Fransızca'dan çeviren: Bekir Karaoğlu



Yüklə 421,15 Kb.
səhifə7/9
tarix18.06.2018
ölçüsü421,15 Kb.
#49746
1   2   3   4   5   6   7   8   9

 

 



 

7.

SAFDİL İNGİLİZLERİ GERİ PÜSKÜRTÜYOR



 

Derin bir üzüntüye kapılan Safdil omzunda tüfeği ve belinde av bıçağıyla deniz kıyısında gezmeye çıktı. Bir yandan gördüğü kuşlara ateş ediyor, bir yandan da kendini vurmayı aklından geçiriyordu. Fakat, yaşamı ve özellikle Matmazel de Saint-Yves'i çok seviyordu. Bazen amcası, halası ve tüm Aşağı Brötanya'ya ileniyor, bazen da sevdiği kızı tanımasına neden oldukları için onlara dua ediyordu. Gidip manastırı yakmayı düşünüyor, ancak sevgilisini tehlikeye atacağını düşünerek vazgeçiyordu. Manş Denizi'nin dalgaları onun yüreğindeki bu çalkantılardan daha az ürperticiydi.

Böyle yürürken bir trampet sesi işitti. Uzakta bir öbek insan denize doğru koşuyor, diğer bir öbek de kaçıyordu. Her yerden çığlık sesleri yükseliyordu.

Safdil merak ederek çığlıkların geldiği yere koştu. Rahibin verdiği şölende tanıştığı milis komutanı onu görünce kollarını açıp karşıladı: "Ah, Safdil bu! o da bizimle savaşacaktır." Korkudan titreyen milis askerleri de hep bir ağızdan "Safdil geldi! Safdil geldi!" diye bağırmaya koyuldular.

Safdil "Baylar, ne oluyor? Niçin bu kadar telaş içindesiniz? Sevgililerinizi manastıra mı kapattılar?" diye sordu. Yüz kişi birden "İngilizler karaya çıkıyor!" diye haykırdılar. Safdil "Bunda ne var? Onlar iyi insanlar; beni çömez yapmaya veya sevgilimi elimden almaya kalkışmadılar," dedi.

Komutan ona İngilizlerin Montagne Manastırı'nı yağmalamak, amcasının şaraplarını içmek veya Matmazel de Saint-Yves'i kaçırmak için geldiklerini anlattı; onu ilk kez getiren küçük gemi aslında bir keşif gemisiydi. İngilizler hep böyle Fransa kralına savaş ilan etmeden düşmanca eylemlerde bulunurlardı. Safdil "Ah! demek böyle," dedi, "O zaman onlarla konuşurum; İngiliz dilini iyi bilirim, onların böyle kötü bir niyetleri olduğunu sanmıyorum."

Bu konuşmalar sırasında İngiliz filosu kıyıya yanaşmıştı. Genç Huronyalı hemen bir kayığa binip denize açıldı; filo komutanının gemisine çıkıp ona, gerçekten de savaş ilan etmeden ülkeyi talan edip etmeyeceğini sordu. Amiral ve yanındakiler kahkahalar atıp gülmeye başladılar; sonra ona viski ikram edip gönderdiler.

Bu davranışa kızan Safdil artık eski dostlarına karşı ve yeni akrabalarının yanında savaşması gerektiğini anladı. Çevredeki tüm köylerden yardım geliyordu; ellerinde birkaç top vardı. Safdil onlara katıldı; topların başına geçip birer birer ateşledi. İngilizler karaya çıkmaya başlayınca koşup saldırdı; içlerinden üçünü öldürdü; kendisiyle alay eden amirali de yaraladı. Onun bu yiğitliği diğerlerine de cesaret verdi; kısa süre içinde İngilizler gemilere binip uzaklaştılar. Kıyıdakiler bu zaferi "Yaşasın kral! yaşasın Safdil!" naralarıyla kutladılar. Herkes onu kucaklıyor, aldığı ufak yaraların kanını silmeye çalışıyordu. Safdil içinden "Ah, Matmazel de Saint-Yves burada olsaydı, yaralarımı sarardı," diyordu.

Bu çatışma sırasında evinin mahzeninde saklanmış olan yargıç gelip diğerleri gibi onu kutladı. Fakat, Safdil'in bundan sonraki sözlerini işitince çok şaşırdı: "Dostlarım, Montagne Manastırı'nı kurtardık, ama bu bir şey değil; şimdi suçsuz bir kızı kurtaracağız." Bu sözler kalabalıktaki tüm gençlerin kanını kaynattı; herkes onun peşinden manastıra doğru yola koyuldu. Eğer yargıç garnizon komutanına haber gönderip de onları durdurmasaydı, Safdil dediğini yapabilecekti. Ancak, kalabalık dağıtıldı; Safdil'i amca ve teyzesinin yanına getirdiler.

Rahip ve kızkardeşi gözyaşları içinde onunla konuştular: "Görüyorum ki siz çömez veya rahip olamayacaksınız, sevgili yeğenim; belki de yüzbaşı kardeşim gibi bir subay olacaksınız." Matmazel de Kerkabon da ağlayarak "Siz de babanız gibi savaşta öleceksiniz; ne olur, çömez olmayı kabul edin," diye yalvardı.

Safdil çatışma sırasında yerde, belki de İngiliz amiralin düşürdüğü para dolu bir kese bulmuştu. Bu keseyle tüm Aşağı Brötanya'yı satın alabileceğini ve Matmazel de Saint-Yves'i büyük bir hanım yapabileceğini biliyordu. O sırada herkes ona, Versailles'a gidip kraldan bu kahramanlığının ödülünü almasını söylüyordu. Milis komutanları ona yazılı belgeler verdiler. Amca ve halası da bu yolculuğu onayladılar; kralın huzuruna kolayca kabul edilirdi ve bu, onun kasabadaki saygınlığını artırırdı. Safdil kendi kendine "Kralı görürsem ona Matmazel de Saint-Yves'le evlenmek istediğimi söylerim; o beni reddetmez," diyordu. Bunun üzerine tüm kasabanın alkışları, teyzesinin gözyaşları ve güzel Saint-Yves'in dualarıyla yola çıktı.

 

8.



SAFDİL'İN PROTESTANLARLA KARŞILAŞMASI

 

O çağda başka yol olmadığından Safdil Saumur'e giden posta Arabasına bindi. Saumur'e vardığında kentin hemen hemen boşalmış olduğunu, birçok ailenin eşyalarıyla birlikte ayrıldığını gördü. Ona söylendiğine göre, altı yıl önce kentte on beş bin insan yaşarken, bugün altı bin kişi kaldığını söylediler. Kaldığı otelde akşam yemeği sırasında bu konuyu açmadan edemedi. Masada birçok Protestan vardı; bir kısmı sızlanıp duruyor, bir kısmı öfkeden titriyor, diğerleri de ağlayarak şu sözleri söylüyorlardı: Nos dulcia linquimus arva, nos patriam fugimus. Latince bilmeyen Safdil bu sözlerin anlamını sorunca yanıtladılar: Sevimli kırlarımızı bırakıyoruz, yurdumuzdan kaçıyoruz.



"Peki niçin ülkenizi terk ediyorsunuz?" diye sordu Safdil. Protestanlar "Çünkü Papa'yı tanımamızı istiyorlar," dediler. Safdil "Onu tanımayı neden istemiyorsunuz, sizin de evlenmek istediğiniz analığınız yok mu? Çünkü bu konuda onun çok anlayışlı olduğunu söylediler," dedi. Protestanlar "Bayım, bu Papa kralların mülkünün sahibinin kendisi olduğunu söylüyor," dediler. Safdil "Sizin işiniz nedir?" diye sorunca "Biz kumaş ve iplik yaparız," dediler. Safdil "Papa kumaş ve ipliklerin sahibiyim deseydi, karşı çıkmakta haklı olurdunuz; ama bırakın da krallar buna karşı çıksın, siz ne karışıyorsunuz?" dedi. O sırada karalar giyinmiş bir adam söz aldı ve kalabalığın sorunlarını dile getirdi. Nantes fermanının kaldırılışını (8), elli bin ailenin göçe zorlanışını, diğer elli bin ailenin zorla katolik yapılışını öyle bir heyecanla anlattı ki Safdil'in gözlerinden yaşlar geldi: "Gücü Huronlara kadar uzanan bu büyük kral kendisini seven bu kadar yüreği, kendisine hizmet edecek bu kadar eli nasıl geri çevirebilir?" diye sordu.

Kara giysili adam yanıtladı: "Çünkü, diğer tüm iyi krallar gibi, onu da aldattılar. Onu, söyleyeceği bir söz üzerine herkesin kendisi gibi düşüneceğine ve dinini değiştireceğine inandırdılar. Yalnızca bir anda beş altı yüzbin insanı yitirmekle kalmadı, düşman da kazandı; kendi saflarında savaşabilecek bu Fransızları şimdi İngiltere kralı William Fransa'ya karşı hazırlıyor.

"Bu yıkımın asıl üzücü yanı, Kral XIV. Louis'nin uğruna halkının bir bölümünü feda ettiği Papa'nın kendisinin can düşmanı olmasıdır. Yıllardır aralarında çatışma eksik olmuyor. Bu çatışma öyle bir noktaya gelmişti ki Fransız halkı sonunda ülkeyi haraca kesen ve boyunduruğu altına alan bu yabancıdan kurtulmayı düşünmekteydi. Bu büyük kralı hem ülke çıkarları ve hem de gücünün erimi konusunda yanılttılar ve ülkesini seven yüreğini halkın gözünden düşürdüler."

Daha da üzülen Safdil Huronların da çok sevdiği bu kralı aldatan Fransızların kim olduğunu sordu. "Bunlar cizvitlerdir; özellikle kralın özel rahibi Peder La Chaise. Tanrı'nın bir gün onları cezalandıracağını ve bizim kovulduğumuz gibi onların da kovulacağını umuyoruz. Savaş bakanı Mons de Louvois üzerimize cizvitleri ve askerleri yolluyor."

Artık kendini tutamayan Safdil şöyle dedi: "Baylar, ben hizmet ödülü almak için Versailles'a gidiyorum. Orada bu Mons de Louvois'yla konuşurum. Kralı da göreceğim; ona gerçeği anlattığımda doğruyu göreceğinden eminim. Yakında Matmazel de Saint-Yves'le evlenmek için geri döneceğim, sizleri de düğünüme çağırıyorum." O zaman bu iyi insanlar onu, gizli yolculuk yapan önemli bir devlet adamı sandılar; bazıları da kralın soytarısı olduğunu ileri sürdüler.

Masada oturanlar arasında Peder La Chaise'in casuslarından bir cizvit papazı vardı. Bu adamın raporları önce Peder La Chaise'e, sonra da Mons de Louvois'ya gidiyordu. Casusun yazdığı mektup Safdil'le aynı gün Versailles'a ulaştı.

 

 

 



9.

SAFDİL'İN VERSAILLES'A GELİŞİ VE

HUZURA KABULÜ

 

Safdil'in bindiği posta Arabası onu sarayın mutfak yanındaki kapısı önünde bıraktı. Kapı önündeki bir öbek adama kralı ne zaman görebileceğini sordu. Adamlar, İngiliz amiralin yaptığı gibi, kahkahalarla gülmeye başladılar. Tepesi atan Safdil onları pataklamak isteyince onlar da karşılık verdiler. Ortalık kan gölüne dönmek üzereydi ki oradan geçen Bröton asıllı bir saray korumanı onları ayırdı. Safdil ona sordu: "Bayım, siz iyi bir adama benziyorsunuz; ben Notre Dame de la Montagne Manastırı rahibinin yeğeniyim; İngilizlere karşı savaştım; kralı görmeye geldim, lütfen beni onun yanına götürün." Saray göreneklerini bilmeyen bu yiğidin kendi köyünden olmasından çok mutlu olan koruman ona, kralla her gelenin konuşamayacağını, Mons de Louvois'nın onu krala sunması gerektiğini söyledi. Safdil "Öyleyse beni Mons de Louvois'ya götürün," deyince "Bu çok daha zor; sizi önce bakan yazmanı Bay Alexandre'a götüreyim, bakanın kendisiyle konuşmuş gibi olursunuz," dedi.



Fakat yazmanı göremediler; Bay Alexandre bir bayanla görüşüyordu ve rahatsız edilmemesi için kesin buyruğu vardı. Koruman "Öyleyse Bay Alexandre'ın yazmanına gidelim; bakan yazmanıyla görüşmüş gibi olursunuz," dedi. Safdil korumanın peşinden bir odaya girdi ve orada yarım saat beklediler. Kendi kendine söyleniyordu: "Ne biçim yer burası? Burada herkes görünmez olmuş sanki. Aşağı Brötanya'da İngilizlerle savaşmak Versailles'da birini görebilmekten daha kolaymış." Bu arada köylüsüne gönül derdini anlatıyordu, ama o arada çalan saat korumana görevini anımsattı. Ertesi gün buluşmaya söz vererek ayrıldılar. Safdil odada Matmazel de Saint-Yves'i düşleyerek yarım saat daha bekledi.

Sonunda yazmanın yazmanı göründü. Safdil ona "Bayım, sizi beklediğim kadar İngilizleri bekleseydim, Aşağı Brötanya'yı rahatlıkla talan ederlerdi," dedi. Bu sözler yazmanın ilgisini çekti, "Ne istiyorsunuz?" diye sordu. Safdil "Ödülümü istiyorum, işte kanıtlarım," diyerek belgeleri çıkardı. Yazman bunları inceledikten sonra herhalde ona bir teğmenlik rütbesi satın alabileceğini söyledi. Safdil şaşırdı: "Nasıl? İngilizleri kovduğum için para mı ödeyeceğim? Benimle alay mı ediyorsunuz? Bana karşılıksız bir süvari bölüğü verin. Ayrıca, kralın Matmazel de Saint-Yves'i manastırdan çıkarmasını ve benimle evlendirmesini istiyorum. Krala elli bin aile kazandırmak için konuşmak istiyorum. Kısacası, yararlı olmak istiyorum; benden yararlanın ve önümü açın."

Yazman "Böyle yüksek sesle konuşan beyefendi, siz kimsiniz?" dedi. Safdil "Oh! oh! belgelerimi okumadınız demek! Adım Herkül de Kerkabon; vaftizliyim ve Mavi Kadran Oteli'nde kalıyorum; sizi krala şikâyet edeceğim," dedi. Yazman onun aklının yerinde olmadığını düşünerek fazla aldırış etmeden gönderdi.

Aynı gün, kralın özel rahibi Peder La Chaise casusun mektubunu almıştı; bu mektupta Brötanyalı Kerkabon'un Protestanları savunduğu ve cizvitleri suçladığı yazılıydı. Bunun yanı sıra, Aşağı Brötanya yargıcı da Mons de Louvois'ya gönderdiği mektupta Safdil'in manastırları yakıp genç kızları kaçırmak isteyen bir serseri olduğunu bildiriyordu.

Safdil can sıkıntısı içinde Versailles'ın bahçelerinde bir süre gezindikten sonra otele döndü. Ertesi gün kralı göreceği, bir süvari bölüğüne komuta edeceği, Protestanlara eziyet edilmesini durduracağı ve Matmazel de Saint-Yves'le evlenebileceği umuduyla uykuya daldı. Sabaha doğru jandarmalar odasına girip onu uyandırdılar. Tüfeğini, kılıcını ve cebindeki parasını aldıktan sonra, bir arabaya bindirip Kral V. Charles'ın yaptırdığı konforlu şatoya (9) götürdüler.

Safdil'in şaşkınlığını anlatmak zordur. Önce bunun bir düş olduğunu sandı. Sonra birden öfkelenip jandarmalardan ikisinin boğazına sarıldı ve ona engel olmak isteyen bir üçüncüsüyle birlikte arabadan aşağı attı. Diğerleri üzerine çullanıp onu bastırdılar ve yeniden arabaya bindirdiler. Safdil bir yandan "İşte İngilizleri Aşağı Brötanya'dan kovmanın karşılığı bu. Ah, güzel Saint-Yves, beni bu durumda görsen ne derdin?" diye sızlanıyordu.

Sonunda tutukevine getirildi ve, bir cenaze gibi, ona ayrılmış olan hücreye kondu. Bu hücrede iki yıldır kalan Gordon adında yaşlı bir tutuklu daha vardı. Jandarmalar ona "İşte sana bir arkadaş," diyerek kapıyı üzerlerine kitlediler. İki tutuklu tüm dünyadan ayrı baş başa kaldılar.

 

10.



SAFDİL'İN BASTILLE'DE BİR JANSENCİYLE (10) KARŞILAŞMASI

 

Bay Gordon yaşlı, fakat canlı ve atak bir adamdı. Yaşamda iki şeyi iyi biliyordu: zorluğa dayanmak ve mutsuzları avutmak. Güleryüzle Safdil'e yaklaşıp onu kucakladı. "Mezarımı paylaşmaya gelen siz; kim olursanız olun, bilin ki düştüğümüz bu cehennem çukurunda sizin acılarınızı dindirmek için kendi acılarımı unutacağım. Bizi buraya getiren tanrısal güce şükredip, sesimizi çıkarmadan acı çekelim ve umudumuzu yitirmeyelim." Bu sözler Safdil'in ruhunda bir ferahlık yarattı ve şaşkın gözlerini bu yabancıya çevirdi.



Bu güzel sözlerden sonra Gordon, sözünün tatlılığı ve iki talihsizin birbirine duyduğu ilgiyle, onu zorlamadan yüreğini açarak içindeki yükü hafifletmesi için güven verdi. Fakat dinledikten sonra onun dertlerinin kaynağını anlayamadı. Şöyle dedi: "Sizi Ontario'dan İngiltere'ye, sonra da Fransa'ya gönderen, Aşağı Brötanya'da vaftiz ettiren Tanrı'nın bir amacı olmalı. Demek ki kurtuluşunuz için sizi buraya tıktı." Safdil "Vallahi, yazgımı şeytanın çizmiş olabileceği akla daha yatkın geliyor. Amerikadaki kardeşlerim bana bu barbarlığı yapmazlardı. Onlara vahşi diyorlar; ama bu ülkenin insanlarının yanında kibar sayılırlar. Ben de dünyanın öbür ucundan gelip burada bir papazla kapatılmış olmama şaşıyorum. Ayrıca binlerce insanın ölmek için bir ülkeden kalkıp diğerine gitmelerini düşünüyorum ve tüm bunlarda Tanrı'nın bir amacını göremiyorum," dedi.

Onlara bir delikten yemek uzattılar. Konuşma, Tanrı'nın iyiliği ve bu dünyadaki zevklere kapılmama sanatı üzerine sürdü. Yaşlı adam "İki yıldır burada kitaplardan başka bir dostum olmadan yaşamaya çalışıyorum; şimdiye kadar hiç umutsuz olmadım," dedi.

Safdil "Ah, Bay Gordon, sizin de Matmazel de Saint-Yves gibi bir analığınız olsaydı, şimdi umutsuzluktan çıldırırdınız," dedi. Bu arada ağlarken biraz rahatladığını duyumsadı. "Niçin gözyaşları insanı ferahlatıyor? Tam tersi olması gerekmez mi?" diye sordu. İyi yürekli Gordon ona "Oğlum, benliğimizde her şey fizikseldir. Her salgı vücuda yararlıdır, ona yararlı olan ruhumuza da yararlı olur; bizler Tanrı'nın makineleriyiz," dedi.

Her zaman aklını düşüncelere açık tutan Safdil bu sözler üzerine derin düşüncelere daldı. Sonra Gordon'a makinesinin neden iki yıldır kilit altında tutulduğunu sordu. Gordon yanıtladı: "Tanrı'nın lütfuyla jansenci olarak tanındım. Devinimin önderleri Arnauld ve Nicole'le tanıştım; cizvitler bize eziyet ettiler. Bizler Papa'nın da diğer piskoposlardan farkı olmadığına inanıyoruz; bu nedenle, kralın özel rahibi Peder La Chaise, hiçbir yargı yoluna gitmeden, beni tutukevine atmaları için kraldan izin kopardı." Safdil "Ne tuhaf," dedi, `Haksızlığa uğramış kimi gördüysem, hepsi de Papa'nın yüzünden bu durumlara düşmüş. Tanrı'nın lütfuna gelince, bu konuda bir şey bilmiyorum; ama kötü bir durumdayken karşıma sizin gibi başkasının derdiyle ilgilenen acıma duygusu olan birini çıkardığı için Tanrı'ya şükrediyorum."

Böylece konuşmaları her gün biraz daha ilginç ve öğretici olarak sürüp gitti. İki tutuklunun yürekleri birbirine daha çok yakınlaştı. Yaşlı adam çok şey biliyordu, genç olanı da öğrenmeye susamıştı. Bir ay sonunda geometri öğrenmeye başladı. Sonra Gordon ona, o sıralar güncel olan Rohault'nun Fizik kitabını okuttu; Safdil bu kitapta kuşkucu yargılardan fazla bir şey olmadığını gördü.

Sonra Malebranche'ın (11)  Gerçek Arayışı adlı kitabının birinci cildini okudu. Bu kitap onu bir ışık gibi aydınlattı. "Nasıl? İmge ve duyularımız bizi bu kadar yanıltıyorlar mı? Cisimler düşüncelerimizi oluşturmuyor ve onları kendi kendimize de yaratamıyoruz ha!" Fakat ikinci cildi okuyunca bu kadar mutlu olmadı; bir şeyi yıkmanın yapmaktan daha kolay olduğu sonucuna vardı.

Bu kadar genç birinin ancak bilge kişilerden duyabileceği düşünceleri ortaya koyması hocasını çok şaşırttı ve öğrencisine daha çok bağlandı.

Birgün Safdil elindeki kitabı göstererek "Sizin bu Malebranche kitabın yarısını aklıyla, kalan yarısını da düşlem gücü ve önyargılarıyla yazmış," dedi.

Birkaç gün sonra Gordon ona sordu: "İnsanın iç dünyası hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani, düşüncelerimiz, istemimiz, özgürlüğümüz sizce nasıl oluşuyor?" Safdil "Vallahi, bir şey düşünmüyorum," dedi. "Tek bildiğim, biz de yıldızlar ve elementler gibi, tanrısal bir gücün etkisi altındayız; o bizi de, evren denen ve kendi yapıtı olan bu büyük makinede birer dişli çark gibi kullanıyor; özel durumlar için değil, genel yasalar yapıyor. Bu kadarını anlayabiliyorum, diğerleri benim için karanlık bir uçurumdan farksız."

Gordon şaşırdı: "Fakat, oğlum, bu, Tanrı günahın da sahibi demektir!" Safdil "Fakat, sayın peder, sizin tanrısal lütfunuz da Tanrı'yı günahın sahibi yapıyor: bu lütfun verilmediği kişiler elbette günah işleyeceklerdir; bizi günaha teslim eden güç günahın sahibi olmaz mı?" dedi.

Bu saflık yaşlı adamı umutsuzluğa düşürüyordu. Safdil'in sağduyusuyla onu düşürdüğü bu açmazdan kurtulmak için, mantıklı görünen ama hiç anlam taşımayan o kadar çok söz ediyordu ki Safdil ona acıyordu. Elbette bu sorun iyilik ve kötülüğün kaynağı sorunuydu ve zavallı Gordon dağarcığındaki Pandora'nın kutusu, Orosmade'ın yumurtasını delen Arimane, Typhon ile Osiris arasındaki çatışma ve ilk günah öykülerine sığınıyordu. Böylece iki dost karanlık bir gecede birbirlerine kavuşamayan iki kişi gibi koşturuyorlardı. Ama tüm bunların iyi yanı, kendi zavallı yaşamlarını ve yeryüzündeki kötülükleri unutuyor olmalarıydı: herkes acı çekerken kendilerinin yakınmaya hakları yoktu.

Fakat, akşam sessizliği çöktüğünde güzel Saint-Yves'in görüntüsü Safdil'in yüreğinde tüm metafizik ve ahlak düşüncelerini silmeye yetiyordu. Sabahları onun gözü yaşlı uyandığını gören jansenci Gordon, tanrısal lütfu ve Jansenius'u unutup, arkadaşını avutmak için çırpınıyordu.

Kitaplar ve felsefe tartışmaları arasında başlarından geçenleri birbirlerine anlatıyor, sonra yine kitaplara dalıyorlardı. Genç adamın kafasındaki bilgiler giderek artıyordu. Matmazel de Saint-Yves'e aklı dalıp gitmese, özellikle matematikte çok ileri gidebilirdi.

Okuduğu tarih kitapları onu çok üzüyordu. Dünya ona daha kötü ve daha sefil görünüyordu. Gerçekten de tarih bir tür suçlar ve kötülükler tablosudur. Temiz ve sessiz insanlar bu büyük arenada kaybolurken, sahneye hep tutkulu ve ahlaksız adamlar çıkar. Tarih, olayları sanki tutku, cinayet ve yıkımlarla süslenmiş birer trajediye dönüştürmese, ilginç olmaktan çıkacakmış gibidir. Melpomenes gibi Cleopatra'nın eline de bir hançer vermek gereklidir.

Diğerleri gibi Fransa tarihi de dehşet tablolarıyla dolu olduğu halde, Safdil onun kuruluş yıllarını iğrenç, gelişme çağını sıkıcı, hatta IV. Henri zamanını bile küçük çapta, büyük yapıtlardan ve diğer ülkelerin tarihlerini süsleyen o güzel keşiflerden yoksun buldu. Dünyanın bir köşesine sıkıştırılmış bu yıkım ayrıntılarını okurken sıkıntıdan patlıyordu. Gordon da ona hak veriyordu.

Böylece günler, haftalar, aylar geçiyordu. Safdil âşık olmasaydı, bu umutsuz yaşama alışıp mutlu olabilirdi. İyilik dolu yüreği Notre Dame de la Montagne Manastırı rahibi ve Matmazel de Kerkabon için de üzülüyordu. "Benden haber alamadıkları için kimbilir ne düşünürler? Beni iyilik bilmez bir yeğen sanacaklar," diye endişeleniyordu. Kendinden çok, onu sevenleri düşünerek üzülüyordu.

 

11.


SAFDİL GELİŞİYOR

 

Okumak ruhu ferahlatır, iyi bir dost avutur. Safdil daha önce bilmediği bu iki nimetten yararlanıyordu. Kendi kendine "Bu değişim masalına inanasım geliyor; kaba biriyken insana dönüştüm," diyordu. Harcamasına izin verilen paranın bir bölümüyle kitaplar alarak kendine seçkin bir kitaplık oluşturdu. Arkadaşı ona düşüncelerini yazıya dökmesini öneriyordu. İşte Safdil'in ilk çağ üzerine yazdıkları:



Ulusların da uzun süre benim gibi yaşadıklarını sanıyorum; uzun süre eğitimsiz kaldılar, geçmişi ve geleceği umursamadan, günü gününe yaşadılar. Kanada'da beş altı yüz fersah dolaştım, bir tek anıt göremedim; orada kimse atalarının ne yaptığını bilmiyor. İnsanın doğal durumu bu değil midir? Bu kıtadaki insanların diğerinden üstün olduğuna inanıyorum, çünkü sanat ve bilim yoluyla yaşamını daha da zenginleştirmeyi bildi. Acaba bunun nedeni bunların sakallı oluşu, Amerikalılara Tanrı'nın sakalı esirgemesinden olabilir mi? Sanmıyorum; çünkü Çinlilerin de sakalı yok, ama beşbin yıllık bir sanatları var. Çin tarih kayıtları dört bin yıl eskilere dayandığına göre, en az elli yüzyıldır bereket içinde yaşıyor olmalılar.

Niçin ülkeler kendi ortaya çıkışlarını görkemli gösteriyorlar? Pek de eski olmayan Fransa tarihini yazanlar onu Hector'un oğlu Francus adında birine dayandırıyorlar. Romalılar kendilerini Frigyadan gelmiş sayıyorlar, ama dillerinde Frigya dilinden kalmış bir tek sözcük bile yok. Tanrılar Mısır'da on bin yıl, şeytanlar da İskitlerin ülkesinde beş bin yıl kalmışlar ve Hunları doğurmuşlar. Thukidides'ten önce yazılmış tarihlerde Amadis'in yazdığı romanların kötü birer kopyasını görüyorum. Her yerde hayaletler, mucizeler, büyüler, değişimler, düşlerde görülen gizli geçitler büyük küçük tüm ulusların yazgısını belirlemişler. Kâh konuşan, kâh tapılan hayvanlar, insana dönüşen Tanrılar ve Tanrı'ya dönüşen insanlar. Ah! Eğer bize masallar gerekiyorsa, hiç olmazsa gerçeğe yakın masallar olsun. Filozofların masalları beni düşündürür, çocuk masalları güldürür, ama bu sahte masallar beni iğrendiriyor.

 Birgün Bizans İmparatoru Jüstinyen'in tarihini okudu. Orada, bu yiğit kralın şu sözleri için rahiplerce aforoz edilmek istendiğini okudu: Gerçek kendi ışığıyla aydınlıktır, kafalar odun ateşiyle aydınlanmaz. Rahipler bu sözlerin dinsizlik olduğunu, oysa Hıristiyanlığa uygun ve evrensel olan düşüncenin şöyle olması gerektiğini söylemişlerdi: Kafalar ancak odun ateşiyle aydınlanır; gerçek kendi ışığıyla aydınlatamaz. Bu rahipler, kralı buna benzer sözleri için aforoz etmişlerdi.

Safdil öfkelendi: "Nasıl? Bunlar kimi aforoz ediyorlar?" Gordon yanıtladı: "Rahiplerin aforozları Konstantinopolis'te halk ve imparator tarafından alay konusu oldu; çünkü bu iyi imparator rahiplerin iyilikten öte bir şey yapmalarını engellemişti. Bu rahipler daha önceki imparatorları çok daha ciddi konularda aforoz ederek halkı bıktırmışlardı." Safdil "İyi olmuş," dedi, "Rahipleri dışlamadan denetim altında tutmak gerekir."

Safdil'in kaleme aldığı düşünceler yaşlı Gordon'u dehşete düşürüyordu. Kendi kendine "Nasıl olur?" diyordu, "Ben elli yıl okuyup kendimi yetiştirdim, ama yabanlıktan gelen bu iyi çocuğun sağduyusuna erişemedim. Ben karmaşık önyargılar üretirken, o doğayı dinliyor."

Yaşlı adamın kitaplarının arasında aylık dergiler de vardı: bu dergilerde, kendileri bir şey üretemeyen insanlar başkalarının ürünlerini kötülemekten zevk alıyorlardı. Safdil, Racine ve Fenelon'u kötüleyen birkaçını okuduktan sonra şöyle dedi: "Bunlar, yumurtasını en güzel atın kıçına bırakan sineklere benziyorlar; at bu yüzden koşmaktan geri kalmaz."

Daha sonra birlikte gökbilim okudular. Safdil hücreye küreler getirtip okuduklarını görmeye çalıştı ve buna hayran oldu: "Ah! ne yazık ki özgürlüğümü yitirdiğim bir sırada evreni tanıyorum! Jüpiter ve Satürn bu sonsuz boşluklarda geziyor, milyonlarca yıldız milyarlarca dünyayı aydınlatıyor. Ama evrenin bu köşesinde, beni bunları görmekten yoksun bırakmak isteyen yaratıklar var. Tüm evren için var olan ışık benim için yok. Çocukluğumu geçirdiğim o uzak ülkede ışığı benden gizlemiyorlardı. Siz olmasaydınız, sevgili Gordon, burada bir hiçlikte olacaktım."

 

 



 

12.


SAFDİL'İN TİYATRO ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ

 

Genç Safdil kıraç toprakta büyüdükten sonra verimli toprağa dikilen ağaçlar gibi köklerini ve dallarını kısa sürede alabildiğine genişletti. Bu toprağın bir tutukevi olması şaşırtıcıydı.


Yüklə 421,15 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə