Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 11 Sayı: 57 Haziran 2018
The Journal of International Social Research
Volume: 11 Issue: 57 June 2018
- 790 -
Tüm ilâhî sıfatları ihtiva ettiği kabul edilen “Allah” lafzı bir nevi ulûhiyyeti aşkın yönünü temsil ederken,
“Rab” ismi O’nun yaratılmış âleme yönelik fiilî tecellilerine işaret eder (Topaloğlu, 2007: 34/372). Bu
durumda “Tanrıcılık” ya da “İlahçılık” şeklindeki bir tesmiyede bile bu tezat oldukça bariz bir şekilde
gözükmektedir. Zira Tanrı, İlah, Deus gibi isimler tek tanrıcı dinler tarafından, yüce yaratıcı için kullanılan
terimlerdir. Her birine yüklenen ortak anlam, tam bilen, tam güçlü, doğanın tek ve yüce ilkesi, doğa üstü
varlık, yönetici, hakim varlık şeklindedir. Eski çağlarda, Kenophanes’in (ö. m.ö. 475), çok tanrıcılığı
reddeden ve “tek bir tanrı vardır, tüm tanrıların ve insanların efendisidir” (Timuçin, 2004: 452) sözleri,
inandıkları Tanrı’yı “Efendi” olarak nitelemektedir. Efendiliğin/Siyâdetin muhtevasında ise, hakimiyet,
egemenlik, yönetme, üstünlük, güç, kuvvet ve otorite gibi mutlak eylemler ve anlamlar vardır. Bu egemenlik
ve otorite ise kozmolojik anlamda bir mala sahip olmakla birlikte insanların temsil ettiği toplumlara hakim
olup onları yönetme anlamındadır. Bundan dolayı efendilik kelimesi sadece sahip olma anlamında olsaydı,
elbisenin efendisi
(
ÓóíøöÏõ ÇáËóøæúÈö)
denilmesi doğru olurdu. Halbuki böyle bir kullanım doğru değildir.
Efendilik ifadesi sadece âkil kimseler için “toplumların efendisi”
(
ÓóíøöÏõ ÇáúŞóæúãö)
, “insanların efendisi”
(
ÓóíøöÏõ ÇáäøóÇÓö)
şeklinde kullanılmıştır (Isfehânî, 1961: 47). Nitekim “Tanrıcılık”, “İlahçılık”, “Rabçılık”
şeklinde tesmiyesi isim ile müsemma arasında tezat oluşturmaktadır. Bu da İslam düşünce tarihinde ilahi
sorumluluk doğuran fiillerle ilgili ilahi kaderi reddeden kimselere “kaderci”, “kader taraftarı” anlamına
gelen ve kendi ritüelleri ile tamamen zıt bir anlam ifade eden “kaderiye” teriminin kullanılması gibi deizme
de ilahçılık, rabçılık, tanrıcılık ve benzeri mefhumlar kullanıldığını ortaya koymaktadır.
Nübüvveti kabul etmeyen gruplar olarak klasik kelâm eserlerinde Berâhime (Tümer, 1992, 6/ 329),
Sabiîler (Gündüz, 2008: 35/341), Tenâsuhiyye (Yitik, 2001: 40/441), ve Sümeniyye (Güç, 2010: 38/132)
zikredilmiştir (Âmidî, 2004: 274; Nesefî, 2000: 49). Bazı kaynakların (Vural, 2011: 128) Ebû Bekir er-Râzî’yi (v.
313/925) İslam dünyasının önde gelen deistlerinden kabul edilmesi, deizm inancının 17. asır Avrupa’sına
değil daha önceki zamanlara kadar gittiğini göstermektedir. Aslında âleme müdahil olmayan Tanrı
anlayışını ise birçok felsefe tarihçileri Aristoteles’e kadar geriye götürmüşlerdir (Aydın, 1990: 140). Nitekim
Kur’ân ifadelerinde “müşrik” diye ifade edilen kimselerin inanışları ile Deist ve Brahmanist düşünce
arasında birçok benzerlikler vardır. Eski çağlardan beri peygamberlere iman etmeyen toplumların
bazılarının Tanrı’ya inanıp, nübüvvet ve vahyi kabul etmedikleri belirtilmektedir. Bu durumda deizm
şeklindeki bir inanışın insanlık tarihi kadar eskiye dayandığı da söylenebilir. Gerek önceki toplumlarda ve
gerekse Mekke Müşriklerinin yaratıcı bir tanrı inancı oluğu, Kur’ân ifadelerinde zikredilmektedir. Buna
göre;
Mekke’de Hz. Muhammed’in peygamberliğine karşı çıkan kimseler, göklerin ve yerin yaratıcısının,
güneşi ve ayı insanların hizmetine verenin (Anktebût: 61; Lokmân: 25; Zümer: 38; Zuhruf: 9), gökten
yağmuru indirerek onunla yeryüzünü ölümden sonra diriltenin (Ankebût: 63), bizzat kendilerini yoktan var
edenin Allah Teâlâ olduğu (Zuhruf: 87) konusunda bir şüphelerinin olmadığı ifade edilmektedir. Hatta
kendilerine gökten ve yerden rızık verenin, işitmelerini ve görmelerini sağlayan mutlak gücün ve dünyadaki
işlerinin yürümesinin (Yûnus: 31) Allah Teâlâ’nın gücü ile olduğunu söylemektedirler. Yani müşrik
toplumlar, kozmolojik yapı ile ilgili yaratma aksiyonlarının tümünü Allah Teâlâ’ya izafe etme konusunda
bir sorun görmemişlerdir. Kur’ân âyetlerinden hareketle, bu kimselerin Allah Teâlâ’nın varlığı ile asla bir
çıkmazlarının olmadığını, asıl ihtilafın peygamber ve onun getirdikleri ile olduğu görülmektedir. Bu gerçek
Kur’ân’ın farklı âyetlerinde açıkça ifade edilmiştir. “Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri
elbette seni incitiyor. Onlar gerçekte seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah Teâlâ'nın âyetlerini inadına
inkâr ediyorlar” (En’âm: 33). Burada Hz. Muhammed’in şahsına yönelik herhangi bir suçlama ya da
yalanlama olmadığı açıkça ifade edilmektedir. Zaten Hz. Muhammed’in doğru sözlü, emin, güvenilir bir
kişiliğe sahip olduğu, asla yalan söylemeyeceği Mekke halkı tarafından her fırsatta dile getirilen bir
realitedir (Râzî, 2000: XII/168). Dolayısıyla bu kimselerin kabul etmeye yanaşmadıkları şey, peygamberin
Allah Teâlâ’dan geldiğini ifade ettiği vahiy ya da başka bir ifade ile nübüvvetle birlikte gelen emir ve
yasaklar olduğu anlaşılmaktadır. Her âyetin sonunda, onların bu hatalarını aklî cevaplarla kanıtlanma
yoluna gidilmesi ise bilgi için sadece aklı yeterli görmelerinden dolayıdır (Râzî, 2000: XII/168).
Deizm, ilke olarak Berâhime ve müşrik toplumların inanışları ile örtüşse de felsefi bir doktrin olarak
bu isimle ilk defa 17. yüzyılda Avrupa’da dile getirilmiştir. İngiliz deizminin kurucusu olarak kabul edilen
Cherbury’li Lord Herbert (ö. 1648), Tanrı’nın ve ahiret hayatının varlığını kabul etmekle birlikte kutsal
metinlerin doğruluğunu reddetmiş, din adamlığı kurumunu şiddetle eleştirerek, evrensel gerçekleri
kavramada aklın yeterli olduğunu savunmuştur (Erdem, 1994: 9/110). Deizm inanışının ortaya çıktığı
coğrafya ve zaman dilimine bakıldığında 17. yüzyıl Avrupa’sında yaşanan Hristiyanlık dini ile bilim
adamları arasında bir husumetin olduğu açıktır. Bu husumet sonucunda Avrupa toplumu, dini ritüelleri
reddetmeyi bir çıkış yolu olarak görmüştür. Dolayısıyla deizmin ortaya çıkışı, asıl itibariyle uydurulmuş
Hristiyanlık inancının ortaya koyduğu, Tanrı ve din tasavvuruna karşı toplumsal bir reaksiyon hareketidir.