666
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
timsali olan erenliğin, “alperenlik” şeklinde bütünleşmesi bu kaynaşmanın
çok güzel bir örneğidir. Ek olarak kabileci dünya görüşünün düşünce biçimi
olan destansı dünya görüşüyle, 11. ve 12. yüzyıllarda tasavvufun popüler hâle
gelmesiyle rasyonel dinî düşünceden ziyade muhayyelata dayalı din algısının
birbirini desteklemesi, Islam’la eski dini inançlar ve kültlerin kaynaşmasını
sağlamıştır.
Tasavvufun sübjektif, tarifi mümkün olmayan ve olağanüstü bir biçimde
şahsi tecrübenin sosyal hayat için bir temel olması, Hodgson’un ifade ettiği
gibi bir çelişki olarak değerlendirilebilir. Alabildiğine şahsi ve deruni bir din-
darlık biçimi nasıl bu kadar popüler olabilir? Hodgson’a göre bunun kısmi ce-
vabı, eski dinî geleneklerdeki tabii ve şahıs kültlerinin inanca dönüşmesiydi.
Eski dinî geleneklerin azizleri ve hatta önemsiz tanrıları, bu durumda tekrar
ortaya çıkmaktaydı.
3
Şeyhler, tekkeler, müritler çerçevesinden aktarılagelen birtakım olağanüs-
tü hadiselerin ya da söz konusu kimselerle ilgili sıradan hadiselerin mitsel bir
takım formlara bürünerek halk arasında yaşama imkânı bulmasının birçok
nedenleri üzerinde durulabilir. Doğrusu bu metinler, çok farklı açılardan oku-
nabilecek imkânlara da sahiptir. Biz bu metinlerin sadece bir tanesini tercih
ederek onu anlamaya çalışacağız.
Her şeyden önce üzerinde duracağımız metin nedir, onu ifade edelim.
Metnimizin bir efsane olduğunu hemen ifade edelim. Üzerinde duracağımız
efsane, arkaik olarak Orta Asya’dan başlayıp, aynı gelenek içinde Anadolu’ya
kadar uzanır. Efsane herkesin bildiği bir efsanedir; tekkeye odun taşımakla
ilgilidir. Hikâyenin Orta Asya tarafında Süleyman Hakîm Ata Yesevî’ye, Yunus
Emre de Taptuk Emre’ye hizmet kılmak için odun taşır. Esas itibarıyla seçmiş
olduğumuz bu hikâye sembolik bir değer ifade etmektedir; yoksa menkıbe
eserleri, hedeflemiş olduğumuz tartışmalar için türdeş birçok efsaneler ba-
rındırmaktadır. Bizim buradaki amacımız, Ahmet Yesevî’den başlayıp Yunus
Emre üzerinden anlatılan bir efsane örnekleminden hareketle, Islam toplumu
ve düşüncesi içerisinde kendine özgün bir karakteristik yapı ve fonksiyon ifa-
de eden tekke müessesesinin siyasi, iktisadi ve teolojik varlığını sorgulayarak
onu anlamaya çalışmaktır.
Hikâyelerin metinlerini vermeden önce şunu ifade etmeliyiz ki bize göre
söz konusu hikâyeler birbirinden farklı iki hikâye değildir. Bunlar bize göre
3
Bk. M. Hodgson, Islam’ın Serüveni, II/222-225.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
667
XII. ve XIII. yüzyıllarda birisi Türkistan’da, diğeri Anadolu’da yaşayan iki gü-
zide sufinin yaşamıyla ilgili olup tarihsel olarak farklı tedahüllerle birlikte tek
bir hikâyenin farklı aktarımlarıdır. Dahası bu hikâye, kurucu düşünce olarak
yukarıda ifade etmiş olduğumuz kabileci yaşam tarzıyla birlikte, destansı dü-
şüncenin epistemolojik kaynağı olan muhayyile aracılığıyla koskoca bir tekke
kurumunu adeta özlü bir şekilde aktarmaktadır.
Hikâyenin önce arkaik olanını, daha sonra Anadolu’daki güncellenmiş hâ-
liyle anlatılanını aktaralım. Ali Şir Nevâî, söz konusu hikâyeyi oldukça muh-
tasar olarak verir. Yesevî ve Süleyman Hakîm Ata (Şeyh-Mürid) ikilisine bağlı
olarak anlatılan hikâye şudur:
“Süleyman Hace, Ahmed-i Yesevî’nin (kuddisesırrıhu) mürididir. Alir-şir
Nevâyî’nin bildirdiğine göre, bir gün Hace Ahmed Yesevî, bir toy (yemek: ta-
bhî) emrettiğinde aşçı odun yetmeyecek diye gelmiş, o da ashaba ovadan odun
toplayıp gelin demişler. O zaman da yağmur yağıyormuş. Ashaptan odun topla-
yıp getiren kimselerin odunları yağan yağmurdan dolayı işe yaramaz olmuştur.
Hakim Ata ise getirdiği odunları elbiselerine sardığından dolayı kuru olarak
getirmiştir. Bundan dolayı Hace Hazretleri demiştir ki, “ey ferzend hâkimâne
bir iş kıldın. Bu lakap ona bu zamandan kalmadır. Ve Hakîm Ata’ya hikmet dili
verilmiş olup, onun fevâyidi/ hikmetleri Türkler arasında meşhurdur. Aşağıdaki
dörtlük bu cümledendir:
Tiki turgan bütedür,
Barganlarnı yutadur.
Barganlar kilmes boldı,
Meğer menzil andadur.
4
“Odun toplama” geleneğinin en arkaik unsurlarını barındıran ve Süleyman
Hakim Ata ile ilgili olan efsane, daha bütüncül bir şekilde Süleyman Hakim
Ata’nın “Bakırgan Kitabı” adlı eserde bulunmaktadır: Günlerden bir gün Hızır,
Hace Ahmed Yesevî’nin evine misafir oldular. Hâce Ahmed Yesevî mektep çocuklarına
buyurdular: “Kıra gidin, odun alıp gelin, yemek pişirelim!.” Bütün çocuklar koşarak
yazıya odun toplamaya gittiler. Odun alıp gelirken, gökten bir kara bulut peyda oldu,
yağmur yağıp, seller olup bütün çocukların odunları ıslandı. Bu durumda Süleyman,
4
Ali-şir Nevâyî, Nesâyimü’l mahabbe min Şemâyimi’l fütüvve, haz. Kemal Eraslan, Ankara
1996, S. 384.
668
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
giysisini çıkarıp odununa sararak kendisi çıplak olup geldi. “Bütün çocukların odun-
larını alıp gelip ateşe yakalım dediler.” O çocukların odunları yanmadı. Bu durumda
Süleyman’ın odununu getirince hemen yandı. Süleyman’ın odunlarının ateşiyle bütün
çocukların ıslak olan odunları da yandı. Yemek pişirmekle meşgul oldular. Bu durumu
Hızır Ata görüp: “Bütün çocukların odunları ıslandı yanmadı, Süleyman’ın odunu
çabucak yandı, Onun tuturuğu ile bütün çocukların odunu da yandı. Bu ne sırdır, diye
Süleyman’dan sordular: Süleyman tevazu gösterdi ve “yolda gelirken, yağmur yağar-
ken, elbisemi çıkarıp odunuma sardım, kendim çıplak olup geldim; o sebepten odunum
kurudur, diye cevap verdi.” Hızır Ata çok takdir ettiler. “Hoş hâkimane iş yapmıştır,
bunun adı Hâkim Süleyman olsun!” deyip Hâkimlik ad verdiler ve nefes de üflediler.
Hâce Ahmed Yesevî mutlu oldular. Süleyman’a kutlu nefes ile kutlu ad verdiler, “Mü-
barek olsun ve karşılığını verdi.” Deyince, Hızır, nefesle tükürük bıraktı. Süleyman’ın
içi bu durumda feyiz ve nur ile doldu. Hızr, “şimdi durma, mananın sırlarını göster!”
diyerek izin verdi. Hâkim Hâce’nin mananın sırlarını (göstermek için), ağzını açıp ilk
önce söylediği hikmet budur. Kaynağımız bundan sonra Süleyman Hakim Ata’ya
ait hikmetleri sıralar.
5
Yunus’un kahramanı olduğu şekliyle de hikâye şu şekildedir: Sevrihisar’ın
güneyinde Sarıgök derler, bir köy vardı. O köyde doğmuş, Yunus Emre adlı biri var-
dı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere yakındır. Yunus ekicilikle geçinir, yoksul bir
adamdı. Bir yıl kıtlık olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş’ın vasfını oda duymuştu.
Gideyim, biraz bir şey isteyeyim, dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara Karaöyük’e
geldi. Hünkâra, yoksul bir adamım, ekinimden bir şey alamadım, yemişimi alın, karşı-
lığını lütfedin, ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim, dedi. Hünkâr emretti, alıcı yediler.
Bir iki gün sonra Yunus memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr, bir derviş gönder-
di, sorun dedi, buğday mı verelim, nefes mi? Yunus’a sordular, ben nefesi ne yapayım,
bana buğday gerek dedi. Hünkâra bildirdiler. Buyurdu ki, her alıcın çekirdeği başına
on nefes verelim. Yunus’a bunu söylediler. Ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek
dedi. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklediler, yola düştü. Fakat köyün aşağısına
gelince, hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz, ne olmayacak iş ettim ben dedi,
vilayet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul
etmedim. Verilen buğday birkaç gün yenir biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kal-
dım, döneyim, tekrar varayım, belki gene himmet eder. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye
5
Münevver Tekcan, Hakim Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, Istanbul 2007, S. 83-84; Abdurrahman
Güzel, Süleyman Hakim Ata’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir Inceleme, Öncü Kitap Y. Ankara
2008, S. 69-71.