koyan Âdem, toprağı sürmeye ve
ekmeye başlar. Bir türlü durmak bilmez; devamlı
sürer ve eker; neredeyse tüm Yeryüzü’nü yekpâ-
re bir tarlaya dönüştürür. Bunun üzerine Tanrı,
Cebrâil’e, Yeryüzü’ne inip Âdem’in önüne bir
sınır çekmesini buyurur. Cebrâil, insan kılığında
Yeryüzü’ne inerek, tam da Âdem’in geldiği yön-
de büyük bir çit inşa eder. Âdem, çite yaklaşınca,
çizilen sınırı aşmaya kalkışır; ancak Cebrâil, “Bu-
radan ötesi benim!” diyerek karşı durur; Âdem ise
direnir, “Hayır! Benim!”; sonuç olarak şiddetli bir
kavgaya tutuşurlar.
Karadeniz mitolojisinin bu anlatımına göre, Yer-
yüzü’ndeki ilk kavga, sınır, dolayısıyla mülkiyet
kavgasıdır. Elbette, bu anlatımda, Karadeniz’deki,
köklerini arazi paylaşımında bulan, eski kan dava-
larının kaynağına bir telmih vardır. Ancak kaynağı
ne olursa olsun, anlatının işaret ettiği en önemli
gerçeklik, sınır kavramının insanî hakikatteki yeri
ve beşerî kavganın kaynağının sınırı aşmakla il-
gisidir. Öyleyse, kanımızca, hayatın kurucu (
) kavramı olan sınır ne demektir ve insan
olmaklığı belirleyiciliğinin illeti nedir?
* Anlayış Dergisi, 80. Sayı, Ocak 2010
** İstanbul Medeniyet
Üniversitesi Felsefe Bölümü
Tîn İle Dîn*
Shutterstock.com
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
87
İnsan olmak, sınırlamakla başlar. Her
şeyden önce giyinmek, kişinin dışa-
rısı ile kendisi arasında bir sınır koy-
ması demektir. Sınır koymak, aynı
zamanda, doğal olarak, sınır konulan
şeyden de korunmayı doğurur; dola-
yısıyla bir güvenlik alanı yaratır. Çıp-
lak insanın, dışa yönelik korkusu, be-
denine sınır çekme ve korunma kay-
gısından kaynaklanır. Örnek olarak,
sürülen ve ekilen araziye çit çekmek,
hem onu öteki toprak parçalarından
ayırır, tarla kılar hem de dışarıya kar-
şı bir güvenlik alanı yaratır. Çit dü-
şüncesinin daha gelişmiş biçimi olan
kale, bir insan topluluğunun kendisi
için sınırlı bir güvenlik alanı yarat-
ması arayışından neşet eder. Kale
hem mekânı sınırlandırır; böylece
kişiye içine sığınabileceği bir yer ve-
rir; hem de öteki ile arasına bir sınır
çizerek korunmayı sağlar. Yurt kav-
ramının, sınır çekme eylemiyle sıkı
ilişkisi olduğu, vatanın sınırlarını ko-
rumanın güvenlik alanı inşa etmekten
kaynaklandığı rahatlıkla görülebilir.
Sınırlamanın kişiye verdiği en önem-
li güç, belirsizliğin giderilmesidir;
çünkü sınır-içi belirliliği, sınır-dışı/
ötesi belirsizliği imler. Bu nedenle,
sınırlamak belirlemek iken sınırsız,
belirsizliktir. Bu sonuç, hem maddî
hem de manevî düzeydeki güvenli-
ğin kaynağıdır. Örnek olarak şeylere
tek tek ad vermek, adlandırılanı sı-
nırlamak, belirli kılmaktır. Tartmak,
ölçmek, saymak, para gibi itibarî de-
ğerlerle maddeye değer biçmek, tüm
bu eylemler, sınır koymanın farklı
tezâhürlerinden başka bir şey değil-
dir. İnsanın sınır koyma, dolayısıyla
belirleme eyleminin, ilginçtir, sayısız
dışavurumu söz konusudur: Yol yap-
mak, adres vermek, suyu bir olukta
akıtmak, ahlâk ve hukuk üzerinden
davranışlara
kural koymak, vb.
İnsanın bilme eylemi de sınırlama-
nın, sınır koymanın daha üst bir
düzeyde tezâhür etmesidir. Örnek
olarak her tanımlama eylemi, tanım-
lanana bir sınır çekme, tanımlananı
bir çitlemedir. Bu nedenle kavramak,
ancak sınırlamakla olanaklıdır. Ka-
dîm felsefe geleneğimizde, tanım için
kullanılan
had sözcüğünün sınır anla-
mına gelmesi, terimin,
[-
Lat.] “zaman ve mekânda şeye sınır
koymak” anlamını taşıması, şimdiye
değin söylenilenleri daha belirgin
kılar. Bir kavram ile nesnesi arasın-
daki mutabakata hakikat denmesi ile
bu mutabakattan ayrılma, uzaklaşma
oranında mecâz ve kinâyenin ortaya
çıkması da, ad ile adlananın sınırla-
rının birbiri üzerine çakışması ya da
çakışmamasıyla ilgilidir.
Bu nedenle, ilk elde, dilsel, sözcük
düzeyinde, denileni anlamak, ilkece,
denmek istenileni, kast edileni, anla-
mı/manayı, sınırlamakla, çitlemekle
başlar. İdrâk sözcüğünün, peşinden
koşup, tutup yakalamak anlamına
sahip olması, Türkçede kullanılan al-
gının almak, kavramın da elle kavra-
mak ile ilgisi, sınırlamanın, bilmenin
ve idrâk etmenin zeminde bulundu-
ğunu gösterir. Nitekim, bölümleme,
taksîm, insan zihninin en önemli
özelliklerinden birisidir.
gibi öteki tüm
zihinsel etkinlikler, bölümlemenin/
in tezâhürleridir.
Anlamı/manayı, başka bir deyişle,
denmek istenileni, kast edileni id-
râk, yalnızca sözel ya da davranış
düzeyinde ortaya çıkmaz. Sözcüğün
ya da davranışın yanında hayatın,
hatta tabiatın bile ne anlama geldiği,
kastın/kastının ne olduğu sorulabi-
lir. En genel anlamıyla her var-olma
durumunda denmek istenilenin tayin
ve tespiti, bir sınırlama, dolayısıyla
belirsizliğin giderilmesi demektir.
Bu nedenle, kadîm felsefî geleneği-
mizde kullanılan hikmet, illet, sebeb,
orta-terim/had gibi sözcüklerin tümü,
sınırın değişik türleridir. Örnek ola-
rak, sebebi/nedeni bilmek, hem tabi-
at hem de hayat düzeyinde, olgu ve
olaya bir sınır çekmek ve belirsizliği
gidermek işidir. Bilinen, sınırlanan,
dolayısıyla belirsizliği giderilendir.
Bir önceki Anlayış yazısında (Aralık
2009)
1
dile getirdiğimiz üzere, pek
çok dinî terim bile, sınır kavramıyla
ilgilidir. Öyle ki, iman bile, nefsî dü-
zeyde, gaybı belirli kılma, dolayısıy-
la kişisel metafizik bir güvenlik alanı
yaratmadır.
Şimdiye değin denilenler bir bütün
olarak göz önünde bulundurulursa,
sınır çekmenin, çitlemenin, aslında,
köklerini, ilkelerini ve imkânlarını
insanî türde bulan bir makûliyet ara-
yışı olduğu söylenilebilir. Çünkü in-
san hem
(
kitabı) hem
de
(
kitabı),
e
çevirerek, sınırlayarak kendisi için
anlamlı/sınırlı, dolayısıyla kavranıla-
bilir kılabilir; zira ancak
olan
bir hakikate sahiptir. Yeri gelmişken
işaret edilmelidir ki, mecâz ve kinâ-
ye ancak hakikati üzerinde yükselirse
anlamlıdır; tersi durumda daha derin
bir belirsizliğin kaynağı hâline gelir-
ler. Makul kılmak, varlığı, çıkarımsal
akla (
) vurmak de-
mek değildir; dolayısıyla
(kanıtlanmış olmak),
olmanın
yalnızca bir
üdür. Bu nedenle,
u, hatta gaybı
e tercüme
etmek, kanıtlamak değil, insan için
anlaşılır kılmaktır; çünkü ancak in-
sanî olan, insan için anlaşılabilirdir.
Yukarıdaki anlatının imlediği üzere,
her türlü insanî kavganın, çatışmanın
nedeni, sınırı, dolayısıyla
i
aşmadır; çiğnemedir; bunun da de-
rin nedeni insanın, doymak bilmez,
mülkiyet hırsıdır. Bu nedenle, insan,
Yeryüzüne değil kendi nefsine sınır
koymayı öncellemelidir. Yeryüzüne
sınır koyarak, kendisini korumayı
düşünen insan, kendi nefsine sınır
koyarak, Yeryüzünü, kendisinden ko-
rumalıdır. Bu da ancak, kudemânın
deyişiyle, tîne, dîn donu giydirilerek
mümkündür. Bu nedenle denmiştir
ki, sûfî/âşık, Yeryüzünü/maşûkunu
kendisinden koruyan kişidir.
1 http://www.anlayis.net/makaleGoster.
aspx?dergiid=79&makaleid=2442
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni