Fransızca'dan çeviren: Bekir Karaoğlu



Yüklə 421,15 Kb.
səhifə2/9
tarix18.06.2018
ölçüsü421,15 Kb.
#49746
1   2   3   4   5   6   7   8   9

O ölmeye hazırlanırken melikin papağanı balkondan uçup gitti ve Sadık'ın bahçesindeki çalılara kondu. Ağaçtan düşen bir şeftali yerdeki bir tablet parçasına yapışmıştı. Kuş bu şeftaliyi pençelerine alıp tabletle birlikte kaldırdı, melikin kucağına bıraktı. Melik hiçbir anlam taşımayan ama güzel sözcüklerden oluşan bu dizeleri merak etti. Kendisi de şair olan melik eşine bundan söz etti. Melike Sadık'ın mahkemedeki tabletini anımsıyordu. Hemen onu getirtti; iki parça yan yana kondu ve Sadık'ın yazmış olduğu şiir ortaya çıktı:

 

En korkunç güçlerle yerin sarsıldığını gördüm.



Melik sağlam tahtın üzerinde gözetir her şeyi.

Halk barıştayken yalnızca sevgi savaşları olur.

Tek korkulası düşmanımız o sevgi olmalıdır.

Melik Sadık'ın getirilmesini ve arkadaşlarının salıverilmesini emretti. Sadık melik ve eşinin önünde yere kapandı, kötü şiirler yazdığı için bağışlanmasını diledi. O kadar akıllı ve zarif bir konuşma yaptı ki melik ve eşi onunla daha sonra da görüşmek istediler. Sadık daha sonraki ziyaretlerinde daha da beğenildi. Onu haksız yere suçlayan Kıskancın tüm serveti ona verildi; ama Sadık bunların tümünü Kıskanca geri verdi. Kıskanç tüm bunlardan yalnızca malını yitirmemiş olmanın sevincini duydu. Melikin gözünde Sadık'ın değeri her geçen gün daha da arttı. Onu tüm eğlencelerine çağırıyor, devlet işlerinde akıl danışıyordu. Melike de onu o kadar beğeniyordu ki bu durum kendisi, melik, Sadık ve ülke için tehlikeli olabilecek dereceye varmıştı. Sadık mutluluğun zor olmadığına inanmaya başlamıştı.

 

 

 



İYİLİK YARIŞI

 

Babil'de beş yılda bir kutlanan bir bayram gelmişti. Babil göreneklerine göre, her beş yılda bir kez, en eli açık ve en iyiliksever insan seçilirdi. Seçici kurulda soylular ve rahipler yer alırdı. Kentin yönetiminden sorumlu vali son beş yılda yapılan güzel şeyleri anlatır, sonra oylamaya geçilir ve kararı melik açıklardı. Bu bayrama ülkenin en uzak yerlerinden insanlar gelirdi. Kazanan kişi mücevherlerle süslü kupasını melikin elinden alırken, melik onu "El açıklığınızın ödülünü size veriyorum. Tanrı bana sizin gibi insanlar bağışlasın!" diye kutlardı.



O gün gelince melik tahtına çıktı, soylular ve rahipler yerlerini aldılar; seyirciler de atların hızı veya kılıcın gücüyle değil, erdemle kazanılan bu oyunu seyretmek için alana doluştular. Vali bu ödülü kazanabilecek iyi insanları ve yaptıklarını sıraladı. Sadık'ın Kıskanca servetini geri vermesinden söz etmedi; çünkü bu, ödül alabilecek bir davranış değildi.

Önce bir kadıyı övdü. Bu kadı, kendi sorumlu olmadığı halde bir yurttaşın mahkemesinde haksız bir yargıya varmış, durumu sonradan öğrenince yurttaşın kaybını karşılamak üzere tüm servetini vermişti.

Sonra bir gençten söz etti. Bu genç sevdiği kızla evlenmek üzereyken, bir arkadaşının bu kızın aşkından ölmek üzere olduğunu duyunca, aradan çekilmiş ve üstelik verdiği başlık parasını da geri almamıştı.

Daha sonra Hirkanya savaşında büyük bir erdem örneği gösteren bir askeri anlattı. Nişanlısını kaçırmaya çalışan düşman askerleriyle boğuşan bu askere, diğer bazı Hirkanya askerlerinin az ötede annesini kaçırmak üzere olduğunu haber vermişlerdi. Asker ağlayarak nişanlısından özür dilemiş, koşup annesini kurtarmaya gitmişti. Döndüğünde nişanlısını ölmek üzere bulunca kendi canına kıymak istemişti. Ancak annesi ona, kendisine bakacak başka kimsesi olmadığını söyleyince yaşama gücü bulmuştu.

Seçiciler bu askeri beğeniyorlardı. Melik söz aldı: "Bu askerin ve diğerlerinin davranışları güzel; ama beni şaşırtmadılar. Oysa Sadık dünkü bir davranışıyla beni şaşırttı. En önemli vezirlerimden Coreb'i azletmiştim. Ondan hep şikâyetçi olduğum halde görevliler ona çok yumuşak davrandığımı söylüyorlardı. Sadık'a ne düşündüğünü sordum; o da bana vezirin iyi olduğunu söyleme cesaretini buldu. Geçmişte yanlışını servetiyle ödeyenleri, aşkından vazgeçmeye razı olanları, annesi için sevgilisini feda edenleri çok görmüştüm. Ama kovulan bir vezir için iyi şeyler söyleyen bir saray görevlisi hiç görmedim. Bu sözü edilen iyi insanların her birine yirmi bin altın veriyorum; ama kupayı Sadık'a vereceğim."

Sadık söz aldı: "Efendim, kupayı siz hak ediyorsunuz. Kendi buyruğunuza karşı görüş bildiren bir kulunuza kızmamakla, en şaşırtıcı davranışı siz gösterdiniz."

Herkes melike ve Sadık'a hayran kaldı. Servetini veren kadı, sevgilisini arkadaşıyla evlendiren genç ve annesini nişanlısına yeğleyen asker ödüllerini aldılar; adları eli açıklar kitabına yazıldı. Sadık kupayı aldı. Melik iyi bir ad yaptı ama bu çok sürmedi. O yıl şenlikler daha görkemli oldu; Asya'da bunun anısı hâlâ sürer. Sadık "Artık mutluyum!" diyordu. Ama yanılıyordu.

 

 



 

 

VEZİR



 

Melik başvezirini yitirmişti. Bu göreve Sadık'ı getirdi. Babil'in tüm güzel kadınları bu seçimi alkışladılar, çünkü imparatorluk kurulduğundan beri bu kadar genç bir vezir olmamıştı. Ama saray görevlileri beğenmediler; kıskanç komşusu fenalık geçirdi ve burnu şişti. Sadık melik ve melikeye teşekkür ettikten sonra gidip papağana da teşekkür etti: "Güzel kuş, yaşamımı kurtaran ve beni vezir yapan sensin. Meliklerin atı ve köpeği bana kötülük edilmesine yol açmışlardı, ama sen bana iyilik ettin. İşte insanın yazgısı nelere bağlı! Bu tuhaf mutluluk belki de çabuk bitecek." Papağan yanıtladı: "Evet." Bu sözcük Sadık'ı şaşırttı; ancak fizik bilimine inandığı için papağanların geleceği görebileceğine inanmıyordu. Sonra kendini çabuk toparlayıp vezirlik görevine dört elle sarıldı.

Önce insanlara yasaların kutsal gücünü öğretti; bunu yaparken kendi kişisel ağırlığını duyumsatmadı. Divandaki diğer vezirlerin sesini kısmadı; her biri çekinmeden görüşünü açıklayabiliyordu. Bir konuyu karara bağlarken kararı veren o değil, yasaydı. Yasa çok sert olduğunda onu yumuşatabiliyor, yasa olmadığı zaman da Zerdüşt'ün bu durumda ne yapacağını düşünerek karar veriyordu.

Uluslar şu büyük ilkeyi ondan öğrendiler: Bir suçsuzu cezalandırmaktansa bir suçluyu salıvermek daha iyidir. O, yasaların caydırıcı olduğu kadar insanlara yardım edici olması gerektiğine inanıyordu. Sadık'ın başlıca yeteneği, diğerlerinin karanlıkta bırakmak istedikleri gerçeği araştırmak oldu.

Bu yeteneğini göreve geldikten hemen sonra insanlara gösterdi. Babil'in tanınmış bir tüccarı Hindistan'da ölmüştü. Bu adam evlendiği kadının iki erkek kardeşini kendi çocuğu olarak üzerine aldırmıştı. Mirasında iki kardeşe eşit pay verdikten sonra, kendisini daha çok sevdiğini ispat edecek olana otuz bin altın daha vereceğini belirtmişti. Büyük kardeş babasına görkemli bir mezar yaptırdı. Küçük kardeş aldığı mirasın bir kısmını kız kardeşine, yeni bir evlilik yapabilmesi için, çeyiz olarak verdi. Komşular "Büyük oğlan babasını daha çok seviyor; küçük oğlan kız kardeşini daha çok seviyor. Otuz bin altını büyük kardeşe vermeli." dediler.

Sadık iki kardeşi yanına çağırdı. Büyüğe "Babanız ölmedi, gelen haberlere göre iyileşmiş olarak Babil'e dönüyor," dedi. "Tanrı'ya şükürler olsun," dedi büyük oğlan, "Ama bu mezarı yaptırmak için o kadar harcama yaptım." Sadık aynı haberi küçük kardeşe bildirdi. Küçük oğlan "Tanrı'ya şükürler olsun. Tüm varımı babama geri vereceğim. Ama kızkardeşime verdiğimi onda bırakmasını isterdim." deyince Sadık ona "Hiçbir şeyi geri vermenize gerek yok," dedi, "Otuz bin altın sizindir. Babanızı siz daha çok seviyormuşsunuz."

Çok zengin bir kız iki rahibe evlilik sözü vermişti. Her ikisinden birkaç ay ders aldıktan sonra gebe kaldı. İkisi de onunla evlenmek istiyordu. Kız "Beni hangisi ülkeye bir çocuk verebilecek duruma getirdiyse onunla evleneceğim," dedi. Rahiplerden biri "Bu hayırlı işi ben yaptım," diğeri de "Bu yararlı işi ben yaptım," dedi. Kız yine "Çocuğuma en iyi eğitimi hangisi verirse onu babası olarak seçeceğim," dedi. Bir oğlan çocuğu doğurdu. Her iki rahip de onu yetiştirmek isteyince dava Sadık'ın önüne geldi. Sadık rahiplerden birine sordu: "Ona ne öğreteceksin?" Rahip "Ona dinsel konuşmanın sekiz bölümünü, yıldızbilimi, şeytan bilimlerini, salt ve belirsiz olanı, soyut ve somutu, monadları (2) ve önceden kurulmuş düzeni öğreteceğim." Diğer rahip "Onu adil ve dost olmaya değer bir insan yapacağım," deyince Sadık ona şunu söyledi: "Çocuğun babası olup olmadığını bilmiyorum, ama bu kızla sen evleneceksin."

 

 



 

 

TARTIŞMA VE OTURUMLAR



 

Böylece her gün aklının parıltısı ve ruhunun güzelliğini sergiliyordu Sadık; halk ona hayrandı ve üstelik onu seviyordu. İnsanların en mutlusu olduğunu düşünüyordu herkes. Tüm ülkede ünü yayılmıştı; kadınlar onu beğenerek süzüyordu; yurttaşlar adaletini beğeniyor, bilim adamları onu yol gösterici olarak görüyorlardı. Rahipler bile onun yaşlı Yebor'dan daha çok şey bildiğini itiraf ediyorlardı. Anka kuşu için onu dava ettikleri günler geride kalmıştı; ona inanılır gelen her şeye insanlar da inanıyordu.

Babil'de bin beş yüz yıldır süregelen ve ülkeyi iki inatçı mezhebe bölen bir tartışma vardı: Bir mezheptekiler Mitra tapınağına sol adımla girilmesi gerektiğine inanıyor, öteki mezhepse buna karşı çıkıp sağ adımlarıyla girmekte direniyorlardı. Kutsal ateş bayramı yaklaştığında halk Sadık'ın hangi mezhebi yeğleyeceğini merak eder oldu. Tüm dünya sanki onun iki ayağından başka şey görmez olmuştu. Tören günü, halkın meraklı bakışları arasında Sadık iki ayağını birleştirdi ve eşikten zıplayarak tapınağa girdi. Sonra yaptığı konuşmada, yeri ve göğü yaratan Tanrı'nın insanların sağ veya sol ayağından birini yeğlemeyeceğini anlattı.

Kıskanç ve karısı Sadık'ın konuşmasının iyi olmadığını, yeterince örnek vermediğini ve akıcı olmadığını ileri sürdüler. "Onu dinlerken denizlerin dalgalandığını, yıldızların kaydığını veya güneşin mum gibi eridiğini duyumsamıyoruz; onda saf doğu deyişi yok." diyorlardı. Sadık aklın deyişiyle konuşuyordu. Herkes ondan yana oldu; dürüst olduğu, akılcı konuştuğu veya iyiliksever olduğu için değil, başvezir olduğu için.

Yine akılcı adaleti sayesinde, beyaz ve siyah rahipler arasındaki tartışmayı da çözümledi. Beyazlar doğuya dönük olarak, siyahlar da batıya dönük olarak yakarmanın günah olduğunu ileri sürüyorlardı. Sadık herkesin istediği yönde yakarabileceğini karara bağladı.

Böylece tüm özel ve kamu davalarını çabuklaştırarak öğleye kadar işini bitiriyordu. Günün kalan bölümündeyse Babil'i güzelleştirmek için uğraşıyordu. Tiyatrolarda herkesin ağladığı trajediler ve güldüğü komediler oynatıyordu. Modası geçmiş fakat beğeniye değer her şeyi yeniden canlandırıyordu. Sanatçılardan daha çok bildiğini ileri sürmüyordu; onları ödüllendiriyor ve yeteneklerinden gizli bir kıskançlık duymuyordu. Akşamları melik ve özellikle melikeyi eğlendiriyordu. Melik "Büyük vezir!" ve melike "Sevimli vezir!" diyor ve ikisi birden ekliyordu: "Asılması çok büyük kayıp olur!"

Hiçbir saray görevlisi onun kadar bayanlardan görüşme isteği almadı. Hiç tanımadığı pek çok kadın onunla gönül ilişkisine girmek istiyordu. Kıskancın karısı ilk gelenler arasındaydı; ona kocasının davranışlarını başından beri onaylamadığını, Tanrı' Mithra, Zend-Avesta ve kutsal ateş üzerine ant içerek belirtti. Sonra kocasının çok kıskanç ve kaba olduğunu söyledi; Tanrıların onu cezalandırmak için, insanı ölümsüzlüğe yaklaştıran o yetenekten yoksun bıraktığını itiraf etti. Bu arada dizbağını düşürdü. Sadık her zamanki kibarlığıyla onu yerden aldı ama bayanın dizine yeniden bağlamadı. Bu küçük yanlış daha sonraki büyük yıkımların kaynağı oldu. Sadık bunu hemen unuttu, kıskancın karısı hiç unutmadı.

Her gün birçok bayan geliyordu. Babil'in gizli kayıtları onun bir kez bedeninin isteğine yenik düştüğünü, bayanı dalgın bir biçimde kucaklarken zevk almaktan şaşırdığını ileri sürerler. Farkında olmadan sevgi belirtileri gösterdiği bu kadın Melike Astarte'nin oda hizmetçisiydi. Bu sevimli kadın kendisini şöyle avutuyordu: "Babil'in işleri çok yoğun olmalı, bu adam aşk yaparken de onları düşünüyor." Birçok erkeğin hiçbir şey demediği veya kutsal sözcükler haykırdığı bir anda Sadık "Melike!" diye haykırmıştı. Hizmetçi önce onun devlet sorunlarından başını ayırıp kendisine "melikem!" dediğini sandı. Fakat Sadık yine dalgın bir biçimde Astarte'nin adını mırıldandı. Böyle mutlu anlarda her şeyi iyimser yorumlayan kadın bunun "Melike Astarte'den daha güzelsiniz!" anlamında söylendiğini düşündü. Sonra Sadık'ın yanından güzel armağanlarla ayrıldı. Gidip içten arkadaşı olan kıskancın  karısına başından geçen serüveni anlattı. Kıskancın karısı Sadık'ın hizmetçiyi yeğlemiş olmasından büyük öfkeye kapıldı: "Bak bu gördüğün dizbağını bağlamaya gönül indirmedi, şimdi onu takmak bile istemiyorum," deyince hizmetçi kız "Aa, siz de melikenin dizbağından kullanıyorsunuz! Yoksa aynı terziden mi alıyorsunuz?" diye sordu. Kıskancın karısı yanıt vermeden derin düşünceye daldı, sonra kocasıyla konuşmaya gitti.

Bu arada Sadık saray görüşmeleri veya mahkeme sırasında dalıp gittiğini fark ediyor, ama bunun nedenini bulamıyordu; tek üzüntüsü bu sayılırdı.

Bir gece bir düş gördü: Önce, kuru otlar arasında uyuyor ve bu otların arasındaki birkaç diken ona batıyordu. Sonra gül yapraklarından bir yatakta uyurken yapraklar arasından çıkan bir yılan onu zehirli diliyle yüreğinden yaralıyordu. Düşündü: "Eskiden dikenli ama kuru otlar arasında yatardım; şimdi ise gül yaprakları üzerinde yatıyorum. Peki yılan nerede?"

 

 

 



KISKANÇLIK

 

Sadık'ın mutluluğu ve özellikle erdemi, onun yıkımına neden oldu. Her gün melik ve onun soylu eşi Astarte ile görüşme yapardı. Bu konuşmalarda hoşa gitme isteği, güzelliğin süslenme isteği gibi,onu esprili olmaya zorluyordu. Böylece Astarte, kendisi de farkında olmadan, Sadık'ın gençliği ve zarafetinden etkileniyordu; saflığın ortasında bir tutku gittikçe büyüyordu. Astarte art niyetsiz ve açık olarak, kocasının beğendiği bu adamla birlikte olmaya can atıyordu; onu kocasına övüyor, hizmetçilerine anlatıyordu. Sadık'a armağanlar verirken aklındakinden çok daha anlamlı iltifatlar ediyordu. Kısaca hizmetinden hoşnut olduğu bir görevliyle konuştuğunu düşünüyordu, ama sözleri bazen mantıklı bir kadının söylemek istediğini aşıyordu.



Astarte, tek gözlülerden nefret ettiğini söyleyen Samira'dan ve kocasının burnunu kesmeye kalkan diğer kadından çok daha güzeldi. Astarte'nin içtenliği, yüzü kızararak söylediği tatlı sözleri, kaçırmak istediği bakışları sonunda Sadık'ın yüreğinde, onun da şaşırdığı bir ateşi yaktılar. Önce buna karşı direndi; felsefeden yardım istedi, ondan bilgi ışıkları aldı ama yüreğini serinletemedi. Görev, vefa ve hükümdarın kutsal hakları gibi kavramlar önünde öfke tanrıları gibi dikiliyorlardı. Savaşıyor ve kazanıyordu; ama bu zafer ona gözyaşları ve inlemelere mal oluyordu. Artık melikeyle o hoş özgürlük içinde konuşamıyor, gözlerini bir bulut kaplıyordu. Konuşurken kısa ve resmi oluyor, melikenin yüzüne bakamıyordu; elinde olmadan baktığındaysa, melikenin yaşlı gözlerinden alevler çıkıyor ve sanki ona şöyle diyordu: "Birbirimize tapıyoruz ama sevmeye korkuyoruz; ikimizin de ilendiği bir ateşle kavruluyoruz."

Sadık melikenin yanından, yüreği taşıyamayacağı bir yükle dolu, sersem gibi çıkıyordu. Çırpınmaların en şiddetli bir anında dizini arkadaşı Kadir'e açtı. Kadir ona "kendinden bile saklamaya çalışıyorsun ama ben duygularını daha önce anlamıştım," dedi. "Aşkın işaretleri kolay saklanamaz. Düşün bir kere Sadık, madem ki ben fark ettim, melik de bu duygularını fark edip gücenebilir. O çok kıskanç bir adamdır. Sen duygularını Astarte'den daha çok bastırmaya çalışıyorsun; çünkü sen bir filozofsun, oysa bir kadın; o henüz kendini suçlu saymadığından rahatça bakışlarını konuşturabiliyor. O bu düşüncede oldukça korkmalısın. İkiniz de bir karara varmış olsaydınız, tüm gözleri aldatmanız kolay olurdu. Oysa doğmakta olan ve engellenen bir sevgi sonunda patlar; karşılık gören sevgiyse saklanmasını bilir." Sadık meliki aldatma düşüncesinden titredi; istemeden kapıldığı bu suçluluk duygusu arttıkça ona daha özveriyle hizmet eder oldu. Fakat melike Sadık'ın adını o kadar sık anıyor, andıkça yüzünün kızarmasına engel olamıyor ve dalıp gidiyordu ki melik rahatsız oldu. Gördüğü şeylere inandı, görmediklerini de düşledi. Örneğin, melikenin terlikleri mavi, Sadık'ın terlikleri de mavi renkteydi; karısının eşarbı sarı, Sadık'ın başlığı da sarı renkteydi. Bunlar ince bir hükümdar için korkunç ipuçlarıydı ve kısa sürede kafasındaki kuşkular kesinliğe dönüştü.

Hükümdar ve eşlerinin hizmetçileri aynı zamanda onların yüreklerinin casuslarıdırlar. Astarte'nin duygulu ve Moabdar'ın kıskanç olduğu kısa sürede anlaşıldı. Kıskanç karısından, melikeninkine benzeyen dizbağını saraya göndermesini istedi; üstelik bu dizbağı da mavi renkteydi. Melik artık öcünü nasıl alacağını düşünür oldu. Bir gece melikeyi zehirlemeye ve sabaha karşı da Sadık'ı iple boğmaya karar verdi. Acımasız bir harem ağasına buyruklarını yerine getirmesini söyledi. Bu sırada melikin odasında dilsiz bir cüce vardı; dilsiz olmasına karşın sağır olmayan bu cüce sarayda bir eşya gibi doğal karşılanırdı. Melikeye köpek gibi bağlı olan bu dilsiz cüce ölüm buyruğunun verildiğini duyunca dehşete kapıldı. Birkaç saat içinde gerçekleşecek bu yıkımı nasıl önleyebilirdi? Yazmasını bilmiyordu, ama resim yapmayı öğrenmişti ve yüzleri benzeterek çizebiliyordu. Bütün gece melikeye anlatmak istediği şeyi çizmeye uğraştı. Tablonun bir köşesine harem ağasına buyruk veren öfkeli meliki çizdi; bir masa üzerine mavi dizbağı, sarı başlıklar koydu. Tablonun ortasında hizmetçilerinin kollarında ölmekte olan melikeyi, onun ayaklarının ucuna da Sadık'ın boğulmuş cesedini kondurdu. Yarı soğumuş bir güneşi çizerek bu kötü olayın ne zaman olacağını anlatmaya çalıştı. Tabloyu bitince koşup Astarte'nin hizmetçilerinden birini uyandırdı ve tablonun hemen melikeye verilmesini el kol hareketleriyle anlattı.

Gece yarısı Sadık, odasının kapısı vurularak uyandırıldı ve melikenin bir mektubu verildi. Sadık düşte olduğunu sanarak mektubu titrek bir elle açtı. Okuduğunda umutsuzluk ve yılgı içinde kaldı: "Vakit yitirmeden kaçın, Sadık, çünkü yaşamınız tehlikede. Kaçın, bunu size aşkımız ve sarı eşarbım adına buyuruyorum. Bense, günah işlemedim, ama suçlu gibi öleceğim."

Sadık konuşacak gücü bulamadı. Arkadaşı Kadir'i çağırttı ve bir şey söylemeden mektubu ona gösterdi. Kadir ona mektuba uymasını ve hemen Memfis yoluna çıkmasını söyledi. "Eğer melikeyi görmeye gidersen, onun ölümünü çabuklaştırırsın; melikle konuşursan yine onu yitirirsin. Melikenin yazgısıyla ben ilgilenirim, sen kendi yazgınla uğraş. Ortalığa senin Hindistan'a gittiğini yayacağım. Yakında senin yanına gelir, Babil'de olanları anlatırım."

Kadir hemen sarayın gizli bir kapısında iki güçlü deve hazırlattı; güçsüz Sadık'ı zorla bindirip yolcu etti, yanına da bir uşak kattı. Kısa süre sonra arkadaşı gözden kayboldu.

Bu saray gözdesi kaçak Babil dışında bir tepeye geldiğinde uzaktan saraya bakınca dayanamayıp bayıldı; ayıldığında dünyalar iyisi melike için gözyaşları döküp ölmek istedi. "İnsan yaşamı nedir ki?" diye haykırdı, "Ey erdemler, bana neye mal oldunuz! İki kadın beni alçakça aldattı, suçlu olmayan ve diğerlerinden daha güzel olan üçüncüsü ölmek üzere! Yaptığım iyilikler yıkımım oldu; mutluluğun doruklarındayken kendimi en iğrenç çukurda buldum. Belki ben de kötü yürekli olsaydım, şimdi onlar gibi mutlu olurdum." Bu kara düşüncelerle gözleri ve yüreği dolu olarak Mısır yoluna koyuldu.

 

 



 

DÖVÜLEN KADIN

 

Sadık yolunu yıldızlara göre çiziyordu. Orion takımyıldızı ve parlak Sirius yıldızı ona Canope kutbuna doğru yol gösteriyorlardı. Gözümüze zayıf birer ışık gibi görünen bu çok büyük ışık küreleri yanında, evrende küçük bir nokta olmasına karşın, büyüklenen insanoğluna büyük ve kutsal gibi görünen Dünya'yı düşündü. Çamurdan bir top üzerinde birbirini yiyen böcekler gibiydi insanlar. Bu düşünce onun ve Babil'in yazgısının ne kadar önemsiz olduğunu göstererek onu avuttu. Ruhu, duygularından arınıp sonsuz uzaklara atılmak istiyordu. Sonra, kendine gelip Astarte'nin ölmüş olabileceğini düşününce evren gözünden siliniyordu; yalnızca ölmek üzere olan Astarte ve talihsiz Sadık vardı.



Bu derin felsefe ve büyük acı arasında gidip gelirken bir yandan da Mısır sınırlarına yaklaşıyordu. Uşağı kentin varoşlarındaki bir kasabayı fark edince gidip ona kalacak bir yer aradı. Bu arada Sadık köy bahçelerinde geziniyordu. Yol kıyısında ağlamakta olan bir kadın ve onu kovalayan öfkeli bir adam gördü. Kadın bu adamın dizlerine sarıldı, adam da bir yandan bağırarak onu dövmeye başladı. Birinin dileyen yalvarışına ve ötekinin öfkesine bakarak, aldatılmış bir kocayla aldatmış bir kadın olduklarını düşündü. Ancak, kadın o kadar güzeldi ve hatta biraz da Astarte'ye benziyordu ki ona acıdı ve kocasından nefret etti. Kadın Sadık'a "Bana yardım edin," diye haykırdı, "bu acımasız adamın elinden beni kurtarın."

Bu çığlıklar üzerine Sadık koşup aralarına girdi. Az bildiği Mısır diliyle adama şöyle dedi: "Biraz insanlığınız varsa güzelliğe ve zayıflığa saygı göstermenizi dilerim. Ayaklarınızın altında ve gözyaşlarından başka savunması olmayan doğanın bu başyapıtına nasıl kıyarsınız?" Adam acı acı güldü: "Ah, demek sen de onun sevgililerindensin. O zaman senden de öç almalıyım." diyerek kadını bıraktı ve mızrağını kaparak yabancının üzerine saldırdı. Sadık soğukkanlı bir biçimde vuruşu savuşturdu ve mızrağı yakaladı. İkisi çekişirken mızrak ikiye bölündü. Mısırlı adam kılıcını çekince Sadık da ona uydu ve dövüştüler. Biri yüzlerce atak yaparken diğeri onu ustalıkla savuşturuyordu. Kadın çimene oturup saçlarını düzeltmeye koyuldu. Mısırlı güçlüydü ama Sadık daha ustaydı. Birinin davranışlarını öfke yönetirken, diğerinin aklı koluna yön veriyordu. Sonunda Sadık adamı yere düşürdü ve kılıcını boynuna dayayıp yaşamını bağışlayacağını söyledi. Mısırlı onun gevşediğini görünce hançerini birden çekip onu yaraladı. Bu karşılığı gören Sadık kılıcını adamın boğazına saplayıp onu öldürdü.

Sadık kadının yanına gelip "Onu öldürmek zorunda kaldım," dedi. "Artık özgürsünüz, gördüğüm en yırtıcı adamdan kurtuldunuz. Sizin için başka ne yapabilirim, bayan?" diye sordu. Kadın "Geber git, köpek!" diye bağırdı, "Sen benim dostumu öldürdün. Senin yüreğini koparabilseydim." Sadık "Böyle bir dostunuz olmasına şaşırdım. Sizi dövüyordu, benden yardım istediniz diye beni de öldürmek istedi." deyince kadın "Keşke yaşasaydı da beni dövseydi," diye ağladı, "Ben bu dayağı hak etmiştim; onu kıskandırıyordum." Sadık hem şaşırdı, hem de öfkelendi: "Bayan, bu kadar güzel olmanıza karşın ben bile sizi dövmeyi isterdim; ama bu sıkıntıya girmeyeceğim." Sonra kasabaya dönmek üzere devesine bindi. Tam birkaç adım atmıştı ki Babil'den gelen dört atlının bağırışlarını duydu. Bunlardan biri kadını görünce "İşte o! Bize verilen tanıma uyuyor," diye bağırdı. Yerdeki ölüye bakmadan kadını yakaladılar. Kadın çığlıklar atarak Sadık'a yalvarıyordu: "Bir kez daha yardım edin, soylu yabancı! Size kızdığım için bağışlamanızı diliyorum. Yardım ederseniz ölünceye kadar sizin olurum!" Ama Sadık'ta bu kadın için dövüşme isteği kalmamıştı: "Size başkaları yardım etsin."

Üstelik Sadık yaralanmıştı, kendisinin yardıma gereksinimi vardı. Bu dört Babil askerinin Melik Moabdar tarafından gönderilmiş olabileceğini düşünerek kaygılandı. İvedilikle kasabaya dönerken, Babil'den gelen dört askerin bu kadını niye yakaladığını ve kadının tuhaf davranışını düşünüyordu.

 

 

 



KÖLE

 

Mısır kasabasına girdiğinde çevresini halkın sardığını gördü. Herkes onu gösteriyordu: "İşte güzel Missuf'u kaçıran, Kletofis'i öldüren adam budur!" Sadık onlara "Efendiler," dedi, "güzel Missuf'u kaçırmaktan Tanrı' beni korusun, çünkü o kaprisli bir bayan. Kletofis'i kendimi savunmak için öldürdüm. O, güzel Missuf'u acımasızca dövüyordu, bağışlamasını dilediğim için beni öldürmek istedi. Ben Mısır'a sığınmaya gelmiş bir yabancıyım. Sizin korumanıza gereksinim duyarken, bir kadını kaçırıp kocasını niçin öldüreyim?"



Mısırlılar doğru ve adil insanlardı, onu bağışlayıp kente aldılar. Önce yarasını tedavi ettiler, sonra kendisini ve uşağını ayrı ayrı sorgulayıp gerçeği öğrenmek istediler. Sadık'ın bir katil olmadığına inandılar, ama yasalara göre insan kanı döktüğü için köleliğe tutuklu edilmesi gerekiyordu. İki devesi kamu yararına satıldı; getirdiği altınlar yoksullara dağıtıldı; sonra uşağıyla kendisi de köle pazarında açık artırmayla satışa çıkarıldı. Setok adında bir Arap tüccar onun için pey sürdü; ama uşağı efendisinden daha pahalıya satıldı, çünkü adamın güçlü oluşu değerini artırıyordu. Böylece Sadık uşağının yanına katıldı; ayaklarına zincir vurulup Arap tüccarın evine götürüldüler. Sadık yolda uşağını avutmak için yaşam üzerine düşüncelerini söylüyordu: "Görüyorum ki kötü yazgım senin yaşamına da yansıdı. Yaşamımda o kadar tuhaf şeyler gördüm ki! Bir köpeğin geçtiğini gördüğüm için cezalandırıldım; anka kuşu için kazığa çakılmamı istediler; meliki öven şiir yazdığım için hapse atıldım; sarı başlık giydim diye boğazlanacaktım. Şimdi de dostunu döven bir adam yüzünden seninle birlikte köle diye satıldım. Ama üzülmeyelim, bunlar da geçer; Arap tüccarın başka köleleri de olduğuna göre biz de onlarla aynı yazgıyı paylaşırız. Bu tüccar iyi hizmet görmek istiyorsa kölelerine iyi davranacaktır."


Yüklə 421,15 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə