araştırılacak bir nesne olması anlamına gelmez. Gerçekte,
örneğin etkinliklerimizi koşullayan algısal uyarıcıların ken
dileri algılanmaz. Eşit olarak verilmiş doğru parçalarının
eşit değilmiş gibi algılandığı basit Müller-Lyer deneyine
dönecek olursak, “nesnel” olanla “verilmiş” olan arasında
yapılacak ayrıma
>------------ <
<---------->
anlamlı bir örnek bulmuş oluruz. Watson’un kafa karışıklığı
şuradan gelir ki, verilmiş tam tamına “nesnel” bir veril-
miş’tir, çünkü bize nesnellik sağlamak algının özünde var
dır. Bu deneyin bir “yanılsamayı” yansıttığı söylenirse, o
zaman hangi algılayıcı özne için olursa olsun iki doğru par
çasının fiilen farklı uzunlukta olduğu, ve sadece figürü kur
muş olan deneycinin referans sistemine göre yanılsama bu
lunduğu anlaşılmıyor demektir. Kaldı ki figürün kurulduğu
matematik ya da ölçülebilir dünya, zaten algıların dünyası
değildir; bu yüzden, algısal çevre ile Koffka’nın “coğrafi”
dediği çevreyi, dolaysızca verilen ve kavramsal (eşitlik kav
ramı) ve aletsel (cetvel) dolayımla kurulan [şeyler] olarak,
birbirinden ayırmak lâzımdır. Sorun, bu çevrelerden hangi
sinin en doğru olduğu değildir: optik yanılsamadan söz edil
diğinde, bilimsel ve kurulmuş çevreye hak etmediği bir ön
celik tanınır. Aslında, sorun, reeli olduğu gibi (burada, örne
ğin iki parçayı eşit olarak) algılayıp algılamadığımız değildir,
çünkü reel tam tamına bizim algıladığımızda;
özellikle şu nokta
açıktır ki, bilimin zihinsel ve aletsel donanımı da işgörürlü-
ğünü bunu kullanan öznenin dünyayla dolaysız ilişkisinden
alır; bilimsel doğruluğun da son tahlilde sadece bilim özne-
sinin yüklem-öncesi “deneyimine” dayandığını gösterirken,
Husserl’in demek istediği de bundan başka bir şey değildi.
Empirik öznenin gerçekten reelin kendisini algılayıp algıla
madığı problemi ortaya atılırsa, bir anlamda bu ilişkinin
üzerinde bir yere yerleşilmiş olur; o zaman filozof, sözde
mutlak bir bilginin tepesinden, bilincin nesneyle sürdür
düğü ilişkiyi seyreder ve “yanılsamalarını” kınar. Devlet’te
görüldüğü gibi, mağarada olduğumuz gerçeğinin anlaşılması,
oradan çıkmış olduğumuzu varsayar. Fenomenoloji ise,
Gestaltpsychologie
araştırmalarının empirik verilerine daya
narak, bu anlamın tersine dönüşü olayını kınar: Platon’un
anlaşılabilir dünyası, bilimin duyulur dünyayı açıklamak
için kendine hareket noktası aldığı kurulmuş yapıların bü
tünü olarak anlaşılabilir; ama bizim için kurulmuştan yola
çıkmak söz konusu değildir ki!.. Tam tersine, bilimin siste
mini kurmak için temel aldığı dolaysızı anlamak gerekir.
Ne olursa olsun, bu sistem “gerçekleşmiş” olmasa gerektir,
zira o, Husserl’in dediği gibi, algısal dünyanın bir “giysis
inden” ibarettir. Dolayısıyla, Koffka’mn davranış çevresi
(öm uıelt
) adını verdiği şey, fiilen reel -çünkü fiilen reel
olarak yaşanan- dünyayı oluşturur; ve Lewin de, düşünce
sini ileri götürerek, gerek coğrafi çevrenin gerek davranış
çevresinin her türlü özselci (substantialiste) yorumlanışım
tasfiye etmek gerektiğini gösterir. Bu iki “evren” “gerçek
leşmiş” oldukları ölçüde, aralarındaki ilişki problemi, özel
likle önce-gelişleri hatta nedensellikleri problemi, ortaya
çıkar. Buna karşılık, burada [özlerin değil] sadece birtakım
işgörür kavramların söz konusu olduğu kabul edilirse, prob
lem gündemden düşer. Demek ki “realite” terimi hiçbir
şekilde maddesel bir öze gönderme yapmayı içermez. Aslın
da ön-varoluş (preexistence) olarak tanımlanması uygun
olurdu.
Gerçekten de, her zaman önceden orada olmak, yine Koff-
ka’nm verdiği adla fenomenal Urmvelt'in temel karakterle
rinden biridir. Bir bakıma Merleau-Ponty’nin algı konusun
daki tüm kitabı, bu örıcedenlik nüvesini, bazen “tarih-önce-
si” adını verdiği bu şeyi, ortaya çıkarmaktan ibarettir; bu
nunla şunu kasteder: benim dünyayla ilişkimin “nasıl”mı
ortaya çıkarmak için yapılan her nesnel deneysel girişim,
her zaman daha önce kurulmuş, her türlü yüklemleyici düşün
ceden önce gelen ve dünyayla sürdürdüğüm açık ilişkinin
üzerine kurulu olduğu bir nasıl’a gönderme yapar. Örneğin
Wertheimer deneyini ele alalım:2 bir odaya konmuş ve orayı
ancak dikeye göre 45 derece eğik olarak yansıtan bir ayna
aracılığıyla görebilen bir özne, önce bu odayı eğik olarak
algılar. Orada meydana gelen her yer değiştirme ona garip
gelir: yürüyen bir adam eğik görünür, düşen bir cisim eğik
bir yol izler, vb. Birkaç dakika sonra (tabiî özne odayı ay
nadan başka yollarla algılamaya çalışmazsa), duvarlar, yürü
yen adam, cismin düşüşü ona “doğru”, dikey görünmeye
başlar; eğiklik izlenimi kaybolmuştur. Burada “yukarıyla
aşağının bir an için yeniden dağıtımı” söz konusudur. Nes
nel terimlerle, dikey doğrultunun [bir nokta etrafında]
“dönmüş olduğu” söylenebilir; ama böyle bir deyim hatalı
dır, çünkü özne için olup biten bu değildir. Öyleyse ne ol
2)
Experimentelle Studien über das Sehen von Bevvegung, alıntı:
Merleau-Ponty, P henom enobgie delaperception içinde, 287.
muştur? Odanın aynadaki görüntüsü önce ona garip bir
manzara olarak görünür; zaten bizzat bu gariplik, görülen
şeyin seyredilen bir manzara olduğunu garanti eder, yani
özne “odanın içerdiği eşyaya yönelimli değildir, odayı evi
gibi görmez, gelip gittiğini gördüğü adamla bir arada yaşama
durumunda değildir”. Birkaç dakika sonra aynı özne ken
dini bu odada yaşayabilecek durumda bulur, “sahici kol ve
bacaklarının yerine bu yansımış odada yürümek ve çalışmak
için gereken kol ve bacaklara sahip olduğunu hisseder, bu
manzaranın içinde yaşar” (a.g.e., s. 289). Bu, dünyayla iliş
kimizi büyük bir ağırlıkla yöneten yukarı-aşağı doğrultusu
nun, -fizyolojik organizma ve nesnel tepkiler sistemi ola
rak alm an- vücudumuzun simetri ekseninden hareketle
tanımlanamayacağı anlamına gelir; bunun kanıtı şudur ki,
vücudumuz yukarıya ve aşağıya göre yer değiştirebilir, ve bu
doğrultular da bana göre, vücudumun konumundan bağım
sız kalırlar. Bu, dikeyliğin kendinde var olması mı demektir?
Bu ifade de aynı derecede hatalıdır, çünkü Wertheimer de
neyi, ya da görme üzerine retina görüntüsünün ters çevril
mesine dayanan Stratton deneyi, uzaysal doğrultulardan
nesnel olarak bahsedilse de mutlak olarak bahsedilmeyece
ğini göstermektedir, ve kendimizi algının içinde konuşlandır
dığımız ölçüde, bu imkânsızlık kaçınılmazdır, tıpkı biraz
önce doğru parçalarının eşit değillermiş gibi algılanışını
ancak algıdan çıkarak eleştirebildiğimiz gibi... Fakat yeni
uzaysal doğrultu eskisinin değişikliğe uğramış bir şekli ola
rak görünmez; aynı şekilde Stratton’un deneyinde de görün
tüyü ters çevirici gözlüğünü takmış olan denek, sonunda,
“normal” dikeyin tersi olarak algılanmaz olmuş hem görsel
hem dokunsal bir yukarı-aşağı doğrultusu içine yerleşir.
Dostları ilə paylaş: |