Fransızca'dan çeviren: Bekir Karaoğlu



Yüklə 421,15 Kb.
səhifə3/9
tarix18.06.2018
ölçüsü421,15 Kb.
#49746
1   2   3   4   5   6   7   8   9

Tüccar Setok iki gün sonra köleleri ve develeriyle Arabistan'a doğru yola çıktı. Boyu Horeb çölünde bulunuyordu. Yol uzun ve yorucu oldu. Yolda Setok Sadık'ın uşağıyla daha çok ilgileniyordu, çünkü bu köle iyi yük taşıyordu; tüm iltifatları ona oldu.

Horeb'e varmadan iki gün önce develerden biri öldü; onun yükünü kölelere paylaştırdılar; Sadık da payına düşeni aldı. Kölelerin iki büklüm yürüdüğünü gören Setok gülmeye başladı. Sadık ona niçin eğilerek yürüdüklerini fizik denge kurallarına göre açıkladı. Tüccar önce şaşırdı, sonra bu köleye daha başka bir gözle bakar oldu. Sadık onun ilgisini çektiğini görünce, ona ticarette işine yarayabilecek birçok şeyi açıkladı: metallerin ve tahılların eşit hacımda farklı özgül ağırlıklarını, hayvanlardan değişik yararlanma yollarını anlattı. Onun bilge biri olduğunu anlayan Setok artık ona daha çok önem vermeye başladı ve bundan hiç pişman olmadı.

Boyuna vardıklarında Setok, daha önce iki tanık önünde beş yüz altın vermiş olduğu bir Yahudiden borcunu ödemesini istedi. Ancak, o iki tanık ölmüş olduğundan Yahudi, bir Arabı kandırma fırsatı verdiği için Tanrı'ya şükredip, parayı geri ödemeyi reddetti. Setok artık düşünce danışır olduğu Sadık'a bu sorunu açtı. Sadık ona "Bu dinsize parayı nerede vermiştiniz?" diye sordu. "Horeb dağı eteğinde büyükçe bir taşın yanında," dedi Setok. Sadık "Size borcu olan bu adamın huyu nasıldır?" diye sordu. Setok "Düzencinin biridir," deyince Sadık "Onu sormuyorum; bu adam soğukkanlı ve sakin mi, yoksa aceleci ve atak biri midir?" dedi. Setok "Tanıdığım en atak düzenbazdır." deyince Sadık "Öyleyse, izin verin mahkemede sizi ben savunayım," dedi. Setok Yahudiyi mahkemeye verdi; davaya çıkan Sadık "Sayın kadılar, bu adamın efendime olan beş yüz altınlık borcunu ödemesini istiyorum." diye başladı. Yargıç "Tanıkların var mı?" diye sordu. "Vardı ama öldüler. Fakat paranın verildiği yerde büyük bir taş vardı, o tanıklık edebilir. Buyruk verin görevliler bu taşı getirsinler. Harcamalarını efendim Setok üstlenecektir. Taş gelinceye kadar Yahudiyle ben burada bekleriz." Kadı bunu kabul edip adamlar gönderdi ve diğer davaları görmeye başladı.

Gün bitmeye yakın kadı Sadık'a sordu: "Ne oldu, taş niye hâlâ gelmedi?" Yahudi buna gülerek yanıt verdi: "Efendim, yarına kadar da bekleseniz gelemezler. Çünkü o taşı kaldırabilmek için en az on beş adam gerekir." Sadık kadıya döndü: "Size taşın tanıklık yapacağını söylemiştim. Bu adam hangi taştan söz ettiğimi bildiğine göre parayı aldığını da açıklamış oldu." Yahudi önce şaşırdı, sonra her şeyi itiraf etti. Kadı onun aynı taşa bağlanıp, parayı ödeyinceye kadar aç susuz bırakılmasına karar verince ödemesi çabuk oldu.

Köle sadık ve bu taşın ünü kısa sürede Arabistan'a yayıldı.

 

DUL ATEŞİ



 

Çok mutlu olan Setok kölesini yakın arkadaşı olarak benimsedi. Daha önce Babil melikinin yaptığı gibi, onu yanından ayırmıyordu; Sadık bu kez efendisinin evli olmadığına şükretti. Efendisinin iyilik ve dürüstlüğe yatkın olduğunu keşfetti. Onun eski Arabistan'da yaygın bir inanç olan kutsal göklere, yani güneş, ay ve yıldızlara taptığını görünce hoşnut olmadı. Onunla uzun uzun konuştu; bu gök cisimlerinin taş veya ağaç gibi birer madde olduğunu, tapınılacak şeyler olmadığını anlattı. "Ama," diyordu Setok, "Bunlar bize yarar sağlıyor. Doğayı ısıtıyor, mevsimleri düzenliyor. Üstelik o kadar uzaktalar ki insan onlara saygı göstermekten kendini alamıyor." Sadık "Şu gemilerinizi taşıyan Kızıl Deniz'den daha çok yararlanmıyor musunuz? Bu deniz de yıldızlar kadar eski değil mi? Uzakta olan şeylere tapılacaksa, Dünyanın öbür ucundaki Kangurular ülkesine de tapmak gerekmez mi?" Setok "Hayır, ama yıldızlar o kadar parlak ki tapmamak olanaksız," dedi. Akşam geldiğinde Sadık yemek yedikleri çadırda bir sürü mum yaktı; efendisi geldiğinde mumların önünde diz çöküp "Aydınlıklar Tanrısı, bize hep yol gösterin," diye yakardı. Sonra Setok'un yemeğiyle ilgilenmeden yere oturup yemeğine başladı. Setok ona "Ne oluyorsun?" diye sorunca "Sizin gibi yapıyorum, onların efendisini bırakıp bu mumlara tapıyorum." diye yanıtladı. Setok kölesinin verdiği örnekteki derinliği kavradı. Sonunda Sadık'ın bilgeliği onu etkiledi ve yaratıkları bırakıp onların yaratıcısına tapmaya başladı.

Arabistan'da o sıralar, İskitlerden kalma ve Hindistan'daki brahmanların Ortadoğu'ya yaydığı korkunç bir gelenek vardı. Evli bir adam öldüğünde, karısı azize olabilmek istiyorsa, kocasının yanında diri diri yakılmaya razı oluyordu. Bu, dul ateşi denilen bir törenle yapılırdı. Bir boyun saygınlığı yakılan kadınların sayısıyla artıyordu. Setok'un boyundan bir adam ölünce, çok dindar olan eşi Almona yakılmak istediğini söyledi, yerini ve gününü ilan etti. Sadık, efendisine bu geleneğin ne kadar korkunç ve insan soyuna zararlı olduğunu anlattı. Ülkeye çocuklar verebilecek veya diğer çocuklarını yetiştirebilecekken, genç dulların yakılmasının hiçbir yararı olmadığını söyledi; bunu durdurmanın yolu olup olmadığını sordu. Setok "Bin yıldır kadınlar yakılmayı istiyor. Zamanın koyduğu bir yasayı kim bozabilir? Yanlış da olsa eski bir yasa saygıdeğerdir," deyince Sadık "Akıl daha da eskidir," dedi. "Siz boyun yaşlılarıyla görüşün; ben dul kadınla konuşacağım."

Kadının evine gitti; önce onun güzelliğini ve inceliğine iltifat ettikten sonra bu güzelliğin ateşe atılmasının ne kadar yazık olacağını söyledi; cesareti ve kararlığını övdü. Sonra, "Demek kocanızı bu kadar seviyordunuz?" diye sordu. Arap kadın "Ben mi? Hiç sevmiyordum ki onu. Kaba, kıskanç ve dayanılmaz bir adamdı. Ama ateşe atılmayı istiyorum," dedi. Sadık "O zaman ateşte yakılmanın sizi çeken bir yanı olmalı," dedi. "Korkudan titriyorum, ama zorunluyum. Ben dindar bir kadınım, yanmazsam onurumu yitiririm, herkes benimle alay eder." Sadık ona, başkalarının düşüncesi için yanmak istediğini kabul ettirdi; sonra uzun uzun konuşup, yaşamın güzelliklerinden söz etti. O kadar güzel konuştu ki kadında Sadık'a karşı bir ilgi uyandı. Sadık ona "Yanmaktan vazgeçmiş olsaydınız, ne yapmak isterdiniz?" diye sorunca, kadın "Benimle evlenmenizi isterdim," dedi.

Sadık'ın yüreği hâlâ Astarte ile dolu olduğundan bu öneriyi duymazdan geldi. Hemen boyun başkanlarına gidip olanı anlattı; yeni bir yasa koyarak dul kadınların genç bir erkekle bir saat baş başa kalmadan yanmalarına izin verilmeyeceği kuralını getirmelerini öğütledi. O zamandan beri Arabistan'da hiçbir kadın ateşte yanmayı istemedi. Böylece Sadık yüzyıllardan beri süren korkunç geleneği bir günde yıktı. Gerçekten de Arabistan'a bir iyilik meleği gelmişti.

 

 



 

AKŞAM ŞÖLENİ



 

Setok dünyanın en büyük tüccarlarının katıldığı Belzora'daki büyük panayıra giderken, artık yanından ayırmadığı bilge kölesini de götürdü. Sadık değişik ülkelerden birçok insanın aynı yerde buluşmasından mutluluk duydu. Sanki tüm Dünya Belzora'da toplanan bir aile gibiydi. İkinci günün akşam yemeğinde yanında bir Mısırlı, bir Hintli, bir Çinli, bir Rum, bir Keldani ve Arabistan'a sık gelip gittikleri için Arapça konuşmayı öğrenmiş birçok konuk vardı. Mısırlı öfkeyle konuşuyordu: "Bu Belzora çok kötü bir yer! Dünyanın en iyi malı için bana bin altın vermediler." Setok sordu: "Neymiş bu iyi mal?" "Halamın cesedi. O Mısır'ın en saygıdeğer kadınıydı; her gittiğim yere benimle gelirdi, ama yolda öldü. Cesedini çok pahalıya mumyalattım. Ülkemde olsaydım çok pahalı satardım, ama burada bin altın bile vermediler." Mısırlı böyle sızlanırken bir yandan da haşlanmış tavuktan almak için uzandı. Yanındaki Hintli onu elinden tutarak "Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Mısırlı "Bu tavuktan yiyeceğim," deyince Hintli "Sakın ha! Merhum halanızın ruhu bu tavuğa geçmiş olabilir; halanızı yemiş olursunuz. Tavuk haşlamak doğaya aykırıdır," dedi. Mısırlı "Doğanıza ve tavuğunuza başlarım ha! Biz Mısırda öküze hem taparız, hem de yeriz." deyince, Hintli "Öküzü nasıl yiyebilirsiniz?" diye sordu. "Elbette yeriz, yüz otuz bin yıldır yiyoruz, kimse de şikâyetçi olmadı." Hintli: "Biraz abartıyorsunuz. Hindistan'da doksan bin yıldır insan yaşıyor; bizim uygarlığımız sizinkinden daha eskidir ve üstelik Brahma öküz yenmesini sizin onları kebap etmeye başlamanızdan çok önce yasaklamıştır." Mısırlı : "Bizim Apis Öküz Tanrısı yanında sizin Brahmanız kim olabilir! Bu Brahma ne gibi güzel işler yapmıştır?" Hintli yanıtladı: "İnsanlara okuma ve yazmayı öğretti; üstelik tüm dünya satranç oyununu ona borçludur." Onun yanındaki Keldani söze karıştı: "Yanılıyorsunuz; bu mucizeleri Balık Ohannis'e borçluyuz, ona şükretmeliyiz. Herkes bilir ki bizim tanrımız çok alımlıdır; altın bir kuyruğu, insana benzer kafası vardır ve günde üç kez yakarmak için karaya çıkar. Birçok çocuğu oldu, hepsi hükümdarlık yaptı. Evimde bir resmi var, ona her gün tapıyorum. İstediğiniz kadar öküz eti yiyin, ama balık yemek günahtır. Aslında ikiniz de benim kadar soylu değilsiniz. Mısırlılar yüz otuz bin yıl, Hintliler seksen bin yılla övünmesinler; bizim dört bin yüzyıllık tarih kayıtlarımız var. Bana inanıp putlarınızdan vazgeçerseniz size Ohannis'in birer resmini armağan edeceğim."

Pekin'den gelen Çinli söz aldı: "Mısırlıları, Keldanileri, Rumları, Kelanileri, Brahmanları, Öküz Apis'i, güzel Balık Ohannis'i saygıyla anıyorum. Ancak, bizim Li ve Tien (3) Tanrılarımız öküzlerden ve balıklardan üstündür. Ülkemi tanıtmama gerek yok; Mısır, Hindistan ve Keldanistan'ın toplamından daha büyüktür. Daha eski olmakla övünmüyorum, çünkü eski olmak önemli değildir. Ama tarih kayıtlarından söz ediyorsanız, tüm Asya bizim kayıtlarımızı kullanır; Keldaniler aritmetiği öğrenmeden çok önceye dayanan kayıtlarımız vardır."

Rum haykırdı: "Hepiniz ne kadar bilisizsiniz! Her şeyden önce kaos vardı; evreni bu duruma madde ve biçim getirdi." Bu Rum çok uzun konuşunca Keldani onun sözünü kesti; tartışma sırasında çok içmiş olan bu konuk herkesten daha bilgili olduğuna inanıyordu. Ant içerek Tanrı Teutas ve meşe yaprağından başka konuşmaya değer konu olmadığını söyledi; kendisi her zaman cebinde meşe yaprağı taşırdı. Ataları İskitler dünyaya gelmiş en iyi kavimdi; evet bir ara insan eti yemişlerdi ama bu, insanın atalarına saygılı olmasını engellemezdi. Ayrıca, her kim Teutas'a karşı konuşursa onunla hesaplaşacağını söyledi. Bunun üzerine tartışma çığırından çıktı; Setok masada kan döküleceğinden korktu. O zamana kadar sessiz kalmış olan Sadık ayağa kalktı. Önce en kızgın olan Keldani'yle konuştu; haklı olduğunu söyleyerek ondan biraz meşe yaprağı istedi. Sonra Rum'a dönüp güzel konuşma yeteneğini övdü. Böylece herkesi yatıştırdı. En az Çinli'ye söyledi, çünkü içlerinde en akılcı o konuşmuştu. Sonra onlara birlikte seslendi: "Dostlarım, boş yere tartışıyorsunuz, çünkü hepiniz aynı düşüncedesiniz." Bu sözlere herkes karşı çıkınca, önce Keldani'ye sordu: "Siz aslında bu meşe yaprağına değil, onu ve meşeyi yapana tapıyor değil misiniz?" Keldani "Evet," diye yanıtladı. "Siz, Mısırlı dostum, bu öküzün özünde, size öküzü bağışlayana tapmıyor musunuz?" Mısırlı doğrulayınca Sadık sürdürdü: "Balık Ohannis yerini, denizi ve balıkları yaratana bıraksa doğru olmaz mı?" Keldani "Kabul," dedi. "Hintli ve Çinli dostlarım, sizin gibi, bir yaratan olduğunu kabul ediyorlar; Rum'un süslü sözcüklerinden bir şey anlamadım, ama eminim ki o da, tüm madde ve biçimin kaynağı olan bir Üstün Varlık'a inanıyordur. Rum Sadık'ın kendi düşüncesini iyi özetlediğini söyledi. "Öyleyse, hepiniz aynı düşüncedesiniz, kavga etmenize gerek yok." Bunun üzerine konuklar kucaklaştılar. Setok tüm mallarını iyi bir fiyata sattıktan sonra Sadık'la birlikte boyuna döndü. Köye girdiğinde Sadık, yokluğunda yargılanıp suçlu bulunduğunu ve ateşte yakılacağını öğrendi.

 

 

 



BULUŞMALAR

 

Sadık Belzora'dayken yıldız dininin rahipleri onu cezalandırmaya karar vermişlerdi. Ateşte yakılan genç dulların mücevher ve altınları onların hakkı oluyordu; Sadık bunu engelleyerek onların nefretini kazanmıştı. Önce Sadık'ın Gök Tanrısını aşağıladığını ihbar ettiler; tanık olarak verdikleri ifadede Sadık'ın, batan güneşin denize dalmadığını söylediğini duyduklarını belirttiler. Bu korkunç sövgü kadıları bile titretti; bu günah sözcükleri duyduklarında kendi giysilerini yırtmak istediklerini söylediler; Sadık ödeyecek olsaydı belki bunu yaparlardı. Sonunda onu ateşte yanmaya tutuklu ettiler. Setok dostunu kurtarabilmek için bütün gücünü boşuna harcadı. Yaşama yeniden bağlanmış olan ve Sadık'a sevgi besleyen genç dul Almona onu kurtarmaya karar verdi. Kafasında kurduğu plandan kimseye söz etmedi. Sadık ertesi günü yakılacaktı; onu kurtarabilmek için bir gecesi kalmıştı. Bu iyiliksever ve önlemli kadın şöyle yaptı:



En pahalı takıları ve kokularıyla süslenip yıldızlar dininin tapınağına gitti ve başrahiple gizli bir görüşme yapmak istediğini iletti. Bu saygıdeğer yaşlı adamla baş başa kalınca ona şöyle dedi: "Büyük Ayı'nın kutsal oğlu, Boğa burcunun kardeşi, Köpek Yıldızı'nın yeğeni (bunlar başrahibin unvanlarıydı); size kuşkularımı açmaya geldim. Kocamın ölümünden sonra kendimi yakmayarak büyük günah işledim. Oysa ölümlü bir bedenden başka yitirecek neyim vardı? Üstelik bedenim şimdiden çürümeye başladı." Böyle derken ipek giysisini aralayıp çıplak ve bembeyaz omuzlarını gösterdi. "Görüyorsunuz ya, hiç bunlara değer mi?" Başrahip yutkunarak bu omuzların pek değerli olduğunu söyledi. Dul kadın "Belki omuzlarımda biraz güzellik kalmıştır; ama göğüslerimin artık pörsüdüğünü kabul edin," diyerek giysisini biraz daha sıyırdı ve başrahibin ömründe görmediği güzellikte göğüslerini açtı. Bunlarla kıyaslanırsa, fildişi üzerindeki bir gül goncası şimşir üzerindeki kök boyası gibi veya suda yıkanmış kuzular kirli sarı gibi kalırlardı. Buna ek olarak iri kara gözleri, tatlı bir alevle parlayan yanakları, Lübnan dağındaki kule gibi düzgün burnu, Arap denizindeki en güzel incileri içeren mercan gibi dudakları yaşlı adamı birden yirmi yaş gençleştiğine inandırdılar. Başrahip kadına aşkını ilan etti. Almona onun ateşlendiğini görünce Sadık'ın bağışlanmasını istedi. "Üzgünüm, güzel bayan, benim bağışlamam bir işe yaramaz; çünkü diğer üç rahibin de imzası gerekir." Almona "Siz yine de imzalayın," dedi. "Pekâlâ, ama benimle olmanız koşuluyla," dedi başrahip. Almona: "Sevinerek, güneş battıktan ve Sheat yıldızı çıktıktan sonra evime gelin. Ben gül rengi bir divan üzerinde olacağım; bana istediğinizi yaparsınız." Genç kadın başrahibin imzasını alarak çıktı; yaşlı adam, gücünün ötesinde bir istekle dolu olarak, yıkandı, Seylan tarçını, Tidor ve Ternata baharatlarından yapılmış bir içki içti ve Sheat yıldızının çıkmasını bekledi.

Bu arada Almona ikinci rahibin yanına gitti. Bu rahip de ona güzelliği yanında güneş, ay ve diğer yıldızların sönük kaldığına yemin billah ediyordu. Ondan da aynı istekte bulundu ve karşılığında aynı öneriyi aldı. Ona Güney yıldızının çıktığı saatte gelmesini söyledi. Daha sonra sırayla üçüncü ve dördüncü rahibin yanına geçti, her birinden imzaları aldıktan sonra ayrı birer yıldızın doğuşunda gelmelerini söyledi. İmzalar tamam olunca önemli bir konu için yargıçları evine çağırdı. Yargıçlar gelince dört imzayı gösterdi ve Sadık'ın affını satabilmek için her birinin istediği bedeli söyledi. Rahipler sırayla gelmeye başladılar; her biri yargıçları ve diğer rahipleri görünce şaşırdılar ve utandılar. Sadık kurtulmuştu. Setok Almona'nın becerisinden o kadar mutlu olmuştu ki onunla evlendi. Sadık kurtarıcısının ayaklarına kapanıp teşekkür ettikten sonra onunla esenleşti. Setok onun gideceğini duyunca ağladı; sonsuza kadar arkadaş kalmaya ve hangisi büyük servet kazanırsa diğerine haber vereceğine ant içtiler.

Sadık Suriye yönünde uzaklaşırken bahtsız Astarte'yi ve peşini bırakmayan kötü yazgıyı düşünüyordu. "Ne yazık! Bir köpeği gördüğüm için dört yüz altın ceza ödedim! Meliki öven acemice bir şiir için başımın kesilmesine tutuklu edildim! Melikenin eşarbıyla aynı renkte başlığım var diye boğazlanmam istendi! Dövülen bir kadını kurtarmak istedim diye köle gibi satıldım! Şimdi de genç Arap dullarının yaşamını kurtardığım için yanmak üzereydim!"

 

 



 

SOYGUNCU


 

Arabistan ile Suriye sınırında yalçın bir kalenin yanından geçerken kaleden çıkan silahlı Araplar onun çevresini sardılar. "Neyin varsa bizim, canın da efendimizin malıdır," diye bağırdılar. Sadık yanıt olarak kılıcını çekti; gözüpek uşağı da ona uydu. Üstlerine gelen ilk Arapları devirdiler, ama saldırgan sayısı iki katına çıktı. Sadık ölene dek karşı koymaya kararlıydı. Bir kalabalığa karşı iki kişinin direnmesi fazla uzun sürmeyecek gibi görünüyordu. Kalenin efendisi Arbogad bir pencereden Sadık'ın yiğitliğini görünce ona saygı duydu. Aşağı inip adamlarını ayırdı ve Sadık'ın yanına geldi. "Topraklarımdan geçen her şey, ayrıca başkalarının toprağından alabildiğim şeyler, hepsi benim malımdır. Ama sen yiğit birine benziyorsun; senin için ayrıcalık yapacağım." Onları kaleye aldı, adamlarının onlara saygı göstermelerini istedi ve akşam olunca Arbogad Sadık'ı yemeğe çağırdı.

Bu kalenin sahibi soygunculuk yapan bir Araptı; bir sürü kötülüğün yanı sıra, bazen iyi işler de yapardı: çalarken açgözlü, ama dağıtırken cömert; savaşta acımasız ama ticarette dürüst, eğlenirken sefih ama şen olurdu. Sadık'ın söyleşisini çok beğenmişti; uzun bir yemekten sonra ona "Benim buyruğuma girmeni isterim," dedi, "Bundan daha iyisini bulamazsın; belki bir gün benim yerimi alırsın." Sadık: "Bu soylu uğraşı ne zamandan beri yaptığınızı sorabilir miyim?" Arbogad: "Gençliğimde başladım. Düzenci bir Arabın uşağıydım; işim dayanılacak gibi değildi. İnsanların eşit hakka sahip oldukları şeylerden benim payıma hiçbir şey düşmemiş olmasını kabullenemiyordum. Sıkıntımı yaşlı bir Araba açtım; o bana 'Oğlum, umutsuzlanma,' dedi, 'Vaktiyle çölün ortasında unutulmuş bir kum tanesi yazgısından yakınırmış; yıllar sonra elmas olmuş. Şimdi Hint hükümdarının tacını süslüyor' Bu sözler yüreğime işledi; o kum tanesi bendim ve elmas olmaya karar verdim. Önce iki at çalarak başladım; kendime ortaklar bulduktan sonra küçük kervanları soyacak güce eriştim. Böylece insanlarla aramdaki eşitsizliği gidermeye başladım. Bu dünyanın nimetlerinden payımı faiziyle birlikte aldım; bana herkes saygı duydu; bu kaleyi ele geçirdikten sonra bu bölgenin baş soyguncusu oldum. Suriye valisi beni buradan atmak istedi; ama artık ondan korkmayacak kadar zengindim. Valiye para verip kaleyi elimde tuttum. Üstelik beni bu bölgedeki Arap boylarının vergilerini toplamakla görevlendirdiler; şimdi verdiğimden fazlasını alıyorum."

"Babil'deki vali, Melik Moabdar'ın adına, beni öldürmesi için buraya bir adam gönderdi. Bu adam elinde fermanla geldi; ben önceden haber almıştım. Yanında getirdiği dört adamını onun gözü önünde boğdurdum; sonra ona beni öldürürse ne kadar ihsan alacağını sordum. Üç yüz altına kadar çıkabileceğini söyledi. Ona benim emrime girerse çok daha fazlasını kazanacağını söyledim. Şimdi yanımda ve en iyi yardımcılarımdan biridir. Bana güven, sen de onun gibi yap. Melik Moabdar öldürüldükten sonra Babil'de kargaşa çıkalıdan beri burada soygunculuk işleri çok açıldı."

Sadık haykırdı: "Moabdar öldü ha! Ya Melike Astarte ne oldu?" Arbogad "Bilmiyorum," dedi, "Tüm bildiğim, Moabdar aklını kaçırınca öldürmek zorunda kaldılar. Şimdi Babil hırsızla, soyguncuyla doldu; tüm ülke şaşkınlık içinde, soygunculuk için daha iyisi bulunmaz." Sadık "Ama melike nerede, onun ne olduğunu bilen yok mu?" diye umutla sordu. Soyguncu "Hirkanya'daki bir prensten söz ediyorlardı; melike o kargaşada ölmemişse şimdi onun odalığı olmuştur. Ben de bir sürü kadın tutsak aldım, ama hiçbirini yanımda tutmadım. Güzel olanları, kim olduklarına bakmadan, iyi paraya satarım. Ama soyluluk tek başına para etmiyor; çirkin bir kadın melike de olsa alıcı bulamaz. Belki melike Astarte'yi de alıp satmışımdır; kimbilir belki ölmüştür. Senin yerinde olsam onun ne olduğunu merak etmezdim." Böyle diyerek daha çok içmeye başladı ve Sadık ondan daha fazla bilgi alamadı.

Sadık sersemlemiş, ne yapacağını bilemez durumdaydı. Arbogad sürekli içiyor, fıkralar anlatıyor ve dünyanın en mutlu adamı olduğunu söyleyerek Sadık'ın da kendisine katılmasını istiyordu. Sonra şarabın etkisiyle gevşedi ve uyumaya gitti. Sadık'ın heyecanı bütün gece sürdü. "Demek melik delirdi ve öldürüldü! Ona acımaktan kendimi alamıyorum. Ülke parçalanmak üzere ve bu soyguncu mutlu olabiliyor. Ey yazgı! Bir haydut mutluyken doğanın başyapıtı bir kadın ya çok kötü bir biçimde öldü, ya da şu anda ölümden beter bir yerde yaşıyor. Ey Astarte! Sen neredesin?"

Sabah olunca Sadık kalede rasladığı herkese sordu; ama herkesin çok işi vardı, kimse ona yanıt vermedi. Gece yeni bir soygun yapılmıştı, ganimetler paylaşılıyordu. Bu kargaşada yapabildiği tek şey gitmek için izin koparmak oldu. Vakit yitirmeden ve üzgün bir yürekle oradan ayrıldı.

Sadık bir yandan yol alıyor, bir yandan da talihsiz Astarte, Babil Meliki, arkadaşı Kadir, mutlu soyguncu Arbogad veya Mısır'da Babilli askerlerin kaçırdığı kaprisli kadın, kısacası tüm talihsizlikleri aklından geçiyordu.

 

 

 



BALIKÇI

 

Arbogad'ın kalesinden birkaç fersah ötede küçük bir ırmağın kıyısına geldiğinde hâlâ yazgısına üzülüyordu. Kıyıda uzanmış bir balıkçı gördü; yorgun elleriyle bir ağı tutarken göklere haykırıyordu.



"İnsanların en mutsuzu benim. Herkesin bildiği gibi, Babil'de en tanınmış peynir yapımcısı bendim, sonra işlerim bozuldu. Benim gibilerin bulabileceği en güzel kadına sahiptim, ama beni aldattı. Bir evim vardı, onu yağma edip yıktılar. Şimdi bir kulübeye sığındım, balıkçılık yapıyorum, ama hiç balık tutamadım. Ey ağ! artık seni değil, kendimi suya atacağım." Böyle diyen balıkçı yaşamdan bıkmış bir adam gibi kalkıp suya yürüdü.

Sadık düşündü: "Demek ki benden daha mutsuz insanlar da varmış." Bu düşünceyle adamı kurtarmak için koşup onu durdurdu. İçten bir ilgiyle onun dertlerini dinledi. Yalnız olmadıkları zaman insanların daha az mutsuz oldukları söylenir. Zerdüşt'e göre bu, arabozuculuktan değil, gereksinimden kaynaklanır. Böyle durumdaki insanlar mutsuz birine kardeş gibi sarılır. Mutlu bir insanın sevinci aşağılama gibidir; iki mutsuz, fırtınada zayıf iki ağaç gibi, birbirlerine dayandıkça daha güçlü olurlar.

Sadık ona "Kendinizi niye koyveriyorsunuz?" diye sorunca balıkçı yanıtladı: "Çünkü bir çare bulamıyorum. Babil'de Derlbak köyünün en saygıdeğer adamıydım; karımın da yardımıyla en güzel peynirleri yapıyordum. Melike Astarte ve Başvezir Sadık peynirlerimi çok beğenirlerdi; en son onlara altı yüz kalıp peynir göndermiştim. Bir gün paramı almak için Babil'e gittim; melike ile Sadık'ın ortadan kaybolduğunu söylediler. Efendi Sadık'ın evine koştum, melikin askerleri, ellerinde onun fermanıyla, evi yasal bir biçimde yağmalıyorlardı. Oradan melikenin mutfağına gittim; uşakların bir bölümü öldüğünü, bir bölümü tutuklu olduğunu, diğerleri de kaçtığını söylüyorlardı. Ama tümü de peynirlerimin parasını ödemeyeceklerini söylediler. Karımla birlikte, müşterilerimden Efendi Orcan'ın köşküne gittik; ondan bize yardımcı olmasını istedik. O karımı elimden aldı, beni kovdu. Karım en nefis peynirlerden daha beyazdı; yanakları Sur kumaşından daha parlak kırmızıydı. Karıma mektup yazıp Orcan'ın evine gönderdim. Haberciye demiş ki: "Ah evet, bu mektubu yazan adamdan bana söz etmişlerdi; iyi peynir yaparmış; peynir getirirse alın ve parasını ödeyin."

"Üzüntü içinde mahkemeye başvurmak istedim. Altı altınım kalmıştı; ikisini danıştığım avukata, ikisini davaya bakan yargıca, kalan ikisini de mahkeme yazmanına vermek zorunda kaldım. Mahkeme daha başlamadan karımdan ve peynirlerin değerinden daha fazlasını harcamıştım. Köyüme dönüp evimi satayım da karımı kurtarayım dedim."

"Evim altmış altın ederdi; ama beş parasız ve acelem olduğunu gördüler. Birinci müşteri otuz, ikincisi yirmi ve üçüncüsü de on altın önerdiler. O kadar çaresizdim, tam kabul edecektim ki o sırada Hirkanya'dan bir prens Babil üzerine yürüdü ve yolundaki her şeyi yakıp yıktı. Evimi önce talan edip sonra yaktılar."

"Böylece paramı, karımı ve evimi yitirdikten sonra bu gördüğün yere geldim ve balıkçılık yaparak yaşamaya uğraştım. Ama insanlar gibi balıklar da benimle alay ediyorlar; hiçbir şey tutamıyorum; açlıktan ölmek üzereyim. Sen dert ortağım yabancı efendi, sen olmasaydın ölmek üzereydim."

Balıkçı başından geçenleri böyle bir çırpıda anlatmadı; çünkü Sadık ikide bir onun sözünü kesiyor, "Peki melikeye ne oldu? Onun ne olduğunu biliyor musun?" diye soruyordu. "Hayır, efendim. Yalnızca melike ve Sadık'ın peynirlerimin parasını ödemediklerini, karımı elimden aldıklarını ve umudum kalmadığını biliyorum." Sadık: "Belki de paranın bir kısmını geri alırsın. Bu Sadık denen adamın dürüst olduğunu duymuştum. Eğer tahminim doğru çıkar da Babil'e geri dönerse size borcunu fazlasıyla ödeyecektir. Pek namuslu olmadığı anlaşılan karınıza gelince, onu yeniden kazanmaya çalışmayın. Bana güvenip Babil'e geri dönün. Ben atlı ve siz yayan olduğunuza göre, sizden daha önce orada olurum. Tanınmış bir ailenin oğlu olan Kadir'i bulun; ona arkadaşını gördüğünüzü söyleyin ve beni onun evinde bekleyin. Haydi bakalım; talihiniz hep böyle gitmeyecek." Sonra gökyüzüne dönüp sözünü sürdürdü:


Yüklə 421,15 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə