156
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
İ
nsan beşerî varlığı bakımından
varoluşsal sınırlar ile koşulludur.
Bu sınırlar her birimiz için aynı
ve değişmezdir. Beslenme, barınma,
üreme, doğanın
ve çevre,
hayatın devamı için zorunlu sınırla-
rımızdır. Yine de, insanı sadece bu
sınırlar içinde kalarak tanımlamak
mümkün olmaz, hatta onu ‘tanım’a
sığdıramayız. Çünkü insan-nesne
ilişkisi tanım, insan-insan ilişkisi ise
tanıma ve tanınma üzerinden yürür.
İnsan yavrusu çevre ile bağ kurmaya
ve bakıma muhtaçtır, ancak henüz ço-
cuk iken, oyun oynayarak bile kendisi
ile birlikte çevresini de etkileyerek
dönüştürür, ‘kendi için’ olmaya yöne-
lir. Bu onun bedeniyle
iken
düşünce ve hayalleri ile bağımsızlığa
odaklı olduğunu ifade eder.
Sınır bir kavramdır ancak dildeki kul-
lanımı açısından sınırlama ve sınır-
lanma olarak insanın edimlerinin iki
yanını birleştirir. İnsan çevresindeki
her varlığın önce imgelerini oluşturur.
Ardından bu imgelere karşılık gelen
öğrenerek konuşma yetisini
geliştirir. Bu isimler aynı zamanda şe-
killenmekte olan dilin kavramları ve
sınırlarıdır...
Çocuk başlangıçta annenin ve giderek
babanın (süper-egonun) koyduğu ya-
sakların neticesi olarak arzu ve istek-
lerini gemlemeye zorlanır. Bu durum
ihtiyar dediğimiz bir başka yetinin şe-
killenmesine yol açar. Bu yeti, oluşu-
mu bizim eylemlerimizin sonucu vü-
cûd bulacak olan varlığımızın nüvesi
düzeyindedir.
Bu tür sınırlamalar, dış dünyaya açıl-
mamızı yani toplumla bağ kurmamızı
sağlayacak olan eylemlerimizin ar-
dındaki yapabilme iradesine karşılık,
yapabilecek iken yapmama düşünce-
sinin uyanmasını zorlar. Çünkü aile
ortamının yarattığı alışkanlıklar ile
dış dünyada yaşamaya devam edeme-
yiz. Bu yeni ortamda artık ‘ötekinin’
sınırı ile karşılaşırız ve bireyin top-
lumla çelişkisi başlar.
Sınırlama insanın düşünsel bir eylem
biçimi olarak irade ve bilincinin olu-
şum sürecine katılırken, sınırlanma
ise bilinçler-arası ilişki ve çekişme-
den doğan öz-bilincin kurulumuna
eşlik eder.
İnsan düşüncesi, imgelem ve konuşa-
bilme yetisini geliştirmeden önce hiç
bir sınırlanma altında değildir. Doğal
dilimizin ortaya çıkmasından önce
düşünceye önceden konulmuş hiç bir
belirlenim ya da kavramdan söz ede-
miyoruz, düşünme henüz kendi sınır-
larının bilincinde değildir.
Düşüncenin sesleri giyinerek dışavu-
rumu dildir. Konuşmanın aracı olan
sesler de, anlamlı hale gelmeden önce
serbest halde devinirler. İnsan, kendi
nefesinin sınırlarını sınayarak sesleri
harflere, hecelere ve kelimelere dö-
nüştürür. Şu veya bu belirli sese dö-
nüşen, aynı ve tek nefesin kendi ola-
naklarını dışa vurma çabalarıdır.
Her insan gelişiminin belirli bir evre-
sinde kendi doğal diline doğar. İnsa-
nın kendini yaşamın farklı alanların-
da ifade etmesi için, içine doğduğu
bu dilin sınırları yetersiz kalır; bilim,
sanat, din, felsefe gibi özel diller ge-
liştirerek olanaklarının yeni sınırları-
na geçmek ister ve geçebildiği oranda
ruhsal doyum bulur.
Bu farklı diller biyolojik yaşamımız
için zorunlu değillerdir, fakat an-
lam dünyamızın kurucu duraklarıdır.
Bunlar kendimizi ifade etmenin hem
imkânları hem de sınırlarıdır. Her biri
sınırdır, çünkü her ifade, kapsam ve
içerik olarak diğerlerinden ayrı, fakat
dil-biçim olmaları bakımından aynı-
dırlar. Sınır sayesinde farklı disiplin-
lerin ortak ve ayrı yönleri tanımlı ve
bilinir hale gelirler.
İnsanın Sınırları
İbrahim Alagöz
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
157
Dilde, her kavram ile bir anlam temsil
edilir, bu sebeple Kavram’da tek bir
anlam ile sınırlanırız. Kavram farklı
anlamlar arasında sınırdır, oysa bir
kavram Simge yapıldığında çoklu
anlamlara açılma ve olanaklı farklı
sınırlara girme imkânı doğar. Böylece
tanım üzerinden oluşan sınırlı bilgiye,
hayal üzerinden oluşan sezginin bil-
gisinin de katılmasının yolu açılmış
olur. Tanım yaparak belirli bir sınırın
içinde kalan içerikleri biliriz, ama bu
sınırda dururken sınırın ötesini bil-
meyiz, vehmederiz. Vehim, sezgi de-
mektir ama aklın desteğini almış olan
hayalin sezgisi.
Anlamlandırma için, kavramlara ait
sınırların hem birbirlerinden ayırt
edilmesi hem de birbirleriyle bağ
kurulması gerekir. Bu bağlamda sim-
gesel düşünme, bir düşünme kipi ola-
rak insanın farklı ve zıt sınırlarını bir
arada değerlendirme olanağını ifade
eder.
Anlamlardan sadece biri ile sınırlan-
mak, anlamlandırmayı engeller. Bu
demektir ki, simge farklı sınırları bir-
likte ele alarak onları aynılaştırmaz.
Tersine onları aynılaşmaktan kurta-
rır. Çünkü tek bir anlam kendi başına
bizde bir anlayış oluşturmaya yetmez.
Bir anlam tek başına değil çevresin-
deki yakın ve daha az yakın diğer an-
lamlarla mertebeli ilişkisinde insanda
bir anlayışın doğmasına yol açar.
Bütünün bilgisine ulaşmak, ancak bü-
tün “uzuvları” ile birlikte ele alındı-
ğında mümkün olur. Bu idrak biçimi
tüm farklı sınırları birlikte kavradığı
için insanın vahdetini oluşturan tüm
kurucu güçleri ve bunlar arsındaki
zıt eğilimleri ve çekişmeleri görür ve
bunları göz önünde bulundurur, ama
bu sınırların tümünün insanın kişilik
bütünlüğüne hizmet ettiğini bildiği
için bir sınırda durup diğerini dışa-
rıda bırakmaz. Bu farklı eğilimlerin
her birinin kişiliğimizin bir yönünü
doyurduğunu bilir.
İnsan için bir sınırda durmamak, yani
onu aşmak, yaşamın başka bir alanına
geçmek demektir ki, yaşamın deva-
mı için bu zorunludur. Ancak yine de
kişilik bütünlüğümüz ve itidal üzere
oluşumuz, aşmamız ve aşmamamız
gereken sınırlarımızı bilmemize bağ-
lıdır. Burada kastedilen “haddi aşma-
mak”tır, bulunduğumuz alanın hakkı-
nı vermektir. Bir işin hakkını başka bir
işin hakkı ile karıştırmamaktır. Ancak
insan doğuştan bu idrak ile doğmadı-
ğından bu tür bilginin elde edilmesi
insanın kendisine bırakılmıştır. Belir-
li sınırların idrak edilmesi için onların
ihlali zorunludur. Aşılmaması gerek-
tiği dışardan öğretilemez, ancak pra-
tikte yaşanarak, fiillerimizin sonucu
hak ettiğimiz bilgi olarak bilincimize
katılır. Aşılmaması gereken bir sınırın
aşılması ile fiillerimizin karşılığı anla-
mındaki “karşılık” ya da ceza dediği-
miz durum ortaya çıkar.
Aşılmaması gereken bir sınırın ihlali,
toplumsal düzeyde ceza müessesesi
ile çözümlenir ve bir sorun kalmaz,
buna karşılık aynı ihlal ruhsallığı-
mızda pişmanlığa yol açtığından an-
cak tövbe ile giderilir. Bir de insanın,
ihlalinde ısrar ettiği için geri döne-
mediği bir sınırı vardır ki bu durum,
kişilik bütünlüğümüzün yarılmasına
yol açan, ‘hakikati değiştirmek’te,
yani yalanda ısrarcı olmaktır. Durul-
ması gereken bir sınırı korumak ya
da terk edilmesi gereken bir sınırdan
başka bir sınıra geçebilmek ise bize
kazanım olarak döner. Hangi sınırda
durup, hangisini aşmamız gerektiği-
ni söyleyecek olan yetkili, toplumsal
ilişkilerimizde adaletle yönetilen bir
devletin hukuku, bireyselliğimizde
ise vicdanımız adını alır.
Shutterstock.com
Dostları ilə paylaş: |