bucak anlaşıldı, zira ayırıcı çizginin nereden geçtiği sorusu
ortaya çıkıyordu; buradan çeşitli varsayımlar -paralelci, epi-
fenomenci vb - türedi, ve nihayet, problemin olgunlaşma
sında fenomenolojinin de önemli bir rol oynamasıyla, bir
sınır çizgisinin ancak aynı türden iki bölgeyi ayırabileceği
anlaşıldı: oysa psişik, organik gibi varolmaz. Üçüncü olarak,
bilinç yaşanmış [lığ] ı, hem yeri ve anı belli bir bireyin yaşan
mışlığı, hem de tekrarı mümkün olmayan bir yaşanmışlık
olmak gibi ikili bir anlamda, tamamen bireysel bir karakter
deydi. Söz konusu “psikologların” içebakış yöntemini sa
vunmak için belirleyici biçimde başvurdukları, bu ikinci
karakterdi: yaşanmışlık hemen, dolaysızca kavranmalıdır,
yoksa, sonradan üzerinde düşünülmüş yaşanmışlık artık yeni
bir yaşanmışlıktır, ve birini öbürüne ulayan bağda hiçbir
aslına sadakat garantisi yoktur. “Bilinç hallerinin” özce fark
lılığı, içebakıştan başka her türlü kavrayış tarzını [başarısız
lığa] mahkûm eder. İçebakışla kavranan yaşanmışlığın bi
reyselliği, hatta biricikliği, elbette onun evrenselliği ve ile-
tilebilirliği sorununu ortaya çıkarır. Geleneksel felsefe ve
içebakışsal psikoloji bunu genellikle, önce bir “insan do
ğası”, özel sonuçların evrenselleştirilmesine cevaz verecek
bir “insanlık durumu” varsayımı kurarak; sonra da iletişim
aracı olarak günlük dili ya da bilimsel dili bırakıp, içselliğe
en az ihanet edecek özel bir ifade dili benimseyerek çözer-
ler. Bu psikolojinin edebi formlara eğilim ve rağbeti de bu
radan gelir. Burada, söz arasında, Bergsonculuğun temel
problemlerinden biriyle, bütün diğerlerinin anahtarı olma
sına karşın Bergson tarafından hiçbir zaman doğrudan doğ
ruya ve ciddiyetle ele alınmamış olan biriyle, karşı karşıya
olduğumuz da gözden kaçmayacaktır. Son olarak, bilinç akışı
içinde yaşanmışlıkların özce farklılığı, son kertede psikologa
psişik için yasalar geliştirmeyi yasaklayan bir zorunsuzluğu
dile getiriyordu, zira yasa determinizmi önceden varsayar.
2. Refleksiyon.
- Fenomenoloji, içebakışçıların kimi
savlarını eleştirmekte nesnelcilikle görüş birliğindedir.
Herhangi bir bilinç içeriğinin anlamının, bir anlam ola
rak, dolaysızca dışa vurulur ve kavranabilir olduğu, bizzat
psikolojinin eylemiyle de yadsınmaktadır: bir psikoloji bili
mine ihtiyaç duyuyorsak, bu, psişizmin ne olduğunu bil
mediğimizi bildiğimiz içindir. Gerçi korktuğum zaman kor-
kuyumdur, ama bundan dolayı korkunun ne olduğunu bilir
değilimdir; sadece korktuğumu “bilirim”: bu iki bilgi arasın
daki uzaklık iyi değerlendirilmelidir. Gerçekte, “kendi ken
dine elde edilen kendi-bilgisi dolaylıdır, ötekinin davranı
şını çözdüğüm gibi kendi davranışımın şifresini de çözmem
gerekir” (Merleau-Ponty, Les Sciences de l'Homme et la Pheno-
menologie).
Böylece fenomenoloji içebakışm karşısına [“ken
dine dönük düşünceyi”], refleksiyonu, çıkarır. Refleksiyo-
nun geçerli olabilmesi için, tabiî üstünde düşünülen yaşan
mışlık bilinç akışı tarafından hemen alınıp götürülmeme-
li, bir şekilde bu oluş boyunca kendisiyle özdeş kalmalıdır.
Husserl’in niçin daha Ideen I’den itibaren refleksiyonun
geçerliğini “[akılda] tutuş” (retention) üzerine kurmaya çalış
tığı anlaşılıyor; bu fonkiyon bellekle karıştırılmamalıdır,
çünkü tersine, belleğin koşuludur: akılda-tutuşla yaşanmış
lık, farklı bir üslûp edinmiş olarak, yani “artık değil” modun-
da da olsa, bizzat ve şahsen bana “verilmiş” olmayı sürdürür.
Dün tutulmuş olduğum öfke, belleğimle onu tekrar yakala-
yabildiğime, zaman ve yerini saptayabildiğime, güdülerini
ve bahanelerini bulabildiğime göre, benim için hâlâ örtülü
olarak vardır; “yaşayan şimdi’min” içinde böyle “tutulmuş”
olan bu şey gerçekten o aynı öfkedir, çünkü anıların zayıf
lamasına ilişkin deneysel yasalar uyarınca şimdiki öfke ya
şantısının değişikliğe uğramış olduğunu öne sürsem bile,
bu ifade de değişmemiş öfkeye, belleğimin şu anda beni
haberdar ettiği geçmiş öfkeyi onunla “karşılaştırmak” üze
re, bir şekilde derinliklerde hâlâ “sahip olduğum” anlamı
nı içerir. Öfk e-Gegenstand, art arda yapabildiğim bellek çağ
rılan boyunca hep aynıdır, çünkü sözünü ettiğim hep aynı
öfkedir. İşte bu sayede her türlü refleksiyon mümkün olur,
özellikle tam da söz konusu yaşanmışlığı, olabildiği kadar
aslına uygun olarak betimlemek suretiyle, yemden kurmayı
deneyen fenomenolojik refleksiyon: bu refleksiyon yaşan
mışlığın kendisinin betimsel bir yeniden ele alınışıdır; o za
man [yaşanmışlık] betimlemeyi yapanın güncel/edimsel
bilinci için Gegenstand olarak kavranmaktadır. Kısaca,
geçmiş öfkemi düşündüğüm zaman aklımda olan O'şey’i aslı
na sadık olarak resmetmek söz konusudur. Ama bunun için
öfkemin sonradan kurulmuş herhangi bir ikamesini değil
bizzat bu yaşanmış öfkeyi fiilen düşünmem de gerekir;
gerçekten yaşanmış fenomenin, bu fenomenin bir ön-yoru-
muyla maskelenmesine meydan vermemeliyim. Böylece,
fenomenolojik refleksiyon, yaşanmış deneyimi deneyimin
a priori
koşullarına indirgeyen geleneksel felsefelerinkin-
den ayrılır, ve yine böylece, fenomenolojinin içebakışsal
psikolojinin karşısına koyduğu refleksiyonun temelinde,
Husserl’in “şeyin kendisi” kaygısını, naiflik kaygısını, yeni
den bulmuş oluruz; öfkeye dair yapacak olduğum “reflek-
sif” betimlemede önyargıların da işin içine sokulmasına ve
Dostları ilə paylaş: |