180
Sınır Özel Sayısı, Yaz 2016
insanı. Yaşam ve ölümün tahtereval-
lisinde, yaşayan kendisi, ölümünün
yansıması olan diğer kendisiyle bir
ağdır-çöğdür oyununun içindeki ço-
cuktur. Tam ortasındaki durgun nok-
ta; ikisinin birbirine yaklaşması ve
büyük zıt zıplayışların merkeze bu
ikiliyi zorunlu olarak taşıyıp nokta-
laşmasıyla olabilir.
Karşıdaki karşıda kaldığı sürece ve bu
kapalı devre salınımda bizi eskiterek,
hayatın ipliklerini sökecek ve bilin-
meyene fırlatacaktır. Bu bilinmeyeni,
yani varlığımızın temel anlam soru-
nunu karşıdakinde kapalı tuttuğumuz
sürece, kendi içinde salınımlı bir eğ-
lencelilik taşısa da, biz gözlerimizi,
onun tehditkâr ve oyunun hâkimi olan
gözlerinden kaçırsak da, bu tahtere-
valliden inemez ve ne denli kaçmaya
çalışsak da onun biz eridikçe güçlen-
diğini ve eninde sonunda büyük ka-
ranlığa bizi fırlatacağını biliriz.
Kendi ve öleceğini bilen kendi, ikisi
birden nasıl yürüyecek yaşamı? Biri
diğerini anlamsızlaştırıyor, diğeri öte-
kinin anlamsızlaştırma tehdidinden
korkuyor. Bu vızıltılı zikzaklı bilinç,
yürümüyor, yuvarlanıyor (alışkanlık-
lar, toplumsal elbiseler, güven konfor
alanlarının ölü ve gürültülü sesine
bırakarak kendini bir süre) bilincinin
dışına atıyor ve bilinçdışı korkusunun
mezar taşına dönüyordu
.
─Hayat herkesi kıstırır, kısılma zor-
lanmış bir içe dönüklükle kendini
kendisinin itiraz dolu kuyusuna atar.-
Ne yapabiliriz bu kısacık sonluluk-
ta? Limit bahsinde
eğri
bir noktadan sonra hep yakınsamada
kalır, asla bitişmez, son yoktur, bu
‘başlangıcım da yoktur’ demektir.
Ama bizim var, dünya zamanında ilk
nefesin dakikası belli ve sonu var. Za-
mansızlık var mı? Aralıkta bir yerde
bir kurgunun içinde sıkışmış gibiyiz,
sanki delinmesi gereken bir çeper var
ve akması gereken de biz gibi dur-
maktayız. Ölümle beden çeperinden
akıp giden bilinç, bilip gitmiş ile bir
midir? Birdir birin içinde belki ama
biricikliği nerededir, bilebilir miyiz?
Burada ve şimdi akışabilecek bir in-
celmeyi insan kendi kendinden bekle-
yebilir mi?
İnsan kendi içindeki Truva atını hep
bilir.
Truva atını göz ardı ederek kaçarak
yaşadığında, kendini eninde sonun-
da içine askercikleriyle yayılarak
yıkacağını da bilir. Bunun kabulüyle
tokalaşmışlar belki daha cesurdurlar,
ama Truva atına itiraz en çok kor-
kan kahramanlardan gelmektedir, bu
korku onu barıştıracak olanın tam
da kendisidir, hem cesaret korkuyla
anlamlıdır. Campell “
” derken,
cesaret
için ise Rollo May şöyle der;
“Cesaret, sevgi ve sadâkat gibi diğer
kişi değerleri arasında yer alan bir er-
dem ya da değer değildir. Cesaret tüm
diğer erdemlerin ve kişi değerlerinin
altında yatan ve onlara gerçeklik ka-
zandıran temeldir. Cesaret olmaksızın
sevgimiz salt bağımlılık olarak solar.
Cesaretimiz olmaksızın sadâkatimiz
uyumculuk halini alır.
(cesaret) sözcüğü ‘kalp’
anlamına gelen Fransızca sözcük
“ œ
ur” ile aynı kökten gelir. Kalbin
kollara, bacaklara ve beyne pompa-
ladığı kan ile tüm diğer organlara ka-
zandırdığı işlev gibi, cesaret de tüm
psikolojik erdemleri olanaklı kılar.
Cesaretin yokluğunda diğer değer-
lerden, çürüyen erdem müsveddeleri
olarak söz edilebilir.’’
Kahraman; ‘Kim koydu bu atı içi-
me?’, ‘Yıkılmak için neden varım
diyenlerdi’. Neyin nesiydi bu yaşam
ve yaşamsızlık ne demekti? Yaşamı
bilemeyen diğerinin nedenine zıpla-
yamıyordu. Elimizde o vardı kurcala-
nacak. Kendi yaşamıyla sınırlı, o da
ölümüyle sınırlıydı. Bir bedenin ola-
naklarında
liğe tutsaktı.
Kuş kafesteydi işte ve hezârfen kuşun
kafasının içinde...
“
.’’ der Proust ‘
’ da.
Bildiği kendinin, kendinde yıkılış-ya-
pılışı, kendi kendini gözlemleyenin
gelmesiyle başlıyordu, durağan nok-
tada duran ve ikisini birbirine çeken
göz ile. Özgürleşme; arzusunun çekir-
değiydi. İnsan ona yazgılıydı ve örtül-
müş toprağından filizlenme içe sızan
su istiyordu. Su ise örtülerin teker
teker soyulmasını, akmak ve akıştır-
mak için çeperinin incelmesini talep
diyordu. Bilincinin kıvrımlarını yıka-
yıp, üst bilince doğru buharlaştırmak
için yaklaşıyordu. İncelikli bir işti,
insan indirgenirken yükseltgeniyor-
du tıpkı bir röntgen banyosunda imiş
gibi. Bir vücûd, tek tek hücrelerin
akışın ahengiyle ayaktaysa,
insanın bilinci de böyle bir duyarlık-
lıkta kendini aşabilir, evrensel olana
taşıyabilir. Bu da diğerlerine açılmak,
anlamak, sezebilmek ile ‘öteki korku-
sunun’ kabuğunu sevebilme yetisiyle
inceltmeyle mümkün.
İnsan nasıl uzatacaktı başını karanlı-
ğından güneşe? İncelmek ne demekti
onun için? Dünyada oluşun acılı tutu-
nuşunun
bulutu herkesi sarar,
ama bu buluta verilen yanıt çekirde-
ğin kaderini belirler.
“Nevrotik, kendi çelişkili merkezini
yitirmekten korkuyorsa dışarıya uzan-
mayı reddeder ve kendini kasarak geri
çeker, dünya alanını ve reaksiyonları-
nı kıstıkça, büyümesi ve gelişmesi
durur. Bu durum Freud’un zamanında
yaygın bir biçimde rastlanan nevrotik
bastırmaları ve ketlemeleri oluştu-
ruyor. Oysa günümüz dışa yönelimli
uyumculuk dünyasında, yaygın nev-
rotik tarz tam tersiyle karşımıza çıkı-
yor; benliğin diğerine katılımı ve di-
ğerleriyle özdeşleşmesi içinde varlığı
Anadolu Aydınlanma Vakfı
Düşünüyorum Bülteni