rin] kullandıkları yargılar ve kategorilerdir. Husserl, bilgi-
öncesi bir şey olduğunu vurgulamak için, buna Glaube, iman,
inanç adını verir. Her türlü yükleme (predication) etkinliğin
den hatta her türlü anlam verişten önce, duyulur şeyin algısı
bile söz konusu olsa, “edilgin sunuluşun” içinde “herhangi
bir reel1 in varlığına uygulamalı ve kaçınılmaz bir inanç vardır...
Her bilginin kaynağı ve onda uygulamalı (bu inanç), asıl ve
açık anlamıyla bir bilginin içinde bütünüyle ele geçirile-
mez” (Waelhens, Phenomenologie et verite, 52 ve 50).
Demek ki, (Hegelci anlamda) reel’in bütününün ele ge
çirilmesinin imkânsızlığı ortaya çıkıyorsa, bunun nedeni
tam olarak, mümkün her türlü ele geçirmeye temel olan
kökensel, dolaysız ve mutlak bir reel’in var olmasıdır. Öy
leyse, her logos’un, her rasyonel söylemin, her düşünce diya
lektiğinin de kendine göre bir kökensel imanı varsaydığı
doğruysa, bunun dile getirilemez olduğunu mu söylemek
lâzım? Yoksa rasyonellik-öncesi ( anterationnel) [diye bir şey]
mi var? Bu sorunun, Husserlci ve Husserl-sonrası fenome-
nolojiyi Hegel’den net olarak ayırdetmeye yeterli olduğu
anlaşılıyor. “Hegel’e göre, diyor Hyppolite, bilginin berisin
de veya ötesinde dile getirilemez sayılabilecek bir şey, dola-
yımsız bir tikellik, ya da aşkınlık yoktur; ontolojik sessizlik
yoktur, ancak diyalektik söylem anlamın ( sens) adım adım
ele geçirilmesidir. Bu, söz konusu anlamın kendisini açan
ve yaratan söylemden “önce” olduğu anlamına gelmez..., ama
bu anlam o söylemin içinde gelişir” (L ogique et existence, 25-
26). Hegel daha “Glauben und Wissen” başlıklı makalesin
de, -nesnenin mevcudiyetinin ona göre gizli bir realitenin
basit bir görünümü olduğu- bir anlama yetisi felsefesinin
ürünü olarak, Kantçı “kendinde”nin aşkınlığını eleştiriyor
du. İmdi, Husserl’in Deneyim ve Yargıda, yüklem-öncesi Le-
berıswelt
biçimi altında, devreye soktuğu da bir başka -am a
aynı!- aşkınlık değil mi? Yaşamın bu kökensel dünyası yük-
lem-öncesi olduğu ölçüde, her yükleme, her söylem elbette
onu içine almak ister, ama kaçırır, ve onun hakkında tam
anlamıyla hiçbir şey söylenemez. Burada da, büsbütün başka
bir anlamda olmakla birlikte, Wıssen’in yerini Glauben alır
ve inanç’ın sessizliği insanların varlık üstüne diyaloguna
son verir. Böyle olunca da Husserl’in hakikatini, “ben ve
varlık ikiliği aşılamaz” diyen (Waelhens) ve sözde mutlak
bilginin, kendisini varsayan sistemin “metafizik”, spekülatif
ve otantik-olmayan karakterini dile getirmekten başka bir
şey yapmadığını söyleyen Heidegger’de buluruz. Husserl’in
“dolayımsız” veya “kökensel”i, Hegel’e göre, kendisinin
varlık ve Logosun tümel oluşu içinde bir an olduğunu bilme
yen bir “dolayımlı”dır; fakat Hegel’in “mutlak”ı, yani Bil-
ge’nin şahsında kendisi için ve kendi üzerine kapalı tümel
lik olarak alınan oluş da, Husserl’e göre, kökensel değil te
mellendirilmiş, her mümkün doğruluğun “toprağı” değil
spekülatiftir.
Dolayısıyla, Kojeve, Hegel’i Okumaya Giriş’te, Tinin Ferıo-
menolojisi’ndeki yöntemin Husserl’inkinin aynı, “diyalektik
değil salt betimsel” (467) olduğunu gösterdiğinde, kuşkusuz
haksız değildir; ancak şunu da eklemek lâzım: Hegel’in Ferıo-
menoloji’si
sistemi tamamlar, kapatır; tümel realitenin mut
lak bilgide tümel tekrarıdır; Husserl’in betimlemesi ise “şe
yin kendisinin” her türlü yüklemenin berisinde kavranışını
başlatır, açılışım yapar, ve bu nedenledir ki, kendini gözden
geçirip düzeltmeyi, kimi yerlerini çizmeyi, silmeyi hiçbir
zaman bitirmemiştir, çünkü o, kökensel’e erişmek için di
lin kendisiyle yaptığı bir savaştır (bu konuda, diğer husus-
lar aynı kalmak üzere, Merleau-Ponty’nin “üslûbuyla” Berg-
sonunki arasındaki dikkate değer benzerlikler zikredilebi
lir) . Bu savaşta filozofun, iogos’un yenilgisi kesindir, çünkü
kökensel, betimlenince, betimlenmiş olarak kökensel ol
maktan çıkar. Hegel’de, aksine, dolayımsız varlık, sözde “kö
kensel”, geri doğru analizin sonucu ve varoluşun mutlak
başlangıcı değil, daha başta iogos’tur, anlamdır; “başlangıç
bir dolayımsızlık olarak görülemez, dolayımlanmış ve türe
miş olarak görülebilir, çünkü kendisi de sonucun belirlen
mesi karşısında belirlenmiştir” (Science de la Logujue, Man
tık Bilimi).
“Hiçbir nesne, kendini dışsal bir şey, ustan uzak
ve bağımsız bir şey olarak sunduğu ölçüde, ona direnemez,
onun karşısında doğasınca özel olamaz, onun tarafından
nüfuz edilmemiş olamaz” ( a.g.e.).
Demek ki, görünüşe göre Hegelci usçulukla Husserlci
usçuluk arasında tam bir uyuşmazlık vardır. Ancak, fenome-
nolojik girişimin, varlıktaki mantık-öncesi bir imlenenin
( signifie) dille gösterilişi olarak temelden çelişkili olduğu dü
şünülürse, yönelişsel analiz yoluyla diyalektik olarak var
lıktan anlama gönderildiği için, sonsuza dek bitmemiş ka
lacağı [anlaşılır]; öyleyse hakikat sadece “edimsel/güncel
apaçıklık” değil oluştur, art arda gelen apaçıklıkların yeni
den ele alınıp düzeltilmesidir, apaçıklık diyalektiğidir. “Ha
kikat,” der Merleau-Ponty, “çökelmenin (sedimentation)
öbür adıdır, çökelme ise bütün şimdilerin bizim şimdimizde
şimdileşmesidir.”9 Hakikat Sinngenesis’tir (anlam oluşumu).
9)
Sur la phenom enologie du langage, P roblem es actu els de la
phenomenologie
içinde, s. 107.
Dostları ilə paylaş: |