lizm ve bilgiyi yıkan kuşkucu empirizm. Sadece aşkınsalcılık,
tüm bilgiyi, anlam verici ve -kesin bilimin sadece dış kapla
masını oluşturduğu- dolaysız bir “yaşam dünyası” içinde
nesnellik-öncesi, bilim-öncesi bir yaşam süren temel bir
ego
üzerine eklemleyerek, nesnelliğe gerçek temelini vere
cek ve yabancılaştırıcı gücünü alacaktır: aşkınsal felsefe
nesnelcilikle öznelciliğin, soyut bilgiyle somut yaşamın
bağdaştırılmasını mümkün kılar. Böylece, Avrupa insan
lığının kaderi -k i düpedüz insanlığın kaderi demektir- fel
sefenin fenomenolojiye dönüştürülme şansına bağlı olmak
tadır: “Biz, felsefi etkinliklerimizle, dünyanın memur
larıyız.”
2.
L eben sw elt.
- Husserl’in bu doğrultudaki evrimi
nin anlatımını daha fazla uzatamayız. Görülüyor ki, We~
senschau
öğretisinden bu yana düşüncesinin vurgulama
alanı hissedilir ölçüde değişikliğe uğramıştır; yine de bu
düşüncenin sonuna dek merkezî problemi olan radikalliğin
ekseninde kaldığı su götürmez. Fakat Ideen filozofunun özdeş
ve evrensel biricik kutup olarak gördüğü mutlak ego, son
dönem felsefesinde yeni bir ışık altında ortaya çıkar. T a
rihe ve intersubjectivite’ye angaje olmuş olduğunu az önce
gördük. Husserl buna bazen Lebensuıelt’in öznesi Leben
(yaşam) der; aslında somut ego ile aşkınsal özne arasında
fark olmadığını zaten önceden biliyorduk, fakat bu özdeşlik
burada o derece vurgulanır ki, Husserl’in felsefesi empirist
olarak bile nitelenebilmiştir (J. Wahl).
Lebensuıelt
felsefesi en başta Mantıksal Araştırmalar’dan
itibaren sormakta olduğu büyük sorunun, hakikat (doğ
ruluk) tan ne kastedildiği sorusunun, irdelenmesi içinde
meydana çıkar. Açıktır ki doğruluk burada düşüncenin nes
nesiyle tam uygunluğu olarak tanımlanamaz, çünkü böyle
bir tanım, tanımı yapan felsefenin bir yandan tüm düşün
ceyi öbür yandan tüm nesneyi, birbirine göre tam dışsallık
ilişkisi içinde “seyrettiği” anlamını içerirdi. Fenomenoloji
bize böyle bir dışındalık durumunun düşünülemeyeceğini
öğretmiştir. Doğruluk bir a priori koşullar bütünü olarak da
tanımlanamaz, zira bu bütün (ya da Kantçılıktaki gibi aşkm-
sal özne) Ben diyemez, radikal değildir, öznelliğin nesnel
bir anından ibarettir. Hakikat (doğruluk) ancak hakikatin
yaşanmış deneyimi olarak tanımlanır; fakat bu yaşanmışlık
bir duygu değildir, zira duygunun yanılgıya karşı hiçbir gü
vence veremeyeceği açıktır. Yönelişselliğin kökensel modu
apaçıklık, yani bilincin belli bir anıdır ki, orada sözü edilen
şeyin kendisi
etiyle kemiğiyle, bizzat, kendini bilince verir
ve sezgi “yerini bulur”. “Duvar sarı mı?” sorusunu yanıtlaya
bilmek için ya odaya girip duvara bakarım (bu, algı düzeyin
de, Husserl’in sık sık “deneyim” adını verdiği kökensel bir
apaçıklıktır), ya da bunu hatırlamağa çalışınm veya bu ko
nuda başkalarını sorguya çekerim; bu son iki olayda, bende
veya bir başkasında duvarın rengine dair hâlâ mevcut bir
“deneyim” bulunup bulunmadığını yoklamış olurum. Yar
gıyı haklı gösterebilecek her türlü gerekçe, şeyin kendisi
nin bu “mevcut deneyiminden” geçmek zorundadır; boy-
lece apaçıklık her türlü haklılığın, ya da rasyonalizasyo-
nun, anlamı olur. Pek tabiî deneyim sadece algılanan nes
neye ilişkin olmaz, bir değere (örn. güzellik), kısaca yukar
da sayılan bütün yönelişsel modlara ilişkin de olabilir. Ne
var ki, bu apaçıklık, ya da yaşanmış hakikat, yanılgıya karşı
tam bir garanti sunamaz; kuşkusuz sözünü ettiğimiz şeyin
“deneyimine” sahip olmadığımız durumlar olabilir ve böy
le olduğunu kendimiz apaçık olarak hissedebiliriz; ama ya
nılgı bizzat apaçıklığın içine de sızabilir. O sarı duvarın,
[örneğin] gün ışığında gri olduğunu fark ederim. O zaman
art arda iki ayrı ve çelişik apaçıklık söz konusu olur: birin
cisi hatalıymış... Husserl buna, Formel Mantık ve Aşkınsal
Mantık,
§ 8 ’de şöyle yanıt verir: “Kendini apodiktik olarak
veren bir apaçıklık bile bir yanılsama olarak ortaya çıkabi
lir; ancak bu durum, apaçıklığın içinde “patladığı” aynı
türden bir apaçıklığı önceden varsayar.” Başka deyişle, ön
ceki deneyim bana her zaman ve sadece güncel deneyimin
içinde yanılgı olarak görünür. Bu bakımdan, doğruluğun ve
yanlışlığın göstergesi olarak kendisine dönmemiz gereken
bir “doğru deneyim” yoktur; doğruluk her zaman ve sadece
güncel (edimsel) bir deneyimde sınanır, yaşanmışlıkların
akışı geri dönemez; olsa olsa, filân yaşanmışlık bana kendi
ni güncellik içinde geçmiş ve hatalı bir apaçıklık olarak
veriyorsa, bu güncelliğin kendisinin, yaşayan şimdide hem
geçmiş hatayı hem de onun düzeltilişi olarak mevcut doğ
ruluğu dile getiren yeni bir “deneyim” oluşturduğu söyle
nebilir. Demek ki, gerek dogmacılığın gerek kuşkuculuğun
ortak postülası mutlak bir doğruluk yoktur; doğruluk,
gözden geçirme, düzeltme ve kendini aşma olarak, oluş için
de tanımlanır, ve bu diyalektik operasyon daima yaşayan
şimdinin (lebendige Gegenuıart) içinde gerçekleşir; böylece,
dogmatik bir savda görülenin aksine, hata anlaşılabilir [bir
şeydir], çünkü bilincin doğruyu kurmakta kullandığı
apaçıklığın anlamında içerilmektedir. Demek ki doğruluk
sorununu doğru olarak yanıtlamak, yani doğruluk deneyi
mini iyi betimlemek için, ego’nun genetik oluşu üzerinde
Dostları ilə paylaş: |