Eski yunan, roma ve ortaçAĞ Eski Yunan İktisadi Düşüncesi



Yüklə 457,11 Kb.
səhifə6/8
tarix14.05.2018
ölçüsü457,11 Kb.
#44059
1   2   3   4   5   6   7   8

Hawtrey

Ralph George Hawtrey, parasal iktisat alanında çok sayıda kitap yazmaya zaman bulabilmiş bir İngiliz hazine bakanlığı memurudur. Ana ilgi alanı konjonktür dalgalarıdır. Hawtrey’e göre konjonktür dalgalarının nedeni, büyük ölçüde kredi hacmindeki dalgalanmalardır. Konjonktür dalgalarının başka nedenleri de bulunmakla birlikte onlar önemsizdir ve parasal araçlarla kontrol altında tutulabilir.

Hawtrey, kredilerin doğurduğu istikrarsızlığı ve onu izleyen iktisadi faaliyetlerdeki istikrarsızlığı önlemek için, çeşitli reçeteler önermiştir. Bunlar;

1. Merkez Bankası açık piyasa işlemleri

2. Reeskont oranının değiştirilmesi

3. Ticari bankaların kanuni karşılık oranlarının değiştirilmesidir.

Hawtrey’e göre, milli gelir istikrarlı bir seviyede tutulacaksa, hem kredi miktarının hem de nakit para miktarının değişmesine izin verilmelidir. Kredi kilitlenmesi yani bankaların faizleri düşürdüğü halde kredi satamaması durumundan kaçınmanın yolu, konjonktür dalgalarının bir önceki gelişme döneminde gerekli tedbirleri almaktır.

Hawtrey’in açık piyasa işlemleri aracılığıyla uygulanan isteğe bağlı para politikasına olan kesin inancı, 1920’lerde ABD’de büyük ün kazanmıştır. Para politikası araçlarını en berrak şekilde tanımlaması, Hawtrey’in iktisat bilimine yaptığı en büyük katkıdır.



NEO-KLASİK İKTİSAT: SRAFFA, CHAMBERLIN VE ROBINSON

1. Eksik Rekabet Piyasası ve Kamu Müdahalesi

Eksik rekabet teorileri, aşağı yukarı aynı anda ve birbirinden habersiz olarak ABD’de Edward Chamberlin, İngiltere’de Joan Robinson ve Almanya’da Heinrich von Stackelberg tarafından geliştirilmiştir. Stackelberg’in analizi kendisini, devlet tarafından tesis edilen ekonomik düzen dışında herhangi bir ekonomik düzenin bulunmayacağı görüşüne getirmiştir. İktisadi dünya, bütünleştirici bir güç olmaksızın tekellerin verimsiz mücadelelerine bırakılırsa, devletin düzeni tesis etmek için devreye girmesi zorunludur.



2. Sraffa

Sraffa 1960 yılında yayınladığı Malların Mallar Aracılığıyla Üretilmesi adlı kitabıyla Post Keynesci iktisat okulunun öncü bir mensubu olmuştur.

Sraffa 1926 yılında Economic Journal adlı dergide yayınladığı bir makalede, firmanın üretim ölçeği artarken, üretimin birim maliyetinin düşebileceğini ileri sürmüştür. Azalan birim maliyetler, saf tam rekabet fikrine ters düşmektedir. Çünkü tam rekabet şartları altında azalan maliyetler, doğal tekellere yol açar. Başlıca iki faktör, piyasaların saf tam rekabet veya saf tekel şartlarına sahip olmasını önler:

1. Birinci olarak, tek bir üretici piyasaya sürdüğü malın miktarını değiştirerek, piyasa fiyatlarını etkileyebilir.

2. İkinci olarak, her üretici, azalan maliyet şartlarında üretime girmiş olabilir.

Bu iki faktör, tam rekabetten ziyade tekelci şartlara benzemektedir ve her ikisi de, üreticilerin sıfır eğimli düz bir talep doğrusu yerine negatif eğimli ve aşağı doğru giden bir talep eğrisi ile karşı karşıya gelmelerinin sonucudur.



3. Chamberlin

1933 yılında yazdığı Tekelci Rekabet Teorisi adlı kitabıyla, daha önce ayrı olarak ele alınan tam rekabet ve tekelci piyasa teorilerini birleştirmiştir.Chamberlin piyasa fiyatlarının çoğunlukla, hem rekabetçi hem de tekelci unsurlar tarafından belirlendiğini ileri sürmüştür.

Chamberlin’e göre, sadece bir firmanın tekel fırsatlarından önemli ölçüde yararlanması durumunda, hem kısa hem de uzun dönemde fiyatı ortalama maliyetinin üstünde olacaktır. Çok sayıda firmanın tekelci rekabet şartları altında faaliyet göstermesi durumunda, endüstriye serbest giriş, uzun dönemde tekel karının ortadan kalkmasına yol açacaktır.

Chamberlin’i izleyen çok sayıda iktisatçı, saf tam rekabetin tekelci rekabete göre daha fazla ürün, daha etkin üretim ve daha düşük satış fiyatı ile sonuçlanacağını ortaya koymuştur. Fakat bu sonuçların ortaya çıkabilmesi için 2 temel şarta gerek vardır:

1) Birinci olarak, maliyet eğrisi her tür rekabet durumunda aynı olmalıdır.

2) İkinci olarak, bütün ürünler standart yani tek tip olmalıdır.



4. Robinson

İktisat bilimi dünyasında az sayıda bulunan bayan iktisatçılardandır.Marxçı iktisada ciddi eleştiriler getirmiştir.

Robinson’ın iktisadi düşünceye katkıları monopson, tekelci rekabette sömürü ve tekelci rekabette sömürünün tedavisi başlıkları altında incelenebilir.

Robinson, tekelci rekabet kavramına monopson kavramını ekledi.Monopson, piyasada sadece tek bir alıcının veya tek bir alıcıymış gibi davranan bir alıcı grubunun bulunduğu bir durumdur.

Robinson işçinin sömürülmesi meselesini, yukarıda anlatılanlardan başka, Pigou tarafından önerilen bir tanıma göre de ele alır. Cambridge Üniversitesi’nden meslektaşı Cecil Pigou’ya göre işçinin sömürülmesi, işçinin ücreti emeğin marjinal verimliliği değerinden düşük olduğunda ortaya çıkar. Bu duruma Pigou-Robinson sömürü teorisi denir.

Robinson’a göre, monopsonda işçinin sömürülmesinin önlenmek için sendika veya ticaret kurulu, endüstride bir minimum ücret uygulamasına gitmelidir. Böylece endüstriye işgücü arzı, belirlenen ücret seviyesinde tam esnek ve marjinal emek maliyeti ortalama ücret maliyetine eşit olacaktır.

Robinson’a göre, tekelde işçinin sömürülmesini önlemek için satış fiyatının, marjinal ve ortalama üretim maliyetlerinin birbirine eşit olmasını sağlayacak şekilde kontrol altında tutulması gerekir.

Robinson’a göre, tekelci rekabet şartlarında işçinin sömürülmesini önlemek için, genel olarak piyasalar, saf tam rekabete sahip olmak zorunda kalacaktır.



KURUMCU İKTİSAT OKULU

Kurumsal iktisat Amerikan menşeli bir iktisadi düşüncedir. Kurucusu olarak Thorstein B. Veblen kabul edilir. Diğer önemli temsilcileri ise istatistiksel yöntemlerin kullanılmasına önem veren Wesley Mitchell ve yasama yoluyla pek çok ekonomik ve sosyal reformların gerçekleştirileceğini savunan John R. Commons’tur.

Neo-klasik ve Marksist iktisadın görüşlerine alternatif fikirler üretme üzerinde yoğunlaşmıştır. İktisat bilimini interdisipliner olarak kabul eder. İktisat, sosyoloji, psikoloji, siyaset, maliye, yönetim gibi bilimleri birlikte değerlendirmektedir. İktisadi olay ve faaliyetlerin gelişiminde kurumların önemi büyüktür. Ekonomide istikrar için devletin ekonomiyi sürekli olarak izlemesi ve yönlendirmesi gerekmektedir. Devlet gelir dağılımında adaleti sağlayıcı olmalıdır

Kurumsal İktisat her iki görüşün (neoklasik ve marksist) dışında, karma bir ekonomi modeli öngörmektedir. Kurumsal iktisada göre sosyal politikaların ana amacı topyekün insan refahının yükseltilmesine yönelmiştir. Devlet bireyin durumunu iyileştirmek için onun önündeki engelleri kaldırmalıdır.

Onlara göre insanlar mülk sahipliği ve paylaşımı konusunda sürekli çatışma içerisindeler. Bu çatışmanın herkesin yararına disiplin altına almak için kolektif kurumlara ihtiyaç vardır. Ekonomik düzenin kendiliğinden meydana geleceğini beklemek yerine ekonomik sistemi yönetmek ve yönlendirmek gerekmektedir

Kurumsalcılar sistemli teoriler kurmak yerine gelenekleri, kurumları ve davranışları incelerler. Tümevarım metodu kullanarak sonuca varmaya çalışırlar. Ekonominin sadece piyasadan ibaret olmadığı mantığı çerçevesinde ekonomiyi tüm yönleriyle inceleyerek gelişmenin temel dinamiklerini belirlemeye çalışırlar.

Kurumsalcılar ekonomiyi ve evreni yönlendirmektense varolan kurum ve kuralları inceleyerek bir sonuç çıkarmaya çalışırlar. Kapitalizmin ve sanayi toplumunun ortaya çıkardığı sorunların nasıl çözümleneceği üzerinde araştırma yapmaktadırlar.

Temel Görüşleri

Ekonomiyi parçalar halinde değil, bir bütün olarak dikkate almak gerekir. Çünkü ayrı ayrı değerlendirmek yanıltıcıdır. Ekonomi diğer bilimlerle ilişkili bir bütündür ve bütün parçaların toplamından daha büyüktür.

Kurumların rolüne büyük önem verirler. Onlara göre kurumlar sadece mevcut yapılanmayı değil, daha ileriye doğru inşa edilecek insan davranışlarının organize edilmiş yapılanmalarını da kapsar.

*İstikrarın tek yolu devletin ekonomiyi sürekli gözetmesi ve yönlendirmesidir.

Kurumcular gelir ve servetin daha adil dağılımını sağlamak için liberal ve demokratik reformları desteklerler. Ancak piyasa kurallarıyla kaynakların etkili dağılımı ve gelirin bölüşümünün sağlanamayacağını ileri sürerler.

Kurumcular geleneksel teorinin ekonomik yaklaşımda bir uyum olduğuna dair görüşlerine karşı çıkarlar. Onlara göre ekonomide uyum değil kurumlar arası çatışma vardır. Başka bir deyişle ekonomik birimler uyum içinde değil, çatışma halindedir.

Ekonomik olaylar neden-sonuç etkileriyle birlikte bütünsel olarak ele alınmalıdır.

Devletin ekonomide gözetim, denetim ve müdahalesi kaçınılmazdır.

Bireylerin davranış güdülerinde sadece kişisel çıkarlar yoktur,

İktisadi olaylar değişkendir,

*Hem kapitalizmi hem de Marksizm’i eleştirirler,

Paranın rolü sadece mübadele değil, spekülasyon ve ihtiyat saiki rolü de vardır. Bunu Keynes’ten önce söylemişlerdir.

*Konjonktür modelini kurmuşlardır. Belli dönemler ve uzun dönemli iktisadi hareketleri inceleyerek toplumsal bir denetim kurulabileceğine inanmışlardır.

Kamu harcamaları dengeleyici bir araç olarak kullanılabilir.

Depresyonla mücadelede ücret indirimlerine karşı çıkmışlardır.

İktisat bilimine “güç”, “toplumsal denge” gibi kavramları getirmişlerdir. Onlara göre güç kamusal müdahalenin temelinde yatar. Kapitalizmin ileri safhalarında piyasalar oligopolleştikçe firmalar güç sahibi olurlar. Buna karşılık alıcıları koruyan sendikalar vardır. Fakat bu güçler dengeyi sağlayamazlar. Devletin müdahalesine ihtiyaç vardır.

Toplumsal denge ise, özel ve kamu girişiminin arz ettiği mal ve hizmetler arasında dengesizlik vardır. Toplum üretim sorununu çözse de bölüşüm sorununu çözemez. Bu sebepten toplumsal dengenin sağlanabilmesi için kamu hizmetlerinin artırılması gerekir. Ücret-fiyat kontrollerine ihtiyaç vardır. Bunun Kurumsal iktisatçılara göre iktisat biliminin temelini bireyler değil kurumlar oluşturur. Bireyler bu kurumların etkisi altındadır. Bireysel tercih, istek ve seçimleri veri kabul etmek yanıltıcıdır. Ayrıca iktisadi sistem de sosyo kültürel sistemin bir alt dalıdır.

Kurumsal iktisatçılar toplumsal değişme üzerinde de dururlar. Toplumun devamlı değiştiğini dolayısıyla toplumla ilgili kesin bir şeyin söylenemeyeceğini ileri sürerler.

Kurumsal iktisat deneyciliğe önem verirler. Yani metafizik olguları kabul etmezler.

Kurumsal iktisatçılar statik yerine dinamik, duygular yerine faaliyetler, bireysel davranış yerine grup davranışı, denge yerine yönetim, bırakınız yapsınlar yerine denetim terimlerini kullanmışlardır.



Kurumsal İktisadın Eleştirisi

Bu eleştiriler dört grupta toplanabilir.

1- Kurumsal iktisat diye bir teori yoktur. Çünkü kurumsal iktisadın fikir babaları bile kurumsal iktisadın ne olduğu hususunda bir uzlaşmaya varamamışlardır.

2- Kurumsal iktisatçılar iktisattan ziyade sosyal bilimler üzerinde dururlar ki bu durum ilgili kişilerin iktisatçı olduğu hususunu tartışmalı hale getirir. Mesela iktisat için çok önemli olan fiyat mekanizması üzerinde bile durmamışlardır. Bağımsız bir teori geliştirememişlerdir.

3-Kurumsal iktisatçılar daha çok iktisadi politikaların gelişimi ve iktisadi değişme konularıyla ilgilenmektedirler.

4- Kurumsal iktisatçılar sürekli eleştirdikleri neo-klasik iktisatçılara karşı da bir alternatif teori geliştirememişlerdir. Yani topladıkları bilgi ve deneyler bir teori ortaya koyamamaktadır. Kurumsal iktisatçılar bir eleştiri iktisadı olarak ortaya çıkmaktan ileri gitmediği kurumsal iktisatçılara yönelen eleştirilerin temelini oluşturur.



KEYNES

John Maynard Keynes 5 Haziran 1883 de Cambridge'de doğmuştur. Tanınmış bir iktisatçı olarak İktisadi Doktrinler Tarihine geçen Keynes, sadece teorik alanda kalmayarak ekonomi politikası ile ilgili önemli meselelerin münakaşa ve müzakerelerine iştirak etmiş, çeşitli pratik meselelerle uğraşmış, ekonomi dışında birçok mevzulara fikri ilgi duymuş bir kimsedir. Bu hal onun hayatına ve eserlerine çeşitlilik ve derinlik vermiştir.

Babası John Neville Keynes 1891 de yayınladığı Scope and Method of Political Economy — İktisat ilminin gaye ve metodu isimli eseri ile iktisat ilmi sahasında en iyi metodolojilerden birini vermiş bir iktisatçıdır.

Oğlu John Maynard Keynes'i Eton'da orta tahsilini ikmal ettikten sonra, Cambridge'de King Kolejine vermiş, Keynes burada matematik, klasik edebiyat, felsefe ve ekonomi öğrenimi görmüştür.

Ekonomi derslerinde Alfred Marshall ve Edgeworth gibi meşhur iktisatçıların öğrencisi olmuştur. Keynes, kolej öğreniminden sonra kısa bir süre (1906-1908) Hindistan Dairesinde çalışmış, bu süre zarfında ihtimali hesaplara dair eserini yayınlamıştır.

1909 da hocası Alfred Marshall tarafından King Koleji'ne alınmıştır. 1911 den 1937 yılına kadar burada ekonomi dersi okutan Keynes, 1919 dan itibaren bu kolej de idari görevler de almış; 1911 de Economic Journal'ın yayınlaması görevini üstlenmiş; ayrıca The New Statesman and Nation mecmuasının yayımına katılmıştır.

Bu arada, 1913/14 de Hindistan'ın para ve maliye durumunu incelemek için kurulan komisyona iştirak ettirilmiş, bu faaliyeti sonunda ekonomiye dair ilk eserini meydana getirmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz Maliyesinde çalışmış, Versay sulh anlaşmasında İngiliz heyetine dahil olmuş ve anlaşmanın iktisadi hükümlerine karşı çıkarak, sonradan bu hükümleri eleştiren bir kitap yayınlamıştır. Bu kitap Keynes'in Dünyaya tanınmasına sebep olan ilk yapıtıdır.

Keynes ülke içinde muhtelif komisyonlarda görev almış uzman olarak fikirlerine müracaat edilmiş bir iktisatçıdır. 1940 -1946 arasında İngiliz Hükümetinin maliye danışmanlığını yapmış, 1943 den sonra savaş sonrası para meseleleri görüşülmek üzere Amerikalılar ile yapılan müzakerelere katılmıştır. Bu müzakereler bilahare Bretton woods anlaşmasını meydana getirmiştir. Bu çeşitli hizmetlerinden dolayı 1942 de Keynes'e Lord unvanı verilmiş ve Lordlar Kamarasına alınmıştır.

Uygulama alanında bir sigorta şirketinin yönetim kurulu başkanı olarak çalışmış ve bir investment company kurarak idare etmiştir. Bunun dışında Tilton'da bir çiftlik satın almış, bu çiftliği de başarı ile yönetmiştir. Edebiyata ve sanata merakı vardır. Bu sayede kendisine bir çok şeref payesi verilmiştir.

Ölümünde İngiliz gazeteleri, İngiltere'nin büyük bir evladını kaybettiğini, Keynes'in bir dahi olduğunu, iktisat politikası alanında Dünya ölçüsünde tesirler yarattığını, bir çok alanlarda faaliyet gösterdiğini v.b. yazmışlardır.



KEYNES’İN İKTİSADİ DÜŞÜNCELERİ

Başlangıçta, Keynes hocası Alfred Marshall'ın etkisi altında kalan neo-klasik bir ekonomist idi. Ona göre Marshall, yüz seneden beri gelen en büyük iktisatçıdır. Ekonomiye denge ilkesini getirmiştir. Zaman öğesini teoriye sokmuştur. Bu iki husus Keynes'in de düşüncelerine esas olmuştur.

Keynes'in ilk yapıtları tamamen neo-klasik temellere dayanmaktadır. Versay sulh anlaşması üzerine yazdığı yazı buna bir örnektir. Bu yazıda Almanya'ya yükletilen savaş tazminatının transferi üzerinde durulmakta, tazminat ağır ve gayri adil bulunmaktadır. 1923 de yayınladığı «Tract on Monetary Reform» isimli yapıtı ile klasiklerden biraz ayrılmaktadır.

Bu yapıtta ortaya atılan düşünceler daha önce yayınladığı «Indian Currency and Finance» kitabındaki düşüncelerinin bir devamı olmakla beraber, bazı yenilikler getirmektedir. Örneğin, tasarrufla yatırım arasındaki farka işaret edilmiş; enflasyonun deflasyona, kambiyo kurlarındaki istikrarsızlığın iç fiyat düzeyindeki dalgalanmalara tercih edilebileceği ifade olunmuştur

Keynes bu kanaatini hayatının sonuna kadar muhafaza etmiştir, işsizliğin kendi kendine işleyen bir ekonomi düzeninde ortadan kaldırılmasındaki güçlüğe işaret etmiş, 1925 de altın para sistemine dönülmesini eleştirmiştir. Gerçekten, altın para sistemine dönülmesinden sonra iç fiyat düzeyinin durumu uzun süren bir işsizliğe sebep olmuştur.

Keynes altın para sistemi ve sabit kambiyo kuru politikasının ülke içinde istihdam düzeyine etkilerini inceleyerek, bir ülkenin istihdam seviyesini dış tesirlere bağlamanın doğru olamayacağını ifade etmiştir. Ona göre, para, faiz ve fiyat düzeyi kambiyo kurlarına göre değil, milli ekonominin ihtiyaçlarına göre düzenlenmelidir.

Keynes'i klasiklerden ayıran ilk denemesi 1930 da yayınladığı «A Treatise on Money» isimli yapıtıdır. Bu yapıtına göre, istihdam yatırıma tabidir; yatırım ise, faize bağlıdır. Para tedbirleri ile yatırım miktarını tasarrufa uydurmak mümkündür. Kitap zamanında takdir edilmiş ve aynı zamanda bir çok eleştirilere de yol açmıştır.

1930 Dünya Ekonomik krizi, Keynes'i krizle mücadele için bir çok tekliflerde bulunmaya sevk etmiş, 1933 de «The Means to Prosperity», 1935 de «A Self-Adjusting Economic System» isimli makalelerini ve nihayet 1936 da kendisine ekonomi doktrinleri tarihindeki ününü sağlayan «General Theory of Employment, Interest and Money» adlı yapıtını yayınlamıştır.

Keynes, bu yapıtında genel ekonomik dengenin tam istihdam seviyesine özgü bir olay olmadığını, düşük istihdam düzeyinde de denge olabileceğini ortaya atmış, piyasa ekonomisinin düzenli biçimde işlemesini temin etmek için kendi kendine dengeyi sağlayan güçlerin yetersizliği üzerinde durmuş, bunu gidermek için devletin müdahale gereğine işaret etmiştir. Örneğin, gerçek talebin yetersiz olduğu yerde bizzat devletin gerekli talebi yaratmasının zorunlu olduğunu savunmuştur

KLASİK TEORİ VE KEYNES’İN GENEL TEORİSİ

Keynes, Ad. Smith'den Alfred Marsall'a kadar ortaya atılan ve esas itibariyle Ricardo'nun iktisat teorisine dayanan iktisadi düşünceleri klasik teori olarak görmektedir. Keynes, klasik teoriyi genel teori içinde özel bir durum olarak görmekte, J. B. Say'in mahreçler kanununu esas almak suretiyle istihdam sorununu çözümlediğini sanmakla suçlamaktadır.

Klasik teoriye göre, serbest rekabetin geçerli olduğu piyasa ekonomisi düzeninde her arz kendisine eşit talep yaratır. Üretimle yaratılan gelirin tamamına eşit harcama yapılır. Talep yetersizliğinden ileri gelen bir işsizlik görülmez. Gerçi, insanlar gelirlerinin bir kısmını gelecek gereksinmelerini düşünerek tasarruf ederler.

Ne var ki, tasarruflarını atıl bırakmazlar; ödünç vererek tasarruflarının ödülünü görmek isterler. Böylece birinin harcamadığını başkası harcar; tasarruf kadar yatırım yapılır. Toplam talep ile toplam arz arasındaki eşitlik sağlanmış olur. Tasarruf - yatırım eşitliğini, dolayısıyla toplam taleple toplam arz arasındaki eşitliği reel faiz haddindeki değişmeler sağlar.

Yine klasik teoriye göre, bu eşitlik tam istihdam düzeyinde meydana gelir. Bunu reel ücretlerdeki değişmeler sağlar. Çünkü gerek emek talebi, gerekse emek arzı reel ücretlerin bir fonksiyonudur.

J. M. Keynes «kendi kendine işleyen bir piyasa ekonomisi düzeninde iktisadi dengenin bozulmayacağı ve bu dengenin tam istihdam düzeyinde oluşacağı» yolundaki klasik düşünceyi eleştirmiştir. Ona göre, insanların ellerine geçen parayı atıl bırakmayacakları görüşü her zaman gerçeğe uymaz.

Gerek tasarruf, gerekse yatırımların faiz esnekliği klasiklerin iddia ettiği düzeyde değildir. Tasarruf her şeyden önce gelir düzeyine bağlıdır. Yatırım sermayenin marjinal verimliliği ile faiz haddine göre oluşur. Örneğin, kâr şansının azaldığı, zarar etme olasılığının arttığı iktisadi dönemlerde faiz haddi düşürülse bile, firmalar yatırım yapmaktan çekinebilirler. Böylece talep yetersizliği meydana gelebilir.

Talep azlığından meydana gelen işsizliğin işçilerin daha düşük ücrete çalışmaya razı olmaları suretiyle giderilebileceği yolundaki düşünce gerçekleri yansıtmamaktadır. Çünkü parasal ücretler düşse bile, iktisadi daralma dönemlerinde görüldüğü gibi, eğer üretilen malların fiyatlarında da düşme varsa, reel ücretlerde istihdam düzeyini yükseltmeğe yeter derecede bir düşme olmayabilir. Kaldı ki günümüzde işçi sendikaları ücretlerin düşürülmesine karşı çıkarlar.

J.M. Keynes'e göre, işçi istihdamı firmaların üretim kararlarına; firmaların üretim kararları ise, satışlara bağlıdır. Yani istihdam düzeyini belirleyen öğe gerçek taleptir. Alış verişe paranın aracı olduğu piyasa ekonomilerinde gelirden az veya gelirden fazla harcama yapılabilir.

Gelirden az harcama yapılırsa, firmaların satışları azalacağından, istihdam hacmi daralır; gelirden fazla harcama yapılırsa, firmaların satışları artacağından, eğer ekonomide eksik istihdam durumu varsa, istihdam hacmi genişler, üretim artar; tam istihdam durumu varsa, fiyatlar yükselir.

Şu açıklamadan anlaşılacağı gibi, ekonomik denge her zaman tam istihdam düzeyinde oluşmaz; eksik istihdam düzeyinde de meydana gelebilir. Bu durumda istihdam hacmini genişletmek, tam istihdam düzeyine ulaşmak için toplam talebin artırılması zorunludur. Çünkü firmaların istihdam hacmini genişletmeleri satışlarına, bu ise, harcamaların, yani talebin artmasına bağlıdır.

Tam istihdamı talebe bağlayan görüşlere Malthus, Sismondi ve bazı sosyalist ekonomistlerde de rastlamak mümkündür. Ancak, Keynes toplam arz ile toplanı talebi belirleyen öğeleri inceleyerek, yeni bir sistem kurmaya çalışmıştır

Keynes'e göre, istihdam düzeyini ve milli geliri belirleyen toplam gerçek talep iki kısımdan oluşmaktadır :

i) Tüketim mallarına talep; Keynes'in deyimi ile beklenilen tüketim harcamaları;

ii) sermaye mallarına talep; Keynes'in deyimi ile beklenilen yatırım harcamaları.

Keynes kitabının büyük bir kısmını bu iki talebin incelenmesine ayırmıştır. Gerek tüketime, gerekse yatırıma çeşitli değişkenler tesir etmektedir. Bu değişkenler objektif ve sübjektif olmak üzere iki kısımda incelenebilir.

i) Tüketimi belirleyen objektif değişkenlerin en önemlisi gelirdir. Gelirle tüketim giderleri arasındaki fonksiyonel ilişkiye tüketim eğitimi derler. Tüketim eğilimi gelirin tüketime harcanan kısmının gelire oranıdır. Tüketim eğilimini h ile gösterecek olursak, tüketim mallarına talep

I = h . G

ye eşittir.

Burada I tüketim mallarına talep miktarını, yani tüketim harcamalarını, G milli geliri göstermektedir. Gelir arttıkça tüketim de artar. Fakat bu artış gelirdeki artış oranında olmayıp, daha düşük orandadır. Başka bir deyimle, marjinal tüketim eğilimi (dl/dG) müsbet olmakla beraber, birden küçüktür. Belki hiç yatırım yapılmayan durgun bir ekonomide gelire eşit tüketim yapılması düşünülebilir. Ancak, gerçekte böyle bir ekonomi yoktur.

Gelişen her ekonomide gelirin tamamı tüketilmeyerek, bir bölümü tasarruf edilir. Hemen her ekonomide halk eline geçen gelirin tamamını tüketime harcamaz; çeşitli saiklarla bir bölümünü tasarruf eder. Genel olarak gelir yükseldikçe, marjinal tüketim eğilimi azalır, marjinal tasarruf eğilimi artar. Gelirle tüketim harcamaları arasında tasarruf eğilimine göre değişen bir fonksiyonel ilişki vardır.

Tüketim harcamalarına gelirden başka, gelir bölüşümünde, faiz haddinde ve vergi politikasındaki değişmeler gibi objektif öğeler; ileride yapılması muhtemel tüketim harcamaları için ihtiyatlı olma, ailenin gelecekte büyüyen gereksinmeleri ile gelir durumu arasındaki muhtemel dengesizlikleri giderme düşüncesi, faiz ve fiyat artışlarından yararlanma arzusu, gittikçe artan giderlerin vereceği tatmin hissi, hür ve güçlü olma arzusu, ticari ve spekülatif plânların gerçekleştirilmesi amacı ile hazır para bulundurma arzusu, aileye servet bırakma düşüncesi, hasis veya müsrif davranışlar gibi sübjektif öğeler tesir edebilir.

Keynes faiz haddinin tasarruf, dolayısıyla tüketim üzerine etkisini kuşku ile karşılamaktadır. Ancak, uzun devrede faiz haddinde önemli denilebilecek yükselmeler ve düşmeler tasarrufu, dolayısıyla tüketimi etkileyebilir. Kısa devrede faiz haddinin tüketim eğilimi üzerine doğrudan bir etkisi yoktur.

Çünkü tasarruf üzerinde faizden çok alışkanlıklar ve gerek sinmeler etkili olur. Bununla beraber, faiz haddinin tüketim eğilimini, ekonomik dengenin başka büyüklüklerine tesir etmek suretiyle dolaylı yoldan etkilemesi mümkündür. Keynes'i klasik ekonomistlerden ayıran önemli noktalardan biri budur.

Keynes'e göre, vergi politikasının tüketim eğilimi üzerine tesiri faiz haddindeki değişmelerden daha kuvvetlidir. Örneğin, gelirler arasındaki eşitsizliği azaltıcı yönde bir vergi politikası tüketim eğilimini artırır. Öte yandan devletin vergi hasılatından borçlarını ödemesi tüketim eğilimini olumsuz yönde etkileyebilir.

Keynes'in sisteminde tüketim eğilimi istihdam düzeyini, gelir hacmini belirleyen değişkenlerden biridir. Gerçekten tüketim mallarına talep bu malların yeniden üretilmesine ve gelirin yeniden oluşmasına yol açar. Tüketim eğilimi, tüketimi etkileyen koşullar çabuk değişmediğinden, uzunca bir devre sabit kabul edilebilir. Gelirin tüketime harcanan bölümü yeniden üretilir. Gelirin tüketilmeyen kısmı tasarrufu oluşturmaktadır. Tasarrufun yeniden üretime, yani gelire dönüşmesi için yatırılması gereklidir. Tasarruf kendi başına gelire dönüşmez.

Bu gerçek, Keynes'i tüketim eğilimi ile gelir artışı arasında bir ilişki kurmaya sevk etmiş ve R.F. Kahn tarafından ortaya atılan çoğaltan (multiplier) katsayısını sistemine dahil etmiştir. Çoğaltan katsayısını k harfi ile gösterecek olursak, yatırımlardaki bir artışın milli gelirde husule getireceği artış

dG = k . dY

ye eşit olacaktır. Burada G milli geliri, Y yatırımı göstermektedir.

b) Sermaye mallarına karşı talep, Keynes'in deyimi ile halkın tahmin olunan yatırımı sermayenin marjinal etkinliği ile faiz arasındaki ilişkiye bağlıdır. Çeşitli olanaklar arasında tercih yapabilen bir kimsenin yatırımda bulunabilmesi için, yatırılan sermayenin marjinal etkinliğinin (veriminin) piyasa faiz oranının üstünde olması gerekir. Yatırım sermayenin marjinal verimi faiz oranına eşit olana kadar devam eder.

ba) Sermayenin marjinal verimi sermayedeki artışın verimde husule getireceği artışı gösterir. Yani,


Yüklə 457,11 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə