Fransızca'dan çeviren: Bekir Karaoğlu



Yüklə 421,15 Kb.
səhifə4/9
tarix18.06.2018
ölçüsü421,15 Kb.
#49746
1   2   3   4   5   6   7   8   9

"Ey her şeye gücü yeten Orosmade! Bu adamı avutmak için beni buldun. Ya beni avutmak için kimi göndereceksin?" Sonra Arabistan'dan getirdiği paranın yarısını balıkçıya verdi. Adam şaşkın ve mutlu, Kadir'in arkadaşının ayaklarını öpüyordu: "Siz bir kurtarıcı meleksiniz."

Bu arada Sadık yine Astarte'den haber alamamış olmanın üzüntüsüyle ağlıyordu. Balıkçı haykırdı: "Siz efendim, bu kadar iyi bir insan, yoksa siz de mutsuz musunuz?" Sadık "Senden yüz kat daha fazla mutsuzum," diye yanıtladı. "Veren bir insan alandan daha mutsuz olur mu?" Sadık: "Senin mutsuzluğun gereksinimden kaynaklanıyor, benimki yüreğimde." Balıkçı: "Yoksa Orcan sizin de mi karınızı aldı?" Bu soru Sadık'a tüm gördüğü kötülükleri anımsattı. Melikenin köpeğinden başlayarak, başından geçenleri balıkçıya anlattı. Ona "Orcan Tanrı'nın cezasını fazlasıyla hak etti," dedi, "Ama nedense bu tür adamlara yazgı yardım ediyor. Her neyse, sen Kadir'in evine git, beni bekle." Bunun üzerine ayrıldılar; balıkçı talihine şükrederek yürüdü; Sadık yazgısından yakınarak atını koşturdu.

 

 



 

BASİLİKOS (4)

 

Sadık yeşilliklerle dolu bir otlağa geldiğinde birçok kadının dikkatle yerde bir şeyler aradığını gördü. İçlerinden birine yaklaşıp onlara yardımcı olup olamayacağını sordu. Suriyeli kadın ona "Sakın ha! aradığımız şeye ancak bir kadın eli değebilir," dedi. Sadık "Ne tuhaf? Yalnızca kadınların dokunabildiği bu şey nedir?" diye sordu. Kadın "Basilikos yılanı" dedi. "Onu niçin arıyorsunuz?" Kadın: "Şu ırmak kıyısında gördüğün kalenin beyi ve bizim efendimiz Ogul hastalandı. Hekim gülsuyunda pişirilmiş basilikos eti yemesini istiyor. Bu az raslanan yılan yalnızca kadınların kendisini tutmasına izin verdiği için, efendimiz Ogul hangimiz bulursa onunla evleneceğini duyurdu. Şimdi lütfen beni bırakın, yoksa diğer kadınlar benden önce onu bulabilir."



Suriyeli kadınlar aramayı sürdürürken Sadık uzaklaştı. Biraz ötedeki dere kıyısından geçerken yerde uzanmış, ama bir şey aramayan bir kadın gördü. Uzun boylu ve yüzü tülle örtülüydü. Kadın dere kıyısında bir yandan içini çekiyor, bir yandan da elindeki çubukla kumda bir şeyler çiziyordu. Sadık kadının ne çizdiğini merak edip yaklaştı; S ve A harfleri çizilmişti. Sonra D harfi yazıldığını gören Sadık heyecanlandı. Daha sonra kendi adını kuma yazılmış görünce çok şaşırdı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra "Ey saygıdeğer bayan," dedi, "bu talihsiz yolcuya söyler misiniz, o güzel elinizle niçin SADIK adını yazdınız?" Bu sesi duyan kadın bir çığlık atıp yüzündeki tülü açtı ve Sadık'ın kollarında bayıldı. Bu kadın Sadık'ın sevgilisi ve Babil Melikesi Astarte idi. Genç adam bir süre hiç konuşamadı; sonra sevgilisinin gözlerini açıp kendisine baktığını görünce "Ey her şeye gücü yeten tanrılar!" diye haykırdı, "Bana Astartemi burada ve bu durumda geri veriyor musunuz?" diyerek yerlere kapandı ve Astarte'nin ayaklarını öpmeye başladı. Babil melikesi onu yerden kaldırdı; yanına oturttu. Bir yandan da gözlerinin dinmeyen yaşını siliyordu. Sadık'a başından geçenleri sordu. İkisi de yüreklerinin fırtınasını biraz dindirdikten sonra genç adam, bu dere kıyısına gelinceye kadar başından ne geçtiyse anlattı. "Fakat, benim talihsiz melikem, siz bu ıssız dere kıyısında, köle giysileri içinde ve basilikos arayan diğer köle kadınlar arasında nasıl bulunuyorsunuz?"

Güzel Astarte "Onlar basilikos ararken ben size neler çektiğimi anlatayım," dedi. "Biliyorsunuz kocam melik sizin insanların en iyisi olmanızdan hoşnut olmadı; bir gece beni zehirleyip sizi de boğmaya karar vermiş. Tanrı'ya şükür, küçük dilsiz uşağım bana haber verdi. Kadir sizi yolcu ettikten sonra gizli bir geçitten benim odama geldi. Beni kaçırıp Orosmade tapınağına götürdü; orada rahip kardeşine teslim etti. Beni büyük bir yontunun altlığının içindeki boşluğa sakladılar. Orada mezarda gibiydim; ama rahip bana gerekli her şeyi sağlıyordu. Gün ağarırken melikin eczacısı saraydaki odama elinde bir kadeh zehirle, bir diğer asker de sizin evinize elinde mavi ipekten bir boğma ipiyle gittiler; ama kimseyi bulamadılar. Kadir, meliki daha iyi kandırabilmek için, saraya gidip ikimizi de ihbar etti. Sizin Hindistan yoluna, benim de Memfis'e kaçtığımı söyledi. Melik peşlerimizden atlılar gönderdi."

"Beni arayan atlılar beni tanımıyorlardı; yüzümü kocamın rızasıyla yalnızca size göstermiştim. Tanımlama üzerine gittikleri Mısır sınırında bana benzeyen, belki benden daha çekici, bir kadına raslamışlar. Onun Babil melikesi olduğundan emin olarak yakalayıp Moabdar'a getirdiler. Melik yanlışlığı görünce küplere bindi; ancak bu kadına yakından bakınca onu beğendi ve kısa sürede avuntu buldu. Adı Missuf olan bu kadının çok kaprisli olduğunu söylediler. Moabdar'ı kendine bağladı ve onunla evlenmesini sağladı. Evlendikten sonra gerçek huyu ortaya çıktı; artık korkusuzca her türlü çılgınlığı yapıyordu. Yaşlı bir adam olan başrahibin kendi önünde raks etmesini buyurdu; adam karşı koyunca ona işkenceler etti. Başseyisten reçelli turta pişirmesini istedi; asker adam ben aşçılık bilmem dediyse de dinletemedi. Pastayı yapıp getirdiğinde, Mussif onu yanık buldu ve başseyisi kovdurdu. Bu göreve kendi cücesini getirdi. Daha sonra başvezirlik makamına çocuk yaşta bir uşağı getirtti. Böylece Babil'i yönetmeye başladı. Halk beni arıyordu. Kıskançlık bunalımına girmeden önce dürüst bir adam olan melik, bu kaprisli kadına duyduğu aşk yüzünden tüm erdemlerini unutmuştu. Kutsal ateş bayramının ilk günü tapınağa geldi. Benim saklandığım yontunun önünde diz çöküp tanrılardan Missuf'a akıl vermelerini diledi. Ben saklandığım yerden sesimi kalınlaştırıp bağırdım: "İyi bir kadını öldürmek isteyip sonra da kötü bir kadınla evlenen zorba bir melikin dileklerini kabul etmiyoruz." Moabdar bu sözleri duyunca korktu ve aklı başından gitti. Benim kehanetime Missuf'un eziyetleri de eklenince kısa sürede delirdi."

"Delilik ona gökten bir ceza gibi gelince, halk bunu bir işaret saydı. Ayaklanmalar başlayınca herkes silaha sarıldı. Uzun bir dönem barış içinde olan Babil'de kanlı bir iç savaş başladı. Beni yontunun içinden çıkarıp karşı topluluğun başına getirdiler. Kadir sizi Babil'e getirmek için Memfis'e gitti. Bu durumu haber alan Hirkanya prensi ordusuyla gelip üçüncü bir topluluk oluşturdu. Melik, çılgın Mısırlı kadının etkisiyle, hazırlıksızca bu güçlerin üzerine yürüdü. Savaşta Moabdar öldürüldü, Missuf kazananların eline düştü. Ben de aynı sıralarda Hirkanya ordusuna yakalandım ve Missuf'la birlikte prensin önüne çıkarıldım. Prensin beni Mısırlı'dan daha güzel bulduğunu söylersem hoşunuza gidebilir; ama beni saraya kapattığını duymaktan hoşnut olmazsınız. Prens önemli bir askeri girişimden sonra bana döneceğini söyledi. Talihime küstüm; Moabdar öldüğüne göre artık Sadık'ın olabilirdim, ama bu barbarın eline düştüm. Duygularım ve konumumun verdiği gururla ona, bana sahip olamayacağını söyledim. Bazı insanlarda doğuştan öyle bir özyapı gücü olurmuş ki bir bakış veya bir sözle karşısındakinin ne kadar aşağılık olduğunu duyumsatırmış. Hirkanyalı beni yanıt vermeye değer bulmayarak harem ağasına, benim küstah ama güzel olduğumu söyledi; ona seferden dönünceye kadar bana iyi bakmalarını, gözde odalık konumunda tutmalarını ve onun tarafından onurlandırılmaya hazır duruma getirmelerini istedi. Ona kendimi öldüreceğimi söyledim; o bana bu sözlere inanmadığını, kimsenin kendini öldürmediğini söyledi ve papağanını kafese kapatan bir adam gibi oradan ayrıldı. Dünyanın en güçlü melikesi, üstelik Sadık'ın sevgilisi için ne zor bir durum!"

Bu sözler üzerine Sadık sevgilisinin ayaklarına kapanıp ağladı. Astarte onu sevgiyle kaldırıp sürdürdü: "Bir barbarın tutsağı ve birlikte kapatıldığım çılgın bir kadının rakibi olmuştum. Missuf bana Mısır'da olanları anlattı. Kendisini kurtaran yabancıyı tanımlarken söz ettiği günün tarihinden, bindiğiniz deveden ve diğer bilgilerden o yabancının siz olduğunuzu anladım. Artık Memfis'e ulaştığınıza inanmıştım; bir yolunu bulup ben de oraya kaçmaya kararlıydım. Mısırlı'ya "Güzel Missuf," dedim, "Siz benden daha alımlısınız, Hirkanya prensini benden daha iyi eğlendirebilirsiniz. Kaçmama yardım edin, bana iyilik ederken bir rakipten kurtulmuş olursunuz." Missuf kabul etti; kaçış planını birlikte yaptık. Yanıma Mısırlı bir hizmetçi kadın katıp gizlice kaçmamı sağladı."

"Arabistan sınırına gelmiştim ki oraların tanınmış soyguncusu Arbogad beni kaçırdı ve tüccarlara sattı; onlar da beni Efendi Ogul'un yaşadığı bu kaleye getirdiler. Ogul beni kim olduğumu bilmeden satın aldı. Bu adam yemekten başka bir şey düşünmeyen biri; dünyaya ziyafet çekmek için geldiğini sanıyor. Aşırı şişmanlığı yüzünden sık sık yüreği tıkanıyor. İyi sindirim yaptığı günlerde yüz vermediği hekimi, aşırı yediği günlerde arıyor. Hekim onu gül suyunda pişmiş basiluikos eti yerse iyileşeceğine inandırdı. Efendi Ogul odalıklarından hangisi ona basilikos getirirse onunla evleneceğini söyledi. Gördüğünüz gibi bu onuru diğer hanımlara bırakmıştım; hele sizi görünce onu bulmaya hiç niyetim yok."

Bunun üzerine Sadık ve Astarte o zamana kadar gizledikleri duygularını, acı çekmiş soylu yüreklerinden gelen sözcüklerle birbirlerine anlattılar; göklerde sevgiyi düzenleyen çemberler bu sözcükleri Venüs'e kadar ulaştırdılar.

Odalık kadınlar Ogul'un kalesine elleri boş döndüler. Sadık Ogul'un yanına çıkıp kendini tanıttı ve şöyle dedi: "Ölümsüz sağlık melekleri sizi kutsasın! Ben hekimim; hastalığınızı duyunca koşup geldim ve yanımda gül suyunda pişmiş basilikos eti getirdim. Sizinle evlenmek istediğimi sanmayın; yalnızca yeni satın aldığınız Babilli odalığı salıvermenizi diliyorum. Eğer sizi iyileştiremezsem, onun yerine ölünceye kadar Büyük Efendi Ogul'un kölesi olmaya razıyım."

Bu öneri kabul edildi. Astarte, onu olup bitenlerden haberdar etmeye söz vererek, Sadık'ın hizmetçisiyle Babil'e doğru yola çıktı. Ayrılmaları buluşmaları kadar duygulu oldu. Büyük Zind kitabında yazıldığı gibi, ayrılıklar ve kavuşmalar yaşamın en önemli iki anıdır. Sadık ant içtiği kadar melikeyi seviyor, melike de söyleyemediği kadar onu seviyordu.

Sadık Ogul'a döndü: "Efendim, basilikos eti doğrudan yenmez; onun iyileştirici etkisi derinizdeki gözeneklerden içeri girmelidir. Onu ince deriden yapılmış şişkin bir tulum içinde saklıyorum; siz bu tulumu bütün gücünüzle defalarca iteceksiniz, ben de onu size geri iteceğim. Bunu yaparsak birkaç gün içinde ilacımın ne kadar güçlü olduğunu göreceksiniz." Ogul çalışmaya koyuldu; ilk gün sonunda o kadar yorulmuştu ki öleceğini sandı. İkinci gün daha az yoruldu ve daha iyi uyuyabildi. Sekiz gün sonunda tüm gücüne ve sağlığına kavuştu, neşesi yerine geldi. Sadık ona gerçeği açıkladı: "Siz top oynadınız ve rejim yaptınız. Bilin ki doğada basilikos yoktur; biraz vücut çalışması ve rejimle insan sağlıklı olabilir. Aşırı zevkleri ve sağlığı birlikte yürütmek yıldızbilimcilerin ve rahiplerin aradığı filozof taşını bulmak kadar olanaksız bir istektir."

Ogul'un kişisel hekimi bu adamın tıp bilimi için ne kadar tehlikeli olduğunu görünce, onu öbür dünyada basilikos aramaya göndermek için efendi Ogul'un eczacısıyla anlaştı. Bu kadar iyilik yaparak cezalandırıldıktan sonra, obur bir efendiyi iyileştirdiği için ölmesi isteniyordu. Onu görkemli bir yemeğe çağırdılar. İkinci tabakta zehirlenecekti; ama birinci tabak sonunda Astarte'den bir haber getirdiler. Sofradan kalktı ve yola çıktı. Büyük Zerdüşt'ün dediği gibi, "Güzel bir kadın sizi severse, bu dünyada belalardan kurtulmak hep olasıdır."

 

 



 

TURNUVA


 

Melike Babil'e vardığında, kötü günler geçirmiş güzel bir prensese yakışır biçimde coşkuyla karşılandı. Kent biraz daha yatışmış görünüyordu. Hirkanya prensi yitirdiği son savaşta öldürülmüştü. Kazanan Babilliler kendilerinin seçeceği bir melikin Astarte ile evlenmesi gerektiğine karar verdiler. Babil kralı ve Astarte'nin kocası olacak kişinin düzenci veya deli biri olmasını istemiyorlardı. En yiğit ve en bilge kişiyi seçmeye ant içtiler. Kent dışında büyük bir arena ve seyirciler için süslü tribünler kuruldu. Yiğitler arenaya silah ve zırhlarını kuşanmış olarak girecekler, adları ve yüzleri saklı kalacaktı. Seyircilerin gerisinde her birinin görünmeden giyinebileceği çadırlar kurulmuştu. Turnuva dört aşamalıydı; önce dört rakibini yenen yiğitler sonra kendi aralarında çarpışacaklar, sona kalan yiğit turnuvanın bu aşamasının galibi olacaktı. Bu kişi dört gün sonra bilginlerin karşısına çıkarak dört bilmeceyi yanıtlayacaktı. Doğru yanıtlayamazsa yitirecek ve turnuva, bir melik seçilinceye kadar, yinelenecekti. Çünkü hem yiğit ve hem de bilge biri olması isteniyordu. Bu süre içinde melike çok sıkı korunacaktı; yüzü örtülü olarak turnuvayı izlemesine izin verilmişti ama, haksızlık olmaması için, adaylarla konuşması yasaktı.

İşte Astarte mektubunda bunları haber veriyor ve sevgilisinin herkesten daha yiğit ve bilge seçilmesi için dua ediyordu. Sadık yola çıktı; Tanrı Venüs'e dua edip bileğine ve aklına güç vermesini diledi. Büyük günden önceki gün Fırat kıyısındaki turnuva yerine geldi. Kurallar gereği yüzünü ve adını gizleyerek, yarışmacılar listesine yazıldı; sonra kurayla verilen çadırına giderek dinlenmeye çekildi. Onu Mısır'da boş yere arayıp Babil'e dönmüş olan arkadaşı Kadir, melikenin gönderdiği zırhı ve en güzel Acem atını onun çadırına yolladı. Sadık bu armağanların Astarte'den geldiğini anladı; sevgisi ve cesareti arttı.

Ertesi gün, Babil'in seçkin bayanları ve efendileri tribünlerde yerlerini aldıktan ve melike bir köşede yüzü örtülü olarak oturduktan sonra atlı yarışmacılar arenaya çıktılar. Her biri armasını başrahibin önüne koydu. Çekilen kurada Sadık sonuncu oldu. Birinci yarışmacı İtobad adında zengin bir soyluydu; büyüklenen, fazla gözüpek olmayan ve akılsız bir adamdı. Uşakları onun gibi bir adamın melik olması gerektiğini söyleyerek aklını çelince, "Benim gibi biri kral olmalı," demeye başlamıştı. İtobad yeşil pırlantalarla işli altından bir zırh giymiş, yeşil kurdelalı bir mızrak taşıyordu. Atını yönetiş biçimine bakılınca, onun Babil krallığına yaraşır biri olmadığı anlaşılıyordu. Karşılaştığı ilk yarışmacı onu bir atılışla atından düşürdü. İkinci rakibi onu atının üzerinde tersine oturttu. İtobad kendini toparladı, ama tüm seyirciler gülmeye başladı. Üçüncü rakibi mızrağını kullanmaya değer bulmayarak, eliyle bacağından yakalayıp yere indirdi; iki yanın uşakları gülerek koştular ve onu ata bindirdiler. Dördüncü yarışmacı bu kez sol bacağından tutup atınca tribünler onu yuhalamaya başladı. Çadırına güçlükle götürülen İtobad bir yandan da düşünüyordu: "Benim gibi biri için ne serüven ama!"

Diğer süvariler tüm güçleriyle çarpıştılar. Bazıları iki rakibini, daha azı üç rakibini yenmeyi başardı. Yalnızca Prens Otame dört rakibini yenmişti. Sonunda Sadık'ın sırası geldi; o da zarif bir biçimde peşpeşe dört rakibini alt etti. Şimdi Otame ile Sadık'ın yenişmesi gerekiyordu. Otame mavi zırh ve sorguç kuşanmıştı, Sadık'ınkiler ise beyazdı. Seyirciler ya mavi ya da beyaz süvariyi tutuyor, ama melike beyazlı süvari için yakarıyordu.

İki yiğit öyle bir kapıştılar, o kadar çevik hamleler yaptılar, mızrak kullandılar ve atlarını yönettiler ki, melike dışında herkes Babil'e iki melik seçilmesini diledi. Sonunda atlar ve mızrak tutan kollar yorulunca Sadık şöyle bir hamle yaptı: Mavi rakibinin arkasından dolanıp onun atının terkisine atladı, rakibini belinden tutarak yere attı ve sonra onun eyerine oturdu. Tribünler coşmuştu: "Yaşasın beyazlı süvari!" Otame kıpkırmızı bir yüzle kalkıp kılıcını çekti; Sadık da atından inip ona uydu. Kıyasıya çarpıştılar; güçlü kollar ve çevik ayaklar birbirini zorladı; sorguçlarının tüyleri havada uçuştu, zırhlarının zincirleri döküldü. Kah sağdan, kah soldan darbeler kafalara veya göğüslere iniyor, biri ilerlerken diğeri geriliyordu, kılıçların çarpışması kıvılcımlar saçıyordu. Sonunda Sadık kafasını toparlayıp aldatmaca bir hamleyle Otame'yi devirdi, kılıcını elinden aldı. Otame haykırdı: "Ey beyazlı yiğit, Babil meliki sen olmalısın." Melike çılgınlar gibi sevindi. Kurallar gereği, mavi ve beyaz süvariler de diğerleri gibi çadırlarına götürüldüler. Dilsiz uşaklar onlara yemekler taşıdılar. Sonra uyumaları için yalnız bırakıldılar. Kazanan yiğit ertesi sabah başrahibin önüne gelip kendisini tanıtacaktı.

Sadık ne kadar âşık olursa olsun yorgunluktan uyuyakaldı. Onun yanındaki çadırda İtobad uyumuyordu. Gece yarısı kalktı ve Sadık'ın çadırına girip beyaz zırhını ve sorgucunu aldı; yerine kendininkileri bıraktı. Gün ağarınca başrahibin önüne gitti ve gururla kendisi gibi birinin kazandığını ilan etti. Bunu kimse beklemiyordu; ama Sadık hâlâ uyurken İtobad'ı galip saydılar. Astarte şaşkın ve üzgün olarak Babil'e döndü. Sadık kalktığında tribünlerde pek az insan kalmıştı; zırhını aradı ama onun yerinde yeşil zırhı buldu. Mecbur kalarak bu zırhı giydi ve arenaya çıktı.

Tribünlerde kalmış az sayıda seyirci onu yuhaladı. Çevresini sarıp alay etmeye başladılar. Hiç kimse onun kadar aşağılanmadı. Sonunda sabrı tükendi, kılıcıyla çevresindeki serserileri dağılmaya zorladı. Ne yapacağını bilemiyordu. Melikeyi göremezdi; onun gönderdiği beyaz zırha sahip çıkamazdı, çünkü bunu yaparsa melikeyi ele verebilirdi. Öfke ve endişeyle Fırat kıyısında geziniyor, yakasını bırakmayan kör talihine yanıyordu; tek gözlüleri beğenmeyen kadından başlayarak yitirdiği zırhına kadar başından geçenlere baktıkça, bu dünyaya mutsuz olmak için geldiğine inanıyordu. "İşte geç kalkmanın sonu budur. Biraz daha az uyusaydım, şimdi Babil Meliki ben olacak ve Astarte'ye kavuşacaktım. Bilim, ahlak ve cesaret yalnızca beni mutsuz etmeye yaradılar." Tanrılara ilenç sözcükleri ağzından çıktı; bu dünyada iyi insanların yazgısının eziyet çekmek, yeşil süvarilerin de hazıra konmak için yaşadıklarına inanmaya başladı. Onu yuhalatan bu yeşil zırhtan nefret ediyordu; oradan geçen bir tüccara onu ucuz fiyata satıp bir giysi ve uzun bir başlık aldı. Bu giyimle bir yandan Fırat kıyısında dolanıyor, bir yandan da tanrıları kötü yazgısından sorumlu tutarak söyleniyordu.

 

ERMİŞ


 

Gezinirken sakalı göbeğine kadar uzanan bir ermiş gördü. Elinde dikkatle okuduğu bir kitap vardı. Sadık durup onun önünde saygıyla eğildi. Ermiş onu o kadar soylu ve anlayışlı bir biçimde selamladı ki Sadık durup onunla konuşmak istedi. Ona okuduğu kitabı sordu. Ermiş "Bu, yazgının kitabıdır. Biraz okumak ister misiniz?" diyerek kitabı Sadık'ın eline verdi. Genç adam birçok dil bilmesine karşın kitaptaki yazıyı çözemeyince merakı daha da arttı. Yaşlı adam ona "Siz çok üzüntülü görünüyorsunuz" dedi. "Yazık, o kadar dertliyim ki," dedi Sadık. Ermiş "Sizinle geleyim; belki yardımım olur. Daha önce üzüntülü insanlara biraz umut verebildim" dedi. Sadık bu adamın konuşmasına, sakalına ve kitabına saygı duydu; onun sözlerinde bir aydınlık gördü. Yaşlı adam yazgıdan, adaletten, ahlaktan, kamu yararından, insanın zayıf oluşundan, erdemler ve kötülüklerden o kadar güzel söz ediyordu ki Sadık ona görünmez bir güçle bağlandığını duyumsadı. Ondan Babil'e kadar birlikte yürümelerini rica etti. Ermiş "Bu nezaketi ben sizden istiyecektim," dedi, "Bana söz verin; önümüzdeki birkaç gün, ben ne yaparsam yapayım, yanımdan ayrılmayacaksınız." Sadık söz verdi ve birlikte yola koyuldular.

İki yolcu akşama doğru görkemli bir konağa vardılar. Ermiş kendisi ve yanındaki arkadaşını konuk etmelerini istedi. Bey oğlu gibi giyinmiş olan kapıcı onları küçümseyerek içeri aldı. Onları karşılayan kahya konağın efendisinin yaşadığı yerleri gezdirdi. Sonra yemeğe çağrıldılar, uzun bir masanın gerisinde oturan ev sahibi onlara bakmaya gönül indirmedi. Ama onlara da diğer konuklar gibi özenle ve bolca hizmet edildi. Sonra, ellerini yıkamaları için onlara zümrüt ve yakut işlemeli altın bir leğen verildi. Yatmaları için güzel bir odaya götürüldüler. Ertesi sabah bir uşak ikisine de birer altın getirdi ve yolcu etti.

Sadık "Bu konağın sahibi iyi bir adama benziyor," dedi, "Gerçi biraz büyüklenmesi varsa da, hizmette kusur etmedi." Bunları söylerken ermişin cüppesinin ceplerinde bir şişkinlik fark etti: Bu cepte dün gece ellerini yıkadıkları altın leğen vardı. Şaşırdı ama bir şey soramadı.

Öğleye doğru ermiş cimri bir zenginin yaşadığı küçük bir evin kapısını çaldı, birkaç saat dinlenmek için izin istedi. Kötü giyimli ve yaşlı bir uşak onları kabaca karşıladı; yaşlı adam ve Sadık'ı bir ahıra götürdü; onlara çürük birkaç zeytin, kuru bir ekmek ve bozuk bira getirdi. Ermiş dünkü kadar neşeyle yedi ve içti. Sonra, bir şey çalmamaları için kendilerini izleyen ve gitmeleri için sıkıştıran yaşlı uşağa sabah verilen iki altını uzattı, gösterdiği konukseverliğe teşekkür etti. "Sizden rica ediyorum, beni efendinizle görüştürün" dedi. Uşak şaşırdı, sonra onları efendisine götürdü. Ermiş zengin adama "Saygıdeğer efendim," dedi, "Bizi karşılamakta gösterdiğiniz soyluluğa karşılık verebilmek ne kadar güç olsa da, şu altın leğeni kabul etmenizi rica ediyorum." Cimri adam şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oldu; ermiş onun toparlanmasını beklemeden genç arkadaşıyla oradan uzaklaştı. Sadık yolda "Baba, neler oluyor?" diye sordu, "Siz bildiğim adamlara hiç benzemiyorsunuz; sizi cömertçe ağırlayan bir efendinin altın leğenini çalıyor, sonra da onu sizi layık olmadığınız bir biçimde karşılayan bir cimriye veriyorsunuz." Ermiş "Oğlum, kendi zenginliğini sergilemek için yabancıları konuk eden o büyüklenen cömert adam insanlığı, bu cimri adam da konuk kabul etmeyi birgün öğreneceklerdir. Hiçbir şeye şaşırmayın ve beni izleyin". Sadık onun deli mi, yoksa bilge mi olduğuna karar veremiyordu; ama yaşlı adam o kadar etkileyici konuşuyordu ki Sadık andını anımsadı ve onu izlemeye koyuldu.

Akşam üzeri sade fakat zevkle tasarlanmış bir eve geldiler. Ev sahibi dünya işlerinden kendini çekmiş, bilgelik ve erdem arayan, buna karşın canı sıkılmayan bir filozoftu. Yabancıları gösterişsiz ama içten bir biçimde konuk ettiği bu evi kendi yapmıştı. Kapıya kendisi gelerek onları karşıladı, dinlenmeleri için rahat bir odaya götürdü. Bir süre sonra yine kendi gelip onları yemeğe çağırdı. Besleyici ve lezzetli bir yemek sırasında konuklarıyla söyleşti, Babil'deki son karışıklıklardan söz etti. Melikeye bağlıydı ve Sadık'ın arenaya çıkıp tacı istemesi gerektiğini düşünüyordu. "Ama insanlar Sadık gibi bir yöneticiye layık değiller," dedi. Sadık kızarıyor ama sesini çıkarmıyordu. Konuşma sonunda bu dünyadaki işlerin her zaman bilge kişilerin dilediği yönde gelişmediğini söyledi. Ermiş ise Tanrı'nın niyetlerini her zaman anlamanın mümkün olmadığını, olayların küçük bir parçasını görerek karar vermenin doğru olmadığını savundu.

Duygulardan söz ettiler. Sadık "Ah onlar, ne yıkımlara yol açıyorlar," deyince ermiş "Duygular geminin yelkenlerini şişiren rüzgâr gibidir," dedi, "Fazla güçlü olunca gemiyi batırırlar, ama onlar olmadan yol almak da olanaksızdır. Örneğin öd kesesi insanı öfkeli ve hasta yapabilir, ama o olmadan yaşayamayız. Bu dünyada her şey hem tehlikeli ve hem de gereklidir."

Sonra zevkten söz edildi; ermiş bunun tanrıların bir armağanı olduğunu kanıtladı. "Çünkü insan kendi başına duygu ve düşünceler oluşturamaz; acı ve zevk, öz varlığı gibi, ona dışardan verilmiştir."

Sadık garip davranışlarına tanık olduğu bu adamın böyle güzel düşünebilmesine hayran kalıyordu. Böylece, hoş ve eğitici bir söyleşiden sonra, ev sahibi onları odalarına götürdü; erdemli ve bilge iki konuk gönderdiği için Tanrı'ya şükretti. Onları incitmeden, soylu ve doğal bir biçimde para vermek istedi. Ermiş bunu kabul etmedi; gün doğmadan önce Babil'de olmaları gerektiğini söyleyerek şimdiden izin istedi. Esenleşmeleri sade oldu; Sadık böyle iyi bir insana saygı ve sevgi duydu.

Odalarına çekildikler ve uyumadan önce yine ev sahibinin iyiliğini birbirlerine övdüler. Gün doğmadan önce yaşlı adam arkadaşını uyandırdı. "Gitmemiz gerek. Herkes uykuda, ama bu adama konukseverliği ve ilgisine layık bir anı bırakmak istiyorum." Bu sözlerden sonra ermiş bir meşale aldı ve evi ateşe verdi. Sadık bağırarak ona engel olmak istedi; fakat yaşlı adam kendinden beklenmeyen bir güçle onu evden dışarı sürükledi. Epey uzaklaştıktan sonra dönüp yanan eve baktılar; ermiş "Tanrı'ya şükür," dedi, "İşte sevgili ev sahibimizin evini yerle bir ettim. Ne mutlu ona!" Bu sözleri duyan Sadık, hem kahkalarla gülmek ve hem de bu bilge ermişi sopalayıp oradan kaçmak isteği duydu. Ama, ermişin etkisi altında olduğundan, sesini çıkarmadan onu izledi.

Son konaklama yeri olarak, iyiliksever ve erdemli bir dul kadının evine geldiler. Bu kadının yaşamda tek umudu olan, on dört yaşında ve iyi huylu bir yeğeni vardı. Kadın onları elinden geldiği kadar iyi ağırladı. Ertesi sabah ayrılma zamanı geldiğinde yeğenine, konuklarını ilerdeki yıkık ve tehlikeli bir köprüye kadar yolcu etmesini istedi. Çocuk önlerine düşüp yardımcı oldu. Köprü üstüne geldiklerinde ermiş çocuğa "Buraya gel, teyzene minnettarlığımı göstermek istiyorum," diyerek onu saçlarından yakaladı ve köprüden aşağı attı. Çocuk ırmakta bir süre çabaladı ama sonunda akıntı onu yuttu. Sadık haykırdı: "Ey kıyıcı ! Ey insanların en kötüsü, bunu niye yaptın?" Ermiş "Bana söz vermiştin, sesini çıkarmayacaktın," dedi. "Ama şunu bilmende yarar var: yazgının evini yaktığı adam yıkıntılar arasında büyük bir define buldu; bu bir. Yazgının suya attığı bu çocuk bir yıl sonra teyzesini öldürecekti; etti iki." Sadık bağırdı: "Bunu sana kim söyledi, barbar? bunu yazgı kitabında okumuş olsan bile, sana kötülük etmemiş olan bu çocuğu ne hakla suda boğarsın?"


Yüklə 421,15 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə