sıyla, “doktrin” olarak da nesnel-öncesi (pre-objectif) kavra-
mıyla (L ebensıvelt) elde edilir.4 Ayrıca, -geleneksel olarak
empirist mantığın verdiği biçim altında- tümevarımsal
yolların terk edildiği de gözden kaçmayacaktır; sosyoloji
konusunu ele alırken bu temel nokta üzerinde tekrar dura
cağız, ancak burada da Goldstein tarafından savunulan ve
kullanılan yöntem, fenomenolojinin isteklerini tamamen
karşılamaktadır.
7.
Fenomenoloji ve psikanaliz.
- Fenomenolojinin
psikanalizle ilişkileri oldukça muğlak ve çift-anlamlıdır.
Sartre, L ’Etre et le neant’m varoluşsal psikanalizi tanımladı
ğı sayfalarında (s. 655-663), Freudcu psikanalize esas ola
rak iki eleştiri yöneltir: bu psikanaliz nesnelci ve nedensel-
cidir,
anlaşılamaz bir kavram olan bilinç-dışı kavramını kul
lanır. Freud, nesnelci olarak, travmatik olayın ve dolayısıyla
tüm nevrozlular öyküsünün temelinde bir “doğa”, libido,
varsayar; nedenselci olarak da, sosyal çevrenin özne üzerine
mekanik bir etkisini kabul eder ve bu etkiden hareketle
örneğin, bir rüyanın açık anlamının altındaki örtülü anla
mını meydana çıkarmayı sağlayan bir genel simge sistemi
geliştirir; bu, -Sartre’ın “anlam veren bütün” dediği- özne
den bağımsız olarak yapılır. Fakat bir nevroz bilinç-dışıysa, o
nevrozun anlamı, hasta analizcinin yardımıyla neden has
ta olduğunu anlayınca, nasıl tanınabiliri Hatta daha kökten
düşünürsek, her türlü anlamın kaynağı bilinç olduğuna göre,
4)
Dolayısıyla, deneysel verilerle yönelişsel analizin eşzamanlı olarak
kullanılması, derlemecilik (eklektizm) anlamına da, yöntem rahatlığı
arama anlamına da gelmemektedir.
bilinç-dışı bir şeyde nasıl anlam bulunabilir? Gerçekte bir
“derin eğilimler bilinci” vardır, “dahası, bu eğilimler de
bilinçten ayırdedilemezler” (662). Direnme, içe-atma ( re-
foulement),
vb. gibi psikanalitik kavramlar, “bu-şey”in (le
ça)
gerçek bir şey, bir doğa ( libido) değil, bütünlüğü içinde
öznenin kendisi olduğu fikrini içerirler. Bilinç, içe-atma
eğilimini nötr eğilimden ayırır, demek ki öncekinin bilin
ci olmamak ister, “samimiyetsiz” davranır (mauvaise foi):
“çelişkili, yani bir ideyle onun yadsınışını birlikte içeren
kavramlar kurma sanatı” (95).
Merleau-Ponty’nin Phenomenologie de la perceptiorı’da
(cinsiyetli varlık olarak beden, s. 180-198) bu son eleştiriyi
üstlenmemesi rastlantı değildir. Samimiyetsizliğin Sartre’ca
betimlenişinin, işin içine kavramsal bir bilinç soktuğu göz
den kaçmayacaktır; Sartre’la hâlâ saf bir aşkınsal bilinç dü
zeyinde bulunmaktayız. Merleau-Ponty ise, aksine, bilin
cin [şeylere vereceği] anlamlan tedarik ettiği edilgin sentez
leri meydana çıkarmağa çalışır. “Varoluşsal psikanaliz spiri-
tüalizmin canlandırılmasına bahanelik etmemelidir” diye
yazar, ve biraz ötede (436) devam eder: “Kendi kendisi için
saydam olan ve varoluşu varolduğunun bilincine indir-
genebilen bir bilinç, bilinç-dışı kavramından pek de farklı
değildir; her iki yanda da aynı geriye dönük yanılsama söz
konusudur: daha sonra kendim hakkında öğrenebileceğim
her şey, bana açıklanmış nesne sıfatıyla verilir.”
Demek ki, “bu-şey” mi yoksa açık bilinç mi ikilemi sahte
bir ikilemdir. Bilinç-dışı diye bir şey yoktur, çünkü bilinç
her zaman bilinci olduğu şeyde mevcuttur; rüya, bilincimin
uyumasından yararlanarak kendi kılık değiştirmiş dramını
geliştiren bir “bu-şey”in imgeler âlemi değildir. Rüya gören
de, görmüş olduğunu hatırlayan da hep aynı ben’dir. Peki,
o zaman, rüyada ne gördüğümü bilirsem, rüya tam bir “sami
miyetsizlik” içinde derin itkilerime tanıdığım bir serbest
lik mi oluyor? Bu da değil. Rüya gördüğüm zaman cinselliğe
yerleşirim, “cinsellik rüyanın genel iklimidir”, öyle ki rüya
nın cinsel anlamı, bağlayabileceğim cinsel olmayan bir re
ferans mevcut olmadığından dolayı, “tematikleştirilemez”;
rüyanın simgeselliği ancak uyanık insan için simgesellik-
tir; bu kişi rüyasındaki öykünün tutarsızlığını kavrar ve
onu örtülü bir anlamla simgeleştirmeye çalışır; fakat rüyayı
gördüğü sırada rüya durumu tutarsız değil, dolayımsızca
anlamlıydı ve cinsel bir durum olarak da tanılanmıyordu.
Freud’la birlikte rüyanın “mantığının” haz ilkesine itaat
ettiğini söylemek, bilincin cinselliği yerini belirlemeden,
kendinden uzağa koyamadan ve tanılamadan yaşadığını
söylemektir, tıpkı “aşkı yaşayan âşık için aşkın adı olma
ması, bunun ad verilir bir şey olmaması, kitaplann ve gazete
lerin söz ettiği aynı aşk olmaması, varoluşsal bir anlam ol
ması gibi” (437). Freud’un bilinç-dışı dediği şey, aslında
kendini özgülce nitelenmiş olarak kavrayamayan bir bilinç
tir; bir durumda “etrafım çevrilmiş” durumdayım ve ken
dimi bu halimde ancak oradan çıkmış, başka bir duruma
geçmiş olduğum ölçüde anlayabilirim. Bilincin bu durum
dan duruma taşınması, özellikle psikanalitik tedaviyi an
lamayı sağlayan tek olgudur, zira ancak şu anki durumdan
ve özellikle analizciyle aramdaki yaşanmış ilişkiden (trans
fer) destek alarak, geçmiş travmatik durumu tanılayabilir,
ona bir ad verebilir ve sonunda ondan kurtulabilirim.
Bilinç-dışı kavramının böyle gözden geçirilişi, elbette
nedenselci bir davranış, özellikle cinsel davranış, görüşünün
Dostları ilə paylaş: |