Etik ve çevre etiği



Yüklə 247 Kb.
səhifə2/3
tarix17.11.2018
ölçüsü247 Kb.
#80323
1   2   3

Eko feminizm


Sosyal ekoloji gibi eko feminist düşünce de sosyal hakimiyetler ve dünyanın doğasındaki hakimiyetler ile ilişkiler ağına işaret etmektedir. Felsefenin ahlak, iktidar ve güç ilişkiler ağındaki sorgulamalarına feminist bakış açısından ekoloji de eklenmiş ve tanınmış feminist yazarlar tarafından çok yönlü değerlendirilmiştir. Eko-feminizm, erkeklere odaklı ve onun kontrolündeki kadını ezen faaliyetlerin benzerinin, doğayı tüketme için yapıldığına işaret etmektedir. Irk, sınıf, cinsiyet farklılığı ve doğa üzerinden işleyen sömürü düzeni sorgulanmış ve çözümlemeler yapılmıştır. Kadınların ezilmişliği ile doğa koruma ilişkisi neden kurulmuştur?

İnsanlık tarihi içinde “dünyaya sürgün nedeni” gösterilen ve kadın ile bağlantı kuran dini menkıbelerle başlatılarak bugüne kadar getirilen kadın aleyhine söylemler, ülkelerin idari ve toplumsal yapılarının sahip oldukları gelişmişlik ve demokrasi algısına göre az çok biçimlendirilmiştir. Kadının toplum içindeki din etkisiyle değişken haline gelen “konumu” ile “olması gereken yeri” tartışmaları bu çalışmaların kaynağını oluşturmaktadır. Tarihi süreç içinde etik çizgide gelişmesi gerekirken, karşılaşılan kötü örnekler nedeniyle kadının statüsünün eskinin de gerisine düşeceği korkusu, eğitim ve iktidar ilişkilerinde farklı cinslerin eşit eğitimi ve eğitimde süreklilik konusunu canlı tutmaktadır.

Kamusal hayatta kadını görünür kılmak ve kalıcılık tartışmaları devam ederken, sürdürülebilir çevre konularına “kadın ve çevre” de eklenmiştir. Kadının çevre korumacı yaklaşımlardaki rol ve sorumlulukları öne çıkarılmış, en azından düşünülmesi sağlanmıştır. Eski Yunan’da aşağılanan ve dışta bırakılan kadına ayrılmış geleneksel ahlak düzeninin dışına taşılarak özellikle Val Plumwood (1939–2008) ile geliştirilmiş evrensel etik bir çizgi içinde desteklenecek zemin yaratılmıştır.

Haklar kavramı sürecinde hiçbir zaman gerekli önemin verilmediği bir konu kadına bakış açısıdır. Olympe de Gouges (1748–1793), sürekli toplumsal bütünlükte dışta bırakılan kadını, Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları çalışmasında kaleme almış ve sonunda giyotin altında can vermiştir. Olympe de Gouges, “Kadının darağacına çıkma hakkı olduğuna göre Meclis kürsüsüne çıkmaya da hakkı olmalıdır” diyordu.26 Kadına karşı yüzyıllardır bitmeyen kinin kaynağı nedir? Nasıl beslenmektedir? Zorba güçlerce kadına karşı zor kullanmaya odaklı, bahane ve destek kuvvet hep olagelmiştir. Kadınlara karşı geliştirilen ve kadının doğumla sürüklediği bu güç toplamda toplumundan ivme kazanmaktadır.



Kant’ın “kadını” dışta bırakan hak kavramının içeriğinden bahsetmek yerinde olacaktır. Aslında Kant ortaya koyduğu orijinal çözümlemeler kadar itici ve birbirine zıt çelişkili açıklamalarıyla kendisinden sonraki kuşaklara kelimelerin anlamlandırılmasına bağlı olarak yorumlanabilecek düşünceler listesi bırakmıştır. Bu yönüyle Kant’ın güçlü zekâsının yarattığı eleştirel felsefesi birçok filozof ve düşünüre yeni ufuklar açmıştır.27 Kant’ın hak kavramının taşıdığı maalesef tutarsız ve çelişkili yorumlamaları, düşünürlerin onun çalışmalarını haklı olarak “birbirleriyle uzlaşamayan görüşler” tanımlaması içinde değerlendirmelerine yol açmıştır.28 Ancak, içeriğinin ülkelere göre şiddeti değişerek gelişmesi, herkes tarafından “uçuk” bulunmadığını gösteren fenomendir.
Kadınlarla ilgili görünür, görünmez engeller ile bir bütün olarak düşünüldüğünde toplumsal gelişme odaklı tasarımlarda din babalarının hala güçlü etkisi görülmektedir. Kant’ın edilgen vatandaş olarak kabul ettiği “kadın cinsi” kiliseye göz kırpılıp tam da onun istediği gibi görmezlikten gelinmiş ve vatandaş sözcüğünün içi boşaltılıp “erkek” odaklı hale getirilmiştir. Edilgen vatandaşlar-kadınlar, Kant’a göre “Cumhuriyetin sadece yardımcısıdır. Çünkü edilgen vatandaşlar başka bireylerden emir almak veya onların koruması altına girmek zorundadır”.29 Böylece toplum dendiğinde, aslında bütün çabaların etken vatandaş erkeklerin özgürlüğü için yapıldığı açıkça görülmektedir.
Kuşkusuz bu gibi gayretleri yaygın olarak küresel düzlemde görebiliriz. Özellikle dini eğitim veren kurumlarda felsefe kitaplarının düşünmeyi teşvik etmesi ve gelişmeye yol göstermesi için başucu kitabı olmasına karşın, yine bu tip kurumların temsilcileri aracılığıyla yapılan akıl dışı yorumlar zaman zaman gündeme düşmektedir. Dini sözcükleri doğru çözümleyip algılama güçlüğü çeken etkili mevkilerdeki kimi yorumcular ilkçağ ve ortaçağ felsefecilerinin görüşlerinin egemenliğini az çok yüzyıllara taşırken kimi bağnazlıkları da bugünlere alıp getirmekte, dine doğrulatmakta ve toplumlara dayatabilmektedir. Aksi de doğrudur. Engizisyon korkusuyla orta çağ dini inanışı ile paralel hale getirilmiş görüşler aslında dini görüşler haline gelmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Belki bazı kişiler de Makyavelist nedenlerle(çıkar ve korku etkisi) toplumdaki faaliyetlerini daha rahat sürdürebilmek için, bizim örneklemimizde kadın için “ver ve kurtul” zihniyetini bugüne taşımışlardır. Neticede korkak veya zalim, “destekçi gruplar” toplumlarda her zaman var olmuşlardır. Önemli olan kadın karşıtlığının “yasal zeminlere” yerleştirilmesine giden yolun farkına varmak ve engellemektir. Toplumun evrensel ahlaktan sapmaması için geçmişte yaşanan cadı avına, günümüzde rastlanıldığı gibi “topuk takipçiliğine” soyunan meslekler türemesine, meşru olmayan yasal zeminler yaratılmasına izin veya geçit vermemenin önemi görülmektedir.
Kadınlara yönelik engellemelerin aşılabilmesi için Kant’a göre kadının kendi kendisinin efendisi olması gerekmektedir. Mamafih Kant bu önermeyi yaparken her türlü yetenek, zanaat, güzel sanatlar ve bilime sahip olma koşullarına ihtiyaç bulunduğunu belirtmiş ise de kadınların “eğitilmemesi gereği üzerinde” de ayrıca “önemle” durmuştur. Çoğu düşünür tarafından itici ve sığ bulunan bu fikre göre; “erkek” türü itibariyle zaten “erkek” olduğu için listelenen koşulları aşmıştır ya da erkeklerde varlığının aranmasına gerek bulunmamaktadır.30 Bu durumda kadınlar zaten yarış çizgisini aşamamaktadır ve genelde en olumlu koşullarda! Sadece seçen durumundadır, seçilememektedir.
Erasmus(1466 veya 1469 doğum -1536 ölüm), “delilerin akıllıca şeyler söylediği de olur ancak bu genel geçer ilke kadına uymaz”31 diyerek “aklını kadınlarla bozmuşlar” kervanına katılmaktadır. Aslında Erasmus deli olmaktan memnundur ve neden yadsımayacağını uzun uzun anlatırken(!), söylediği “akıllıca” şeylerle özellikle de kadın dışı konularda mütevazı mı olduğunu söylemektedir? İşin kötüsü betimlemelerinin en sonuna kadın ve deli ilişkisini koyarak toplumun kadın lehine düşündüğünü zannederek “hata yapmasını!” önleme çabaları, kendisinin gerçek anlamda söz konusu kervan içinde değerlendirilebilirliğini kolaylaştırmaktadır.
Friedrich Nietzsche(1844–1900), aşçı olarak bile bir yere gelememiş kadın, nerde sanat veya bilimde başarılı olacak32 tarzı yaklaşımlarla Platon’un tavsiyesine uygun33 bir şekilde, kadınların dikkatini çekmeye mi çalışmaktadır?
Umberto Eco, “bir metnin aşırı yorumunu ayırt edebileceğimizi ve ettiğimizi” ısrarla belirtmektedir. Ayrıca, yorumun potansiyel olarak sınırsız olmasının yorumun bir amacı bulunmadığı ve kendi başına buyruk akıp gittiği” anlamına gelmediği ve mutlu sonla da bitmediğini”34 sorgulamaktadır. Öte yandan anlama ve yorumlamanın farklılığı nedeniyle, anlamanın “bilgi” ile desteklenmesi gerektiği konusu, “yorumlama hataları” alıp başını giderken ve günümüzde bilgiye erişimin arttığı koşullarda, daha çok önem kazanmaktadır. Aslında, bireylerin tembelliği ve aceleciliği gibi faktörler nedeniyle de bilgiyi oluşturmadan, bilgi desteğinde anlamlandırmadan yorumlamaya giriştiğini ve anlam önemli iken, yorumun anlamı yedeğine aldığı hususu eleştirilmektedir35. Ben bu değerlendirmeye, uygulamada daha çok öne çıkan “ideolojik hedefler” faktörünü de ilave etmekteyim.
Modern demokratik devletlerde “kadın cinsi” bir şekilde demokratik haklara sahip olmuşsa bile yine de cam tavanı aşması mümkün görünmemektedir. Aştığında ise arkasında güçlü, etkin bir erkeğin desteği ya da gölgesi izlenebilmektedir. Kant’ın olmazsa olmaz unsurları, geçerliliğini kadınlar için günümüzde de korumaktadır. Özellikle gelişmemiş toplumlarda, kız çocuklarının eğitiminin engellenmesine odaklı “yerleşmiş” davranış biçimi, karşı stratejileri yokuş yukarı bir mücadeleye dönüştürmüştür. Modern bir devletin en önemli görevi, toplumun sürdürülebilirliği adına, eğitimi engellenenlerin önündeki görünür, görünmez engelleri çekmesidir. Bu çalışmalar ulusal ve uluslar arası düzeyde çeşitli başlıklar altında sürdürülmektedir.

Bu çalışmalar içinde konumuzla ilgili olarak, eko-feminizm aktiviteleri, son yirmi yıl içinde toplumda kadınların dezavantajlı konumu ile doğanın tahribi arasındaki bağlantıların kuramsallaşmasına katkıda bulunmuştur. Bazı düşünürler, eko-feminizmi kuramsal açıdan zayıf bularak, derin ekoloji ve sosyal ekoloji ilişkilendirmesi içindeki tartışmalara alınmasının doğru olmadığı ve çevre korumacı sorgulamaları oyaladığı fikrini ortaya koymuşlardır. Çünkü çözümlemelerde ağırlık, doğaya tahakküm eden unsurların benzer davranışı öteden beri kadın için de sergiledikleri olgusudur.

Aslında doğadaki varlıkların değerine odaklı derin ekolojik felsefe; örgüt, nüfus, ekonomi ve doğa ilişkiler alanında kadını da koruma kapsamına almakta mıdır? Veya kadın doğa korumada önemli bir rol oynamakta ve oynadığı bu önemli rol için önemliliğinin yapıtaşları listesine doğa da eklenecek ve onu daha da “önemli” hale getirecek ve ikinci plana alınmaktan kurtaracak mıdır? Kadın cinsine karşı doğumundan başlatılarak yapılan, en diplomatik bir anlatımla “adaletsizlikler” ve “zalim” tutumlar dünyada her gün izlenebilen bir gerçektir. Bununla beraber, eko feminizm, derin ekolojinin felsefi radikal duruşunun bir bakıma kadın için tekrar değerlendirilmesi olmalıdır. Yani analizler kadına ve doğaya olan tahakkümlerin ortaklığı üzerinden değil, varlık olarak kadının toplumdaki rolünün evrensel etik çizgiye eriştirilmesi üzerinden yapılmalıdır. Kadın konusu kendi başına incelenmeli, “doğaya” ortak korumacı yaklaşımlarla eklemlenmemelidir. Doğaya destek verilmesi ve bu desteğin özellikle kadınlardan gelmesi farklı bir olgudur. Kuşkusuz önemsenmelidir.
III. ETİK SORGULAMA VE ÇEVRE ODAKLI BİLİMSEL ÇALIŞMALARDA ETİK SORGULAMA

Somut bilimsel metotlar kullanılarak en azından çok ayrıntılara girmese de temel dayanakları itibariyle felsefenin sorunlarına yaklaşım Natüralizmin ayırıcı özelliğidir. Bu haliyle somut, izlenebilir, elle tutulan bilginin değerlendirilmesi bugünün çağdaş yaklaşımlarıyla benzerdir. Bununla birlikte, natüralistlere göre akıl(mind), doğal olanın dışında değildir. Zenon (M.Ö. 335-263) Stoa Okulunun kurucusu olup, insan ruhunun en iyi ifadesini akılda ve akıllılıkta bulduğunu savunmaktadır. Zenon'un ahlâk felsefesi ise, bir yandan akla ve bilgiye, bir yandan da doğal düzene boyun eğmeye dayanmaktadır.

Oysa Platon, Descartes ve Kant’ın akla ilişkin örneklemeleri natüralist değildir.36 Natüralizmin bilimsel olmayan yönünde etik yaklaşım çok önemlidir. Friedrich Nietzsche(1844–1900) tam da bu noktadan “akademisyenler veya aydınlara” seslenerek, akademisyenlerin bağımsızlık ilanını, felsefeden kurtuluşunu hoş karşılamadığını, “kaba insanın içgüdülerine kapıyı açıp, felsefeyi yıkan” zihniyeti felsefenin yokluğunda daha insani olmanın(kaba insan) sağlandığı37 eleştirileriyle değerlendirmektedir. Söz konusu filozoflar ve etraflarındaki onlarcasının geliştirdiği felsefe ile dinin uyumlu dansında “kadın motifinin” dışta kalması, evrensel etik(haklar) konusunun önemini ve bilimin objektifliği konusunu bize tekrar hatırlatmaktadır.

Etik kavramı; geçmişte olduğu gibi günümüzü biçimlendiren ve geleceğe de fikir verecek şekilde insanların tutum ve davranışlarının çok yönlü değerlendirilmesini içermektedir. Dünyanın her yerinde-evrensel geçerliliği olan ilke ve kuralların bütününün etik anlayışa insanları yönelttiği hatırlandığında, bir bakıma ahlaki kurallardaki gelişme sürecindeki doğruluk tartışmaları olgunlaşmış değerlerdir. Etik kabullerin varlık nedeni, insan davranışlarına yol gösterme ve insanın keyfi davranışlarının önüne ahlaki sorumlulukları koyarak toplumsal olarak güvenli yaşayabilme ve varlığa saygıyı sağlamaktır. Uluslararası anlaşmalar ve sözleşmelere bu tarz değerlendirmeler olarak bakabiliriz. Etik kurallar, insanın isteğine bağlı bir yaşam süremeyeceği veya keyfi davranamayacağı bir dünyayı tanımlamaktadır.

Etik sorgulamalar; davranışların, cesaretlendirme ve uygulamaların etik hayatın bir parçası olduğunu ve ne kadar kabullenildiğinin bağlantılarını göstermektedir. Bu gelişmenin mantıksal sorgulama başlangıcı “doğruluk” sözcüğünün içerik analizine dayandırılabilir. Michel Foucault(1926–1984) “Doğruluk ve İktidar” başlıklı söyleşisinde38 doğruluğu; “dairesel olarak, hem kendini meydan getiren ve destekleyen iktidar sistemlerine, hem de kendisinden sonuç olarak çıkan ve kendisini devam ettiren iktidar etkilerine bağlı” bir kural, sınıflandırma, öne sürülüş ve işleyiş için düzenlenmiş yargı biçimlerinin bütünü ile ilişkilendirerek anlamak gerektiğini ileri sürmüştür.

Jürgen Habermas (d. 18 Haziran 1929) ilki doğa bilimlerine tekabül eden ve araçsal bilgiyle uğraşan, diğeri insan bilimlerine karşılık gelen ve yorumlayıcı bilgiyi konu edinen ve üçüncüsü de eleştirel bilgiye denk gelen, özgürleşme ya da olgunlaşma üzerinde duran üç insani ilgiden bahsetmiştir. Bu ilgiler aracılığıyla elde edilen bilgi; iletişim, güç, egemenlik ve baskı aracılığıyla bozulmadığı sürece rasyoneldir.39 Dostoyevski(1821-1881), bugünün insanının birçok bakımdan barbarlık dönemi insanından daha üstün görüşlü olduğunu kabul etmekle birlikte aklın bilginin gösterdiği yoldan bir türlü gitmeye alışamadığını, sağduyu ve bilimle ıslah edildiğinde insanın eski ve kötü alışkanlıklarını bırakıp normale döneceğini düşünmenin abartılı olduğuna dikkat çekmiştir. İnsana gerekli olan tek şeyin hür irade olduğu, açıkça yazmasa da bu iradenin de kimin kontrolünde olduğunun bilinmediğini “ …bu iradeyi de kim bilir hangi şeytan…” ifadeleriyle40 yazılarında hissettirmektedir. Yine de Platon’un yazılarında, bilmek ile bilmemek arasında “doğru düşünmek”41 diye bir şeyin varlığına dikkat çektiğini hatırlamak yerinde olacaktır.

Aydınlanmanın temel felsefesi, hem bireyin kendisinin hem de başkalarının özgürlüğüne önem veren bir hümanizmdir. Özgürlüğün kazanılması da her açıdan sorumluluk üstlenmektir.42 Foucault’ya göre, aydınlanmanın çelişkili sonuçları bulunmaktadır. Kişinin kendi başına düşünme cesareti göstermesini isteyen tutum ile aydınlanmamış olandan korkmak ve ona sınır çizmek arzusu iki önemli gerilim kaynağı olarak düşünülmektedir. Bağlantılı olarak, aydınlanma idealleri insanları kontrolden kurtarmak isterken pratikte tam tersi olmuş, gelişen bilgi ve teknolojilerle insanlar kontrol edilmeye, düzene sokulmaya, uysal bedenlere, kitlelere dönüştürülmeye çalışılmıştır. Birey artık hem “betimlenebilen, hakkında yargıda bulunulabilen, başkalarıyla kıyas edilebilen” hem de “eğitilecek, düzeltilecek, normalleştirilecek, dışlanacak” bir şey olurken ordu, okul ve hastane gibi kurumlarda toplumu disipline edici bir dizi teknik kullanılma tercihi, giderek iktidarın bu araçlarla toplumda etkili olmasını sağlamaya yaramıştır.43 Bu tespitler de, verimlilik öngörüsü içinde “ordu, okul ve hastane” öncelikli kurumsal yapılanma hedeflerine hükümetlerin neden odaklandığını veya tekrar gözden geçirme amaçlı, stratejik eylem konusu haline getirdiğini bize açıklamaktadır.

Otorite ve iktidarın, aynı zamanda sürdürülebilirlik kontrol mekanizması yapı taşı olan eğitim kurum ve kuruluşlarına neden etkide bulunmayı istediği anlaşılabilmektedir. Bu şekilde bulunduğu kurumsal ağ içinden ve dışından, iktidarı elinde tutanlar ile etkilenenlerden, ideolojik temellendirmelere göre gelebilecek telkin ve uyarılar ile tehditler (1986 Çernobil nükleer sızıntının Ukrayna’dan Türkiye’ye etkisi olmadığına ilişkin resmi açıklama örneğindeki gibi)44, kuşkusuz bilimsel çalışmaları bir şekilde etkileyebilecektir. Disiplin ve cezanın dayanağının ne olması gerektiği bu noktada önem taşımaktadır.

Etik söylemin dayandığı temel değerler içinde giderek geliştirilen kişisel haklar ve özgürlükler, ekonomik haklar ve çevre hakları birbiriyle bağlantılı olarak değerlendirilen “haklar kullanımı” ve etik ilişkilendirme bu makalenin özüdür. Listelenen haklar farkındalığında ilk iki sıradaki konular doğrudan insan ile ilgilidir. Çevre hakkı varlık olarak insanı da kapsamaktadır. Nihai tahlilde, matematiksel bir yaklaşımla, “haklar toplamı değil, çarpımından” söz edebiliriz. Neticede bir hak sıfırlanırsa, diğer haklar da aslında “sıfırlanmaktadır” ya da kaybolmaktadır. Dayanışma hakları içinde yer alan çevre koruma ve kullanma dengesine yönelik konular, belirtilen bu matematiksel betimleme için iyi bir örnek oluşturmaktadır.

Etik değerlerin kişiye bağlı (sübjektif ) olmadığı ve herkesin doğruluğunda uzlaşması gereği hatırlanmalıdır. Esasen etik standartlar oluşturma zorunluluğu, sübjektif olmaması nedeniyledir. Aksi takdirde etik sorgulamaları müzakere etmek gereği ortaya çıkmazdı. Farklı kültürel ve sosyal altyapıya sahip kişilerin farklı etik kurallarından söz ediyorsak, ülkesel çoğunluk aynı etik kuralda birleşemiyorsa, aslında tartışılan konu sadece bir ülke için geçerli ise, en azından henüz o ülke “ahlaki değerler” düzeyinde demektir. Bu kabul, tartışılan konu dünyanın çoğunluğu tarafından kabul edilmiş ise evrensel düzeyde “etik değerini” kuşkusuz ortadan kaldırmamaktadır.

Bir olgunun etik dışı kurgusu, ülke içinden veya dışından açıkça görülse de toplumsal uygulamaların ısrarla sürdürüldüğü otoriter ve totaliter baskıcı rejimlerde etik kabul edilemeyecek idari duruşların yaygınlığı, sözde hukuki yapılar oluşturularak ve bu yapılara dayanarak, kuşkusuz yönetim lehine haklılık iddiası doğuramaz. Etik kabullerin yaygınlaştırılmasında toplumsal çıkarlara odaklı-hukuki sistemin zorlayıcı varlığı etkili olmaktadır. Aksi de gelişebilir ve siyasi çıkarlara odaklı ve etik olmayan bir çizgiye topluluklar taşınabilir.

Felsefeciler tarafından nadiren incelenen bir konu olmasına rağmen kişilerin ahlaki felsefelerini oluşturan “bireysel farklılıkların”, çatışma yaratan etik duruşları “belirginleştirdiği” konusu önemsenmektedir. Forsyth(1980), ahlaki ideolojinin; -sosyal ve ahlaki kaynakların değişimlerinin etkisinde kalan önemli belirgin davranışların-ahlaki kararlara dayalı oluştuğunu göstermiştir.45 Forsyth etik karar verme sürecini oluşturan iki teori geliştirmiştir. Bu modelde, relativizm46 ve idealizm47 olarak iki boyut etik ideolojiyi beslemektedir.


Relativizm ahlaki kararların daima evrensel ahlaki ilkelerle uyumlu olduğuna dair kabullerin reddedilmesinin derecelendirilmesidir. Bazı düşünürler, bireysel inanışlardaki ahlaki kabullere dayalı etik sorgulama olasılıklarını kabul etmezken, diğerleri davranışların toplumdaki kuralların keskin hâkimiyetinden doğduğuna ve görmezlikten gelinemeyeceğine inanmaktadır. İdealizm ise, bireysel inanışların bir derecesidir ve teoride ahlaki davranışlarda pozitif sonuç üretme kaçınılmazdır. Objektif idealizmin kurucusu Platon'dur(M.Ö. 427–347). Platon'a göre, dünyadaki varlıklar (bizim varlık sandığımız nesneler), gerçek varlıklar olmayıp yalnızca bu nesnelerin ilk örnekleri (paradeigmata) olan ideaların (düşüncelerin) bir yansımasıdır. Bu kurgulamada, düşüncenin kendisi esas varlıktır ve madde esas varlığın yalnızca yansımasıdır. Modern biçimiyle sübjektif idealizmin kurucuları Berkeley (1685–1753) ve Hume'dur (1711–1776). Berkeley dünyayı, insanın dış dünya hakkındaki tüm bilgisini, onun duyumları aracılığıyla elde ettiği ve ne elde ettiği ile açıklamaktadır. Dış dünya ancak insanın bilincinde vardır. Maddi dünya yalnızca duyumlarda vardır. Buna göre, “Dünya” düşünebilen ve duyumsayabilen insanın düşüncesinde- bilincinde yer almaktadır. Etik- İdeolojik yönüyle bir şeyin olumsuz sonuçlarını en aza indirmekle ilgili iken diğerlerine göre daha fazla kazanım sağlamaktadır.
Realizm ise ikinci bir ideolojik yaklaşım olarak, ahlaki kurallar ve ilkelere vurgu yaparak kararların doğru ve yanlış olup olmadığını tanımlamaktadır. Bu iki yaklaşımın da birlikte kullanılması tavsiye edilmektedir. İdeali sağlama açısından “doğru olanın yapılması” daima arzu edilen sonuca ulaşılmasına yol gösterecektir.48 Bu yaklaşım, Pareto(1848–1923) nun tanımladığı; “bir şey için fayda veya refah yaratırken diğerleri için zarar doğurmaktan kaçınma olarak” özetlenebilecek “pareto optimali” felsefesi ile bir bakıma paralellik arz etmektedir.
İdealizm içinde bireysellik49 düşük bir değere sahiptir, beklenmedik ve uygun olmayan çıktıların nedeni ise, daha çok kişilerin kendi doğru bildikleri ahlaki çizgilerinin yolunda gitmelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Van Dun eşinde denediği diyalektik yaklaşımlardan da yola çıkarak herkesin doğrusunun farklı olduğuna inandığını belirtmiştir. Felsefi tartışmaların bir rekabet ortamı yaratmak için kullanılamayacağı, yani oyuncuların hamlelerine odaklı bir satranç oyunu sayılamayacağı50 niteliğine vurgu yapılırken; eğer normlar kişiler için reddedilemez bir değere sahip ise(a priori) “müzakerenin”, ancak o zaman tüm katılımcılar için sistematik ve felsefi yaklaşımlarla geliştirilebilmeye değecek bir anlam taşıyabileceği belirtilmektedir. Genel yaklaşımlar, ahlaki duruşlar ve toplumu yönlendirmelerin evrensel ahlaki kodlar içinde olması üzerinedir. Bu gereklilik ise ortak/evrensel etik kuralları içeren davranış kılavuzu oluşturulması anlamına gelmektedir. Bu kılavuzlar uluslar arası anlaşma ve sözleşmeler olarak değerlendirilebilir.
Forsyth’nin kullanımında idealizm ve realizm terimleri51, birbirini tamamlarken diğer yaklaşımları reddederek kültürü öne çıkaran ahlaki sorgulamayı yapmaktadır. Bu anlamı ile idealizm, teknik bir felsefi kullanım olan metafizik duruş-hem doğrulanabilen hem yanlışlanabilen (Platon ve Berkeley) kullanımından farklılaşmaktadır. Çevrenin korunması ve kullanırken yok etmemeyi sağlayan “yüksek çevre kalitesi” idealine erişmeyi hedefleyen erek, bu bakımdan Forsyth felsefesine yakındır. Ayrıca, ani veya yavaş gelerek bireye, topluma ve doğaya insan eliyle zarar veren ve zararı dehşetle hissedilen konular gerek somut gerekse yaşanmış tecrübeler ile bağlantılı olup nedensellik (Hume) sorgulamalarına ihtiyaç duymaktadır.

Bilim ve doğa birlikteliği, bize toplumun( bazen birey ve topluluklar bazen de yasal karar alıcılar) her an değişebilen isteğine ve tansiyonuna göre hareket etmek bilim insanının işi midir? sorusunu sordurmaktadır. İnsanlık tarihindeki iz bırakan olaylar analiz edildiğinde, korku ve çıkar ilişkisi içinde sürdürülen “Makyevelist yaklaşımların” sıkça yaşandığını anlayabiliyoruz. Bireylerin genel fayda yaratan kararlardan ziyade, ellerindeki kazanımlarla ilgili olduğu bilinmeyen değildir. Bağlantılı olarak öncelikle bilim hatta çevre bilim, siyasi ve idari baskı ve korkulara açık serbest bırakılması gereken bir değer midir? Sorusu tartışmayı gerektirmektedir. Bilimsel çalışmalar kuşkusuz moral değerler ve toplumun kültür değerlerinden bilgi desteği almaktadır.52 Bu durumda toplumun idari ve demokratik yapısını, toplumsal ve beşeri sermayesine göre ortaya çıkan bağlantıları, yaşam sürecinde mevcut bilgi koşullarında ilmi olan bir değerlendirmeye oturtmak gerekmektedir.

Toplumdaki tarihsel gelişmeleri araştırmaya heveslenebiliriz. Ancak seçtiğimiz konu hiç işlenmemiş veya işlenememiş olabilir. Sorgulamalarının toplum açısından “tehdit” olarak değerlendirildiği, bu konulara ilişkin ilmi araştırmalarda sahnenin dışında kalmaya da özen göstermek, objektifliği korumak bazen kolay olmasa da önem taşımaktadır. Objektif olabilmek için bilimsel çalışmaların gerektirdiği olguları test etmek ve çok yönlü sorgulamak iyi düşünme metotlarının temel felsefesini oluşturmaktadır. Karşılaşılan zorluklar, tehdit algılamalarının toplumsal yayılımına bağlı değişecektir.

Etik duruşlar, bilim dünyasının gelişmesine hizmet eder mi? Basit tartışmalardan yola çıkabilir miyiz? Bilimsel çalışmalar bir yönüyle toplum için yönetime doğru karar aldırmayı sağlar. Çalışmaların etik yönüyle “çalışma konusuna ilişkin yönetimin stratejik kararlarının verilmesinde adil, tarafsız, varlık haklarına saygı ve toplumsal bütünlüğü koruma, huzurlu yaşam, yaşam kalitesi, barışı sağlama gibi” demokrasinin temel değerlerinin geliştirilmesine hizmet etmesi beklenmeli midir? Kuşkusuz evet. Aksi takdirde bilimsel çalışmanın etik olmayan amacından bahsedilebilir. Bu karanlık network ilişkileri kuşkusuz konumuz değildir.

Doğal çevrenin korunması konuları, sosyal ahlâk düzeni/etik değerler ve politika ile yakından ilgilidir. Özellikle tarım, enerji ve sanayi sözcükleri makro ekonomik sektör politikaları ile yerli ve yabancı yatırımlara ilişkin “mali”, “ticari” kararlar çevre korumacı tartışmaların vazgeçilmez “kalkanları”dır. Bu nedenle “nüfus”, “kaynaklar”, “çevre”, “kalkınma ve gelişme” ile “çıkar” sözcükleri, politik-ekonomik analizlerde yardımcı anahtar sözcük olarak önem kazanmış ve aralarındaki ilişkiler yol göstericilik işlevini üstlenmiştir. Bu sözcükler ise daha iyi bir yaşam sürme amacına hizmet eden çalışmaları anlatmaktadır.

Amaçların gerçekleşmesinde en temel araç, kamu hizmetinin etkin yürütülmesi ve bu etkiyi yaygınlaştıracak mümkün olan bütün araçları etkili kullanmaktır. Bu konu yaşam kalitesinin artırılmasına yönelik proje üreten politik felsefeyi tekrar karşımıza getirmektedir. Politik felsefenin hareket noktaları, bilimsel çalışmaları kabulleri ve yöntem tercihleri yönüyle etkilemektedir.

Politik felsefenin farklı boyutları olsa da ideolojik olarak liberal, sosyalist, muhafazakâr ve anarşist düşünce, insanın iyi bir yaşam sürmesi gereğinde hemfikirdirler. Kendi politik felsefeleri ve değerlendirmelerine göre iyi bir yaşam için uygun yapılanma önermektedirler.

Liberalizm görüşü, etimolojik olarak “özgürlük” sözcüğünden gelmektedir. 20. yüzyılda adaletten daha ziyade özgürlük ve tolerans gözde hale gelmiştir. Bu çizgi, sosyalist ve sosyal demokrat politikaları geliştirirken özgürlüğün yanına “sorumluluk” eklenmiştir.53 Sosyalistler, serbest piyasa tercihine karşı(kapitalizm), üretim araçlarının kontrolü ve gelirin ya da kaynakların yeniden dağıtımının merkezi otorite tarafından sağlanmasına odaklanmışlardır. Muhafazakârlar(tutucu değil), tipik olarak insan tabiatı için kötümser ve şüphecidir. Anarşi(anarchy)sözcüğü Yunancadır ve “başsız” anlamındadır. Politik anlamı, devletin olmadığı sosyal ve politik sistemdir. Hiyerarşik ve otoriter yapılanmaların en aza inmesinden yana olmayı karakterize etmektedir. Bütün “izm”ler tüm yönleriyle insan hayatını ve yaşamın etkililiğini sorgularken bilimsel ve somut ahlaki çözümlemeler yapmaktadır. Nedeni ise, bilindiği gibi aydınlanma etkisi ile geçmişte olduğu gibi her şeyi “ilahi takdir ve kabullerle” kolaylıkla izah edememe zamanı içinde olunmasıdır.


Geleneksel etik tartışmalarından günümüze etik felsefe, insanların iyi bir yaşam sürmesi ile ilgilidir. Günümüzün politik yaklaşımı, yukarıda da belirtildiği gibi kamusal tercihlerin ekonomik gelişme kadar doğanın sürdürülebilirliğini en azından teoride kabul etmiştir ve içselleştirilmesi önem kazanmıştır. Çevre korumacı felsefe, en geniş anlamı ile “çevrecilik” (environmentalist) olarak tanımlanmaktadır. Bu politik felsefe, sadece insanın tek başına hakları ile ilgili olmayıp dünyamızdaki diğer canlıları da kapsamaktadır.
Bireysel haklardan toplumsal haklara yönelişte; bireysel haklar kontrollü hale getirilirken dezavantajlı gruplar(kadınlar, gençler, engelliler vb) için sorumluluk, kültürel, ırksal, dini ve cinsiyet orijinleriyle ilgili olarak özgürlük ile özerkliklerini evrensel etik haklar içinde tanımlayarak politikalar geliştirmek, yabancı yerleşiklere de en azından şimdilik yerel düzeyde vatandaş gibi hak kazandırmak ve borç yüklemek gibi pratikler, kamu politikalarının temel işlevini oluşturmaktadır. Aslında bütün bu farklı politik felsefe ile hedeflenen yaklaşımların ortak noktası yine bir anlamda siyasi/yönetsel ahlâk sorunu ile yakından ilişkilidir. Etik değerler, eğer ahlâki değerlerin üst süreci ise siyasi/yönetsel etiğe ancak varlık merkezli çevre etiği ile ulaşmak mümkündür. İnsan kaynaklı doğayı etkileyen bütün olumsuzluklar, evrensel düzeyde etik değerlendirmesine alınmamaktadır. Aslında politik felsefenin sorularının ne tür çalışmalarla karşılandığı önemlidir. Bu sorgulamalar genel olduğu kadar bulunulan konumdaki bireysel ve kurumsal sorumluluklarla da ilişkilendirilebilir. Bu sorular;

  • Toplum ile bireyin ilişkisi ne olmalıdır?

  • Sosyal alanda etik duruşlar ne olmalıdır?

  • Yaşanılan kurumsal devlet alanında bireyin yeri ve yaşam biçimi ne olmalıdır?

  • Mevcut hakim /egemen kurumlar ile ilişkilerde oluşturulan standartlar ne olmalıdır?

Politik felsefenin ilgilendiği iyi bir toplumsal hayat, yaşam kalitesi göstergelerinin54 iyileşmesi, oy kullanma, kamusal hayata katılım gibi konulardır. Vatandaşların yaşama sevinci kuşkusuz çevre koruma hedefi ile yakından ilişkilidir. Politik hayata iz bırakan ve katledilerek öldürülen kadın yöneticilerden Indira Gandhi(1917–1984)de “yoksulluk en kötü çevre kirlenmesidir” demiştir. Ayrıca Gandhi modern çağda yer alan bütün “izm” lerin erkeklere çalıştığını ve onların önemli olduğu varsayımına hizmet ettiğini55 , aslında kirliliğin teknik bir sorun olmayıp “diğerlerinin” haklarının ihlali ile ilgili olduğunu belirtmiştir. Savaş varsa hangi ekolojik proje varlığını sürdürebilir? diye sorgulamıştır.


Yüklə 247 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə