Dr nazim beratli


Bu çalışma, ahlâk felsefenin dinlerle bağlantısına dikkat çekecektir



Yüklə 1,41 Mb.
səhifə7/11
tarix22.07.2018
ölçüsü1,41 Mb.
#58356
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

Bu çalışma, ahlâk felsefenin dinlerle bağlantısına dikkat çekecektir.


Bu bakımdan, Spinoza’nın Musevi, Kant’ın ise “ İsevi” din adamları olmaları, insanı şaşırtmıyor.

İlgi çekici olan, Batı Felsefesi’ne 17-18. Yy’larda giren bu ahlâki ölçütünün, Hz. Muhammet’in hadisleri arasından başlayarak, doğu felsefesinde çok daha eskiden beri var olmasıdır. “Ameller, niyetlere göredir!”

İtiraf etmeliyim ki bu konuda beni uyaran, Bektaşi postnişini Hamdullah Çelebi olmuştur. 1832’de Tokat Şer’i mahkemesindeki savunması esnasında, Çelebi aynı ölçüyü, elbette Kant’tan değil, Hacı Bektaş-ı Veli’den aktararak söylemiştir.

Günümüzde ahlâkın zaman ve zemine göre belirlendiğini söylüyoruz ama bütün dinler, düşünceler, ülkeler ve zamanlarda genel kabul gören bir ahlâk ilkesi de vardır!

“Ahlâki olan, iyi olandır! Ama bu yetmez, iyi için de yapılmış olması gerekir!”

ABSTRACT:

There is no single definition of morality valid for all times and places .
As is known, Immanuel Kant, regarded as a major figure and the turning point for moral principles in the Western philosophy.

Under this assumption, the principle of Kant's moral action determines not the moral content but the emphasis in the moral proposition.It's not a secret that Kant quoted this proposition 

in question, from Spinoza.On the other hand, prominent thinker of the Frankfurt School, Walter Benjamin ,transferred the same philosophical impact from Kant, to the left-wing political philosophy.

"Action, that is comply with the norms of morality, is not enough! Principle of action,should also be made for moral norms !"

This study will draw attention to the connection of ethics with religion.
In this respect, Spinoza's Jewish and Kant's "Christian" cleric personalities does not surprise people.

Interestingly,even though these moral criteria entered in Western Philosophy in 17-18 Century; feeding from hadiths of Hz. Muhammad all that exists in teachings and practice of Eastern Philosophy since time immemorial.
“Deeds are according to intentions!"

I must admit ,it was Chalabi Hamdullah from Bektashi dargah who first warned me about it.During the defense of Shariah court in Tokat 1832, Chalabi, passed the same measures referring of course not from Kant; but Haci Bektas-i Veli.

Today, we say that morality determined by the time and place but also in all religions, thoughts, countries, and at times there is a generally accepted principles of morality!

"Morally good it is not enough that it should conform the need to be done for good!"

Felsefenin nerede ise en eski konularından bir olan ahlâk konusunu, ilgilenme ihtiyacı duyan herkesin gözüne sokacak kadar, açıktır.


Ne var ki ahlâkın genel bir tanımını yapmadan, konuyu tartışmak da her halde eksik kalır. Siyasal ahlâk konusunda bir kitap yazacak kadar çalışan Türker Alkan, sözkonusu kitabında, der ki:

“ Ahlâk, toplumsal yaşamın olanaklı, uyumlu,olumlu, verimli olabilmesi için, toplum üyelerinden beklenen davranış biçimleriyle ilgili, kurallardır.”72 Devamla, “siyasi ahlâk, siyasal farklılaşmayla ilgili yapıların, kurumların, rollerin, düşüncelerin ve eylemlerin; toplumsal yaşamın olanaklı, uyumlu, olumlu, verimli sürmesini sağlayacağı düşünülen normlardır.”73

Sokrates’e göre, “erdem bilgidir” Bilgi sahibi insan, bile bile hata yapmaz, ahlâka aykırı davranmaz! Aristo, mutlu insanın ahlâklı da olabileceğini savunur. Ve işini en iyi yapabilen, mutludur ona göre.74

Platon, “ethik, matematiğin de üstünde değer taşıyan bir bilgi türüdür.” İyi ahlâk, adalet sahibi olmakla sağlanır ve herkes doğuştan belirli yeteneklerle dünyaya gelir. Ve elbette ki iyi ahlâk sahibi olanlar, “bilge yöneticilerdir”!75

Epikür’ün, “mutlu olan ahlâk sahibidir” yargısı da bilinen bir görüş.76

Popper de der ki: “ … Platon’da olduğu gibi… bu asla adalet ve eşit haklar için savaşanların ahlâkı olamaz…”77 Karl Popper, demokrasinin ahlâkının, belirleyici olarak, “hükümetin kan dökülmeden değiştirilmesi”ne bağlı olduğu görüşündedir.78

Freidrich Engels’e göre: “Ahlâk bakımından birbirine eşit iki kişi, yoktur.”79 “ Ve şimdi bu türlü bir ideolog, ahlâk ve hukuku, insanların, onları çeviren gerçek toplumsal ilişkilerinden çıkaracak yerde, kavram ya da ‘toplumun’ en basit denilen unsurlarından hareketle kurduğu zaman, elinde bu iş için hangi gerçekler bulunur?...önce temel olarak alınan soyutlamalarda halâ bulunabilen yoksul gerçek içerik kalıntısı; ikinci olarak, ideologumuzun kendi öz bilincinden çıkararak, oraya soktuğu içerik! Ve ideologumuz, (kendi NB) bilincinde ne bulur? En büyük kısmı itibarıyla, içinde yaşadığı toplumsal ve siyasal koşulların…az çok uygun birer ifadesi olan ahlâki ya da hukuki sezgiler…

… Bütün dünyalar ile bütün zamanlar için ahlâki ve hukuki bir doktrin yaptığına inanarak, gerçekte, kendi zamanının tutucu veya devrimci ama gerçek tabanından koptuğu için bozulmuş, içbükey bir aynadaki gibi baş aşağı olmuş bir imgesinden başka bir şey imal etmez!”80

****“ Düşün tarihi, entelektüel üretimin maddi üretimle birlikte biçim değiştirmesinden başka neyi kanıtlar ki? Her çağın egemen düşünleri, her zaman egemen sınıfın düşünleri olmuştur.”81 “ Komünist devrimi, geleneksel mülkiyet ilişkileriyle en kökten bir bağ koparıştır. Onun için, gelişmesi süresinde geleneksel düşünlerle de bağlantılarını tam olarak koparmasına şaşmamak gerekir.”82

Lenin’in “eski düzenin ahlâkı”na bakışı ise, tam bir kopuştur:

“ İnsanlar, her zaman siyasetin aptalca kanmış kurbanları olmuşlardır. Ahlâki, dinsel, siyasal ve toplumsal lâfların ya da bildirilerin ve söz vermelerin ardında şu ya da bu sınıfın çıkarlarının yattığını görmedikleri sürece bu böyle sürüp gidecektir. Her eski kurumun bir takım yönetici sınıfların güçleriyle yaşamını sürdürdüğünü görmedikleri sürece, reform ve yenilik isteyenler, eski düzeni koruyanlar tarafından, aldatılacaktır.”83 “Ebedi ahlâka inanmayız biz ve ahlâk hakkında ileri sürülen hikâyelerin yapmacıklığını da açığa çıkarırız.”84

Öte yandan, bir başka komünist düşünür, Antonio Gramsci değişik bir yaklaşım sergiler ahlâk konusunda:

“… Hapisane Defterleri, … anlamı içerir ve bütünleştirir. ‘Modern Prens’ adına sunulan sayfalarda,… Gramsci, modern partinin incelenmesinde iki temel tema önerir: biri, ‘ortak irade’nin oluşması üzerine (siyasi liderlik temasıdır), diğeri de ‘ ahlâki ve düşünsel reform’ un oluşması üzerine (kültürel liderlik temasıdır). Bu iki farklı hegomonya anlamı üzerine, ısrar ediyoruz…”85

Görüldüğü gibi Gramsci, toplumun genel olarak dönüşmesi için, iki temel alanda dönüşmeyi (transformasyon) öngörüyor: Politik alanda ve Ahlâki- Düşünsel Alan’da! Ama belirtilmesi gereken nokta, “ her zaman ve zeminde ahlâki olan değerler var mıdır?” sorusunun yanıtısz kaldığıdır. Nedir ahlâki olan? Ve gerçekten de “ Bütün dünyalar ile bütün zamanlar için ahlâki ve hukuki bir doktrin yaptığına inanarak, gerçekte, kendi zamanının tutucu veya devrimci ama gerçek tabanından koptuğu için bozulmuş, içbükey bir aynadaki gibi baş aşağı olmuş bir imgesinden başka bir şey imal etmez.” Mi?



Dostoyevski Karamazov Kardeşler adlı romanında geçen bir diyalogda;
-Bir kuvvet var ki, her şeye dayanır; dedi.
 
-Ne kuvveti?
 
-Karamazov kuvveti…
 
-Yani sefahat çamuruna batıp ruhunu boğarsın, öyle mi, bunu mu demek istiyorsun?
 
-Belki bu da olur… ama belki otuzuma kadar kaçabilirim, sonra da…
 
-Nasıl kaçabilirsin, ne şekilde? Sendeki düşüncelerle buna imkân yok.
 
-Bunu da Karamazov’vari yaparım.
 
-“Her şey mübah”la, değil mi? Demek ne istersen yapabilirsin? DER… (Dostoyevski 2001: 173).
Dostoyevski’nin mübah kavramına gelirsek;
“Tanrı yoksa her şey mübahtır” ...
 
Locke göre, duyu algılarıyla algılanan esaslardan, akılcı çıkarımlarla bir ahlak felsefesi oluşturmak mümkündür...
 



Gerçekten de, “ahlâk kişiseldir, zamana ve içinde yaşanılan toplumsal koşullara göre değişirmiş!” yorumu doğru mu?
Batı felsefesinde, ahlâk kavramı bakımından bütün bu görüşler ile günümüz arasındaki “mile-stone” Immanuel Kant’tır…

Pratik Aklın Eleştirisi’nde o der ki:

“Demek ki metod şu yolu izler: i l k i n söz konusu olan, ahlâk yasalarına göre yargıda bulunmayı, kendi eylemlerimizi olduğu kadar başkalarının da özgür eylemlerini gözlemlemeyi izleyen doğal bir uğraşı, adeta bir alışkanlık haline getirmek ve onu, önce eylemin nesnel olarak a h l â k y a s a s ı n a u y g u n olup olmadığını, uygunsa hangisine uygun olduğunu sorarak keskinleştirmektir. Bu bizi sırf yükümlülük için bir n e d e n veren yasayı, gerçekten y ü k ü m l ü l ü k y ü k l e y e n yasadan (leges obligandi a legibus obligantibus) ayırdetmede dikkatli kılar; söz gelişi insanların h a k kının benden talep ettiğinin yasasına karşılık, onların g e r e k s i n i m inin talep ettiğinin yasasını ayırmayı (ki bunlardan ilki aslî ödevler, ikincisi ise aslî olmayan ödevler buyurur), böylece de, bir eylemde bir araya gelen farklı ödevlerin birbirlerinden nasıl ayırdedileceğini öğretir. Dikkatin yöneltilmesi gereken ikinci nokta, eylemin aynı zamanda (öznel olarak) a h l â k y a s a s ı u ğ r u n a da yapılmış olup olmadığı, dolayısıyla da bir edim olarak yalnızca ahlâksal bakımdan doğru olmayıp, aynı zamanda maksimlerine göre, niyet olarak ahlâksal değeri olup olmadığı sorusudur… Şimdi, bu eğitimin ve bunun sonucu olarak saf pratik olana ilişkin yargıda bulunan aklımızın işlendiği bilincinin, zamanla bizzat kendi yasasına, dolayısıyla da ahlâksal bakımdan iyi eylemlere belli bir ilgi uyandırması gerektiğine hiç şüphe yoktur.86 “Şimdi açıktır ki, maksimleri gerçekten ahlâksal yapan ve onlara ahlâksal bir değer veren istemeyi belirleme nedenleri olan, yasamn doğrudan doğruya tasarımlanması ve ödev olarak ona nesnel bir şekilde zorunlu uyma, eylemlerin esas güdüleri olarak tasanmlanmalıdır; yoksa, niyetlerin a h l â k l ı l ı ğ ı değil, eylemlerin y a s a 11ı ğı sağlanırdı.87

Yukarıdaki paragrafın başında, özellikle “batı felsefesinde” denilmiştir.

Çünkü, biliniyor ki Kant’ın ahlâk felsefesinde, Spinoza etkisi, çok büyüktür.

“Spinoza’nın güçlü mantıksal metafizik sistemi, gerek Leibniz’in eleştirileri gerekse diğer ampirik felsefenin gelişmesiyle kısmen unutulur. Kant’a gelindiğinde ise önemli bir kuramsal müdahale ile karşılaşır. Kant, bu sistemin örtük ve açık varsayımlarını sorunsallaştıran bir yol izler, ontolojik alan ile epistemolojik alanı kategorik bir ayrıma tabi tutarak, gerçekliğin bizim düşüncelerimize tekabül ettiği ya da edebileceği varsayımını geçersizleştirmeye çalışır. Saf akıl‘ın perspektifine ulaşılamaz, sonsuzluk boyutuna dair bir bakışa ya da bilgiye erişilemez. Ateist ya da tanrı sevdalısı filozof şeklindeki kısır ya da tek yönlü değerlendirmelerin dışında Spinoza 18. yüzyıldan itibaren birçok filozofu müttefik ya da rakip olarak etkilemiştir. Ya olumlanarak ya da olumsuzlanarak Spinoza muhatap olarak alınmıştır.”88

“Protestanlığı Batı felsefesine yeniden kodlamayı başaran Kant ve özellikle Hegel yetişip bu çok özgün "Spinoza etkisi"nin hakkından gelinceye kadar, Spinoza'nın formülü yer yer bir şiir ilhamı bile oluşturabilmişti.”89

Spinoza’nın bir Musevi, Kant’ın ise Hristiyan teolojist olmaları, belki ilgi çekici gelmeyebilir. Ancak örneğin Frankfurt Okulu düşünürleri arasında yer alan Walter Benjamin, Kant’tan aktararak, “Ahlâkça iyi olanın, ahlâk yasasına uyması yetmez, ahlâk yasası uğruna da yapılmış olması gerekir” der. “ Ahlâk yasası, eylemin normudur, içeriğin değil!”90 diyor. Yâni istediğiniz kadar norm koyup, denetlemeye kalkın, sonuçta kişinin eyleminin bu normlara uygun olup olmadığını inceleyebilirsiniz; niyetinin değil! Ve aslolan da niyettir, sonucu itibarı ile… “20. yüzyılın ikinci yarısı teorik-politik bir yönde Spinoza’nın hatırlanışı oldu diyebiliriz. Althusserci çizgide ortaya çıkışı, dikkat çekicidir. (Kendisi yapısalcı olduğunu kabul etmemiş olsa da) Yapısalcılığın ve teorik-politik Marksizmin  en ilginç isimlerinden biri olan Althusser, öznesizlik konusunda olduğu kadar, yapının belirleyiciliği meselesinde de Spinozacı sistemden referanslar bulmuş ve onun üzerinde önemle durmuş düşünürlerden biridir”91.

Ve Spinoza’yı “doğu felsefesine ait” saymak da herhalde yadırganamaz. Musevilik, (her ne kadar düşünür “aforoz edilmiş” bir Yahudi olsa bile, eğitimini bir sinagogta tamamladığı bilinmektedir.) “batı kültürüne ait bir felsefe” diye yorumlanamaz herhalde!
Yüksek Lisans öğrencilerime verdiğim Etik dersi çalışmalarında, “Gerçekten de etik, zamana, zemine ve kişiye göre değişen bir değerler (veya değersizlikler) bütünü müdür? Bütün zamanlar için geçerli bir etik yok mudur?” sorusuna yanıt ararken, tam da Kant ve Spinoza ile aradığım yanıtı bulduğumu düşünüyordum ki elime bir kitapçık geçti. Osmanlı İmparatorluğu’nda Yeniçeri teşkilatı ortadan kaldırılırken, yeniçerilerin mensubu bulunduğu Bektaşi Tarikatı da dağıtılmaya çalışılmaktaydı. Bu amaçla tarikatın, Kırşehir’deki post nişini Hamdullah Çelebi, mahkemeye sevkedilip, “din dışı olmakla” suçlandı. Elime geçen kitap, çelebinin savunması idi… Mahkeme tutanakları… Çelebi, idamını isteyen mahkeme heyeti karşısında diyor ki: “ Kimin ahlâkı güzelse, dini güzeldir… Ahlâkın güzelliğini, niyetin güzelliği ile hasap edin…”92 Yani aslolan niyettir. Tarih, 1832’dir…

Spinoza’nın, Ethica’yı kaleme alıp ilk yayınladığı tarih, 1677’dir. Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi ise 1788’de yayınlanmıştır. Doğal olarak Müslüman bir mezhep liderinin argümanının, o çağa göre “kısa bir süre önce” yayınlanmış ve henüz Türkçe’ye de çevrilmemiş, Musevi ve hristiyan iki düşünür olmasını bekleyemezsiniz. Belki hem çelebinin, hem de Spinoza’nın “panteist” inançları93 belki de farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda aynı sonucu üretmelerine yol açabiliyordu ancak, Çelebi’nin en önemli argümanının Hacı Bektaş-ı Veli olduğu, herhalde bir sır değil… Peki, Hacı Bektaş’ın argümanı kim? Kime dayandırılıyor “güzel ahlâkın, güzel niyetle” var olabileceğini?

Buhari’ye göre, Hz. Muhammed’e ait bir hadiste, peyramber şöyle demektedir:

İslâm ahlâkının diğer bir yönü de davranışlardaki niyet duygusudur. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), "Ameller niyetlere göredir" buyururken, İslâm'ın önemli bir prensibini belirlemiştir. (Buhârî, İmân, 41)94

Niyet konusu burada da karşımıza geliyor. Spinoza gibi 17. , Kant gibi 18. , Çelebi gibi 18. Yüzyıllarda değil; ta 7. Yy’da!

Ahlâklı olan, “ Hareketlerin ahlâk yasasına uyması değil, ahlâk yasası için de yapılmasıdır.” Derken Kant, doğu felsefesinden bin yıl geç kalmıştır.

Ancak söz konusu olan, dinler ve düşünürler arasındaki “yarışmacı” bir ideoloji ya da iddia değildir. Aslolan, yazarın “ Zaman ve zemine göre ortak bir ahlâk değeri var mıdır?” sorusunun yanıtına bulduğu cevaptır.

Evet, vardır… Zaman ve zemine bağlı olmayıp; her zaman ve her yerde Ahlâk, edimlerin iyi olması değil; iyi için olmasıdır da…


SONUÇ:

Peki ama, “iyi” nedir?

Yukarıdaki gibi bir analiz yaptıktan sonra, İyi’nin tanımını da yapamazsak, bunca uğraş, boşa giderdi!İyi, zamandan ve mekân’dan bağımsız olarak, kişisel çıkar ile toplumsal çıkar arasında kalındığı zaman, tarihsel toplumsal çıkarı, kişiselin önüne koyabilmektir. Ancak bu tanım, bireyin topluma feda edilmesi anlamında da ele alınmamalıdır.

Çalışmamızda, sürekli dinlere atıf yaptık. Çünkü ahlâk gibi bir değeri, dinsel felsefeler olmadan tartışmak mümkün değildir. Görüldüğü üzere, doğrudan din adamı olanından, Ateisti’ne kadar, aynı ilkede (“İyi olan için de yapılmış olması”) birleştiğine göre, dönüp bir daha dinlere bakmakta bir mahzur yok! Kur’anda, Maide Suresi’nde denilir ki: “Her kim ki…bir kişiyi öldürür, o bütün insanlığı öldürmüştür” Kutsal kitaba göre Tanrı bunu İsrailoğulları’na söylemiştir ve kaynak olarak da Tevrat gösterilir. Eski Ahid! (Old Testament) Gene bütün dinler…

İyi de bu çerçevede ele alınmalıdır. “Bir kişi” bütün insanlıktır… Dolayısıyla, İyi, her bir bireyin değil, insanlığın çıkarına olandır.95
Sayın Dr.Nazım Beratlı

30.4.2014

Tıp’ta ve Genelde Ahlâki Olmanın Ortak Ölçütü Var mı?

                              



adlı bildirinizin Van'da 23 -26 Eylül 2014 de yapılacak olan 6. Uluslararası İslam Tıp Tarihi Cemiyeti Kongresinde sözlü bildiri olarak kabul edildiğini saygılarımızla sunarız.

Prof.Dr.Ayşegül Demirhan Erdemir

Yrd.Doç.Dr.Şükran Sevimli

Prof.Dr.Öztan Usmanbaş
https://uk-mg6.mail.yahoo.com/neo/launch?.rand=788809172&action=showLetter&umid=2_0_0_1_273967_AE%2Fuw0MAABLCU2EuHAAAAFTNseo&box=Inbox&src=hp&referer=hsrd.yahoo.com#3011494440

NİYAZİ BERKES’TEN KARL R. POPPER’E ENTELEKTÜEL ETİK ÜZERİNE

Türk düşünce dünyasına sol düşüncenin sistematik bir biçimde girişi, Türkiye’deki 1961 Anayasası’nın kabulünden sonradır. On yıl içinde bünyeye çok geniş olduğu iddiası ile yeni bir askeri darbenin nedeni olan bu demokratik anayasa, tarihinde ilk ve son defa olarak, TBMM’de bir sol partinin yer almış olmasının yanında, özellikle 1968’ler çevresinde, yoğun bir sol literatür çevirisi ve yayınına da neden olmuştur. Bu bağlamda, bugün çizgisi yargılansa da bir derginin sol felsefenin Türk düşün dünyasına girmesinde, önemli rolü vardır: YÖN dergisi…

Entelektüeller, siyaset ve etik kapsamlı bir yazı yazmak için bugün kaynak bakmaya girişen herhangi bir yazar, Türkçe kaynak aramaya durduğunda, bu anlamda önünde bulacağı belki de ilk makaleler, daha 1935’te Sosyal İlimler Mecmuası’nda yayınlanmış olan Rusya’da Çarlık Döneminde Düşün Akımları ve 112 sayılı (1965) YÖN Dergisi’nde yayınlanmış olan Batı Düşününde Ve Türkiye Tarihinde Aydınlanma Kavramı Niyazi Berkes tarafından daha 1965’te yayınlanmış iki makaleyi bulur. Bu makalelerde Berkes, belki de ilk defa entelektüel kavramını bu kapsamda ele alarak incelemeye çalışan yazardır. Bu bakımdan, Türkçe dilinde bu konuyu incelemeye kalkan her yazarın, Berkes’e şöyle bir bakması gerektiğini düşünüyorum. Kavramı Türk diline sokanlardan biri olarak!

Okumakta olduğunuz makalede ele alınan “otör”ler arasında, bu anlamda Niyazi Berkes’e de geniş bir yer verilmiştir.



A. ENTELEKTÜEL KAVRAMININ KÖKENİ:

Son yüzelli yıldır, Türk diline önceleri “münevver” sonra da “aydın” diye giren ve “okumuş adam” demek istenen kavram, çok da doğru olmayarak, “entelektüel” karşılığı olarak kullanılagelmiştir.

Niyazi Berkes’in “akıl ve fikir sahibi kişiler”96, Loisse Althusser’in ise “akıl kullanan kişi”97 diye yorumladığı bu kavram, kavram olarak dünya düşün yaşamına, Rusya’nın bir hediyesidir. İlk defa 18.yy sonları ile 19.yy başlarında, Rusya’da kullanılmıştır.98 “ Belli ki Batı düşününün etkisi altında okumuş kişilerin kafasının aydınlanmış, düşününün rasyonelleşmiş olduğu inancı altında, okumuşluğu olmayan cahil kişilerden, ayrı bir kategori oldukları doğmuştu.”99 Bu bilincin etkisiyle, İngilizce ve Fransızca’da bulunan bir sözcük, “intelect”ten100 uyarlanan bir kelime “intelejensiya”, 1.Alexandır zamanında, Rusça’da bu kişileri tanımlamak için kullanılır oldu ve bu türeme sözcük, geri dönüp batı dillerine de girdi.

18.yy’a kadar Avrupa’da, Althusser’in deyimi ile “kafa işleri ile uğraşan” iki grup insan vardı. Bunlardan ilki “clergé” yâni ruhbanlar, ötekisi ise filozoflardı. Ve söylemek lâzım gelirse, İmam Gazali’den sonra İslâm’da olduğu gibi, ortaçağ boyunca Avrupa’da da filozof, makbul adam değildi. Dahası, eski Yunan’da büyük bir prestije sahip olmakla beraber, düşünür, aslında halktan kopuk, halka tepeden bakan bir insan demekti. Bu bakımdan Berkes’e göre klâsik filozoflar, Sofistler istisna olmak üzere, intelijensiya’yı ayıran özelliklere sahip, değillerdir. Nedenini, aşağıda ele alacağız…

Kelime’nin ilk defa kullanıldığı Rusya’dan hareketle, entelektüel, aslında Batı’ya ait olmayan toplumlarda, Batı düşünce dünyasını kavramış, üst sınıflara mensup küçük bir “okumuşlar grubu” olarak, ortaya çıkmıştır. Bunun zemininde, özellikle Rousseu olmak üzere Aydınlanma filozoflarının düşünceleri ve Alman Romantizmi yatır.101 Mensupları ise Rus aristokrasisinin okumuş çocukları ve okumuş subaylardan ibaret, dar bir gruptur. Entelektüel’in kendi kendine bir tür toplumsal “görev” biçmiş olmasının nedeni de Alman romantizmidir. Alman Romantizmi meselesine geri dönersek, aslında Almanya’nın da o dönem için, Avrupa’nın en geri kalmış ülkesi olduğunu, unutmayalım. “ …Marx, Almanya’nın ideolojik aşırı gelişmişliğinin, aslında tarihsel az gelişmişliğinin ifadesi olduğunu, anlamak zorundaydı…”102

Üst sınıflara mensup, az sayıda “aydınlanmış” gencin, kendilerini doğuran despotik otokrasi ile kopmasına neden olan bu gelişmeyi, Berkes, “Rusya’ya ait bir anomali” diye yorumlar.103 Yine Berkes’e göre henüz entelijensiya “sayılamayacak” olan ilk Rus aydın topluluğu, Decembristler’dir. “Halâ, devlet hizmetindeydiler ve halkla hiçbir ilişkileri yoktu.”104 Ona göre asıl intelijensiya’nın ortaya çıkması, Narodnikler’in (Halkçılar) tarih sahnesinde görünmesiyle, başlar. “Kopuş”, gerçekleşmiştir… “Yalnız devlet hizmetinde ya da kontrolünde olmayan aydın, devrimci olmaya yönelik olabilirdi…”105 “İntelijensiya’nın devrimciliği, aslında halktan ayrı ve halka ulaşamaz olmasından değil; kendi sınıfından kopmuş olmasından geliyordu…”106 Bilindiği gibi, Narodnizm’in bir adım ötesi de Bolşevizm’dir.



B. RUSYA DIŞINDA ENTELEKTÜELİZM:

Nerede okuduğumu unuttum, uzun yıllar önce, dilime Gramsci’nin bir cümlesini pelesenk etmiştim. Ona, o kadar güçlü bir komünist partisi bulunan İtalya gibi bir ülkede, faşizm’in nasıl iktidar olduğunu sorduklarında, “Yirmi beş yıldır bir tek kitap yayınlamayan bir komünist partisinden ne bekliyordunuz ki?” diye yanıtlamış! Onun Hegomonya teorisinin temelini de bilindiği gibi, bu yaklaşım belirler. Ayni dönemde, 1968’lerden beri, “bu adam delidir, ciddiye almayınız” diye okumadan saldırdığımız bir başka düşünürle de tanışma olanağı bulmuştum: Louis Althusser…

“Devletin İdeolojik Aygıtları”107 ile Gramsci’nin “kültürel hegomonya olmadan, siyasal hegomonya’nın da olamayacağı” öngörüsü, adeta birbirini tamamlamaktaydı.

Öte yandan, Berkes’e bakarsak, o sanılabileceğin aksine, entelektüelin, gelişmiş toplumlara değil, geri kalmış olanlara has bir toplumsal grup olduğunu ileri sürer. İleri toplumlarda, entelektüel değil, filozof, bilim adamı  yetişir. Daha doğrusu etkili olursa, onlar etkili olur. Zira entelektüel, “ Batı Avrupa kültür ve uygarlık dışında ve gerisinde kalmış bir toplumda, kitlelerden ayrılmış bir okumuşlar kitlesi” meydana çıkmazsa, yetişemez... Bir bakıma, entelektüel’i, geri kalmış despotik devlet yapıları yetiştirir ve besler. “...Polislerinin takibi altına sokacakları aydınları, ister istemez kendi elleri ile yetiştirirler... öğrenim kurumlarının geleneklere karşıt bir kafa yönü vermelerini önleyemiyorlar...”  “Anglo Saksonlar’da entelektüel, gereksiz bir egghead’dir”.108 Onun gibi Orta Doğu kökenli olup, hayatını ABD’de geçiren bir diğer seçkin aydın, Edward Said de bütün Anglo Saksonlar değil ama Amerikan toplumu için, sanki de Berkes’i onaylar:

“Amerika’da entelektüel sözcüğü… daha az kullanılmaktadır. Bunun sebeplerinden birisi, Amerika’da profesyonelleşme ve uzmanlaşmanın, entelektüel çalışmalara uygun normu Arapça, Fransızca ya da Britanya İngilizcesi’nde olduğundan daha iyi sağlanmasıdır. Uzmanlık kültü söylem dünyasında daha önce hiç, şimdi siyasetle ilgilenen entelektüelin b ütün dünyayı gözleyip doğru sonuçlar çıkaracağını düşündüğü Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu kadar, egemenlik kurmamıştı.”109 Oysa Said’in çok iyi tanıdığı bir başka kültürde, (Suriye, Libya, Mısır ve Irak’ta) entelektüeller yalnız önder değil, ayni zamanda birer ihtiyaçtırlar da!110 Sanki de, Berkes’i doğrulamak üzere yazılan satırlar bunlar…

Ayni Edward Said bir başka makalesinde de şöyle der:

“ …Uzmanlık ve profesyonelizm kültü bakış açımızı o kadar daralttı ki bilgi alanları arasında pozitif…bir karışmazlık öğretisi yerleşiklik kazandı. Bu öğretiye göre genel halk kitlesini bilgisiz bırakmak ve insan varoluşuyla ilgili en can alıcı yönetim sorunlarını “bilirkişilere”, yalnızca kendi uzmanlık alanlarından bahseden uzmanlara, ve… “işin içindekilere”, yani işlerin nasıl yürüdüğünü bilme ve daha da önemlisi, iktidara yakın olma gibi özel ayrıcalıklarla donatılmış olan (genellikle erkek) kişilere bırakmak, en iyisidir…Bu sınıflandırma, dış politikayla ilgili düşünceler üzerine hakimiyet kurmuş durumdadır.”111 Oysa “yorum, bugün fena halde ahlâki bir rehabilitasyon ve toplumsal yeniden tanımlama ihtiyacı duyan bir sınıf olan, entelektüellerin işidir.”112

Uzmanlık ve profesyonelleşme kültünün sebep olduğu dar görüşlülük konusunda, Berkes de Said’e katılıyor. Ne kadar ilginçtir ki onun argümanı, Kuzey Amerika değil, Türkiye!113

Ama beri yandan da Althusser, “intelect” (akıl) kullanma işlevi bakımından, batıdaki entelektüelliğin tarihini, İbn-i Rüşd karşısındaki Aziz Thomas’a kadar, geri götürür.114 Burada, doğulu aydınla (Kıbrıslıtürk ya da sadece Türk ile Filistinli ya da sadece Arap: Berkes ve Said!); batılı aydın arasındaki bir fikir uyuşmazlığına tanık oluyoruz ki nedenleri ileride Gramsci ele alınırken, ortaya çıkacaktır.


Yüklə 1,41 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə