118
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
Varlığın anlamına dönük bir çaba-
da yola insandan başlamak insanın
kendi anlam dünyasının sınırlarına
işaret etmeyi gerektirir. Çünkü insan
bir varlıktır. Onun dün-
yasının sınırları çizen kendi anlam
ufkudur ve anlam bir hep mantığı ge-
reksinir. Her ne kadar “
” diyen
Wittgenstein
’un başında
“
” dese de birkaç satır sonra
“
”
9
diye açıklama getirir. Tam
da burada
ifadesinin ar-
kasından
dünyanın ritmini
kılmaya çalışan ussal bir ha-
rita düzeneği oluşturma girişimine bir
gönderme bulunur. Varlık mantık ile
dünyalaşır. Ya da:
10
ve
ilave olarak
“Man
diye
ekler Wittgenstein. Gördüğümüz bu
dünya, bedenleşmiş mantıktır.
Bura-
da gören mantıktır; tabi gör[e]meyen
de. Mantığa ilişkin bu çaba Aristote-
les’ten buyana varlığın kusursuz bir
ifadesinin mümkün olup olamadı-
ğıyla ilgili bir serüveni kendi içinde
barındırır. Descartes’tan Leibniz’e
kadar
arayışı hep bu sebepledir.
12
Bu gibi
8 Levinas s. 27
9
Ludwig Wittgenstein,
, Çev. Oruç
Aruoba, Metis yayınları, İstanbul 2013.,
s.15
10 Wittgenstein, s.133
11 Wittgenstein, s. 129
12 Leibniz, Dil problemini yeniden
genel mantıkla
ilişki içine sokan ve
mantığı her felsefenin,
tüm teorik
bilginin kabulü olarak kabul eden ilk
kişidir.(Detaylı
bir okuma için Ernst
Cassirer,
1,
s. 75-98)
arayışların tümü gerçekliğin katılığı
için kurgulanmış
bir dünya
tasarımıdır ve aynı zamanda bir tah-
rifattır.
Dünya anlam bakımından tasarımsal-
dır. Wittgenstein “
.” der ve
ona göre “Tasarım gerçekliğin bir tas-
lağıdır”
13
ama kendisi değil. Heideg-
ger de tasarım için “Fiili varlık imkâ-
nının hareket sahasının
varlık
” demektedir.
“
”
14
Klasik onto-teo-loji açısında
“olum-
sallık” zorunluluk karşısında kıymet-
siz bir durum olarak nitelendirilse de
Heidegger’de eksistensiyal olarak
olumsallık Dasein’ın en aslî ve nihâî
ontolojik belirlenimi olarak görülür.
Heidegger
için “O baştan başa
fırlatılmış imkândır” der. O, mümkün
dünyaların en iyisini kendi olumsal-
lığında bulma gayretindedir. Dünya
verili varlık durumu olarak onun kar-
şısında durmaz. Dünya anlam olarak
inşa edilendir. İnsan varlık için bir
sorudur ve onun kendini kavrayışı ile
varlığın kendini kavrayışı arasında bir
koşutluk vardır. İnsanın kendi anlam
dünyası, varlığın dünya olarak beliri-
şidir. Varlık her zaman bir var-olanın
varlığı ise, onun anlamı, var-olanla-
rın soru imkânı olarak insanın kendi
dünyasında, dünya-içinde bir varlık
olmasında aranmalıdır. Dünya şeyle-
rin toplamı olmaktan çok bağlamların
ilişkiselliğinde açığa çıkan anlam bü-
tünlüğüdür. Dünya, “anlamın” teza-
hürü olan bir hâletirûhiye olarak insa-
nın orada
”. Bu sebeple
13 Wittgenstein, s. 23
14
Heidegger, Varlık ve zaman s. 153
Heidegger’in dediği gibi
.
Fakat burada yine de şu soru sorulma-
lıdır: “İnsanın dünyasıyla birlikte var-
lığın tümel anlamının da sınırları çi-
zilmiş mi olur?”. Wittgenstein
“Özne
der. Aslında yaklaşık
bir ifade kullanır. Dünya değilse de
Dünyalar varlık sınırlarıdır. Varlığa
ilişkin geliştirilmiş tüm
durum-
ları hepten olumsallığa terk etmek,
bu savın kendi dayandığı
, do-
layısıyla usu, olumsal olmaktan kur-
tarabilir mi? Fakat burada böyle bir
tartışmadan çok insanın dünyasının
sınırlarıyla, varlığın yetkin bir kavra-
nışı değilse de kâmil bir anlaşılırlığı
arasında cereyan eden gerilimin, so-
runun, kaygının üzerinde durmak – ek
bir görev olarak da Hegelci anlamda
tahrif edilen
ile usun inşası ara-
sındaki koşutluğa vurgu yapabilmek-
bu yazı için daha öncelikli olarak dur-
maktadır.
Varlık ile insan. –şimdilik bir anlama
modeli olarak böyle konumlansa da-
Karşılıklı olarak nasıl düşünülmelidir.
Düşüncenin kendi tarihi, kendi ma-
cerası içinde aranan bir zorunluluğun
gösterilmesinin ya da inşa edilme-
sinin de tarihi olarak görülebilir mi?
Ksenofanes’in
un dünyasını
kavramın dünyasına çekmeye çalış-
ması bir zorunluluk arayışı olarak mı
okunmalıdır? Ya da Sofist retoriğinin
karşısında Sokrates’in konumu; Aris-
toteles ve hocası Platon’un
olan karşısında
olana doğru bir
kayış içinde olmaları bir zorunluluk
gereksini midir?
Erken dönem Yunan felsefesinden gü-
nümüze kadar düşünce, sanki kendi
yasalılığını, kendi zorunluluğu göster-
meye dönük bir çabadan ibarettir. Bir
bakıma zorunluluk var-olanların kav-
ranması için elzem bir durum olarak
görülür. ─Mesela
15 Wittgenstein, s. 135
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
119
- Hegel’in tarih okumasında bu
çabanın bizâtihi varlığı -düşüncenin
öz-devinimi- olarak bilincin fenome-
nal dünyasında tahrifat yaratır. He-
gel için bu yıkımın, olumsuzlamanın
kendisi aynı zamanda özün korunup
aşılması olarak bir yükseltgemedir
(
aufgehoben). Ve pekâlâ bu bakış al-
tında düşüncenin yasalılığı göstermek
felsefenin işlevi olarak konumlanır.
Hegel
nin gi-
rişinde
der.
17
Felsefenin burada özgün bir
işlevi vardır. Bu, duyusal bilinç tara-
fından bir koza olarak örülen bulanık
bir dünyada-olmaklığın ortadan kal-
dırılıp Us’un berrak göğünde tinin
kendini kendine açık kılmasıdır. Aynı
zamanda Kant’tan farklı olarak He-
gelci bir tahrifatla
’un tarihte inşa
edilmesidir. Yine bir tahrifatla Pla-
ton’dan ödünç bir sözle söyleyecek
olursak felsefe burada
’un kıpıları
için bir ölüm hazırlığıdır ve bir nevi
dünyasallığın ortadan kaldırılması
olarak konumlandırılır.
Heidegger “
18
söz eder. Bu, insanın
bir berzahta, ara-durumda kalarak
dünya-içinde bulunuşunun temelidir.
Fakat berzahta olmak dünya-içinde
olmanın yanında başka olanakların
imkânı bakımından bir dünya dışını
da varsayar. İnsanın dünyası onun
mutlak anlamda sınırı değildir. İnsan
kendi sınır-dünyasının çeper alanında
yaratacağı tahrifatı kendi bilincinin
öz-deviminde, kendi ontik asliyetinde
bulur. Bu onun tözü olan özgürlüktür.
Tahrifat özgürlüktür ve onun hükmü
altındadır.
16
Richard Rorty,
, Çev. Mehmet Küçük-Alev
Türker, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1995.,
s.170
17 Hegel,
18 Heidegger, s. 137
Heidegger’e göre “
. Düşüncenin ken-
dini kendi karşısında konumlandırışı
gibi düşünürsek, tarihi, varlığın filo-
zofla konuşması olarak düşünebilir
miyiz? Her filozof kendi hâletirûhi-
yesinin imkânı dâhilinde işitebildiği
kadar varlıktan bir parça kavrayıp
önümüze koymak için çabalayan bir
savaşçısı, bir akıncı mıdır? Ve filozof
kendi dünyasıyla başka donmuş dün-
yaların(
karşısına dikilen bir hakikat terzisi
midir? Mesela Parmanides’de eksik
kalan her ne ise Herakleitos onu ta-
mam etmek için kendini görevli kıl-
mış bir varlık elçisi midir? Musa Pey-
gamberden Ortaçağların tinine sirayet
eden, ─ve Tanrıdan da gelse- otorite
bakımından insana dışsal kalan bu
“ahlâkî emrin” tahrifatını yapmakla,
ahlâkî buyruğu herhangi bir koşula
bağlanmaksızın bir ödev olarak insan
aklına teklif eden ve
diyen
Kant neyin peşindedir? Hele ki Kant
“
?” sorusuna bir ce-
vap olarak
’nde
bilginin, dolayısıyla ’un sınırlarını,
zorunluluk alanını çizmişken, “
Neyi
” sorusuyla hangi kapıyı
açık bırakmaktadır? Mesela Moder-
nizmin
mekanizmi karşısın-
da Freud, Marx, Nietzsche gibi dü-
şünürler hangi dünyayı tahrif etmek
istemiştir? Descartes’tan önce neden
kimse kendi varlığını bir temel olarak
düşünmemiştir? Doğrusal zaman al-
gısını neden-sonuç bağıntısı içerisin-
de anlamaya meyyal tüm mantık mo-
dellemeleri içerisinde bir skandal gibi
duran David Hume’un
eleştirisi hangi krala çıplak demek-
tedir? Gerçekten de filozofun kendisi
kendi döneminin tininin iktiza ettiği
bir kavram olarak mı ordadır? Nedir?
19 a.g.e. s. 146
Varlık kendisinde açıklık kazanmak
mı istemektedir? Soru hâlâ giderilme-
miş midir?
Dünya, bir ucu bizde kalan soru per-
gelinin çeper alanıdır.
Levinas Da’dan bahsederken
onun üç yapı özelliğiyle
tanımlanabileceğini yazar. Bunlar
“Kendinin-önünde olmak (proje)”,
“zaten-dünyada olmak (olgusallık)”
ve “şeylerin yakınında, dünya içinde
karşılaşılan yakınlığında olarak dün-
yada olmak”. İlki soruya işaret eder.
İnsanın Berzahına. İnsan kavradığıy-
la arasına mesafe koyan bir varlıktır.
Kendi önünde olmak bu mesafeyi ko-
rur. Bu ise bir yerinden edinmişliktir
(
Sorunun varlığı, kendi
önünde olan ve aslî yuvasını arayan
varlık kipine, insana işaret eder.
İnsan
soru varlığı olduğu kadar ebedî firkat-
ten dolayı da kaygıdır
20
. Bu bağlam-
da soru bizâtihi varlığıyla
dir.
Suça ilişkindir. Ebedî suçun, düşkün-
lüğün, –varlığın yuvasından ayrılışı
olarak-, özdeşlikten çıkışın herkese
pay edildiği ve cevabını belki de ev-
rensel bir rol model olarak Hıristiyan
i içinde
’nın menkıbesinde
okuyabileceğimiz, bir olmamışlık-
tır. Soru daima yönelimseldir. Kendi
dışını var sayar ve şimdide duran bir
eksiklikten gücünü alarak henüz oluş-
mamış olanın varlığına işaret eder. Bu
ise “Dünya” için, kabuk bağlayan in-
sanın dünyası için, her zaman varlığı-
nı koruyacak olan tahrifattır, yıkımdır.
20 Kierkegaard Kaygı için “
” der. Devamında “
Uya
” diye ekler.(Soren Kierkegaard, “
”, çev. Vefa Taşdelen, Hece Ya-
yınları Ankara 2004. , s.108)
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni