Fransızca'dan çeviren: Bekir Karaoğlu



Yüklə 421,15 Kb.
səhifə5/9
tarix18.06.2018
ölçüsü421,15 Kb.
#49746
1   2   3   4   5   6   7   8   9

Sadık konuşurken birden fark etti: yaşlı adamın sakalı yok olmuş, yüz çizgileri gençleşmişti. Ermiş cüppesi gitmiş, ışık saçan omuzlarında dört kanat belirmişti. Sadık onun ayaklarına kapandı: "Ey tanrıların meleği! Bu zayıf kuluna, tanrısal gücün amaçlarını öğretmek için gökten mi gönderildin?" Melek Jesrad ona "İnsanoğlu bir şey bilmeden değerlendirmek ister. İnsanlar arasında aydınlatılmaya en layık olanı sendin," dedi. Sadık konuşmak için izin istedi: "İçimde yine de bir kuşku var. Bu çocuğu cezalandırmak yerine, onu eğitmek ve erdemli kılmak daha iyi olmaz mıydı?" Jesrad yanıtladı: "Erdemli olsaydı ve yaşasaydı yazgısı, karısı ve çocuğuyla birlikte öldürülmek olacaktı." Sadık: "Ama bu dünyada iyilerin yazgısı hep yıkım ve acı olmak zorunda mı?" diye sordu. Jesrad yanıtladı: "Kötüler her zaman mutsuzdurlar; onları bu dünyadaki bir avuç iyiyi sınamakta kullanırız. Sonunda bir iyiliğe yol açmayan kötülük yoktur." Sadık "Hiç kötülük olmasa, yalnızca iyilik olsaydı?" diye sordu. Jesrad "O zaman bu, başka bir dünya olurdu; olayların gelişimi başka bir tanrısal düzene göre olurdu. Kötülüğün yaklaşamadığı bu yetkin başka düzen ancak Tanrı'nın katında olabilir. Tanrı birbirine benzemeyen milyonlarca dünya yarattı. Bu çeşitlilik onun çok büyük gücünün bir işaretidir. Yeryüzünde birbirine benzeyen iki ağaç yaprağı veya evrenin derinliklerinde benzer iki küre yoktur; şu doğduğun atom küçüklüğündeki dünya, her şeyi yaratanın buyruklarına göre, önceden kararlaştırılan zamanda ve yerde oluştu. İnsanlar bu çocuğun suya düşüşünü, o adamın evinin yanışını nedensiz sanırlar; oysa raslantılara yer yoktur: her şey bir sınama, bir önlem, bir ceza veya bir ödüldür. En talihsiz insan olduğunu sanan o balıkçıyı hatırla. Onun yazgısını değiştirmek için Orosmade seni gönderdi. Ey ölümlü Sadık, tapılması gerekenin işlerini tartışmayı bırak." Sadık "Ama..." diyecek oldu. Tümcesini bitirmeden melek kanatlanıp göğün onuncu katına doğru uçtu. Sadık dizleri üstünde Tanrı'ya yakardı ve inandı. Göklerden meleğin sesi duyuldu: "Babil'e yoluna devam et."

 

 

BİLMECELER



 

Sadık kafasını tam toparlayamadan sersem gibi yürümeyi sürdürdü. Babil'e girdiğinde, bir gün önce arenada dövüşmüş olanlar, bilmeceleri açıklamak ve bilim adamlarının sorularını yanıtlamak üzere sarayın büyük avlusunda toplanmışlardı. Yeşil zırhlı dışında hepsi gelmişti. Sadık kente girdiğinde halk onun çevresine toplandı; onu görenlerin gözleri gülüyor, onun melik olmasını diliyordu. Kıskanç onun geçtiğini görünce sarsıldı ve başını çevirdi. Halk onu yarışma yerine kadar omuzlarda götürdü. Sadık'ın geldiğini öğrenen melike sevinç ve endişenin heyecanını birlikte duydu. Sadık'ın neden zırhsız geldiğini, İtobad'ın neden beyaz zırhı giydiğini merak ediyordu. Sadık'ı gören seyircilerden bir uğultu yükseldi; onu gördükleri için hem şaşırmış, hem de sevinmişlerdi.

Sadık söz aldı: "Diğerleri gibi ben de dövüştüm; ama benim zırhımı burada başka biri giyiyor. Bunu kanıtlamadan önce, benim de bilmeceleri yanıtlamama izin verilmesini diliyorum." Bilim adamları aralarında oyladılar; Sadık'ın erdemi henüz kafalardan silinmemiş olduğundan, katılmasına karar verdiler.

Baş bilgin önce şu bilmeceyi sordu: "Dünyada en uzun ve en kısa, en çabuk ve en yavaş, en dar ve en geniş olan, en az önemsenen ve en çok aranan, o olmadan hiçbir iş yapılamıyan, küçüğü yok eden ve büyüğü canlandıran şey nedir?"

İlk yanıtlaması gereken İtobad bilmecelerden anlamadığını, arenada herkesi yenmiş olmasının yeterli olduğunu söyledi. Diğer yarışmacılar değişik yanıtlar vererek talih, dünya veya ışık olduğunu söylediler. Sadık yanıtın zaman olduğunu söyledi. "Uzundur, çünkü sonsuzluğun ölçüsüdür; kısadır, çünkü tüm tasarılarımıza yetmez; bekleyen için yavaş, mutlu olan için çabuktur; sonsuzluğa kadar geniş ve bir an kadar dardır; insanlar onu önemsemez, ama yitirilen zamanı ararlar; o olmadan iş yapılamaz; kalıcı olmayan eylemleri unutturur, büyük işleri ölümsüz kılar." Bilim adamları Sadık'ın yanıtını doğru buldular.

Sonra şu bilmece soruldu: "Teşekkür etmeden kabul edilen, nasıl olduğu bilinmeden zevk alınan, nerede olduğu bilinmeden başkalarına verilen ve farkında olunmadan yitirilen şey nedir?"

Herkes bir yanıt verdi, ama bunun yaşam olduğunu bir tek Sadık bildi. Sonra, diğer bilmeceleri de kolayca yanıtladı. İtobad her yanıttan sonra, bunun kolay olduğunu, isteseydi kendisinin de yanıtlayabileceğini söylüyordu. Daha sonra bilim adamları adalet, kamu yararı, yönetim sanatı üzerine sorular sordular. Sadık'ın yanıtları en doğru bulundu. Seyirciler "Böyle akıllı bir adamın kötü bir dövüşçü olması ne yazık" diyorlardı.

Sadık "Saygıdeğer efendiler," dedi, "Arenada tüm rakiplerimi yenme onurunu kazanmıştım. Beyaz zırh benimdir. Efendi İtobad ben uyurken onu çaldı; herhalde beyazın yeşilden daha çok kendisine yakıştığını düşünüyordu. Burada herkesin önünde, ben zırhsız ve bir kılıçla, o tüm beyaz zırh ve silahları kuşanmış olarak dövüşelim; yiğit Otame'yi benim yendiğimi kanıtlayayım."

İtobad kendine güvenerek bu öneriyi kabul etti; kendisi zırh ve miğferle korunmuş olduğundan, gömlekli ve yün başlıklı bir yiğidi kolayca yenebileceğini düşünüyordu. Sadık, kendisini heyecanla izleyen melikeyi selamlayarak kılıcını çekti; İtobad kimseyi selamlamadan kılıcını çekti ve korkacak bir şeyi olmayan biri gibi Sadık'ın üzerine yürüdü. Onun kafasını uçurabilecek bir hamle yaptı. Sadık kılıcının kabzasını kaldırıp önünde tutunca İtobad'ın kılıcı parçalandı. Sadık rakibini belinden tutup yere attı ve kılıcını onun boynuna dayadı: "Teslim olun, yoksa sizi öldürürüm." İtobad, onun gibi bir adamın başına gelenlerden hâlâ şaşkın olarak, kabul etti; Sadık'ın zırhını ve silahlarını geri verdi. Sadık beyaz renkli bu görkemli zırhı ve silahları kuşandı; bu giyimle melikenin önüne gelip diz çöktü. Bu arada Kadir zırhın Sadık'ın olduğuna tanıklık etti. Tüm yargıçlar oybirliğiyle onu Babil Meliki ilan ettiler. Astarte sevdiği adamın bunca eziyetten sonra kocası olmaya herkes tarafından layık görülmesinin sevincini tadıyordu. İtobad evine dönüp uşaklarından kendisine yiğit denmesini istedi. Sadık kral oldu ve mutlu yaşadı. Melek Jesrad'ın sözlerini hiç unutmadı. Eşiyle birlikte Tanrı'ya bütün yürekleriyle inandılar. Kaprisli güzel Missuf'un ülkeden gitmesine izin verildi. Sadık, soyguncu Arbogad'ı çağırtarak ona ordusunda yüksek bir komutanlık verdi; iyi bir savaşçı olursa daha yüksek göreve getireceğini, ama soygunculuğu sürdürürse onu astıracağını söyledi.

Arabistan'dan Setok ve güzel Almona'yı çağırttı; Setok'u Babil'deki ticaret işlerinin başına getirdi. Kadir'i sarayda kendisine yakın bir göreve atadı; dünyada gerçek dostu olan tek kral oydu. Küçük dilsizi de unutmadı. Balıkçıya büyük bir ev armağan etti; Orcan'a büyük bir para cezası verdi ve balıkçının karısını geri vermesini buyurdu. Fakat, artık akıllanmış olan balıkçı yalnızca parayı aldı.

Sadık'ın bir gözünün kör olacağını sanan güzel Semira ile onun burnunu kesmek isteyen Azora'nın gözyaşları dinmiyordu. Sadık onlara armağanlar vererek acılarını hafifletti. Kıskanç, öfke ve utancından öldü. Babil barış, şan ve bolluk içindeydi; bu, Babil tarihinde yaşanan en güzel çağ oldu. Çünkü adalet ve sevgiyle yönetiliyordu. Sadık'a şükrediyorlar, Sadık da göklere şükrediyordu.

 

 



(Buradan sonraki bölümler Voltaire'in ölümünden sonraki basımlarda eklenmiştir.)

 

 



 

 

 



DANS

 

Setok'un ticaret işleri için Serendib adasına gitmesi gerekiyordu. Ancak, herkesin balayı diye bildiği evliliğin ilk ayında olduğu için, karısından ayrılmak istemiyordu. Arkadaşı Sadık'tan kendi yerine gitmesini istedi. Sadık "Yazgı yine güzel Astarte ile aramdaki uzaklığı artırıyor. Fakat bu iyi adamı geri çeviremem," diyerek kabul etti. Gözü yaşlı yollara düştü.



Serendib adasında onun olağanüstü biri olduğu anlaşılmakta gecikmedi. Tüccarlar arasındaki tüm anlaşmazlıklarda yargıcı, bilgelerin dostu ve söz dinleyen az sayıda insanın damışmanı oldu. Sultan onun ününü duyup görmek istedi. Sadık'ın değerini kendi gözleriyle gördü, onun aklına inandı ve arkadaşı oldu. Sultanın içtenliği ve ilgisi Sadık'ı korkuttu; Moabdar'ın iyiliklerinin ona neye mal olduğunu unutmamıştı. Ama sultanın ilgisinden kaçamıyordu; çünkü büyük dedesi Sanbusna, dedesi Nabassun ve babası Nusannab olan Serendip Sultanı Nabussan Asya'nın en iyi krallarından biriydi ve onu tanıdıktan sonra sevmemek olası değildi.

Bu iyi sultan hep övgülere boğulur, aldatılır ve dolandırılırdı; hazinesini yağmalayanların en ustası Baş Haznedardı. Sultan bunu biliyordu; ama kaç kez haznedar değiştirdiyse de, gelirleri eşit olmayan iki parçaya bölen, küçük parçayı sultana ve büyüğünü de yöneticilere veren bu alışkanlığı değiştirememişti.

Sultan Nabussan derdini Sadık'a açtı: "Bu kadar iyi şeyler bilen siz, beni aldatmayacak bir haznedar bulmanın yolunu bana gösterin." Sadık "Sevinerek," dedi. "Elleri temiz kalabilecek bir adam seçmenin güvenli bir yolunu biliyorum." Sultan onu kucaklayarak ne yapması gerektiğini sordu. "Haznedarlık görevine istekli olanları toplayın ve dans etmelerini söyleyin. İçlerinde en kıvrak dans edeni bu göreve getirin." Sultan "Benimle şaka mı ediyorsunuz? Hazine yönetecek kişi böyle oyunlarla seçilir mi? Yani, en kıvrak dans eden adam mali konularda en uzman kişi mi olacaktır?" Sadık en uzman olacağını söyleyemem, ama en dürüst adam olacağına eminim," dedi. Sadık o kadar kesinlikle konuşuyordu ki sultan onun maliyeci seçmekte insanüstü bir sezgiye sahip olduğunu sandı. Sadık "Doğaüstü güçleri olduğunu ileri süren kitaplara ve insanlara inanmam. Majesteleri bana güvenip bu testi uygularsa ne kadar basit olduğunu görecektir. Üstelik, gördüğünüzden fazlasını öğreneceksiniz," dedi. Serendib Sultanı Nabussan için bunun basit olduğunu duymak hoştu. Kabul etti ve ertesi günü kente haberciler saldı: haznedarlık görevine istekli olanların ipek birer cüppe giyerek timsah ayının birinci günü sultanın kabul odasına gelmeleri istendi. Altmış dört maliyeci adayı geldi. Kabul odasının yanındaki salonda çalgıcılar yerlerini almışlardı; ancak bu salonun kapısı kilitliydi ve oraya gitmek için loş bir galeriden geçmek gerekiyordu. Bir yol gösterici gelip adayları tek tek çağırdı ve sırayla bu galeriden içeriye gönderdi. Sultan bu galeride hazinesini sergilemişti ve her aday bu geçitte birkaç dakika yalnız kalıyordu. Adayların tümü salonda toplanınca sultan dansın başlama işaretini verdi. Bu kadar yavaş ve zevksiz danseden dansçılar hiç görülmemiştir; herbiri boynu eğik, sırtı kambur ve elleriyle ceplerini tutarak dans ediyordu. Sadık onları gördükçe "Vay hırsızlar," diye söyleniyordu. İçlerinden yalnızca biri başı dik, kolları açık ve bakışları emin olarak kıvrak bir biçimde dans ediyordu. Sadık ona baktıkça "Dürüst adam, dürüst adam," diyordu. Sultan bu iyi dans eden adamı kucakladı ve haznedar ilan etti; diğer adayları da ağır para cezalarına çarptırdı, çünkü herbiri karanlık galeriden geçerken ceplerini doldurmuştu. Sultan altmış dört maliyeciden altmış üçünün hırsız çıkmasından insanlık adına umutsuzlandı. Loş galerinin halk arasındaki adı istek koridoru oldu. İran'da olsaydı bu adamlar kazığa çakılır, diğer bazı ülkelerde ateşte yakılırdı ama tüm bu cezalar kamu giderlerini daha da artırmaktan başka işe yaramazdı. Diğer bazı ülkelerde ise bu maliyecilerin davranışını haklı gösteren akla uygun nedenler bulunur, kıvrak dans eden adam suçlu ilan edilirdi. Serendib'de yalnızca kamu gelirini artırma cezasına çarptırıldılar, çünkü Nabussan hoşgörülü biriydi.

Sultan aynı zamanda iyilik bilen biriydi; Sadık'a hizmeti karşılığında büyük para ödülü verdi. Sadık bu parayı, Babil'e haberciler göndererek Astarte'nin ne olduğunu öğrenmek için harcadı. Haberci gemiye binerken Sadık'ın gözleri doldu, yüreğindeki acı arttı. Sadık sultanın yanına döndü; odada kimsenin bulunmadığını sanarak aşk sözünü etti. Sultan içeri girdi, Sadık'a "Ah aşk! Yüreğimdeki sıkıntıyı nasıl bildiniz? Umarım, nasıl dürüst bir haznedar bulmayı öğrettiyseniz, bana her bakımdan iyi bir kadın bulmayı da öğretirsiniz," dedi. Sadık kendini toparlayarak ona, mali konuda olduğu gibi, zor olmasına karşın gönül işlerinde de yardımcı olmaya söz verdi.

 

MAVİ GÖZLER



 

Sultan bir ara "Beden ve yürek..." diye söze başlayınca Sadık onun sözünü kesti: "Sözünüze akıl ve yürek diye başlamadığınız için size teşekkür ederim. Bu sıralar Babil'de hep bu iki sözcük kullanılıyor. Bu ikisine de sahip olmayan birçok kişinin yazdığı kitaplarda hep akıl ve yürekten söz ediliyor. Fakat, lütfen sözünüzü sürdürün." Nabussan: "Bendeki beden ve yürek sevmek için yaratılmışlar. Bu iki güçten birincisini doyurmak kolay; haremimde birbirinden güzel, sevimli, işveli ve hatta benimle olmaktan zevk duyarmış gibi yapan yüz tane kadın var. Ama yüreğim yalnız; hep Serendib Sultanını sevdiklerini, hiçbirinin Nabussan'a değer vermediğini düşünüyorum. Karılarımın beni aldattıklarını sanmıyorum; ama beni gerçekten seven birini arıyorum. Böyle birini bulsam, tüm hazinemi feda ederdim. Bakalım siz, bunların arasında beni gerçekten seven birini bulabilecek misiniz?"

Sadık ona "Efendim, işi bana bırakın ve güvenin," dedi. Serendib'de bulunabilecek en çirkin kamburlardan otuz üç, en yakışıklı gençlerden otuz üç ve en güzel konuşan budist rahiplerden de otuz üç tanesini seçti. Onlara sultanın kadınlarının odalarına girmekte serbest olduklarını söyledi. Yalnızca kamburların her birine dört bin altın verdi. Kamburlar daha ilk gün mutlu edildiler; yakışıklı gençlerin parası yoktu ama onlar da iki üç gün içinde kazandılar. Budistlerin işi daha zordu; fakat bir ay sonunda buda dinine bağlanan otuz üç kadın bulabildiler. Tüm hücreleri gizli birer delikten gözleyen sultan bu sınavı şaşkınlıkla izledi. Kadınlarından doksan dokuzu gözleri önünde onu aldatmıştı.

Geriye yalnızca çok genç ve haremde yeni olan bir kız kaldı; sultan henüz bu kızla birlikte olmamıştı. Ona bir, iki, üç kambur gönderildi; yirmi bin altına kadar para önerildi ama kız buna yanaşmadı; üstelik, böyle çirkin adamların parayla kendilerini beğendirebileceklerini sanıyor olmalarına güldü. Sonra en yakışıklı iki genç gönderildi; kız sultanı daha yakışıklı bulduğunu söyledi. Daha sonra, birbirinden çok güzel konuşan iki budist gönderildi. Kız bunları geveze buldu. "Yüreğin sesi her şeyden önemlidir," diyordu, "Ben ne kamburun altınına, ne gençlerin yakışıklılığına ve ne de budistlerin güzel sözlerine kanarım. Ben yalnızca Sultan Nabussan'ı seviyorum ve onun beni sevmesini bekleyeceğim."

Falide adındaki bu güzel kızın sözleri sultanı mutluluktan şaşkına çevirdi. Gençliğin çiçeği hiç bu kadar parlak, güzelliğin alımı hiç bu kadar büyüleyici olamazdı; ona yüreğini verdi. Tarih onun iyi diz bükemediği gerçeğini saklayamazdı; ama periler gibi dans edebiliyor, deniz kızları gibi şarkı söylüyordu; yetenek ve erdemlerle donanmıştı.

Nabussan seviyor ve seviliyordu. Fakat kızın gözlerinin mavi oluşu büyük bir üzüntü kaynağı oldu. Çünkü eski bir yasa sultanların mavi gözlü bir kadınla evlenmesini yasaklıyordu. Bu yasa beş bin yıl önce Serendib Sultanı'nın metresine göz koyan başrahip tarafından koyulmuştu. Serendib'in tüm ileri gelenleri sultana gelip sıkıntılarını anlattılar: halk ülkenin son günlerini yaşadığını, büyük bir yıkımın başlarına ineceğini düşünüyordu; sözün kısası Nusannab'ın oğlu Nabussan iki güzel mavi gözü seviyordu. Tüm ülkedeki kamburlar, maliyeciler, budistler ve kahverengi gözlüler yakınmaya başlamışlardı.

Serendib'in kuzeyinde yaşıyan yabanıl boylar bu genel hoşnutsuzluktan yararlanarak Nabussan'ın illerine baskınlar yaptılar. Nabussan halkından parasal destek istedi; devlet gelirlerinin yarısını alan budist rahipler ellerini göğe kaldırıp güzel dualar ettiler, ama kasalarına el atıp sultana yardım etmediler.

Nabussan "Ey sevgili Sadık, beni bu zor durumdan yine kurtaramaz mısın?" diye yalvardı. "Sevinerek," dedi Sadık, "Size rahiplerin tüm parasını getirebilirim. Onların kilise ve evlerinin bulunduğu topraklardaki korumanızı kaldırın, yalnızca kendi yerlerinizi savunun." Nabussan böyle yaptı; budistler gelip sultanın ayaklarına kapanıp kendilerini korumasını dilediler. Sultan ellerini göğe açıp onların topraklarının korunması için güzel dualar etti. Rahipler sonunda para vermeye razı oldular ve sultan savaşı zaferle bitirdi.

Böylece Sadık aklı ve erdemiyle, mutluluk getiren önerileriyle ülkedeki tüm güçlülerin düşmanlığını kazanmış oldu: budistler, maliyeciler, kamburlar ve kahverengi gözlüler onu yok etmeye ant içtiler. Onu Nabussan'ın gözünden düşürmek için çaba harcadılar. Zerdüşt'ün dediği gibi, yapılan iyilikler hep avluda kalır, kuşkular eve girerler. Her gün ayrı bir suçlamayla karşılaşıyordu. Birincisine inanılmaz, ikincisi hafifçe dokunur, üçüncüsü yaralar ve dördüncüsü öldürürdü.

Sadık'ın cesareti kırılmıştı; bu arada arkadaşı Setok'un ticari işlerini bitirmiş olduğundan, kendisi gidip Astarte'den haber almayı düşündü ve adadan ayrılmaya karar verdi. "Serendib'de kalırsam budistler beni kazığa oturturlar; ama nereye gitmeli? Mısır'a gidersem köle olurum, Arabistan'da yakılırım, Babil'de boğazlanırım. Fakat Astarte'nin ne olduğunu bilmem gerekiyor. Gidelim ve yazgı bana daha neler hazırlıyor görelim."

 

Sadık öyküsünden geriye kalan elyazması burada bitiyor. Bu iki bölümün on ikinci bölümden, yani Sadık'ın Suriye'ye varışından önce yer alacağı anlaşılıyor. Onun başından daha birçok şeyler geçtiği kesin. Doğu dillerini okuyabilen bilginlerin bu öyküleri buldukça yeni kuşaklara aktarmalarını dileriz.



 

 

 



SAFDİL

 

Gerçek Bir Öykü



 

P. Quesnel'in elyazmalarından alınmıştır.

 

(L'ingénu, 1767)



 

 

 



Bu roman Milli Eğitim Bakanlığı Klasikler Dizisinde `Safoğlan' adıyla yayımlanmıştı. Bu yeni çeviride "L'ingénu" sözcüğünün karşılığı olarak `Safdil' kullanılmıştır.

 

1.



NOTRE DAME DE LA MONTAGNE MANASTIRI RAHİBİ VE KIZKARDEŞİNİN BİR HURON'LA KARŞILAŞMASI

 

Evvel zaman içinde bir gün, İrlandalı aziz Dunstan bir dağa binip İrlanda'dan yola çıktı, Fransa kıyılarını aşıp Saint-Malo körfezine geldi. Karaya çıkınca bu garip tekneye şükranlarını sundu; dağ da ona selam verip geldiği yoldan İrlanda'ya döndü.



Aziz Dunstan bu bölgede küçük bir manastır kurdu; Notre Dame de la Montagne adını verdiği bu manastır, herkesin bildiği gibi, günümüze kadar bu adı taşıdı.

1689 yılı 15 Temmuz akşamı, manastır rahibi de Kerkabon ve kızkardeşi Matmazel de Kerkabon hava almak için deniz kıyısına çıkmışlardı. Yaşlanmaya yüz tutmuş olan rahip önce kadınlar, sonra da erkek topluluğunca benimsenmiş iyi bir din adamıydı. En beğenilen yanı yemeğe çağrıldıktan sonra yatağına taşınmadan kendi gidebilmesiydi. Din konusunda oldukça bilgiliydi; Aziz Augustin'in yanı sıra Rabelais'nin yapıtlarını da okuyabiliyor; bu nedenle herkes onu seviyordu.

Çok istemesine karşın evlenememiş olan Matmazel de Kerkabon kırkbeş yaşında hâlâ canlılığını koruyordu; iyi huylu, duyarlı, eğlenmekten hoşlanan ve dindar bir kadındı.

Rahip denize bakarak kızkardeşine şöyle diyordu: "Ne yazık! İşte zavallı kardeşimiz ve karısı Madam de Kerkabon bu kıyıdan Hirondelle gemisine binerek Kanada'da göreve gitmişti. Öldürülmemiş olsaydı şimdi yaşamda olurdu."

Matmazel de Kerkabon sordu: "Sizce, bize söyledikleri gibi, yengemizi İroki kızılderilileri yemiş midir? Yenmemiş olsaydı, kesinlikle ülkesine geri dönerdi. Onu hep özleyeceğim; çok iyi bir kadındı. Kardeşimiz de yaşasaydı şimdi büyük bir servetle dönmüş olurdu."

İkisi de bu anılarla duygulanırken, küçük bir geminin Rance Koyu'na girdiğini gördüler: bunlar yiyecek alışverişi için gelen İngilizlerdi. Rahibe ve kızkardeşine selam vermeden karaya atladılar; kızkardeş bu kabalığa üzüldü.

Fakat arkadaşlarının arasından karaya çıkan bir delikanlı böyle yapmadı; matmazelin karşısına gelince, diz bükme göreneğini bilmediğinden, başıyla onu selamladı. Yüzünün güzelliği ve giyimi rahiple kızkardeşinin dikkatini çekti. Başı ve baldırları çıplaktı; ayaklarına sandal giymiş, saçlarını at kuyruğu biçiminde arkadan bağlamıştı. Bir elindeki şişede Barbados suyu, öteki elinde bisküvi ve bardak vardı. Fransızca'yı oldukça iyi konuşabiliyordu. Barbados suyunu Matmazel de Kerkabon ve kardeşine ikram etti; onlarla birlikte içti. Tüm bunları çok doğal, sade ve arkadaşça yaptığı için rahiple kızkardeşi çok hoşnut oldular. Ona yardımcı olabilmek için kim olduğunu ve nereye gittiğini sordular. Genç adam nereye gittiğini bilmediğini, Fransa kıyılarını merak ederek tanımak için yola çıktığını söyledi.

Rahip onun vurgusundan İngiliz olmadığını anlayarak hangi ülkeden olduğunu sordu. Genç adam "Ben Huron'um," dedi.

Matmazel de Kerkabon bu kadar kibar bir Huron görmekten şaşırarak onu akşam yemeğine çağırdı. Genç adam nazlanmadan kabul etti ve birlikte Notre Dame de la Montagne Manastırı'na gittiler.

Kısa ve şişman Matmazel de Kerkabon yolda genç adamı süzmekten kendini alamıyordu; bir ara kardeşine "Bu çocuğun teni zambak ve gül gibi düzgün; bir Huron'un teninin böyle olduğunu bilmiyordum," dedi. Rahip "Haklısınız, kardeşim," diye yanıtladı. Kadın genç adama yol boyunca sorular soruyor, o da hep saygılı bir biçimde yanıtlıyordu.

Manastırda bir Huron olduğu haberi kısa sürede çevreye yayıldı. Kasabanın insanları akşam yemeğine katılabilmek için yarıştılar. Rahip de Saint-Yves ve iyi eğitim görmüş olan güzel kızkardeşi geldiler. Yargıç ve tahsildar eşleriyle geldiler. Yabancı adamı Matmazel de Kerkabon ile Matmazel de Saint-Yves'in arasına oturttular. Herkes ona hayranlıkla bakıyordu, hep bir ağızdan konuşuluyor ve ona sorular soruluyordu. Huronyalı genç tüm bunları tepki göstermeden yanıtlıyordu. Sonunda bu kadar gürültüden bıkarak yumuşak fakat kararlı bir sesle "Sayın konuklar, benim ülkemde sırayla konuşulur; sizi duymamı engellerseniz nasıl yanıt verebilirim?" dedi. Akıl insanları kısa bir süre kendine getirir. Derin bir sessizlik oldu. Sonra, yabancıları sorgulamayı uğraş edinmiş olan yargıç ağzını yarım ayak açarak sordu: "Bayım, adınız nedir?" Huron yanıtladı: "Bana Safdil derler; İngiltere'de bulunduğum sırada da bu adla çağırdılar; çünkü ne düşünüyorsam onu söylerim, içimden geleni yaparım."

Yargıç "Huronya'da doğmuşsunuz, İngiltere'ye niçin gittiniz?" "Beni zorla götürdüler; İngilizlerle yaptığımız zorlu bir savaşta tutsak alındım; İngilizler de bizim kadar yiğit ve dürüst olduklarından bana iki seçenek sundular; ya anne ve babama geri verilecektim, yahut da onlarla İngiltere'ye gidecektim. Ben ikincisini seçtim, çünkü yeni ülkeler görmeyi çok seviyorum."

Yargıç "Fakat bayım, anne ve babanızı böyle kolayca nasıl bırakabildiniz?" Yabancı "Çünkü anne ve babamı hiç tanımadım," dedi. Konuklar duygulandılar, birbirlerine" ne anası var, ne babası" diye fısıldadılar. Matmazel de Kerkabon kardeşine "Biz ona ana babalık ederiz; bu Huronyalı genç çok ilginç biri," dedi. Safdil hem saygılı bir biçimde teşekkür etti, hem de hiçbir şeye gereksinimi olmadığını duyumsattı.

Ciddi yargıç sorgulamayı sürdürdü: "Bay Safdil, görüyorum ki bir Huron olarak çok güzel Fransızca konuşuyorsunuz." Genç adam yanıtladı: "Ben küçükken Huron'da bir Fransız tutsak alınmıştı; onunla arkadaş olduk, bana kendi dilini öğretti. Öğrenmek istediğim bir şeyi kolay öğrenirim. Kendimi anlatacak duruma gelir gelmez ülkenizi görme isteğine kapıldım. Fransızları, fazla soru sormadıkları sürece, çok seviyorum."

Bu küçük uyarıya karşın Rahip de Saint-Yves ona bildiği üç dil olan Huronca, Fransızca ve İngilizce'den hangisini daha çok beğendiğini sordu. Safdil "Hiç kuşkusuz, Huronca," dedi. Matmazel de Kerkabon haykırdı: "Nasıl olur? Brötonca'dan sonra dünyanın en güzel dilinin Fransızca olduğunu sanıyordum."

Bunun üzerine Safdil'den Huronca sözcük öğrenme yarışı başladı: Huroncada tütüne taya, yemeğe essenten denildiği öğrenildi. Matmazel de Kerkabon sevişmenin karşılığını sorunca genç adam trovander dedi ve bu sözcüğün en az İngilizce ve Fransızcadaki sözcükler kadar güzel olduğunu söyledi. Konuklar trovander sözcüğünün güzel olduğunda birleştiler. (5)

Rahibin kitaplığında meşhur misyoner papaz Sagard-Theodat'nın armağanı olan bir Huronca dilbilgisi kitabı vardı. Masadan kalkıp onu getirdi. Kitabın yardımıyla Safdil'in gerçek bir Huron olduğu kabul edildi. Dillerin çokluğu tartışıldı ve Babil Kulesi olayı (6) olmasaydı tüm dünyanın Fransızca konuşur olacağında birleşildi.


Yüklə 421,15 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə