Şems yatsı ezanının okunmasını beklemeden dergâhtan ayrıldı. Yağmur çiseliyordu. Dar
sokaklardan, taş yollardan şekerciler hanına doğru yürüyordu. Medrese ile han arasında bir
bahçe vardı etrafı metruk evlerle çevrili. Oraya gelince durdu. Bir ses duydu. Köpek
yavrusunun sesiydi. Sesin geldiği yöne yürüdü. Yıkık bir duvarın altında kalmış ana köpeği
gördü. Kerpiçleri kaldırdı. Köpeğin üzerindeki toprak parçalarını temizledi. Okşadı köpeği.
Yavruyu kokladı. Açtı yavru köpek. Hemen sokağa daldı. İlk kapıyı çaldı. Kapıyı ihtiyar bir
kadın açtı. Ekmek ve varsa süt istedi. Kadın dilenci sandı Şems’i. Bir koşuda getirdi ekmeği
ve sütü. Şems köpeği ve yavrusunu bahçede güvenli bir yere yerleştirip doyurduktan sonra,
hana geç kaldım, diyerek adımlarını hızlandırarak yürümeye başladı. Tam o esnada
bahçede ağzı açık bir büyük kuyu gözüne çarptı. Hz. Yusuf’u hatırladı. İçinden “Ahhh! Yusuf
Efendim kuyuya sığdı da şimdiki insanlar dünyaya sığmıyor, diye düşündü. Ardından
mırıldanarak:” Ya Rabbim şu kuyuyu kabrim kıl.”
Hana yaklaşmıştı. Hana geldiğinde yağmur hızını arttırmıştı Kapıyı vurdu. Kapının
açılmasını beklerken şöyle dua ediyordu:
“Ey ölüm, beni beyaz kanatlarına sar çünkü dostlarım bana gerek duymuyorlar. Ey ölüm,
kucakla beni, sevgi ve merhamet dolu; hiçbir zaman ana öpücüğünü tatmamış, bir kız
kardeş yanağına değmemiş, bir sevgilinin parmak uçlarını öpmemiş olan şu dudaklarıma
dudakların değsin, bırak… Gel al beni, ey sevgili ölüm.”
Hanın kapısı yavaşça aralandı. Şems’in üstü başı sırılsıklamdı. Şems selam vererek
avluya girdi. Avlunun ortasındaki küçük havuza yaklaştı.
Hanın bir odasının kandili yanıyordu. Işık kapatıldı. Karanlıkta parlayan yedi bıçaktan
başka bir şey yoktu. Zifiri karanlıkta, bıçaklar boşlukta çakan şimşekler gibi gözü alıyor,
kamaştırıyordu.
Altı derviş daire şeklinde aralıklı durdular. Yedinci derviş:
— Şeyhimizin seninle ilgili merak ettiği bir şey var. Cevaplar mısın?
— Sorun.
— Moğol komutanı zehirleme fırsatın varken neden sağ bıraktın? Atalarına ihanet
ettiğinin farkında değil misin?
— Ben oldum olası iğrenç siyasetlerden tiksindim. Ne dün ne de bugün ben hiçbir zaman
şeytanın suyu ile yıkanmadım, yıkanmam.
Hz. Osman’ın başını alan da bu şeytan çocukları değil miydi? Hüseyin’i Kerbela’da biçen
fırtına da iblisin soluğu değil miydi? Bana ne Moğollardan, Allah belayı hak edene, velayeti
seçtiğine verir. Siz sözde mücahitlik yapıyorsunuz. Yazıklar olsun size. Kanım aşka helâl,
size haram olsun. Hasan Sabbah’ın çocukları, ne farkınız var Yezid’in sırtlanlarından.
Üzerinizdeki abadan, elinizdeki asadan utanın. Utanın aşktan, utanın!
— Son arzun var mı?
— İki satır yazı yazayım. Yarın burayı terk ederken emaneti dergâha gönderir misiniz?
Bir de yatsı namazını kılmadım. Hz. Ali Efendimiz gibi namaz kılarken canımı teslim etmek
istiyorum…
Şems havuzdan abdestini tazeler. Siyah feracesi ıslaktır. Islak taşlara serer seccade
olarak. Sünneti kılmıştır, farza başlar. Tekbir alır. Kıraati sesli olarak okur. Birinci rekâtta
Fatiha’dan sonra Şems Sûresi’ni okur. Dervişlerden birisi ağlamaya başlar. Bakarlar ki bu iş
uzadıkça dervişler yumuşayacak. Başderviş bıçağı Şems’in sırtına saplar, çıkarır.
Ayaktadır Şems, yıkılmamıştır. İkinci bıçak… Üçüncü bıçak… Dördüncü bıçak… Hâlâ
ayakta Şems, Şems Sûresi’ni okumaya devam etmektedir. Beşinci bıçak… Altıncı bıçak…
Şems taş zemine düşer. Kalkmaya çalışır. Doğrulur. Yan tarafa tekrar düşer. Toparlanırken
hâlâ Şems Sûresi’ni tekrar tekrar okumaktadır. Diz üstü çöker.
Yedinci ve en tesirli bıçak darbesi ensesine gelir boynu sağa doğru bükülmüştür.
Dervişler yere kapanmasını bekleye dursun. Şems Hz. Peygamber’in şu hadisini mırıldanır,
sesi boğuk: “Allah’a kavuşmak isteyeni Allah da sever.”
Dervişlerden birisi sırtına tekmeyi vurur. Yüzüstü taş zemine kapanır, dudağı patlamış,
dişleri zemine dökülmüştür. Siyah feracesi kanlar içinde bordoya dönmüştür. Saçlarından
tutarak kafasını kaldıran dervişin niyeti Şems’in başını gövdesinden ayırmaktır.
Baş derviş engeller. Bırakın son nefesini versin. Sonra da en yakın bir kuyuya atın.
Kıyafetine sarıp atın. Avluyu yıkayın. Sabah yola çıkarız.
Şems hâlâ son nefesini vermemiştir. Sille taşının üzerindeki başını hafifçe göğe kaldırır
ve:
“Allah ne güzel sevgilidir. Rabbim sana aşığım, ve bu canı sana hediye ediyorum.”
Her şey zamanında güzel ve zamanında anlamlı.
O anı kaçırdıktan sonra tekrar o anı yaşamanın bir anlamı yok ki.
Şimdi git...
Âşıklık töresini, âşıklık geleneğini, maşuk gidişatını bozma.
Şems yatsı ezanının okunmasını beklemeden dergâhtan ayrıldı. Yağmur çiseliyordu. Dar
sokaklardan, taş yollardan şekerciler hanına doğru yürüyordu. Medrese ile han arasında bir
bahçe vardı etrafı metruk evlerle çevrili. Oraya gelince durdu. Bir ses duydu. Köpek
yavrusunun sesiydi. Sesin geldiği yöne yürüdü. Yıkık bir duvarın altında kalmış ana köpeği
gördü. Kerpiçleri kaldırdı. Köpeğin üzerindeki toprak parçalarını temizledi. Okşadı köpeği.
Yavruyu kokladı. Açtı yavru köpek. Hemen sokağa daldı. İlk kapıyı çaldı. Kapıyı ihtiyar bir
kadın açtı. Ekmek ve varsa süt istedi. Kadın dilenci sandı Şems’i. Bir koşuda getirdi ekmeği
ve sütü. Şems köpeği ve yavrusunu bahçede güvenli bir yere yerleştirip doyurduktan sonra,
hana geç kaldım, diyerek adımlarını hızlandırarak yürümeye başladı. Tam o esnada
bahçede ağzı açık bir büyük kuyu gözüne çarptı. Hz. Yusuf’u hatırladı. İçinden “Ahhh! Yusuf
Efendim kuyuya sığdı da şimdiki insanlar dünyaya sığmıyor, diye düşündü. Ardından
mırıldanarak:” Ya Rabbim şu kuyuyu kabrim kıl.”
Hana yaklaşmıştı. Hana geldiğinde yağmur hızını arttırmıştı Kapıyı vurdu. Kapının
açılmasını beklerken şöyle dua ediyordu:
“Ey ölüm, beni beyaz kanatlarına sar çünkü dostlarım bana gerek duymuyorlar. Ey ölüm,
kucakla beni, sevgi ve merhamet dolu; hiçbir zaman ana öpücüğünü tatmamış, bir kız
kardeş yanağına değmemiş, bir sevgilinin parmak uçlarını öpmemiş olan şu dudaklarıma
dudakların değsin, bırak… Gel al beni, ey sevgili ölüm.”
Hanın kapısı yavaşça aralandı. Şems’in üstü başı sırılsıklamdı. Şems selam vererek
avluya girdi. Avlunun ortasındaki küçük havuza yaklaştı.
Hanın bir odasının kandili yanıyordu. Işık kapatıldı. Karanlıkta parlayan yedi bıçaktan
başka bir şey yoktu. Zifiri karanlıkta, bıçaklar boşlukta çakan şimşekler gibi gözü alıyor,
kamaştırıyordu.
Altı derviş daire şeklinde aralıklı durdular. Yedinci derviş:
— Şeyhimizin seninle ilgili merak ettiği bir şey var. Cevaplar mısın?
— Sorun.
— Moğol komutanı zehirleme fırsatın varken neden sağ bıraktın? Atalarına ihanet
ettiğinin farkında değil misin?
— Ben oldum olası iğrenç siyasetlerden tiksindim. Ne dün ne de bugün ben hiçbir zaman
şeytanın suyu ile yıkanmadım, yıkanmam.
Hz. Osman’ın başını alan da bu şeytan çocukları değil miydi? Hüseyin’i Kerbela’da biçen
fırtına da iblisin soluğu değil miydi? Bana ne Moğollardan, Allah belayı hak edene, velayeti
seçtiğine verir. Siz sözde mücahitlik yapıyorsunuz. Yazıklar olsun size. Kanım aşka helâl,
size haram olsun. Hasan Sabbah’ın çocukları, ne farkınız var Yezid’in sırtlanlarından.
Üzerinizdeki abadan, elinizdeki asadan utanın. Utanın aşktan, utanın!
— Son arzun var mı?
— İki satır yazı yazayım. Yarın burayı terk ederken emaneti dergâha gönderir misiniz?
Bir de yatsı namazını kılmadım. Hz. Ali Efendimiz gibi namaz kılarken canımı teslim etmek
istiyorum…
Şems havuzdan abdestini tazeler. Siyah feracesi ıslaktır. Islak taşlara serer seccade
olarak. Sünneti kılmıştır, farza başlar. Tekbir alır. Kıraati sesli olarak okur. Birinci rekâtta
Fatiha’dan sonra Şems Sûresi’ni okur. Dervişlerden birisi ağlamaya başlar. Bakarlar ki bu iş
uzadıkça dervişler yumuşayacak. Başderviş bıçağı Şems’in sırtına saplar, çıkarır.
Ayaktadır Şems, yıkılmamıştır. İkinci bıçak… Üçüncü bıçak… Dördüncü bıçak… Hâlâ
ayakta Şems, Şems Sûresi’ni okumaya devam etmektedir. Beşinci bıçak… Altıncı bıçak…
Şems taş zemine düşer. Kalkmaya çalışır. Doğrulur. Yan tarafa tekrar düşer. Toparlanırken
hâlâ Şems Sûresi’ni tekrar tekrar okumaktadır. Diz üstü çöker.
Yedinci ve en tesirli bıçak darbesi ensesine gelir boynu sağa doğru bükülmüştür.
Dervişler yere kapanmasını bekleye dursun. Şems Hz. Peygamber’in şu hadisini mırıldanır,
sesi boğuk: “Allah’a kavuşmak isteyeni Allah da sever.”
Dervişlerden birisi sırtına tekmeyi vurur. Yüzüstü taş zemine kapanır, dudağı patlamış,
dişleri zemine dökülmüştür. Siyah feracesi kanlar içinde bordoya dönmüştür. Saçlarından
tutarak kafasını kaldıran dervişin niyeti Şems’in başını gövdesinden ayırmaktır.
Baş derviş engeller. Bırakın son nefesini versin. Sonra da en yakın bir kuyuya atın.
Kıyafetine sarıp atın. Avluyu yıkayın. Sabah yola çıkarız.
Şems hâlâ son nefesini vermemiştir. Sille taşının üzerindeki başını hafifçe göğe kaldırır
ve:
“Allah ne güzel sevgilidir. Rabbim sana aşığım, ve bu canı sana hediye ediyorum.”
Ey aşk! Sen öyle bir kişisin ki,
dünya tokları, senin vuslatının açlarıdır.
Mevlâna ağlamaklı kısık sesi ile Sultan Veled’in kulağına bir şeyler fısıldadı. Sultan
Veled’in yanakları kızardı. Gözleri faltaşı gibi açıldı. Elini babasının omzuna koydu.
Titriyordu Mevlâna. Sarsılıyordu titreme krizine tutulmuşçasına. Baba oğul sarılarak
ağlaştılar bir müddet…
Kapı vuruldu…
Bir daha vuruldu…
Üçüncü vuruluşta;
— Destur! dedi Mevlâna.
İçeri Bilal derviş, buyur var mı diyerek girdi. Elleri ile gözlerini kapayan Mevlâna’dan
Bilal’im buyur sesi çıktı titrekçe. Sultan Veled ayağa kalktı, yanında iki derviş babasının
söylediği kuyuya vardılar. Yolda Kur’an’dan âyetler okuyarak yürümüşlerdi. Durdular. Fatiha
okuyup yüzlerine sürdüler ellerini.
Sağ elini uzattı Sultan Veled:
— Bilal ve Hamza! Biat edin.
Şaşırdı iki derviş. Ne biati. Gece karanlığında neye biat. Ne yemini.
— Elinizi elimin üzerine koyun ve kelleniz gitse dahi sırrımızı vermemeye yemin edin.
Şaşkın dervişler... Ne oluyor? Ne kellesi, ne yemini şimdi bu, sır ne? Ellerini Sultan
Veled’in eli üzerine koyarak “Allah’ın Esma-i Hüsnası üzerine biat ederiz. Kelamullah’ın her
bir harfi üzerine kasem ederiz. Ne söylersen söyle amenna. Sadakatimiz bakidir.”
Sultan Veled bir urgan(halat) sarkıttı kuyudan aşağı. Dervişlerden Bilal’e
— İn ve Pirimiz’i sırtına yüklen de çıkar.
Gece sisli. Soğuk Konya. Etraf ıssız. Yaprak hışırtılarını kapatıyordu köpek havlamaları.
Kuyudaki cesedin kokusunu önceden almışlardı köpekler; ama Mevlâna’nın Şems’ine kıyan
vicdansız insanlar kadar zalim değiliz diye, cesede ziyan gelmemesi için nöbet tutmuşlardı.
Gelenlerin Mevlâna evladı ve dervişleri olduğunu kokularından anlayıp oradan usulca
uzaklaşmışlardı.
Yıllarca dergâhta aşçılık ve dervişleri çilehanede eğitmekle görevli Ateşbaz, yaşlanmış ve
yorulmuştu. Mevlâna babasının emaneti Ateşbaz’ın daha fazla yorulmasına gönlü razı
olmamıştı. Meram’daki bağ evine yerleşmesini söyledi ve ona:
— Ey ateşle oynayan dostum... Hakkın, emeğin o kadar çok ki, bana hediye edilen bağ
evini sana bağışlıyorum. Bundan sonra orada dinlen.
— Ama efendim ben sizden ayrılamam. Sizin soluğunuz, kokunuz olmazsa nasıl yaşarım?
— Biliyorum. Artık çorbanı, tiridini özlemeyeceğimi mi sanıyorsun. Ben Meram’ı severim.
Baharda ve yazın senin yanına gelirim. Hem gönlümüze hem midemize ziyafet çekeriz.
Ateşbaz’ın gönlü alınmış ve Meram bağ evine salınmıştı. Artık bir göz odası olan evde
sessiz sakin bir ortamda, bülbül sesleri ile dinleniyor, Mevlâna’nın çok sevdiği gülleri
yetiştiriyordu.
Bir atlı gecenin karanlığını yararak dergâhtan Meram bağlarına doğru yol alıyordu. At
terli, binici soluk soluğa, kavak ağaçları ile ıssız bağ evine geldiler. Bir göz oda. Odada
yanan bir köz ışıklık ateş. Kapı vuruldu. Açıldı tahta kapı, gıcırtılarla. Açan geleni tanıdı.
Gelen açanı Hu… Hu ile selamladı. Önce sağa eğildi başlar, sonra öne düştü… Gelen
avucundaki bezi uzattı. Aldı kokladı ev sahibi.
— Efendimiz helva pişirmeni istedi, fakat her zamanki gibi undan değil. Topraktan
pişirmeni istiyor ve ocakta helva pişene kadar Tekasür Sûresi’ni okusun, üflesin dedi.
— Eyvallah… Eyvallah… Kendileri gelene kadar emaneti hazır olur. Ya sen, şimdi
dönüyor musun?
— Hayır, bir kabir hazırlayacağım.
— Amenna… Amenna…
Helva pişedursun, Mevlâna geledursun, vakit gecenin koynunda hırçın çocukça
dönedursun… Sultan Veled ve iki derviş sırtlarında nöbetleşe taşıdıkları naşı bahçeye
getiriyorlardı. Soluk almak için bağ evine yaklaşmışlardı ki ney sesi ile durdular.
Mevlâna yapayalnız tek başına gelmişti. Daha önce Şems’in çok isteyip de gelmesi
kısmet olmayan bağın başında bağdaş kurmuş ney üflüyordu.
İlk kez babasını ney üflerken görüyordu Sultan Veled ve ilk kez duyuyordu bu nameleri.
“Ey aşkın efendisi ayrıldın sanma
Sen bendeki ateşi söndürdün sanma “
Sultan Veled ve dervişler kanlı kıyafeti ile çuval gibi sarılmış naşı büyük bir taşın üzerine
usulca koyarlar. “Şems’in bu haline hangi yürek dayanır, hangi göz bakar eyvah eyvah”
diyerek dizlerine vura vura gelen Mevlâna tam naşın yanına yaklaştığında sendeler,
dervişler ve oğlu tutarlar yere düşmesini engellerler. Ağlar… Ağlar… Öyle ağlamaktadır ki
asumandan gök gürültüleri Mevlâna’nın matemine eşlik etmektedir.
Babasının halini pek beğenmeyen içi burkulan ağlamaklı Sultan Veled:
— Babacığım su kaynasın mı?
— Şehitler yıkanmadan kefenlenmeden gömülür. İzin verin son kez dostu biraz daha
koklayayım, der ve kanlar içinde sarılı Şems’in başını okşar, sakalını koklar, yüzündeki
kanları parmakları ile temizler, koklar, öper. Ağlaması şiddetini artırmıştır.
— Sana hangi kırılası el vurdu bu hançerleri Şems’im.Hangi vicdansız kanlara boyadı
nazende bedenini. Arştaki melekler bile utanır arzdaki bu ayıptan. Ey Pârende’m kanlı
uçmak da mı vardı yazgında? Şems’im.. Şems’im beni bırakıp da nereye gittin.Ahhh
gecenin damarını çatlatsam da seni alsam yeniden kucağıma. Dayasam başımı dizine.diye
ağıtlar yakıyordu.Sulatan Veled babasının başını omzuna almış teselli ederken dervişe sela
okuması için işaret etti.
Derviş salâ okur. Dost ayağa kalkar. Tekbir alır. Gece cenaze namazı kılınmaya
başlanır. İslam tarihinde cenazesi gece kılınıp defnedilmesi Hz. Osman’dan sonra Şems’e
nasip olmuştur. Namaz sonrası Mevlâna dostunun naşını kucaklar, kabre indirir.
İlk toprağı zar zor atmıştır. Kabrin başına çöker. Kur’an okumaya başlar. Sultan Veled,
Ateşbaz ve diğer dervişler toprak atmaktadır.
“Gökyüzü şu ayrılığı duyup anlasaydı
Yıldızları ağlardı, güneşi ve ayı da.
Padişah bilseydi ne çeşit tahttan indirileceğini
Kendi de ağlardı, tahtı ile tacı da.
Uçan kuş, bilmiş olsaydı niye avlandığını
Kırılır kolu kanadı, başlardı ağlamaya.
Sağırdır kulağı ecelin, işitmez feryatları
Yoksa dayanır mıydı hiç kanlı yürek sağanağına
Öz çocuğunu yiyen bir dev anadır dünya.”
Dostlar emanetimiz ortalık yatışana kadar burada misafirdir, sonra hanemize getirirsiniz.
Şems’in makamı dergâhımızdır. Sultan Veled’im! Sırrımızı kimse ifşa etmesin ve
vasiyetimdir... Beni dergâhımızda dostun yanı başına defnedeceksiniz.
“Sustum. Tuz basıp yaralarıma, ne kadar susulacaksa o kadar sustum! Bir çığlık kanıyor
en derininde yüreğimin. Açmadım kimselere yüreğimi...! Hançeri sadece kendime sapladım
ve sustum...”
Ertesi sabah, kuru ayazın ilikleri dondurduğu bir gün başlamıştır. Konya ıssız bir şehir
havasındadır. Gecesi ölüm kokan şehrin gündüzü kıyamet sessizliğindedir. Dergâhın kapısı
çalınır. Yaşlı bir adam destur ister. Mevlâna’nın huzuruna çıkmaktır muradı. Mevlâna
dergâhın en köşedeki küçük hücrede diz üstü çökmüş ölü sessizliğinde öylece
oturmaktadır. Kapının önünde babasından endişelenen Sultan Veled ve Kira Hatun âdeta
nöbet tutmaktadır. Derviş Sultan Veled’e gelen ihtiyarın Mevlâna’ya kıymetli bir emanet
getirdiğini söyler. Sultan Veled üzerinin aranmasını tembihler. Aranır. Herhangi bir şey
çıkmaz. Elinde sımsıkı tuttuğu zümrüt yeşili mendil dışında. Sultan Veled bu mendili bir
yerden tanıdığını ama nereden tanıdığını çıkarmaya çalışırken içeriden Mevlâna kapının
önüne bağırarak çıkar:
— Kokusu geldi, o geldi. Şems ölmemiş bakın... Dergâhımız kokusu ile tütüyor der.
İhtiyar adamın elindeki mendili can havli ile kapar koklar.
— Bu Şems’in mendili. Söyle nerdedir o? Yerini söyle, sana canımı, her şeyimi feda
edeyim kutlu haberine.
— Baba kendine gel Allah aşkına. Elindeki sadece bir bez parçası. Kulağına fısıldar:
Gece defnettik ya Şems’i.
Mendili getiren ihtiyar:
— Efendim bunu size getirmemi daha önce görmediğim yabancılar verdi.
Mevlâna içeri girer, mendili koklar, eli titreyerek açar. İçinden sarı kâğıda yazılmış bir not
çıkar:
“Başımı kesip kör kuyuya atsalar... Şah damarımdan oluk oluk kanı akıtsalar... Dokuz
yurda tenimi lime lime dağıtsalar... Yedi çakal sürüsü vücuduma saldırsalar... Kırmazdı
acılar beni, yorardı belki teni. Özümsün, özümle ararım Mevlâna’m seni. Yemin ederim ki
ölümümün gözlerinin önünde olmasını isterdim. Gör ki aşk için ölmek ne demekmiş.”
Mevlâna olduğu yere düşüp bayılmıştır.
KAYNAKÇA
1. Anbarcıoğlu, M.Ülker; Sultan Veled, Maarif.
2. Aşkın Halleri, Sufi Kitap.
3. Banks Coleman, Mevlâna. Doğan Kitap.
4. Baytur, M. Bahari; Divan-ı Kebir.
5. Bekiroğlu, Nazan; Cümle Kapısı, Timaş Yayınları.
6. Can, Şefik; Mesnevi, Kültür Bakanlığı Yayınları.
7. Çetinkaya, Bayram Ali; Şems-Mevlâna Dostluğu, İnsan Yayınları.
8. Eflaki, Ahmed; Ariflerin Menkibeleri, Kabalcı Yayınları.
9. Gençosman, M.Nuri; Şems-i Tebrizi, Makalat, Ataç Yayınları.
10. Gölpınarlı, Abdulbaki; Mevlâna Celaleddin.
11. Kabaklı, Ahmet; Mevlâna, T.E.V. Yayınları.
12. Rıfai, Kenan; Mesnevi Şerif, Kubbealtı Yayınları.
13. Schimmel, Annemarie; İslam’ın Mistik Boyutları, Kabalcı Yayınları.
14. Schimmel, Annemarie; Tanrının Yeryüzündeki İşaretleri, Kabalcı Yayınları.
15. Şah, İdris; Sufinin Yolu, Doğan Kitap.
16. Türkmen, Erhan; Şems-i Tebrizi’nin Öğretileri.
17. Ürkmez, Melahat; Şems Tebrizi.
18. Yağmur, Sinan; Tennure ve Ateş, Esra Yayınları.
19. Yeniterzi, Emine; Tasavvufun Kitabı.
20. Watts, Nigel; Sevginin Yolu, Samsara Yayınları.
Document Outline - Sinan Yağmur
- Önsöz
- Şems İçin Özel Mukaddime
- Ailem
- Çocukluğum
- Gençliğim
- Arayışım
- Aşk-ı Mevlâna Yurduna Vuslat
- Halvetten Mirac'a
- Celâleddin'den Mevlânalığa Doğru
- Benim Mevlâna'm
- Mahşerin Rüzgârı Konya Sokaklarını Kavuruyor
- Aşkın Sürgünü
- Karşılama Şöleni
- Kimyamı Alt-Üst Eden Hatun
- Aşkın Şehadeti
- KAYNAKÇA
Dostları ilə paylaş: |