Dünya klasikleri DİZİSİ: 23 totem ve tabu bu kitabın hazırlanmasında totem ve tabu'nun meb alman Klasikleri Dizisindeki 1



Yüklə 313 Kb.
səhifə2/6
tarix30.10.2018
ölçüsü313 Kb.
#76070
1   2   3   4   5   6

BÖLÜM II
TABU VE KARŞIT DUYGULAR
1
Tabu sözcüğü Polinezyaca bir sözcüktür, tam çevirisi güçtür; çünkü karşıladığı anlam bugün bizde kalmamıştır. Eski Romalılar zamanında böyle bir sözcük vardı: sacer sözcüğü Polinezyalıların tabusuna karşılıktı. Yunanlıların ägoV sözcüğü, İbranîlerin kodaush sözcüğü, Polinezyalıların ve Afrika'daki (Madagaskar), Kuzey ve Orta Asya'daki birçok budunun benzer sözcüklerle tabu deyimiyle karşıladıkları anlamda bir sözcük olsa gerektir.

Bizim için tabunun birbirine karşıt iki anlamı vardır: bir yandan kutsal (sacré), kutsallaştırılmış (consacré) anlamlarına; diğer yandan da tehlikeli, korkunç, yasak, kirli anlamlarına gelir. Tabunun karşıtı Polinezya'da noa sözcüğüyle söylenir ve sıradan, yanaşılabilir, tutulabilir bir şey anlamlarına gelir. Bu biçimde tabu sözcüğünde sakınımlılık kavramı gibi bir anlam da gizlidir; kendini temel olarak yasaklarda gösterir. Bizdeki "kutsal korku'' tamlaması çoğu durumda tabu anlamını karşılar.

Tabu sınırlamaları din ya da ahlâk yasaklarından farklıdır. Bunlar bir tanrının egemenliğine bağlı olmaktan çok kendinden yasaktırlar, yasak olmalarını kendileri gerektirir. Bunların ahlâk yasaklarından ayrılığı: Tabu yasakları doğrulukları için akla uygun hiçbir neden gösteremezler, kökenleri de belli değildir. Bizce anlaşılamaz olmakla birlikte onun egemenliği altında olanlar için bu yasaklar bir zorunluluk, bir gerçek olarak kabul edilir.

Wundt (1) tabuya insanlığın yazılmamış en eski yasası der. Tabunun tanrılardan daha eski olduğu ve bu eskiliğin dinden önceki bir döneme kadar gittiği herkes tarafından kabul edilmiştir.

Tabu sorununu psikanaliz yönünden incelemeden önce, sorunu yansız olarak ortaya koymak için antropoloji bilgini Northcote Thomas'ın Encyclopedia Britannica'ya yazdığı "Taboo'' makalesinden bir parça alacağım: (2)

Özel anlamında tabu, (a) kişilerin ya da şeylerin kutsal (ya da kirli) içeriğini, (b) bu içerikten çıkan yasağın türünü ve (c) bu yasağın çiğnenmesinden çıkan kutsallığı (ya da kirliliği) anlatır. Polinezya'da tabunun karşıtı "noa'' sözcüğüdür ve bunun "genel'' ve "ortak'' anlamına gelen yakın biçimleridir...

"Daha geniş anlamda, tabunun türlü biçimlerini ayırabiliriz: 1. Doğal ya da doğrudan doğruya olan, bir kişide ya da bir şeyde içkin olan, gizemli "anlam'' (erk)'in sonucu olan tabu; 2. Birinden başkasına geçebilen, dolayısıyla olan ve yine "anlam''ın ürünü ama (a) ya edinilen ya da (b) bir rahip, başkan ya da başka biri tarafından konmuş olan tabu; 3. Bir kadının kocasına özgü oluşunda olduğu gibi, her iki etkinin de bulunduğu ara tabu.

"Tabu terimi farklı bir biçimde aynı zamanda minseklerle ilgili yasaklara da uygulanır; fakat bu anlamda kullanmamak daha iyidir. Tabu deyişinin içine yaptırımı tanrı ya da cin olan türleri, yani büyüyle ilgili yasaklardan farklı olan dinsel yasakları da alarak geniş anlamda kullanmak gerektiği savlanabilirse de, bu dinsel yasaklarda ne otomatik bir edim, ne de bulaşma olayı olmaması nedeniyle buna en iyisi, dinsel yasaklar demelidir.

"Tabunun amaçları çeşitlidir: 1. doğrudan doğruya tabular (a) önemli kişilerin, başkanların, rahiplerin ve benzerleriyle eşyanın kötülükten korunmasını; (b) zayıfların, yani kadınların, çocukların ve genellikle sıradan halkın, başkan ve rahiplerin erkinin anlamından, yani büyülü etkisinden korunmasını; (c) belli besinleri yeme, vb. yoluyla, cesetlerle birlikte bulunup konuşma yoluyla ya da dokunmayla oluşacak tehlikelere karşı korunmayı; (d) yaşamın başlıca edimlerini, doğumları, erdirmeyi (initiation), evlenmeyi ve cinsel etkinlikleri korumayı; (e) insanları tanrıların ve cinlerin öfkesinden ya da gücünden (3) korumasını: (f) doğmamış çocukların ve ana babalarına bağlı küçük çocukların belli edimlerin sonuçlarından ve özellikle bazı besinlerden çıktığı varsayılan özgülüklerin geçmesinden korunmasını sağlar. 2. Bir bireyin malını, tarlalarını, araçlarını, vb. hırsızlardan korumak için konmuş olan tabular da vardır.''

Makalenin diğer bölümleri şöyle özetlenebilir: Önceleri tabunun çiğnenmesinin cezası belki de içten kendiliğinden gelen birtakım yargılara bırakılmıştı. Tabunun tanrı ve şeytan kavramlarıyla birlikte bulunduğu yerlerde büyük Tanrı'nın erkinden otomatik bir biçimde ceza beklenir. Diğer durumlarda, olasılıkla daha ileri bir evrede, davranışıyla başkalarına zarar veren suçlunun cezasını toplum kendi eline alıyor. Böylece, insanlığın ilk ceza sistemleri de tabuyla ilgilidir. "Tabunun çiğnenmesi suçlunun kendisini de tabu yapar.'' Yazar bundan sonra, bir tabunun çiğnenmesinden çıkan bazı tehlikelerin, ceza edimleri ve temizlenme töreniyle de oluşturulması olasılığı olduğunu söylüyor.

Tabunun kaynağı, insanlarda ve hortlaklarda bulunan ve cansız eşyaya da geçebilen garip bir güçte görülüyor. Makalenin bu parçası şöyledir: "Tabu sayılan kimseler ve şeyler elektriklenmiş eşyaya benzetilebilir. Bu gibi insanlar ya da eşya öyle korkunç güç kaynaklarıdır ki, elektrikleri dokunmayla geçebilir ve bu elektriğin boşalmasına neden olan canlı dayanıklı değilse üzerinde yıkıcı etki yapar. Bu tabunun çiğnenmesinin ortaya çıkaracağı sonuçlar, bir yandan tabu olan kimsede ya da şeyde saklı olan büyülü etkinin gücüne, diğer yandan da tabuyu çiğneyenin manasının gücüne bağlıdır. Örneğin kralların ve başkanların büyük gücü vardır, uyruklarının onlarla doğrudan doğruya konuşması ölüm demektir. Oysa halktan daha büyük manası olan bir bakan ya da bu boydan biri kral ya da başkana zarar görmeden yaklaşabilir. Bu bakanlardan daha aşağı olanlar da onlara tehlikesizce yaklaşabilir. Demek ki dolaylı olan tabuların güç derecesi, bu tabuların ilgili olduğu kimsenin manasına bağlıdır; eğer bu kimse bir başkan ya da bir rahip ise onun tabusu halkın aşağı tabakasından gelen tabulardan daha güçlü olur.''

Madem ki tabu bir şeyden başka bir şeye geçebilir, Öyleyse birtakım kefaret törenleriyle tabuyu kaldırmanın bir yolunun olması gerekir. Frazer, bir sürekli tabulardan, bir de geçici tabulardan söz eder. Sürekli tabular rahipleri, başkanları, ölüleri ve bunlarla ilgili her şeyi kapsar. Geçici tabularsa, örneğin kadının aybaşı durumu ve lohusalığı gibi, savaşçının seferden önceki ya da seferden sonraki durumu gibi, özellikle av ya da sürgün avı ve benzeri işler gibi belli durumlarda olur. Bundan başka tıpkı kilise aforozları gibi bazen büyük bir alanın tabu olduğu duyurulur ve bu yerin tabuluğu yıllarca sürer.

Okurlarımın bütün bu örneklerden çıkardığı sonuç üzerine bir yargıya varmam doğruysa, bütün bunları gördükten sonra tabunun ne olduğunu ve tabu hakkında neleri zihinlerimize yerleştirmek gerektiğini öğrenmekten okurlarımın henüz çok uzak bulunduklarını söyleyeceğim.. Bu bir yandan, verdiğim bilgilerin eksikliğinden ve tabuyla boş inançlar, cin inancı ve din arasındaki ilginin ne olduğu sorununda geçen bütün tartışmaları bir yana bırakmamdan ileri geliyor. Diğer yandan, tabu hakkında bilinen her şeyi ayrıntılarıyla anlatmanın zihinleri karıştıracağından korkuyorum. Onun için okura, sorunun gerçekten aydınlanmış olmaktan uzak olduğuna güvence verebilirim. Bununla birlikte bizi asıl ilgilendiren şey, bu ilkel insanların kendilerini bir sürü kayıt ve baskıya bağımlı kılmalarıdır. Açık ve akla uygun hiçbir nedeni yokken şu ya da bu yasak sayılmakta ve niçin yasak sayıldığı sorusu onların aklına bile gelmemektedir; çünkü kendilerini bu bağlarla gayet doğal olarak bağlı görmektedirler; bunlara karşı herhangi bir saldırının şiddetle ve otomatik olarak cezalandırılacağına inanmaktadırlar. Bu yasakları istemeden çiğneyenlerin bile gerçekten otomatik olarak cezalandırıldığını gösteren güvenilir gözlemler de vardır. Örneğin yasak olan bir hayvanın etini yiyen suçsuz bir kişi derin bir acıya kapılarak öleceğine inanmış ve gerçekten ölmüştür.

Bu yasaklar en çok insanlara zevk veren şeylerle ilgilidir. Örneğin istediğini yapmak, kayıtsız şartsız çiftleşmek gibi istekleri ilgilendirir. Bazı durumlarda bu yasaklar oruç ve perhiz gibi pek karışık biçimlerde, bazı durumlardaysa saçma gibi görünen birtakım davranış ve törenler biçiminde görünürler ve içerikleri bakımından anlamları anlaşılır gibi değildir. Bütün bu yasakların kuramsal bir temeli var: Bu yasaklar bazı kimselerde ve bazı eşyada, adeta bulaşıcı hastalıklarda olduğu gibi dokunmayla geçebilen bir güç olduğuna inanıldığı için tehlikelidir. Bu tehlikeliliğin derecesi de değişir. Bazı kimselerde ya da eşyada bu tehlikelilik çok yüksektir. Tehlikeliliğin derecesi o kimsenin ya da şeyin taşıdığı güç yüküyle orantılıdır. Tabu yasağını çiğneyen bir kimsenin, sanki bu tehlikeli güç yükünü emmiş gibi, tabu olan şeyin içeriğine girdiğine inanılıyor. Bu güç kral, rahip, yeni doğmuş çocuk gibi az ya da çok önemli bir durumu olan kimselerde; aybaşı, yeniyetmelik, lohusalık gibi kuraldışı bazı bedensel durumlarda; hastalık, ölüm gibi uğursuz durumlarda; dokunma ya da etkileme yoluyla bu durumlarla ilgili olan şeylerde saklıdır.

Bununla birlikte "tabu'' dendiği zaman bundan, bu gizemli kendine özgülüğün taşıyıcısı ya da kaynağı olan bütün kimseler, yerler, şeyler ya da geçici durumlar anlaşılır. Bu kendine özgülükten doğan yasak da tabudur. Sonuç olarak sözcük anlamıyla, tabu dendiği zaman bir de olağanüstü kutsal, aynı zamanda da tehlikeli, kirli ve gizemli olan her şey anlaşılır.

Gerek bu sözcük ve gerek onun karşılığı olan sistem, bizce gerçekten anlaşılamayan bir ruhsal yaşamın bir parçasını anlatır. Gerçekten de ilkel toplumsal evrim evresinde bulunan budunlara özgü cin ve şeytan inanışlarını incelemeye girişmeden tabuyu anlamanın olanaksız olduğunu görürüz.

Acaba tabunun giziyle neden ilgileniyoruz? Kanımca her psikolojik sorun yalnızca kendisi için değil, aynı zamanda başka nedenlerden dolayı da incelenmeye değerdir. Polinezya ilkellerinin tabularının, başlangıçta sandığımız kadar bize yabancı olmadığını söyleyebiliriz. Bizim boyun eğdiğimiz ve çok eski çağlardan gelen ahlak kurallarının ilkellerin bir tabusuyla herhalde esaslı bir ilgisi olacaktır. İlkellerin tabusunu aydınlatmakla, bizim "koşulsuz buyruk''umuzun karanlık kaynakları da aydınlanmış olacaktır.

İşte bundan ötürü, W. Wundt gibi bir araştırmacının tabu konusundaki yorumunu, özellikle "tabu inancının ta köklerine kadar gitmeye'' söz vermesi bakımından herhalde derin bir ilgiyle dinlemek isteriz.(4) Wundt'a göre, tabu düşüncesinde "bazı şeylerden korkmayı anlatan âdetler ve bu âdetlere karşılık olan tapınma düşünceleri ya da davranışları vardır.''(5) Başka bir yerde der ki: "Sözcüğün genel anlamına göre, tabu deyişiyle âdetlerin, göreneğin ya da yasaların koyduğu yasakları, bir şeye dokunmamayı, bir şeyi kullanmak amacıyla almamayı ya da bazı sözcükleri ağza almamayı anlıyoruz...'' Yasakçı tabuları bulunmayan hiçbir budun ya da hiçbir uygarlık aşaması görülemez.

Wundt bundan sonra tabunun içeriğini anlamak için uygarlık olarak daha yüksek olan Polinezyalıları değil, daha ilkel olan Avustralya yerlilerini incelemenin daha yararlı olduğunu gösterir. Avustralya'daki tabu yasaklarını hayvanlarla, insanlarla ve eşyayla ilgili tabular olmak üzere üçe ayırır. Bazı hayvanları öldürmeyi ve yemeyi yasak eden hayvan tabusu totemciliğin çekirdeğini oluşturmaktadır.(6) Konusu insan olan ikinci tür tabuların içeriği öz olarak başkadır. Bu gibi tabular, yalnızca tabulu olan kimselerde ve alışılanın dışındaki durumlarda olur; örneğin erdirme töreninde delikanlılar, aybaşı dönemlerinde ve lohusalıklarında kadınlar, yeni doğmuş çocuklar, ölüler tabudurlar. Bir kimsenin giysisi, araçları, silahları ve bunlar gibi hep kullandığı malları başkaları için her zaman tabudur. Avustralya'da bir delikanlının erdirme töreninde aldığı yeni ad, kendisinin özel mülkünün bir parçası olur; bu ad tabudur ve gizli tutulması gerekir. Ağaçlara, bitkilere, evlere, semtlere konan üçüncü tür tabulara gelince, herhangi bir nedenden ötürü korku uyandıran ya da gizemli olan her şeyin tabu olması kuralına göre konurlar.

Wundt, Polinezyalıların ve Malaya takımadaları halkının daha zengin ekininde tabunun derin değişikliklere uğramadığını kabul ediyor. Bu budunların toplumsal bakımdan daha çok farklılaştığını, bunlardan kralların, başkanların ve rahiplerin çok etkili tabusu olmasından ve bu gibi kimselerin kendilerinin çok güçlü tabu kurallarına bağlı olmalarından anlarız.

Fakat tabunun gerçek kaynakları, ayrıcalıklı sınıfların çıkarlarında olmaktan çok uzak ve çok daha derinlerdedir: "Tabular, en ilkel ve aynı zamanda en sürekli içgüdülerin kaynaklarında, yani şeytanların etkisine karşı duyulan korkulardadır.''(7) "Aslında tabulu şeylerde saklı olduğuna inanılan şeytansal güce karşı duyulan korkuların nesnelleştirilmesinden başka bir şey olmayan tabu bu gücün kızdırılmasını yasaklar ve bilerek ya da bilmeyerek tabu çiğnendiği zaman şeytanın öfkesinin yatıştırılmasını ister.''

Öyleyse tabu yavaş yavaş şeytan inancından ayrılarak kendi başına bir güce dönüşmektedir. Âdetlerin, geleneklerin ve sonuçta yasaların zorladığı bir şey olmaktadır. "Fakat yere ve zamana göre değişen tabu yasaklarının arkasında gizli olan buyruğun kökensel anlamı: Şeytanların öfkesinden sakın buyruğuydu.''

Demek ki Wundt, tabunun ilkel budunların şeytansal güce inanmalarının bir anlatımı ve gelişimi olduğunu, tabunun daha sonra bundan ayrılarak bir tür ruh uyuşukluğuyla bir güce dönüştüğünü, bizim âdet ve geleneklerimizin kökünün de burada olduğunu göstermektedir. Bu anlatımın ilk parçasına ne kadar karşı çıkılırsa çıkılsın, ben Wundt'un bu görüşünü kandırıcı görmüyorum. Birçok okurumun da böyle düşündüğünü seziyorum.

Wundt'un açıklaması, tabu düşüncesinin ve bu düşüncenin en derin köklerinin kaynaklarına kadar gitmekten çok uzaktır. Çünkü ne korkuyu, ne de şeytanı psikolojide daha öteye götürülemez olgular olarak kabul etmeye olanak yoktur. Eğer gerçek şeytan diye bir varlık olsaydı böyle olabilirdi: Fakat tanrılar gibi, bunların da insanlığın ruhsal güçlerinin bir ürününden başka bir şey olmadığını bilmekteyiz.

Wundt, tabunun anlamı üzerine de pek aydınlık olmayan önemli düşünceler ileri sürer. Ona göre kutsalla kirlinin ayrılması, tabunun ilkel evrelerinde görülmemektedir. Bunun için bu kavramlar, o zaman ancak daha sonraları aldıkları anlamdan tümüyle yoksundular. Tabulu olan hayvan, insan ya da semt şeytanlıdır. Yani kutsal değildir ve dolayısıyla, sonraki anlamda, henüz kirli de değildir.

Burada tabu deyimi, daha sonraları hem kutsalla, hem de kirliyle ilgili olan bir niteliği, yani dokunma korkusunu göstermesi yönünden, dokunulamaz şey anlamına gelen, fakat henüz farklılaşmamış bir anlam taşıyan şeytanlılık düşüncesine uygundur. Fakat bu önemli ayırıcı niteliğin her zaman ortak olarak göz önünde tutulması, daha sonraki koşullar altında birbirinden ayrılan ve en sonunda birbirinin karşıtı sayılan iki alan arasında kökende bir birliktelik bulunduğunu bize gösterir.

Eşyada gizli şeytansal bir gücün, bir eşyaya dokunanları ya da onu kullanmaya kalkışanları çarptığına inanan ilk tabu inançları, ilk evrede tümüyle nesnelleştirilmiş bir korku biçimindeydi. Bu korku, bu ilk evrede henüz korku ve nefret biçiminde ikiye ayrılmamıştı; bu ancak daha ileri bir evrede oldu.

Acaba bu ayrılma nasıl oldu? Wundt'a göre bu, tabu yasaklarının şeytanların alanından tanrısallık alanına geçmesiyle olmuştur. Kutsal ve kirli karşısavı, ikinci evre geldiği zaman henüz daha ortadan kalkmamış ama yavaş yavaş önemi gözden düşmüş olan bir mitoloji evresinin ardından yeni bir mitoloji evresinin gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Bir evreyi, daha yüksek ikinci bir evre yenerek geriye attığı zaman, birinci evrenin ikincinin yanında yine aşağı bir durumda yaşaması, saygı konusu olan öğelerinin nefret konusuna dönüşmesi mitolojide genel bir yasadır.(8)

2
Tabu sorununa, ruhsal yaşamın bilinç dışı kısmıyla uğraşan psikanaliz yönünden baktığımız zaman, tabu olaylarının bize hiç yabancı olmadığını hemen anlarız. Tıpkı ilkellerin kendi boy ya da toplumlarına özgü olan tabulara başeğmeleri gibi, kendi kendine birtakım katı tabu yasakları yaratan kimseler olduğunu psikanalizciler pekâlâ bilirler. Eğer bunlara psikanalizde "zorlanma nevrozluları'' demeye (*) alışmamış olsaydık, bu insanlara "tabu hastası'' demek çok yerinde olurdu.

Psikanaliz araştırmaları bize bu "zorlanma'' hastalığının klinik etiyolojisini ve psikolojik mekanizmasının nasıl olduğunu öğretmiştir. Bu bilgimizi toplumsal psikolojide bu duruma karşılık olan görünüşlere uygulamaktan kendimizi alamıyoruz.

Bu girişimde bulunurken bir şeyden sakınmak gerekir. Tabuyla zorlanma hastalığı arasındaki benzerlik, ikisinin de gerçek içeriğiyle ilgili olmaktan çok yalnızca her ikisinin de görünüşleriyle ilgili olduğu için, tümüyle dıştan bir benzerlik olabilir. Doğa birbirinden çok farklı olan biyolojik durumlarda birbirinin aynı olan biçimleri kullanmayı sever. Örneğin mercan dizilerinde, bitkilerde ve hatta bazı billurlarda ya da bazı kimyasal çökeltilerin oluşumunda olduğu gibi. Yalnızca otomatik birtakım koşullara dayanarak iç ilişkilerle ilgili sonuçlar çıkarmak kuşkusuz çok eksik ve yararsızdır. Bunun için, bu gibi yanlışlara düşme olasılığını hesaba katarak, ancak çekince notunu unutmamak koşuluyla, tasarladığımız karşılaştırmayı yapabiliriz.

Nevrozlulardaki zorlanma yasaklarıyla tabular arasındaki ilk ve göze çarpar benzerlik, bu yasakların kaynaklarının da tıpkı tabularda olduğu gibi nedensiz ve anlaşılmaz görünmesidir. Günün birinde ortaya çıkan bu yasakların etkisiyle birey yenilmez bir korku altında, onların baskısını duymak zorunda kalır, bireyin üzerine dışarıdan gelen bir ceza tehdidi olması şart değildir; çünkü yasağın çiğnenmesi durumunda arkasından kesinlikle dayanılamaz bir yıkım geleceğine hasta içinden (vicdanından) gelen bir kanıyla inanmaktadır. Bu zorlanma hastaları her zaman, bu yasaklardan birinin çiğnenmesi durumunda, yakınlarından birinin bundan kesinlikle zarar göreceğini bize anımsatırlar. Bu zararın ne olabileceği belli değildir. İleride kefaret ve karşı koyma edimlerini tartışırken de, bu yasakların kendilerinin tartışmasında olduğu gibi, yine bu yetersiz bilgiyi elde edeceğiz.

Tabuda olduğu gibi, nevrozlulardaki yasakların çekirdeği de dokunma edimidir, "dokunma korkusu'' (délire de toucher) deyişi buradan gelir. Yalnızca bir cisme doğrudan doğruya dokunmak yasak olmakla kalmaz, aynı zamanda örneğin "biriyle ilişki kurmak", "biriyle ya da bir şeyle ilişkide bulunmak'' gibi ancak dolaylı yoldan dokunma anlamını veren edimleri de kapsar. Yasak olan şeyi anımsatan ve böylece o şeyle zihinsel de olsa bir ilişki kuran her şey, doğrudan doğruya bedenle dokunma kadar yasak oluyor. Böylesi bir kapsam genişlemesini tabuda da aynen görmüştük.

Bazı yasakları, güttükleri amaçlarından kolayca anlayabiliriz; fakat bazı kurallar anlaşılır gibi değildir, saçma ve anlamsız gibi görünürler. Bu gibi kurallara "teamül'' görenek, formalite diyoruz. Tabu âdetlerinin de aynı çeşitliliği gösterdiğini görüyoruz.

Zorlama yasaklarının büyük bir yer değiştirme yeteneği vardır; bir şeyden diğer bir şeye yayılmak için her nedenden yararlanırlar ve o şeyi de (hastalarımdan birinin yerinde bir deyimiyle) "çekilmez'' bir duruma getirirler. Öyle ki hasta en sonunda her şeye ambargo koyar. Nevrozlular, bu "çekilmez'' kimse ya da şeyler sanki tehlikeli bir bulaşıcı hastalığa yakalanmış ve değdiği yerlere bunu geçirecekmiş gibi davranır. Tabu yasaklarını gözden geçirirken aynen bu yer değiştirme ve geçme niteliklerine raslamıştık. Bundan başka tabu olan bir şeye dokunmakla, ona dokunanın da tabu olduğunu ve kimsenin onunla ilişkiye girmediğini görmüştük.

Bu geçme ya da daha iyi bir deyimle yer değiştirme konusunda, biri Maorilerin yaşamından, diğeri bir zorlama nevrozu çeken bir kadının yaşamından, iki örnek alarak bunları burada karşılaştıracağım:

"Maorilerin başkanı ateşe asla kendi ağzıyla üfleyemez; çünkü o kutsaldır, kutsallığını üflediği ateşe ve ateşin üstündeki kabın içindeki ete geçirir, buradan da o yemeği yiyen kimsenin içine geçer ve böylece yemeği yiyen kimse başkanın soluğuyla aşılanarak kesinlikle ölür.''(9)

Hastam, kocasının satın alarak eve getirdiği bir mutfak takımının, evi kendisine çekilmez bir duruma getireceği korkusuyla, kaldırılmasını istiyordu. Çünkü bu şeyin Hirschen sokağındaki bir mağazadan alındığını öğrenmişti. Bu Hirschen sözcüğü, vaktiyle gençliğinde bekârken tanıdığı ve şimdi uzak bir kentte bulunan ve kendisi için artık "olanaksız'', yani tabu olan bir dostunun adı olduğu için, Viyana'da satın alınan bu şey, şimdi kadının ilişki kurmak istemediği dostu kadar tabu olmuştur.

Zorlanma yasakları da tabu yasakları gibi yaşamda en olağanüstü özveriler ve sakınmalar oluşturur; fakat bunların bazıları, bazı edimlerde bulunma yoluyla kaldırılabilir ve bu edimler de zorlayıcı bir nitelik kazanarak zorunlu olur. Bu edimler tövbe, bağışlanmayı dileme, kendini haklı çıkarma, temizlenme türünden edimlerdir. Bu zorlayıcı edimlerin en yaygın olanı suyla yıkanmadır (yıkama obsessionu). Tabu yasaklarının bir bölümü de bu biçimde kaldırılabilir, yani bu tabuların çiğnenmesi böyle bir törenle onarılabilir ve bu işte suyla gusül (boy abdesti) en çok yeğlenen yöntemdir.

Şimdi tabu âdetleriyle zorlanma nevrozlarının belirtileri arasında en açık karşılıklı noktaları özetleyelim: (1) Bu yasakların nedensizliği, (2) Bunların içten gelme bir gereksinimle zorlanmaları, (3) Kolayca yer değiştirmeleri ve yasak olan şeyden bulaşma tehlikesi taşımaları, (4) Yasak olan şeyden çıkan törenlerin ve buyrukların nedenliği bakımından her ikisinin benzerliğini görmekteyiz.

Bununla birlikte psikanaliz bize zorlanma nevrozunun gerek ruhsal mekanizmasını, gerekse klinik tarihini öğretmiş bulunuyor. İşte tipik bir dokunma korkusu olayının tarihi: İlk çocukluk çağından bu yana olay konusu olan kişi, kendi bedenine dokunmakla büyük bir haz duyuyordu, bu hazzın nesnesi kestirilebileceğinden fazla duyarlılaşmıştı. Fakat bu çok haz verici dokunma edimi, dışarıdan gelen bir yasak buyruğuyla çatışır..(10) Bu yasak buyruğu kabul edilir; çünkü içten gelen birtakım zorlu güçlerin (11) yardımını görüyordu; bu dıştan gelen yasak, dokunma biçiminde kendini göstermek isteyen içgüdüden daha zorlu olduğunu kanıtlar. Böyle olmakla birlikte çocuğun ilk ruhsal yuğurumu yüzünden bu yasak öteki içgüdüyü ortadan kaldıramamıştır. Başarabildiği tek şey, bu içgüdüyü (yani dokunma hazzını) bastırmak ve onu bilinçaltına tıkmak oldu. Hem yasak, hem içgüdü birlikte kaldılar. Birincisi kaldı; çünkü yalnızca bastırılmış ama yok edilmemişti. İkincisi de kaldı; çünkü eğer kalmamış olsaydı, içgüdü bilince fırlayacak ve dışarıya çıkacaktı. Böylece çözümlenmemiş bir durum, ruhsal bir saplanma oluşur. Bundan sonra yasak ve içgüdü arasındaki sürekli savaştan çıkan birçok sonucun kaynağı bu savaştır.

Bu biçimde durağanlaşan ruhsal kuruluşun başlıca ayırt edici niteliği, bu bireyin nesneye, daha doğrusu bu nesneyle ilgili edime karşı aldığı ve (12) çift değerli diyeceğimiz tavırda görülür. Birey bu edimi (yani dokunma edimini) hep sürdürmek ister, onda en yüksek zevki tadar; fakat onu sürdüremez, hatta ondan nefret eder. Bu iki akış arasındaki karşıtlık kolay kolay çözümlenemez; çünkü -nasıl diyeyim- bunların ruh yaşamında yerleri karışamayacak denli ayrılmıştır. Yasak tümüyle bilinç bölümünde yerleşmiştir, oysa hâlâ yaşamakta olan dokunma zevki bilinçaltında kalmıştır, kişinin ondan haberi yoktur. Eğer bu psikolojik etmen olmasaydı, çift duygular ne bu kadar uzun süre yaşayabilir ne de bundan sonraki patlak vermelere yol açardı.

Olayın klinik tarihinde, ilk çocukluk çağında yasağın belirleyici bir etmen olarak görünüşüne önem verdik; fakat nevrozun daha sonraki ilerleyişinde bu rolü, bu yaşta gözüken itme oynuyor. Unutma (amnesie) ile ilgili olan bu itme olgusu yüzünden bilinçli duruma gelen yasağın nedenleri bilinemez. Onu zihni olarak söküp atmak için yapılan bütün girişimler, hücum noktası yakalanamadığı için, başarısızlığa mahkûmdur. Yasak kendi gücünü, zorlayıcılığını bilinmeyen karşıtıyla, yani gizli ve sönmemiş kalan zevkle, başka bir deyimle, bilinçli bir sezgisi olmayan iç gereksinimle olan birlikteliğine borçludur. Yasağın isteğin yerine geçebilme ve yeniden yaratma gücü, bilinçli olan zevkle uyuştuğunu ve bilinçaltının psikolojik etmenlerinden çok da kolaylık göremediğini anlatır. İçgüdünün verdiği haz, karşılaştığı engellerden kurtulmak için sürekli yer değiştirir. Yasak edilenin yerine konmuş şeyler ve edimler biçiminde kendine vekiller arar. Aynı nedenden ötürü yasak da onun peşinden dolaşır, yasaklanmış içgüdünün yeni hedeflerine de yayılır. Geri itilmiş libido her yeni adımında yeni bir şiddetle, yasağın karşı koymasıyla karşılaşır. Bu iki karşıt gücün karşılıklı olarak birbirini itmesi, boşalma ve var olan gerginliği gevşetme gereksinimini doğurur. İşte zorlayıcı edimlerin nedenlerini burada bulmaktayız. Nevrozlarda, bir yandan pişmanlık belirtisi, temizlenme uğraşı ve buna benzer davranışlarda sayılabilecek edimler; öte yandan da içgüdüye yasak edilen edimin yerine geçecek edimler olan uzlaştırıcı edimler açıkça görülmektedir. Bu zorlayıcı edimlerin içgüdüye sürekli yardım etmesi ve yasak edilen ilk edime gittikçe yaklaşması, nevroz hastalıklarının bir yasasıdır.


Yüklə 313 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə