134
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
Y
irminci yüzyılın en önemli
filozoflarından biri olan Lu-
dwig Wittgenstein’ın haya-
tında iki farklı dönem vardır. Bunla-
rın ilki, mantıksal pozitivizmi doruk
noktasına taşıyarak tüm anlamları
mantık önermelerine göre açıklamaya
çalıştığı kitabı
’u yazdığı dönemdir. Wit-
tgenstein bu döneminde ‘mutlak ke-
sinlik, gerçeklik ve doğruluk’ peşinde
koşuyordu. Tractatus hiçbir konuda
belirsizliğe olanak tanımıyordu.
Wittgenstein hayatının ikinci döne-
minde ise ‘mantıksal pozitivizm’in
katı formüllerini reddederek dünya
hakkında karmaşaya, belirsizliğe ve
sezgilere dayanan bir görüşü savun-
du. Hakikatin temeli olarak matema-
tik formülleri ve mantık önermeleri-
nin yerine, ‘aile benzerlikleri’ni ve
‘dil oyunları’nı koydu.
Ünlü filozoftaki bu radikal değişim
nedeniyle öfkelenen ve hayal kırıklı-
ğına uğrayan, dönemin bir başka ünlü
İngiliz filozofu Bertrand Russell, fel-
sefenin ‘ciddi’ yanıyla uğraşmayı bı-
raktığı için Wittgenstein’a acıyordu.
Ancak Wittgenstein’ın
’ndan anlaşıldığına göre,
asıl hayal kırıklığına uğrayan, Rus-
sell’a dar kafalı, inatçı rasyonalizmin-
de ve pozitivizminde ısrar ettiği için
acıyan Wittgenstein idi.
Wittgenstein’ın güçlü bir kişiliği
vardı. Söylediği veya yaptığı her
şey etkileyiciydi. Kurduğu cümleler
özdeyişlere benziyordu. Sesi kahra-
mancaydı. Seçkin öğrencileri ve ta-
kipçileri ona bir ermiş muamelesi ya-
pıyordu. Buna mukabil Wittgenstein’ı
felsefî disiplinden yoksun bir şarlatan
olarak görüp küçümseyen ve onunla
alay edenler de vardı. Hangi açıdan
bakılırsa bakılsın Wittgenstein’ın iki
hayatı arasındaki keskin zıtlıklar, bize
modern Batı felsefesindeki büyük de-
ğişim hakkında önemli ipuçları verir.
İlk Wittgenstein, dünyanın
birimlerden oluştuğuna inanıyordu.
Bu ‘bilimsel gerçek’, dil ve mantık
konusunda bilmemiz gereken her şe-
yin temeliydi. Fiziksel dünya
tik, matematiksel, kesin ve net oldu-
ğuna göre onu yorumlayan felsefe de
öyle olmalıydı. Felsefe dünyayı oldu-
ğu gibi yansıtmalıydı. Bu yüzden de
sadece mantığa dayanmalıydı. Başka
her şey felsefenin ve mantığın ilgi
alanı dışında kalıyordu.
İşte Wittgenstein o meşhur, “Üzerin
” sözünü, bu dönemde
söyledi. Mantıksal pozitivizm aşk,
sanat veya inanç gibi şeylere anlam
veremiyorsa, felsefe de bu konularda
hiçbir şey söylememeliydi. Wittgens-
tein dilimizin sınırlarının dünyamızın
sınırları olduğunu bu dar anlamda ifa-
de etmişti.
Bu, 20’nci yüzyılın başlarındaki man-
tıksal pozitivizm hayranlarına muh-
teşem görünen bir tanımdı. Ancak
Wittgenstein kısa süre sonra, birta-
kım olağanüstü durumlar sonucunda
‘hakikat’in sadece atomlar ve mantık
önermelerinden ibaret olmadığını an-
ladı. Dünyada mantık önermelerine
ve bilimsel formüllere sığdırılamaya-
cak olduğu halde yine de anlamlı olan
o kadar çok şey vardı ki… Bir beste
nasıl yapılır? Bir arkadaşı özlemek
nasıl ifade edilir? Aşkın, affetmenin,
dürüstlüğün veya cesaretin mantıksal
veya bilimsel açıklaması nasıl ya-
pılır? Vardığı sonuç şuydu: Bir şeyi
sadece dar mantıksal anlamda açık-
layamadığımız için anlamsız görüp
reddedemeyiz.
Wittgenstein, katı mantık önermeleri-
nin yerine belirsizlikler, aile benzer-
likleri, dil oyunları ve sözcüklerle ifa-
de edilemeyen şeylerin esrarı üzerine
çalışmaya başladı. Araştırmaları dil
ve mantıkla sıkı sıkıya bağlantılıydı.
Felsefeyi, ikinci döneminde de “Beni
” diye
tanımlıyordu. Bu yeni görüşleri, fel-
sefî düşünceyi atomculuk ile indirge-
meciliğin prangalarından kurtarmıştı.
Wittgenstein masa başı filozofundan
ziyade bir zanaatkâra ya da sanatçıya
dönüşmüştü.
Wittgenstein dil ile hakikat arasındaki
doğru ilişkiyi açıklamaya çabalarken
felsefenin sınırlarını da zorluyordu.
Tractatus’u reddettikten sonra, dil
aracılığıyla neyin ifade edilip edile-
meyeceği konusuyla ilgilenmeye de-
vam etti. Burada neyin ‘söylenebile-
ceğinden’ neyin ‘gösterilebileceğine’
doğru belirgin bir geçiş vardır. ‘Gös-
termek’ eylemi, mantık önermelerin-
den daha fazlasını gerektiriyordu; bu,
yapmak, eylemek, vücut dilini kullan-
*
Makale Daily Sabah gazetesinde 01.11.2014 tarihinde yayınlanan orijinalinden tercüme edilmiştir. İktibas: 16.12.2014
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
135
mak, haykırmak, düşünmek, sezgi ve
nihayet sözle ifade edilemeyen pek
çok eylemi içeriyordu. Böylece Wit-
tgenstein felsefeyi, doğa bilimlerinin
sınırlamalarından ve felsefî indirge-
meciliğin
sından kurtarı-
yordu. Ama aynı zamanda, felsefenin
yapıp yapamayacağı şeylere yeni bir
sınır tayin ediyordu.
Bu çaba bazı açılardan, İslâm düşünce
tarihinin dev isimlerinden Gazali’nin
(1058-1111) 12’nci yüzyılda Aristo
felsefesini eleştirirken yapmaya çalış-
tığı şeye benzer. Gazali, başta Farabi
ve İbni Sina olmak üzere Aristo’nun
Müslüman takipçilerini
kibirleri ve tutarsızlıkları yüzünden
eleştirmiş ve onları felsefenin sınırları
dışına çıkmakla suçlamıştı.
Geleneksel bir Müslüman âlim ve
entelektüel olan Gazali, hem dinî
hem de felsefî bilimlerde eğitim gör-
müştü. Aristo felsefesine son derece
hâkimdi ve bu felsefenin temel ilke-
lerini özetleyen Filozofların Amaçları
(
) adlı bir kitap
yazmıştı. Bu özetleme çalışması öyle
başarılıydı ki, kitap Latinceye çevril-
diğinde çoğu Avrupalı düşünür, Gaza-
li’nin İbni Sina’nın takipçisi olduğu-
nu sandı.
Gazali Müslüman Aristocuları, fel-
sefeyi her şeyi kuşatan metafizik bir
dünya görüşüne dönüştürdükleri ve
onu dinî inancın yerine ikame etmeye
çalıştıkları için eleştirdi. Bu filozofla-
rın mantık ve matematik alanındaki
eserleri övgüye değerken,
jileri sadece kısmen doğruydu. Ancak
en büyük hatayı metafizik alanında
yapmışlar ve felsefenin sınırları dışı-
na çıkmışlardı. Gazali, döneminde-
ki siyasi gelişmelerin de etkisiyle fi-
lozoflar hakkında acımasız bir hüküm
verdi ve şu üç görüşü savundukları
için onları İslâm inancından çıkmak-
la itham etti: Evren ebedi ve ezelidir,
Tanrı
ı bilmez ve son olarak,
öldükten sonra diriliş cismanî değil
sadece ruhanî olacaktır.
Sünnî kelamcılar ve fakihler Gaza-
li’nin bu hükmünü felsefenin toptan
reddi olarak yorumladılar. Oryanta-
listler bunu İslâm dünyasında felsefî
düşüncenin sonu olarak ilan ettiler.
Sünnî ilâhiyatı ile Gazali ve İbn-i
Arabi’nin felsefî mistisizmi güç ka-
zanırken, Aristocu felsefe geri plana
düştü. Ancak İslâm dünyasında felsefî
düşünce sona ermeyip farklı şekillere
büründü.
Gazali Aristocu felsefeyi, üstesinden
gelemeyeceği alanlara girmeye cüret
ettiği için eleştiriyordu. Ona göre Fa-
rabi ile İbni Sina’nın temsil ettiği fel-
sefe, kendi koyduğu sınırların dışına
çıkıyor ve sadece mantık formülleri
ve ‘delil’ (burhan) ile ifade edileme-
yecek şeyleri ifade etmeye çalışıyor-
du. Filozoflar, ellerinde bu işe uygun
araçlar olmadığı halde
bir kibirle metafizik sahasına zorla
girmişlerdi.
Açıklayamayacakları şeyleri dışlama
veya reddetme eğilimindeydiler. Oysa
Gazali’ye göre hakikati, kendilerinin
bilme imkânı olan şeylerle sınırlamak
yerine kendi sınırlarını kabul etmeli
ve sadece analitik muhakeme ile açık-
lanabilecek ve açıklanamayacak şey-
leri kabullenmeliydiler.
Ancak filozofların hatası, felsefenin
tümüyle yanlış olduğu anlamına gel-
mez. Gazali felsefeyi tamamen dışla-
mak yerine felsefî mistisizme yönel-
di ve nelerin felsefî-mistik düşünüş,
tefekkür ve sezgisel düşünce yoluyla
‘gösterilebileceği’ konusunda yeni
bakış açıları geliştirdi. Eleştirilerini
dile getirdiği kitabının anlamlı başlığı
bunu açıkça ortaya koyuyor: ‘
’, ‘felsefe’nin değil.
Bu başlık, Aristocuların, kendi koy-
dukları felsefî kurallara bağlı kalma-
dıkları için, tezlerinin tutarsız oldu-
ğunu îmâ eder. Gerçekten de Gazali,
kendileri felsefe yapmaktan ziyade
sadece Yunan üstatlarını ‘taklit’ etti-
ğini söylediği filozoflarla adeta alay
ediyordu.
Gazali’nin kendisi de, bir
krizi yaşadığı ve dış dünyanın
varlığını sorguladığı dönemde felsefî
kesinliğin (veya bunun yokluğunun)
sebep olduğu sıkıntıları bizzat yaşa-
mıştı.
(
) adlı ünlü biyografisin-
de açıkladığı üzere, bu krizi vahyin
yardımıyla ve aklını doğru şekilde
kullanarak aşmıştı.
Bunun mümkün olduğunu düşünen
Gazali, sadece kanıtlayıcı muhâke-
meyle ifade edilemeyen şeyleri doğru
bir bağlama oturtabilmek için daha
geniş bir felsefî düşünce tarzı geliştir-
di. Mantık ve dili, sezgiyle ve değişik
vasıtalarla kavranabile-
cek daha büyük bir hakikatin parçası
olarak gördü.
Bu, Wittgenstein’ın felsefî yolculu-
ğunun ikinci aşamasında yöneldiği
istikâmete benzer. Gazali ve Witt-
genstein çok farklı kavramsal çerçe-
veler içinde çalışmış olsalar da, felsefi
düşüncenin ufkunu genişletme çaba-
ları felsefenin günümüzdeki anlamına
dair önemli fırsatlar sunmaktadır.
İslâm tarihinde nakledilen meşhur
bir hikâye, hem Gazali’nin hem de
Wittgenstein’ın eserlerinde karşımıza
çıkan bilmek ile görmek arasındaki
tamamlayıcı ilişkiyi, çarpıcı bir şe-
kilde hülâsa etmektedir. Önde gelen
bir filozof ile bir Sûfî (bazı kaynak-
lara göre İbni Sina ile Hace Abdullah
el-Ensari) arasındaki görüşmenin ar-
dından, insanlar onlara birbirleri hak-
kında ne düşündüklerini sorar. Sûfî,
filozof için “
” der; filozof da Sûfî için “O
” der.
Bu hikâye, Wittgenstein ve Gaza-
li’nin yapmaya çalıştığı gibi, bilmek
ile görmek, kanıtlamak ile göstermek,
söylemek ile susmak arasındaki yakın
ilişki hakkında bize önemli ipuçları
veriyor. Farklı bilme çeşitleri arasın-
daki ilişki, dün olduğu gibi bugün de
felsefenin temel meselelerinden biri
olmaya devam ediyor.
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni
Dostları ilə paylaş: |