Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
13
sus, yeryüzünün ve insanlığın tek bir
siyasi otorite altında toplanamama
pratik gerçekliğinin, ideal ve kurum-
sallaşmış düzen anlayışı konumuna
yükselmesidir. Modern dönem önce-
sinde ideal olan ise yeryüzünün ve
insanlığın tek bir siyasi otorite altında
toplanması olmuştur. Hemen hemen
tüm imparatorluklar kendi otoriteleri-
ni evrensel addetmişler ve sınırlarını,
açık uçlu ve genişlemedeki son durak
noktası, yani
boundary olarak tanım-
lamışlardır. İmparatorluklar dünya-
sında egemenliği sınırlayan nihai bir
sınır anlayışı, yani
border yoktur.
Modern dönem öncesinde sistemin te-
mel aktörü olan imparatorluk gitmiş,
yerine egemen ulus-devlet gelmiştir.
Böylece yeryüzünü ve insanlığı kuşa-
tan evrensel bir düzen arayışı, yerini
egemen ulus-devletin sınırları dâhi-
linde evrensel bir düzen arayışına bı-
rakmıştır. Mevcut sınırlar mutlaklaştı-
rılmış ve bu sınırların ötesine geçerek
tüm dünyayı tek bir çatı altında birleş-
tirme idealinden vazgeçilmiştir. Ulus-
lararası siyaset açısından modernite,
küresel düzlemde bir evrensellik ara-
yışı karşısında,
(devlet)
düzleminde bir evrensellik arayışının
zaferinin ilan edilmesidir. Modern
devletler sistemine hâkim olan sınır
anlayışı, toplumlar arasına kalın ve
kapalı
hatlar çizen border kavramıdır.
Modern dönemde uluslararası siyaset,
ağırlıklı olarak savunmacı bir nitelik
kazanmış; kesin ve mutlak hatlarla
çizilen sınırların dış dünyaya, içeride
de devletin “millet”inin topluma karşı
korunması siyasetin temel dinamiği
haline gelmiştir. Bu değişimin altında
yatan, imparatorluğun kendini mer-
kezine yani imparatorun ikamet ettiği
saraya ya da başkente atıfla, ulus-dev-
letin ise kendini egemenlik alanını
diğer devletlerin egemenlik alanından
ayıran sınırları esas alarak tanımla-
masıdır. Bir başka ifadeyle, siyasetin
odağı “yayılmak”tan “sınır”lamaya
kaymıştır. Devletin “sınır”lama fiili
modern döneme ait iki cephede te-
zahür etmektedir: Devlet-uluslararası
sistem (iç-dış ayrımı) ve devlet-top-
lum (kamusal-özel alan ayrımı).
Modern dönemde egemen devlet,
kendi içine dönerek sınırları içerisinde
yaşayan insan topluluklarını “millet”
kategorisinde, kamusal ve özel alan
arasında bir “sınır”lamaya giderek,
homojenleştirmeye
çalışmaktadır.
Bunun temel sebebi ise iktidarın kay-
nağı konusunda yaşanan değişimdir.
İmparatorluklarda siyasi iktidarın
kaynağı dünya dışında metafizik bir
temel olarak bir tanrıya veyahut bizzat
tanrısal bir nitelik taşıyan imparatora
dayanmaktaydı. Modern dönemde si-
yasi otoritenin kaynağı
leşmiş,
önce tanrısallığından arındırılmış
ter
kral, 1789 Fransız Devrimi’ni
takip eden dönemde ise “millet” (
na
tion) iktidarın/egemenliğin kaynağı
durumuna gelmiştir. İktidarın kaynağı
durumuna gelen insan topluluklarının,
devlet tarafından başıboş bırakılması
söz konusu olamazdı. Devlet etkin bir
şekilde, tespit ettiği “ideal vatandaş”
tanımı ışığında “millet”ini kurgula-
makta, yeniden üretmekte ve bu tanı-
mın dışına çıkmaya çalışanları “öteki-
leştirerek”, “tehdit” unsuru addederek
ve kamusal haklardan yararlanmaları-
nı kısıtlayarak cezalandırmaktadır.
1648 Vestfalya Antlaşması’yla tüm
siyasi birimler birbirlerinin egemen-
lik alanlarına saygı göstereceklerini
ve hukuken eşit olduklarını kabul
etmişlerdir. Avrupa’da gerçekleşen
bu dönüşüm zamanla Avrupa dışın-
daki siyasi birimleri de kapsamış,
1960’larda sömürgeciliğin sona er-
mesiyle tüm dünyada geçerli kurucu
bir norm hâline gelmiştir. Böylece
devletin egemenliği ve otonom varlı-
ğı garanti altına alınarak devletler sis-
temi, tarihî-toplumsal varlık alanını
organize eden temel ontolojik anlayış
olarak küresel çapta kurumsallaşmış-
tır. Bu yeni düzende devlet, dışarının
kapsamındaki insanlıktan, ulus-üstü
toplumsal yapılardan ve diğer ege-
men devletlerden kendini “farklılaş-
tırarak”, “sınır”layarak (
b/ordering)
kendi egemenlik alanını korumak ve
inşa etmek, aynı zamanda da ege-
menlik haklarını devam ettirmek için
anarşik uluslararası sistemin devamı
uğruna mücadele etmek zorundadır.
Anarşiyi aşıp sınırları (
border) dı-
şında egemenlik alanını genişletmek
isteyen Napolyon Fransa’sı ve Hitler
Almanya’sı gibi
devletler
diğer devletler tarafından sert bir şe-
kilde cezalandırılmıştır.
Devletler sınırlarının gerisine çeki-
lip bekler mi? Elbette ki hayır. Bu
noktada
frontier kavramı devreye
girer. Devletler sınırlarla kısıtlanmış
olmalarına rağmen, “dışarısı” olan
uluslararası alanda etkinlik kurma-
yı hiçbir zaman elden bırakmazlar.
Sosyal varlıklar olmaları nedeniyle
içerisinde bulundukları uluslararası
sistemi kendi çıkarları doğrultusunda
şekillendirmek isterler. Bu çelişkiyi
aşmak için
frontier kavramı ışığın-
da “dışarı”ya yönelerek, egemen-
lik alanlarını genişletmeden siyasi,
ekonomik ve kültürel etkinlik alan-
larını genişletmeye çalışırlar. Me-
sela günümüzde sistemin en büyük
gücü Amerika’nın
border’ı Atlantik
ile sınırlı olmasına rağmen, etkinlik
veya jeopolitik alanı yani
frontier’ı
tüm yeryüzüdür. Yine aynı şekilde,
Osmanlı İmparatorluğu’nun
boun
dary’si Viyana kapılarının ötesine ge-
çemezken,
frontier’ı Avrupa’nın daha
derinlerine, mesela İspanya’ya kadar
ulaşmaktaydı.
Özetle, sınırlar tarihsel olarak farklı
şekillerde kurgulanırlar. Modern ön-
cesinde
boundary, egemen devletler
sisteminde ise
border önem kazan-
mıştır;
frontier ise her iki dönemde
de gerçekliği olan bir olgudur. Yine
somut fiziksel bir olgu olmalarının
ötesinde sınırlar, “farklılığın” üre-
tilmesi anlamında toplumsal olarak
inşa edilir. Sınır kavramının kapsamı
genişletildiğinde ise devletin sadece
dışarıya karşı kendi egemenlik alanını
“sınır”lamadığı (
b/ordering), içeride
de “ideal millet” anlayışı üzerinden
topluma yönelik bir “sınır”lama yü-
rüttüğü görülür.
* http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=74&makaleid=2079
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni