*dipnotlar yazıda nerede kullanılmışsa oraya parantez içinde yapıştırılmıştır


: Ulaşılan Düzeyin Bir Bilançosu ve Kararan Perspektifler



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə5/24
tarix08.04.2018
ölçüsü1,58 Mb.
#36691
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   24

1936: Ulaşılan Düzeyin Bir Bilançosu ve Kararan Perspektifler
1929 atılımını izleyen on yıllık zaman diliminde, Sovyetler Birliği’nin iktisadi, sosyal ve kültürel cephelerde katettiği mesafe muazzam ölçülere ulaşmıştı.(49)Bu aynı zaman diliminde ve tam da aynı tarihten (1929) başlayarak kapitalist dünyanın içine girdiği tarihinin en büyük ekonomik bunalımı, Sovyetler Birliği’nin başarılarını daha bir gözkamaştırıcı kılmaktaydı. Örneğin, bu on yıllık dönemde, en büyük kapitalist ülkelerin sanayileri durgunluk ya da gerileme içindeyken, Sovyetler Birliği’nin sanayi üretimi tam 5,5 kat artmıştı. Elbette bu ekonomik başarının gerisinde sosyalist mülkiyet ve planlamanın kapitalist özel mülkiyete ve piyasa anarşisine üstünlüğü yatmaktaydı. Asıl tarihsel önemi de buradaydı.

Bununla birlikte, ulaştıkları bu başarılar, Sovyet komünistlerine, en fazla, sosyalist bir toplumun kuruluşuna nihayet geçebileceklerini düşündürebilirdi. Rusya’nın yüzyıllık geriliğinin, yoksulluğunun, cehaletinin beli nihayet kırılmıştı. Geniş ölçekli bir sanayi, makinalaşmış bir tarım, safları oldukça kalabalıklaşmış ve kültürel düzeyi nispeten yükselmiş bir işçi sınıfı, sosyalizmin bu “önkoşulları” artık nihayet vardı. Bunların çoğu kapitalizmden devralınabilirdi, kendileri yaratmak zorunda kalmışlardı; fakat artık yaratmışlardı. Bunları Sovyet iktidarı koşullarında ve sosyalist yöntemlerle yaratmış olmak, aynı zamanda bu sürece paralel bir biçimde sosyalist ilişkileri geliştirmek anlamına geliyordu. Fakat , yine de gerçekte sosyalizmin kuruluşu, elde edilen bu “önkoşullar” temeli üzerinde asıl şimdi başlayacaktı. Ve buna herşeyden önce, “yüzyılı onyıla sıkıştırmak” zorunluluğunun yarattığı sosyalizmi zedeleyen bedelleri temizleyerek başlayabilirlerdi.


Oysa, bu onyıllık dönemin sonunda bile değil, daha 1930’ların ortalarında (1936), Sovyet komünistleri Stalin’in şahsında bir başka iddia ile ortaya çıktılar. Buna göre, Sovyetler Birliği’nde sosyalizm tüm cephelerde daha şimdiden kesin zafer elde etmişti. “Sosyalist sistemin ulusal ekonominin tüm alanlarındaki eksiksiz zaferi bundan böyle kazanılmış bir olgu”ydu. O güne kadar gelişmelerin bir bilançosu niteliğindeki SSCB Anayasa Tasarısı Üzerine başlıklı raporunda (25 Kasım 1936), Stalin, sosyalizmin bu kesin zaferinden ne kastettiğini daha açık olarak şöyle ifade ediyordu. “Bizim Sovyet toplumumuz, daha şimdiden, özünde, sosyalizmi gerçekleştirdi; sosyalist düzeni yarattı, yani başka terimlerle, marksistlerin komünizmin birinci evresi ya da alt evresi dedikleri şeye ulaştı. Bu demektir ki, komünizmin birinci evresi, yani sosyalizm, ülkemizde daha şimdiden temel olarak gerçekleşmiştir. Komünizmin bu evresinin temel ilkesi, bilindiği gibi, ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre’dir. Anayasamız, bu olguyu, yani sosyalizmin bu zaferini belirtmeli(dir)’’ (Leninizmin Sorunları, I. baskı, Sol Yay., s.628)
O günkü Sovyet toplumu gerçeğinin ne ölçüde doğru bir ifadelendirmesi olduğu sorunundan bağımsız olarak, Stalin’in bu sözleri, herşeyden önce ciddi bir teorik karışıklığın ifadesidir ve kendi içinde çelişkilidir. Burada sorunların genel teorik çerçevesini soyut planda irdelemek değil, elbet teorik bir bakış çerçevesinde, fakat daha çok Sovyet tarihinin gelişim seyri, mantığı ve çelişkileriyle ilgiliyiz. Bu nedenle, aslında geçmiş tüm sosyalizm deneyimlerinin uğradığı başarısızlığı kavramada anahtar niteliğindeki sorunlardan biri olan bu(50) karışıklığa yalnızca işaret etmekle yetineceğiz.

Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika başlıklı çok bilinen makalesinde (30Ekim 1919),Lenin,proletarya diktatörlüğü tarihsel dönemi, ya da sosyalizmin kuruluşunun bütün bir tarihsel döneminden başka bir şey olmayan “geçiş dönemi” hakkında şunları söyler: “Teorik açıdan, hiç kuşku yoktur ki, kapitalizm ile komünizm arasında, bu her iki toplumsal ekonomi biçiminin özelliklerini ve niteliklerini birleştirmesi gereken belli bir geçiş dönemi uzanır. Bu geçiş dönemi, ölen kapitalizm doğan komünizm arasında -ya da başka bir deyişle, yenilmiş ama yokedilmemiş olan kapitalizm ile doğmuş ama henüz çok zayıf olan komünizm arasında- bir mücadele dönemi olmalıdır?"(İşçi Sınıfı ve Köylülük, I. baskı, Sol Yay., s.381)
Proletarya diktatörlüğü ile karakterize olan bu tarihsel geçiş döneminde, sömürücü sınıflar tasfiye edilmiş olsa bile sınıflar ve dolayısıyla, “farklı biçimlere” bürünmüş şekliyle sınıf mücadelesi varlığını sürdürecektir. Sınıfların ortadan kaldırılması hiç de yalnızca sömürücü sınıfların tasfiyesinden ibaret değildir, “üstelik de en zor kısmı değildir”. Sınıfları ortadan kaldırmak için, Lenin’in sözleri ve vurgularıyla, "fabrika işçisiyle köylü arasındaki farklılığı ortadan kaldırmak, bunların hepsini işçi yapmak gerekir". Bu ise aslında, işçi sınıfının da sınıf olarak ortadan kalkması, geçiş döneminin, dolayısıyla proletarya diktatörlüğünün son bulması, “sönümlenmesi” demektir.
Stalin, elbette, geçiş döneminin son bulduğundan değil, ama komünizmin ilk evresinin gerçekleşmiş olmasından sözediyor. Ama tutarsızlık ve çelişki, tam da burada ortaya çıkıyor. Komünizmin alt evresi, Marks’ın sözleriyle, “kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplum"u, Lenin’in sözleri ile, "yenilmiş ama yokedilememiş olan kapitalizm ile doğmuş ama henüz çok zayıf olan komünizm" in içiçe bulunduğu bir toplumu anlatır. Bu içiçelik hiç de eski sömürücü sınıfların varlığından gelmez. Tersine, Rusya’nın kendine özgü koşullarının gündeme getirdiği NEP’den dolayı, bunların son kalıntılarının tasfiyesi 1929 sonrasına kalmış olsa bile, normalde bu, bir proleter devrimin ilk elden ve nispeten kolay olarak gerçekleştireceği bir iştir. Bu içiçelik; komünizmin alt evresinin, Marks’ın sözleriye, “iktisadi, manevi, entellektüel ve bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan bir toplum" olmasında ifade bulur; Lenin’in sözleriyle, "kapitalizm ile komünizm arasında, bu her iki toplumsal ekonomi biçiminin özelliklerini ve niteliklerini birleştirmesi gereken belli bir geçiş dönemi" nin daha ilk evresi olmasında ifade bulur.
Bütün bir sınıflı toplumlar döneminden birikerek, burjuva toplum üzerinden yeni topluma geçen gelenekler, görenekler, alışkanlıklar, düşünüş şekilleri, kısaca burjuva toplumun “manevi ve entellektüel bakımlardan” yeni toplumda süregelen büyük etkisini biryana koyalım. Bin yılların yöneten-yönetilen ayrımında ifadesini bulan ve kolay kolay giderilemediğini deneyimin de göstermiş bulunduğu siyasal faktörleri de bir yana bırakalım. Bu içiçelik, kendini asıl olarak bizzat iktisadi alanda gösterir. Temel üretim araçlarının devletleştirilmesi, eski(51)sömürücü sınıfların tasfiyesinin iktisadi yönüdür ve hiç de işin “en zor kısmı değildir”. Burada, ekonomik olarak tasfiye edilmiş bulunsalar bile hala eskiyi geri getirme özlemleriyle yanıp tutuşan eski sömürücü sınıf öğeleri ile, özel mülkiyet kalıntılarını ve küçük meta üretimini bile bir yana bırakabiliriz. Fakat kapitalizmin yeni toplumda varlığını hala koruduğu asıl alan, bizzat değer yasasının hala hükmünü sürdürebilmesidir. Kısmen üretim alanında (tüketim maddeleri üretimi, kolhoz üretimi, küçük-meta üretimi vb.), fakat esas olarak da değişim ve bölüşüm alanında ona hala geniş bir etkinlik alanı vardır. Bölüşümde, ücret ödemelerinde, hala burjuva hakkı geçerlidir. Devlet mülkiyetine alınarak hukuksal bakımdan toplumsallaştırılmış üretim araçlarının fiilen de toplumsallaşması süreç içinde gerçekleşecektir ve bu sürecin tamamlanması uzun zaman alacaktır. Fakat bu gerçekleşmediği sürece, işgücü de eski toplumdan kalma izleri zorunlu olarak taşıyacaktır. Artık artı-değer sömürüsüne ve piyasa ilişkilerine konu olmayacak, fakat ücret ödemelerinde “eşit değerler değişimi” ilkesi geçerli kaldığı ölçüde ve sürece, bu sınırlar içinde ve bu yönüyle “meta” olmak özelliğini hala koruyacaktır.

Tüm bu olgular, özellikle komünizmin alt evresinde, Stalin’in deyimiyle sosyalizmde, “yenilmiş ama yokedilmemiş olan kapitalizm ile doğmuş ama henüz çok zayıf olan komünizm arasında”, bir ölüm kalım mücadelesinin sürmekte olduğunu gösterir. Doğası gereği, açıkça mevzilenmiş sınıflar arasında geçen mücadeleden çok daha zor ve karmaşık bir mücadeledir bu. İşte tam da böyle bir dönemden, “sosyalizmin eksiksiz zaferi”, ya da “kesin zaferi” diye sözedebilmek, kendi içinde bir çelişkidir ve teorik bakımdan bir değer taşımaz.


1936 yılının Sovyetler Birliği’nin bu tür bir “zafer”den henüz ne kadar uzak olduğunun en kestirme kanıtı, ötekiler bir yana, bizzat Stalin’in üzerine konuştuğu Anayasa’nın kendisidir. Bu Anayasa’nın “Sosyal Bünye” başlıklı birinci bölümünün 12. maddesi (b şıkkı) şunu ilan eder: “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde, 'Herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre’ sosyalist ilkesi gerçekleşir".(1936 Anayasası 'nın tam metni için bkz. Prof. Rudolf Schlesinger, Marksizm ve Sovyet Hukuk Teorisi, Sinan Yay., İst., 1974, s.340-378)Bu o günkü Sovyet toplumunun bölüşüm ilişkilerinde “burjuva hakkı”nın egemen olduğunu kabul etmekten öteye, yeni anayasanın temel bir maddesi halinde hukuksal güvenceye kavuşturulduğuna göre, bu bölüşüm ilkesinin sonraki bir dönem için de egemen kalmaya devam edeceğini ilan etmek demektir. Bu ilke, “çalışmayan yemez” yönüyle ele alındığında eski topluma göre büyük bir ilerlemedir. Fakat öte yandan, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti nedeniyle esası ve biçimi farklı olmakla birlikte, yine de, “burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimine hükmeden ilkenin aynısıdır" (Marks) ve bu yönüyle de eski toplumun bir kalıntısıdır. Değer yasasının kuvvetli bir varlık alanı ve eşitsizliğin kaynağı olan bu ilkeyi, bu zorunlu kötülüğü, Marks, eski toplumdan kalma bir “kusur” sayar. Stalin’in bu aynı şeyde sosyalizmin eksiksiz zaferinin bir kanıtını bulmasına yalnızca şaşılabilir.(52)
Bu iddianın kendisi bile başlıbaşına bir çelişkidir. Zira sözü edilen ilke esası itibarıyla komünizmin alt evresine egemen olur. Madem bu evre “daha şimdiden” gerçekleşmiştir, bu, dinamik bir karakteri olan “geçiş süreci”nin yeni ve bir üst evresine geçilmekte olduğunu da anlatır. Böyle bir durumda ise, bölüşüm ilişkilerinde burjuva hukukunun ifadesi bir ilkenin, anayasal güvence altına alınmak bir yana, tersine adım adım tasfiyesi gündeme getirilir. Toplumsal gelişme süreçlerinde hukukun genellikle “arkadan topallayarak” gelmesi bir kural olmakla birlikte, bu hiç de ömrünü doldurmuş bir evreye ait bir hukukun yeni bir evrede gündeme getirilmesi anlamına gelmez. Sosyalist bir toplumda hiç gelmez. Fakat buradaki çelişki hiç de basit bir yanılgının ürünü değildir. Bunun gerisinde, gerçekte bütünsel bir niteliği olan kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin, ancak bir soyutlama düzeyinde sözü edilebilir olan alt ve üst evrelerini birbirinden koparmak, her birini kendi başına az çok yerleşik birer “düzen” olarak birbirinden ayırmak eğilimi vardır. Sonraki bir tarihsel dönemin “olgun sosyalizm aşaması” şeklindeki revizyonist düşüncesi, 1930’ların bu eğiliminden kök almaktadır.
Sosyalizmin “kesin zaferi” düşüncesindeki ciddi iç teorik çelişkileri bir yana bırakalım. Bu düşüncenin 1930’ların ortalarındaki Sovyet toplumunun gerçekleriyle ilişkisi ele alındığında, ortaya tarihsel sonuçları bakımından son derece ciddi sorunların çıktığı görülür.
Stalin düşüncesini bir dizi kanıt eşliğinde sunar. Buna göre, sanayi, tarım ve ticaret cephelerinde “ulusal ekonominin tüm bu alanlarında” sosyalist sistemin eksiksiz zaferi artık “kazanılmış bir olgu”dur. Bu zafer, Sovyet toplumunun sınıfsal yapısının da temelden değişmiş olduğu anlamına gelmektedir. Artık sanayide kapitalistler sınıfı, tarımda kulaklar, ticarette tacir ve spekülatörler yoktur. Bu tüm sömürücü sınıfların tasfiyesi demektir. Geride yalnızca işçi sınıfı, köylülük ve aydınlar kalmıştır. Bunların ise, diye devam eder Stalin, yalnızca kendi yapılarında temelli değişimler yaşanmakla kalmamış, birbirleriyle ilişkileri de temelden değişmiştir. “İlk olarak, işçi sınıfı ile köylülük arasındaki, aynı şekilde bu sınıflar ile aydınlar arasındaki sınır çizgileri” artık silinmektedir. Bu, “eski sınıf tekelciliğinin yok olduğunu gösterir... İkinci olarak, bu değişmeler, bu toplumsal gruplar arasındaki ekonomik çelişkilerin yokolduğunu, silindiğini gösterir... Ve son olarak, aynı şekilde, bu toplumsal gruplar arasındaki politik çelişkilerin de yok olduğunu, silindiğini gösterir".
Bu sonuncu “olgular”ın öyle bir sunuluş tarzı var ki, bundan kalkılarak, Sovyet toplumunun, komünizmin alt evresini tümüyle geride bıraktığı, artık komünizme geçmekte olduğu, Stalin’in bunu iddia ettiği pekala düşünülebilir. Nitekim, 1938’de kaleme alınan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi'nin, Stalin’in bu raporunu ve 1936 Anayasasını yorumlayan bölümlerinde(Bkz. J. V. Stalin, Eserler, C.15, İnter Yayınları, İst. 1990, s.386-391), bu iddiayı içeren daha açık pasajlar da var. Fakat muğlak ve bulanık ifadelerine rağmen, Rapor’un tümü gözönüne alındığında, Stalin’in; Sovyet(53) toplumunda sömürücü sınıflar tasfiye edilmiş olmakla birlikte işçi sınıfı ve köylülüğün iki temel ve ayrı sınıf olarak varlığını hala sürdürdüğünü; fakat bununla birlikte, bir eğilim olarak, bunlar arasındaki sınır çizgilerinin, dolayısıyla ekonomik ve politik çelişkilerin yok olmaya doğru gittiğini anlatmak istediği görülür.

Ne var ki, bu şekliyle bile, bu düşünceler, bir eğilimin aşırı abartılı bir basitleştirilmesi olmaktan öteye, o günkü Sovyet toplumunun iktisadi, sınıfsal ve siyasal gerçeklerini ve bundan doğan gerçek sorunları doğru yansıtmazlar. Daha da kötüsü, bu gerçekleri karartırlar. Kararttıkları ölçüde ise, o günkü Sovyet toplumunun önünde hala uzun ve zorlu bir tarihsel dönem olarak geleceğe uzanan geçiş sürecinin temel sorunlarını ve bundan kaynaklanan görevleri gizlerler. Ve son olarak, bu düşünceler, aynı dönemde ve sonraki bir kaç yılda buna eşlik eden öteki düşüncelerle birlikte ele alındıklarında, 20. Kongre’de formüle edilen proletarya diktatörlüğünden sözde “bütün halkın devleti”ne geçiş revizyonist teorik tezinin, temel öğelerini açıkça ya da örtük bir biçimde içerirler.


Stalin’in sosyalizmin eksiksik zaferine gösterdiği kanıtlar içinde yalnızca biri tartışmasızdır. Gerçekten de 1930’ların ortasında Sovyet toplumunda artık eski sömürücü sınıflar tasfiye edilmiş bulunmaktaydı. Ne var ki, bu olgu sosyalizmin eksiksiz zaferinin değil, bu zafere giden yolun önündeki temel sınıfsal engellerin temizlendiğinin bir kanıtı olabilirdi yalnızca. Bu bile, 1929 ile başlayan bu tasfiye sürecinin üzerinden henüz bir kaç yıl ancak geçtiğine göre, ekonomik ilişkileriyle tasfiye edilmiş olsalar da, geniş bir kitle tutan bu sınıfların (aileleriyle birlikte kulakların sayıları milyonları buluyordu) o aşamada henüz bir tehlike olmaktan çıkmadıkları kaydıyla birlikte kabul edilebilir. (Stalin’in kendisi bile henüz bir kaç yıl öncesinde “Kulakları kolhozlarda arayın” demiyor muydu!)
Sovyet toplumunun iktisadi ve kültürel cephelerde büyük bir atılım gerçekleştirdiği, iktisadi geriliği ve kaba cehaleti altettiği tartışmasızdır. Ne var ki bu tartışmasız başarı sosyalizmin eksiksiz zaferinin bir kanıtı olmaktan henüz çok uzaktı. Öncelikle, bu büyük başarının bedeli zorunlu olarak çalışan yığınların önemli yoksunluklara katlanması olmuştu ve yaşam düzeyindeki göreli düzelme ne olursa olsun, yığınlar hala çok geri yaşam koşulları içinde bulunmakta idiler. İkincisi, ki önemi tümüyle birincisiyle bağlantısı içinde kavranabilir, tam da bu büyük atılımın kendisi, ancak işçiler ve köylüler içinde, yanısıra çalışan yığınlarla yöneticiler arasında, önemli tabakalaşmalar pahasına gerçekleştirilebilmişti. Ve üçüncüsü, bu atılım devlet aygıtında muazzam bir büyüme yaratmakla kalmamış, onun bürokratik kusurlarını da görülmemiş ölçüde çoğaltmıştı. Bu sonuncusu özellikle önemlidir. Zira üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin sosyalist mülkiyetin ifadesi sayıldığı bir durumda, devletin bu bürokratik yapısı kalınlaştığı ölçüde ve koşullarda, bu sav tümüyle tartışmalı hale gelir. Bu, üretim araçları üzerinde devletin hukuksal mülkiyetinden gerçek bir toplumsallaşmaya geçiş sürecinin tıkandığını da işaretler. Böyle bir durumda devlet mülkiyetinde sosyalizmin eksiksiz zaferinin bir güvencesini görmek bir yana, tersine bunun kendisi,(54)sosyalizme doğru yürüyüşün bir engeline de dönüşebilir. Nitekim tarihsel deneyim bunu hemen tüm örneklerde göstermiş bulunmaktadır.

Stalin’in Sovyet toplumunun iki temel sınıfı ile“Sovyet aydınları”nın durumu hakkındaki değerlendirmeleri de gerçeğe aykırıdır. Bunlar arasındaki sınır çizgilerinin “silinme”si, “yokolma”sı bir yana, bu sınıfların her biri kendi içinde bile henüz yeterince oluşmuş, oturmuş ve homojenleşmiş değillerdi.


Sancılı bir biçimde olsa bile, tarımın ilkel ve dağınık yapısına son verilerek küçük köylü çiftliklerinin makinalaşmış tarıma dayalı kolhozlarda birleştirilmiş olması, Sovyetler Birliği’nin tarımsal alanda gösterdiği büyük bir başarıydı. Bunun muazzam iktisadi, sosyal ve kültürel sonuçları oldu. Bu, köylülüğün geniş ölçekli tarıma dayalı bu kollektif köylü mülkiyeti (kolhozlar) yoluyla sosyalizme yöneltilmesi doğrultusunda büyük bir adım ve olanaktı.
Rusya kırının içe kapanıklığına, dağınıklığına, tecrit edilmişliğine, köy yaşamının uyuşukluğuna, muazzam ve sonuçları bakımından geri döndürülemez bir darbeydi. Buna kırda eğitim ve kültür yaşamının canlanması eşlik etmişti. Geleneksel ataerkil ilişkiler, yerleşik batıl inançlar, bin yıllık cehalet, tüm bunlar büyük bir darbe yemişti. Sosyalist bir toplum yaratmanın en temel halkalarından biri olarak, köy ve kent yaşamı arasında ilk ciddi köprüler kurulmuş, bu anlamda, köylülüğün geleneksel içe kapalılığında gerçekten de büyük bir değişim başgöstermişti.
Ne var ki tüm bunlar henüz çok yeni olgulardı. Yeni süreç ancak başlıyordu. Daha da önemlisi, kırsal kesimdeki bu başarının önemli bedelleri olmuştu. Kendi küçük çiftliğine fazlasıyla düşkün olan ve köylü kitlesinin büyük bölümünü oluşturan orta köylülüğü buna ikna etmek pek de kolay olmamıştı. Bu önemli zorlamalar gerektirmiş, bu zorlamalar ise Sovyet iktidarı ile bu kitlenin ilişkilerini bir süre için zedelemiş, ciddi gerginliklere yolaçmıştı. Gönülsüz katılımın yolaçtığı etkilerin yanısıra, kolektifleştirmenin kontrol edilemeyen büyük hızı zamanında ve yeterli miktarda tarımsal makina sunuluşunu olanaksız kılınca, bu zaaf, ilk yıllarda tarım üretiminde gerilemelere, bu ise, ilişkilerde yeni gerilimlere neden olmuştu. Bunun etkileri Stalin’in raporunu sunduğu sıralarda henüz yeni yeni geçmekteydi. Kolhozcu köylülük henüz kendi içinde bile oturmuş sayılmazdı. Dahası uygulanan ücret ve bölüşüm kuralları, kolhozların kendi içinde ve farklı kolhozlar arasında bir tabakalaşmayı besliyordu. Grup mülkiyeti içinde bulunan, henüz onu bile yeterince sindirememiş olan, kendi içinde de önemli bir kazanç farklılaşması yaşayan bir köylülük ile, işçi sınıfı arasındaki sınır çizgilerinin silindiğinden,ekonomik ve politik çelişkilerin yok olduğundan sözetmek gerçeklere aykırıydı. Sorunların ve bundan çıkan görevlerin karartılmasından başka bir anlamı da olmazdı.
İşçi sınıfının kendine özgü yapısı ve durumu da henüz çok ciddi sorunların ve görevlerin ifadesiydi. 1922’deki somut durumu ve yapısıyla Lenin’in sosyalizmin güvencesi olarak göremediği Sovyet işçi sınıfı, NEP dönemi boyunca sayısal olarak büyümekle kalmamış, politik yönden de belli bir gelişme kaydetmişti. Bu sayededir ki, partinin ve iktidarın yönetimi altında, sanayileşme ve(55)kollektifleştirme atılımının 1929’daki esas sürükleyici toplumsal kuvveti olmuştu. İşçi sınıfı yalnızca ilk sanayileşme girişimlerinin coşkun taşıyıcısı olmakla kalmamış, onbinlerce mensubuyla kırdaki kolektifleştirme çabalarına bizzat katılmıştı. Büyük işçi grupları kulak direnişinin kırılmasında özel bir rol oynamışlardı. Daha da önemli bir olgu, NEP bürokrasisinin tasfiyesiyle boşalan yönetim görevlerini, işçi sınıfının en iyi öğeleri doldurmuştu. Bu aynı zamanda işçi sınıfından partiye büyük bir üye akımı anlamına da geliyordu.

Fakat daha önce de değinildiği gibi, tam da bu süreç, Sovyet iktidarının kurumlaşma ve işleyiş biçimi nedeniyle, işçi sınıfının bir sınıf olarak toplum yaşamında politik ağırlığını artırmıyor, tersine zayıflatıyordu. İktidar ile sınıfı organik olarak birbirine bağlayan ilişki, kurum ve işleyişlerin yokluğu koşullarında, en iyi öğeleri ile toplum yönetimini beslese bile, bu hiç de işçi sınıfının toplumu yönetmesi anlamına gelmiyordu. (Öncü ile sınıfın karşılıklı organik ilişkileri burada kritik bir alan ve sorundur.) Dahası, ücret politikaları ve genel olarak iş yasaları, hızlı sanayileşme ile safları sürekli büyüyen işçi sınıfının, kendi sınıfsal-politik birliğini geliştirmesini engelliyor, onu kendi içinde tabakalaştırıyor, bir tür işçi aristokrasisine yolaçarak, bölüyor ve zayıflatıyordu.


Bütün bu olgular ışığında bakıldığında, Stalin’in aynı raporunda, “devletin yönetici gücü işçi sınıfıdır” sözleri gerçeği yansıtmadığı gibi, sosyalist kuruluşu geliştirme sürecinin bu en temel halkasındaki muazzam görevlerin de üstünü örtüyordu. İktidar yapısının temel zaafları (işlevsiz sovyetler, parti ile devletin özdeşleşmesi, denetlenemeyen ve ayrıcalıklı bir bürokrasi), sanayileşme atılımı döneminde zayıflamamış, tersine pekişmişti. Hızlı sanayileşme zorunluluğunun işçi sınıfının iç yapısında yolaçtığı zayıflama, bu zaafları ayrıca besliyordu.
Bu durumda, Stalin’in sözleri sözde gerçekleşmiş bir olguya değil, gerçekleştirilmesi gereken gerçek bir göreve işaret etmeliydi: İktidarın yönetici gücü işçi sınıfı olmalıdır! Kuşku yok ki işçi sınıfının öncü partisinin iktidara egemenliği, sınıfın dolaysız siyasal katılımdan uzaklığının öncüde kaçınılmaz olarak yarattığı bozucu etkiyi şimdilik saklı tutmak kaydıyla, Stalin’in sözlerinde bir gerçek payı olduğunu gösterirdi. Fakat bu gerçek payının kendisi o günün çok temel bir zaafının örtüsüne dönüştürüldüğü noktada, gerçek bir tehlike de başgösteriyor demekti. Partinin iktidar ile özdeşleşmesi başından itibaren nesnellikten kaynaklanan bir zaaf sayılmıştı. O günün bir olgu olarak sürmekte olan bu zaafını açıkça tanımlayıp gerektirdiği görevlere işaret etmek yerine, işçi sınıfını “devletin yönetici gücü” ilan etmek, olsa olsa bu kez partiyi sınıfla özdeş görmek anlamına gelirdi. Bu ise, zaaf ifadesi bir olguyu bir yanlış fikirle rasyonalize etmek demekti. Sonraki sosyalizm deneyimlerinin devraldığı olumsuz mirasın en temel öğelerinden biri olan bu fikir, aslında daha başından, (parti devletle özdeşleşmeye başladığı andan itibaren) uç vermişti parti saflarında. (En hararetli teorisyenleri arasında bir ara Trotski ve Zinovyev de vardı. Bu henüz muhalefete düşmedikleri bir dönemdeydi.)
Parti sınıfın kendisi değil, onun yalnızca küçük bir azınlığıdır. Partinin(56)tarihsel misyonu, bir sınıf olarak işçi sınıfına ait bulunan, yalnızca onun sınıf konumu, kapasitesi ve nitelikleri ile gerçekleştirilebilir olan tarihsel ve siyasal misyonları devralmak değil, bunların gerçekleşmesinde işçi sınıfına önderlik etmek, bu önderlik içinde sınıfın uzun vadeli çıkarlarının da güvencesi olmaktır.

Tarihsel olarak yeni bir toplum düzeni olan sosyalizmi kurmaya ve yönetmeye yetenekli tek güç işçi sınıfıdır. Partinin kritik rolü elbette bu tarihsel süreçte de öneminden hiç bir şey kaybetmeden devam eder. Fakat bu rol ancak, devrimi gerçekleştirerek iktidarı ele geçirmiş işçi sınıfının yeni toplum düzenindeki siyasal konumlanışı ve örgütlenmesi içinde, onun öncüsü fakat aynı zamanda kopmaz bir parçası olarak gerçekleştirilebilir. Parti sınıfın en ileri kesiminin öncü örgütlenmesidir. Oysa proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının iktidar örgütlenmesidir. Üretimin en küçük birimlerinden merkezi iktidarın doruklarına kadar. İşçi sınıfının gerçekten “devletin yönetici gücü” olabilmesi, devletin siyasal biçiminin işçi sınıfının bir sınıf olarak örgütlenmesine uygun olmasını gerektirir. İktidar organlarının şekillenişi, yapısı, işleyişi, tüm bunlar buna uygun bir nitelik taşımalıdır. Nitekim devrimin yarattığı Sovyetler bu özelliği taşıyordu ve tam da bu yolla, işçi sınıfı devrimde önderlik fonksiyonunu başarıyla gerçekleştirebilmişti.


İçsavaş ve sonrasının ortaya çıkardığı acımasız gerçekler, Bolşevik Partisi’nin işçi sınıfı adına devletin yönetici gücü olmasını bir zorunluluk olarak gerektirmişti. Sözkonusu olan salt bir önderlik değil, fakat daha da öte, bir boşluğu doldurmaktı. Bu boşluğu doldurabilmek yeteneği, o gün için Bolşevik Partisi’nin bir erdemi olmakla birlikte, durumun kendisi gerçekte nesnelliğin zorladığı bir zaaftı. Stalin’in raporunu sunduğu tarihsel evrede, bu durum hala da bir olguydu ve bunu devam ettirmek eğilimi parti için artık bir erdem değil, sonuçları bakımından son derece vahim temel bir zaaf göstergesi olacaktı.
1930’ların ortasında işçi sınıfı, ne politik gelişme ne de politik örgütlenme yönünden, hala “devletin yönetici gücü” konumunda değildi. Sovyet demokrasisini geliştirmek, herşeyden önce işçi sınıfının bu alandaki zayıflıklarını gidermek demekti. Zira bu demokrasi işçi sınıfı demokrasisiydi; onun damgasını taşımalı, onun önderliğinin ve egemenliğinin ifadesi olmalıydı. Bu bütünüyle politik bir sorun ve politik bir görevdi. Bunu yeni bir anayasa ile “yurttaşların demokratik haklarını” geliştirmek ve güvenceye almak gibi bir hukuksal soruna indirgemek, yalnızca siyasal niteliğini değil, fakat sınıfsal özünü de gözden kaçırmak olurdu. 1936 Anayasası ile olan da buydu gerçekte.
Devrimden sonra 5. Sovyet Kongresinde kabul edilen ilk anayasada eşit oy sistemine aykırı düzenlemeler yapılmış, eski toplumun sömürücü sınıfları ise oy hakkından yoksun bırakılmıştı. İşçi sınıfının sayısal zayıflığının ve yığınların kültürel geriliğinin zorladığı, fakat normalde hiç de zorunlu olmayan son derece özel bir uygulamaydı bu. Sovyet iktidarının nihayet 1936 Anayasası ile bu uygulamaya son vermesi ve tüm Sovyet yurttaşlarına eşit oy hakkı tanıması hayli gecikilmiş sıradan bir demokratik ilerlemeydi. Oysa, SBKP(B) Tarihi’ nin yeni anayasanın kabulünü konu alan bölümünde, Sovyet toplumunun sosyal değişi(57)mini ve iktisadi başarılarını özetleyen ilk paragraf, şöyle devam eder: "Sosyalizmin zaferi, seçim sistemimizin daha da demokratikleştirilmesi ve genel, eşit, ve gizli oya dayanan doğrudan seçim kabul edilmesini mümkün kıldı."

Burjuva demokrasisinin en sıradan bir uygulamasını, proleter demokrasinin “sosyalizmin zaferi” ile olanaklı hale gelen büyük bir başarısı olarak sunmak gerçekten şaşırtıcıdır.


Burada üzerinde genişçe duramayacağımız bu konunun teorik ve tarihsel önemi nerededir? Bu önem, bir dizi özel evreden ve buna eşlik eden özel uygulamalardan geçerek nihayet normal bir sosyalist kuruluş için az çok olağan koşullara ulaşan, “sosyalizmin zaferi”ne yaptığı vurguyla kendi de aslında bunu böyle gördüğünü ortaya koyan, Sovyet iktidarının (ve SBKP’nin) proleter demokrasi sorununu ele alışındadır. Sovyet demokrasisini geliştirmek ve güçlendirmek gibi temel bir siyasal sorun, Sovyet yurttaşlarına hukuksal bakımdan daha geniş haklar tanımak ve bunu anayasal güvence altına almak derekesine indirgenmiştir. Yurttaşların temel demokratik hakları elbet yasal güvence altına alınmalıydı. Fakat sorunun sınıfsal-siyasal kapsamı yanında, hukuk alanına değil gerçek siyasal yaşama ilişkin yanı yanında, bunun esaslı bir önemi de yoktu. Yasal hakları bir kağıt parçası haline getiren, “en demokratik” bir anayasayı bile “daha yazılırken ihlal” akibetiyle yüzyüze bırakan, tam da bu yönün gözden kaçırılmasıydı.
1930’ların ortalarında, Sovyet demokrasisini geliştirmek, herşeyden önce, işçi sınıfının gerçekten toplumun “yönetici gücü” olabilmesi sorunuydu. İşçi sınıfına bu olanağı ve yeteneği kazandıracak köklü bir politik çaba sorunuydu. Ama asla salt yeni bir hukuksal düzenleme sorunu değildi. Bir sınıf demokrasisi, işçi sınıfının damgasını taşıyan bir proleter demokrasi olması gereken Sovyet demokrasisi, Rusya’nın kendi özgül koşullarından dolayı, birbirine yakından bağlı başlıca beş koldan zaafa uğramış bulunmaktaydı. 1) Sovyetlerin işlevsizleşmesi; 2) Çarlık idari aygıtından devralınan kötü miras; 3) Toplumdaki köylü ağırlığının iktidar yapısına yansıması; 4) Parti ile devletin özdeşleşmesi; 5)Sınıfsal ve iktisadi ayrıcalıklarla donanmış bir bürokrasi. Tüm bunların ortaya çıkışının ortak tarihsel ekseni, işçi sınıfının sayısal ve siyasal zayıflığı ile kültürel geriliği olmuştu. Tüm bunların ortak sonucu ise Sovyet iktidarının büründüğü ve gitgide güçlenen bürokratik kimlik oldu.
Bütün bunlar birarada çözücü halkayı da işaretlemekteydi. Sovyet sosyalizminin tarihsel geleceği bakımından da belirleyici olan bu halka, işçi sınıfını artık sadece öncüsü aracılığıyla değil, fakat bir toplumsal-politik güç olarak bizzat iktidarın egemen gücü haline gelmesi, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin öncü ve yönetici kuvvetine dönüşebilmesi idi. Sovyet demokrasisini geliştirmenin bu en kritik halkası, aynı zamanda, öteki emekçi kesimleri (köylülüğü) demokratik yaşama katmanın en sağlıklı ve etkin yolu, tüm yurttaşların yasal demokratik haklarının da en temel güvencesi olacaktı. Sovyet komünistleri bu sürecin önünü açsalardı, özel tarihsel koşulların ve ona eşlik eden özel uygulamaların nihayet son bulması anlamında, proletarya diktatörlüğünün, aynı(58)anlama gelmek üzere sosyalist demokrasinin olağan koşullarına anlamlı bir geçişi nihayet başarmış olacaklardı. Bunu gerçekleştirmek elbette hala da bir süreç işiydi ve o günün koşullarında bile henüz pek kolay değildi.

Bununla birlikte 1930’ların gelişmelerinin bunun için hayli elverişli toplumsal ve kültürel koşullar yaratmış bulunduğu da bir gerçekti. İşçi sınıfı muazzam bir büyüme yaşamıştı, toplumsal ağırlığı artmış ve eskiye göre kültürel düzeyi hayli yükselmişti. Eksik olan ve yapılması gereken, işçi sınıfının politik-sınıfsal oluşumunu yoğunlaştırmak, iktidarı partiden sınıfa yaymak, bunun için her türlü tedbiri almak, her türlü çabayı harcamaktı. Sınıftan kopmamış, onun bir parçası ve gerçek çıkarlarının temsilcisi Olan öncü bir partinin, o günün koşulları içinde öncelikli ve şaşmaz görevi bu olabilirdi. Bu, yalnızca sosyalizmin geleceği bakımından değil, öncünün geleceği bakımından da, hem ilkesel hem yaşamsal bir önem taşımaktaydı, işçi sınıfının aktif politik etkinliğine, egemenliğine ve önderliğine dayanmayan bir sosyalizm ile, bu sosyalizmi işçi sınıfı adına, kendini onunla özdeş görerek inşa edebileceğini sanan bir öncünün akibeti, olayların evriminin de gösterdiği gibi, aynıdır: bozulma, çürüme ve sonunda yokolma.


Marksist teorinin devrimci özü işçi sınıfının tarihsel rolü üzerinde odaklaşır. Kapitalizmi tarihe bu sınıf gömebilir. İnsanlığı sömürünün ve sınıfların bulunmadığı, bunlardan kaynaklanan tüm kötülüklerin de bunlarla birlikte yokolduğu komünizme yalnızca bu sınıfın önderliği ulaştırabilir. Kapitalizmden komünizme geçiş tarihsel sürecinin ifadesi olan proletarya diktatörlüğü, bu sınıfın iktidara egemenliği ve topluma önderliği anlamına gelir. Lenin, bilimsel ve tarihsel-felsefi bir kavram olan “proletarya diktatörlüğü”nün, “yalnızca belirli bir sınıf”ın, sanayi proletaryasının, sosyalizmin kuruluşu mücadelesine, “sınıfların tam olarak kaldırılması uğruna verilen mücadelenin tümüne önderlik edebileceği” anlamına geldiğini söyler.
Bu düşüncelerin, bunlardan kaynaklanan tarihsel ve politik perspektiflerin anlamını yitirdiği yerde, marksist teorinin devrimci izinden geriye pek bir şey kalmaz. Tarih bugüne dek bu düşünceleri hem pozitif ve hem de tersinden negatif deneyimlerle doğrulamış bulunmaktadır. İşçi sınıfı burjuva iktidarlara karşı mücadelenin öncü toplumsal gücü olduğunu, başarılı ya da başarısız, tüm devrim deneyimleriyle fazlasıyla göstermiştir. Tersinden ise, işçi sınıfı etkin ve egemen bir sınıf haline getirilmedikçe, sosyalizmin kuruluşu sürecinin başarıyla ilerletilemeyeceği, bu sürecin er-geç tıkanacağı, bozulma, yozlaşma ve sonunda ise kapitalizme dönüşün kaçınılmaz olacağı, bu aynı gerçeği kanıtlamıştır.
Kuşku yok ki, tarihin gösterdiği başka gerçekler de var. Tüm sosyalizm deneyimleri, tümünden önce de Sovyet deneyimi göstermiştir ki, eski düzeni devirmek mücadelesine önderlik edebilecek politik ve örgütsel yeteneğe ulaşmadaki başarısını ortaya koyan işçi sınıfı, bu aynı yeteneği bu yeni toplumun egemen sınıfı olarak ortaya koymada ciddi yetersizliklerle karşılaşabiliyor. Eski düzeni yıkma yeteneği ile yeni toplumun kuruluşuna önderlik etme yeterliliği arasındaki bu mesafe, ortaya bir dizi sorun çıkarıyor. Sosyalizmin tarihsel deneyimlerinin önemli bir alanıdır bu. Tarihsel deneyim, hem kuruluş sürecinde(59)sınıfın öncüsünün (partinin) taşıdığı muazzam önemi, hem de partinin kendi bu rolünü doğru bir anlayışla ele alıp gerçekleştirebilmenin hiç de birincisinden aşağı kalmayan önemini, birarada göstermiştir.

Sorunun özü şudur: Sınıfın yeni toplumun kuruluşunun önder ve egemen gücü haline gelebilmesi, bu politik ve kültürel düzeye ulaşabilmesi, bir süreç işidir. Öncü ilk dönemlerde sınıfın yetersizliklerinden gelen boşluğu da doldurarak, bu yetersizliklerin mümkün olan en hızlı biçimde giderilmesi için sınıfa önderlik etmelidir. Bu süreç boyunca, sınıfın yönetime ve üretime egemen kılmak için en azami çabayı harcamalıdır. Bu, öncünün, koşulların zorlamasıyla üstlendiği bir dizi işlevi sürekli bir biçimde sınıfa yayması sürecidir. Bunu yapmayan ya da buna hakettiği önemi vermeyen bir öncü, şaşmaz bir biçimde sınıfla ilişkilerinde zaafa düşecektir. Sözkonusu olan iktidara egemen olan bir öncü olduğuna göre, bu bir bürokratlaşma ve yozlaşma süreci olarak seyredecektir. Sınıfın devrimci öncülüğünden devlet aygıtına dayalı bir tutucu yönetim partisine geçiş olacaktır bu.


Kendi adını taşıyan bir iktidara egemen olma yeteneğine ulaşamayan bir işçi sınıfı ise, zaten henüz anlamlı denebilecek bir düzeyde bütünleşemediği, egemen olamadığı iktidara ve üretime zaman içinde iyice yabancılaşacak, bir kez daha sıradan bir üretim nesnesine ve “ücretli”ye dönüşecektir. Sınıfın dolaysız etkinliğine dayanmayan bir “yeni düzen”in ise, bir dönem için sınıfın ve emekçilerin belli hak ve çıkarlarının “bekçisi” olarak kalmayı başarması işin özünü değiştirmez. Kaldı ki tarihsel ölçülerle alındığında bu çok sürmez de. Sosyalizme ilerleme yeteneğini kaybetmiş böyle bir “düzen”, bir dönem için kararsız bir denge içinde yaşasa bile, er-geç, bütün biçimleri ve sonuçlarıyla gömemediği kapitalizm tarafından kaçınılmaz olarak bizzat kendisi gömülür.
1930’ların ortasında, Sovyetler Birliği’nde, sosyalizmin zaferi değil, uzun bir tarihsel dönemi gerektiren bu zaferin nihayet elde edilebilen önkoşulları sözkonusudur. Her şey iktidar cephesinde işlerin nasıl seyredeceğine bağlıdır. İşçi sınıfının dolaysız ve etkin politik egemenliğinin önü ve kanalları açılacak mıdır? Mevcut siyasal iktidar kurumlaşmaları, ilişkileri ve işleyişlerinde, bunun gerektirdiği köklü değişikliklere (bir kez daha proleter yığınlar seferber edilerek) gidilecek midir? Zorunlulukların bir sonucu olarak o güne dek pratikte fiilen bir parti diktatörlüğü olarak yaşanmış olandan, terimin bilimsel ve tarihsel anlamında proletarya diktatörlüğüne, nihayet az-çok anlamlı bir geçiş yaşanacak mıdır? Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin geleceği, elde edilenle mi yetinileceği, yoksa henüz ancak başlayan kuruluş sürecinin ileriye mi götürüleceği, bu sorulara gerçek yaşamda verilecek yanıtlara sıkı sıkıya bağlıydı. Oysa Stalin’in ulaşılan düzeyin bilançosunu çıkaran ve değerlendirmesini yapan raporu, bu sorunlara değinmez bile.
Sorunun bu canalıcı sınıfsal-siyasal yönüne hiç değinmeyen, daha da kötüsü, hala bir sorun olarak duranı elde edilmiş bir olgu sayan Stalin’in Anayasa Raporu (dolayısıyla yeni Anayasa), gerçekte iktidarın mevcut bürokratik yapısını kurumlaştırmaya varacak ve onun demokratik-hukuksal örtüsü işlevini görecek(60)ti. Olayın nesnel anlamı ve mantığı buydu. Stalin’in kendisi, Anayasa’yı o güne kadar ulaşılmış kazanımların ifadesi sayıyordu. Anayasa’da ulaşılmış bir dizi kazanım gerçekten yasal bir güvence kazanıyordu. Fakat işçi sınıfının yönetici güç olduğu gerçek bir sovyetler demokrasisine dayanan iktidar yapısı, hiç de bu kazanımlardan biri değildi henüz. Bunu bir veri saymak ya da sanmak, onu gerçekleştirmek perspektifini de artık tümüyle yitirmek demekti.

İşçi sınıfı ve köylülük ile Sovyet aydınları arasında, “sınır çizgilerinin silindiği”, “yokolduğu” iddiasının tarihsel ve siyasal anlamını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Stalin’in raporundaki tanımda “Sovyet aydınları” kategorisi, politik, idari ve ekonomik aygıtı oluşturan bütün yöneticiler tabakasını da kapsar. Yöneten-yönetilen farklılaşmasının bu ileri düzeyinde, yönetim tabakasının siyasal ve idari yönetim ayrıcalığını bir dizi maddi ayrıcalıkla birleştirdiği bir evrede, sözkonusu iddia, bir kere daha bürokratik yapıyı kurumlaştırmanın ve elbette gizlemenin bir aracı olmaktan öte bir anlam taşımaz. Sovyet iktidarının o günkü siyasal konumuyla, hala da işçi sınıfının ve emekçi köylülüğün çıkarlarının taşıyıcısı olması ise, bu olgunun tarihsel önemini azaltmaz. Zira bu yapıyı bu şekliyle kurumlaştırmak, onun bu devrimci kimliğini gelecekte de koruyabilmesini peşinen artık olanaksız kılmaktır. Zira bu tür bir siyasal kurumlaşma, yönetici azınlığın bir siyasal tekeli niteliği kazanacak, gelir farklılaşması ve bir dizi imtiyaz temeli üzerinde, zaman içinde kendi toplumsal mantığını da dayatacak, bozulma ve çürüme kaçınılmaz olacaktır.(61)


************************************************
Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə