Kayalıkların
üstündeki taş ev, tıpkı Sophie'nin hatırladığı gibiydi. Akşam karanlığı
çöküyordu, evin sıcak ve davetkâr bir havası vardı. Kapının açık kafeslerinden dışarı ekmek
kokusu yayılıyor ve pencerelerde altın rengi bir ışık parlıyordu. Sophie yaklaşırken içeriden
gelen hıçkırık seslerini duydu.
Tel kapıdan içeri baktığında, koridorda yaşlı bir kadının ağlamakta olduğunu gördü.
Kadının uzun, gür, gümüş rengi saçları onun hafızasındaki anılan canlandırmıştı. Sophie
kendisinin o yöne doğru çekildiğini hissederek, verandanın merdivenlerine adımını attı. Yaşlı
kadın bir adamın çerçeveli fotoğrafına sarılmış sevgi dolu bir. üzüntüyle parmaklarını adamın
yüzünde gezdiriyordu.
Bu, Sophie'nin çok yakından tanıdığı bir yüzdü.
Grand-pére?
Kadın dün gece, büyükbabasının üzücü ölüm haberini almış olmalıydı.
Sophie'nin ayağının altındaki tahtalardan biri gıcırdayınca kadın
yavaşça döndü ve
üzüntülü gözleri Sophie'yle karşılaştı. Sophie kaçıp gitmek istedi ama olduğu yerde çakılı
kalmıştı. Fotoğrafı bırakıp kapıya doğru yaklaşırken, kadın ateşli gözlerini hiç kırpmamıştı.
İki kadın ince telin arkasından birbirlerine bakıncaya kadar sanki bir sonsuzluk yaşanmıştı.
Ardından, kabaran bir okyanus dalgası gibi kadının görüntüsü belirsizlikten... inanmayışa...
umuda... ve sonunda neşeye dönüşmüştü.
Kadın kapıyı iterek açtı ve dışarı çıktı. Sophie'nin şoka uğramış yüzünü yumuşak ellerinin
arasına aldı. "Oh, benim sevgili yavrum... haline bak!"
Sophie, onu hatırlayamadığı halde, bu kadının kim olduğunu biliyordu. Konuşmaya çalıştı
ama nefes bile alamıyordu.
Kadın, onun alnını öpüp, hıçkırarak ağlarken, "Sophie," dedi.
Sophie ancak fısıltı halinde konuşabiliyordu. "Ama...
Grand-pére senin..."
"Biliyorum," Kadın nazik ellerini Sophie'nin omuzlarına koydu ve ona tanıdık gözlerle
baktı. "Büyükbaban ve ben çok fazla şey söylemek zorunda kaldık. Doğru olduğunu
düşündüğümüz şeyi yaptık. Çok üzgünüm. Bu senin kendi güvenliğin içindi prenses."
Sophie, onun son sözlerini duyduğunda aklına hemen, onu yıllarca prenses diye çağıran
büyükbabası geldi. Şimdi büyükbabasının sesi Rosslyn'in eski taşlarında yankılanıyor,
toprağın
üstüne konarak, aşağıdaki bilinmeyen boşluklarda çınlıyor gibiydi.
Kollarını Sophie'ye dolayan kadının gözyaşları daha hızlı akıyordu. "Büyükbaban sana her
şeyi anlatmayı öylesine çok istedi ki. Ama ikinizin arası pek iyi değildi. Çok uğraştı.
Açıklanacak çok şey var. Açıklanması gereken o kadar çok şey var ki." Sophie'nin alnını bir
kez daha öptü. "Artık sır yok prenses. Ailen hakkındaki gerçeği öğrenmenin zamanı geldi."
Genç gözetmen gözlerindeki umut ışıltısıyla bahçeden hızla koşarak gelirken, gözyaşları
içinde birbirlerine sarılan Sophie ile büyükannesi, verandanın merdivenlerinde oturuyorlardı.
"Sophie?"
Sophie gözyaşlarıyla ayağa kalkarak başını salladı. Genç adamın yüzünü tanımıyordu ama
kucaklaşırken, damarlarında dolaşan kanın gücünü hissedebiliyordu... artık ortak olduğunu
anladığı kanın.
Langdon, onlara katılmak
üzere çimenlerden yürürken, Sophie daha dün kendisini
dünyada yapayalnız hissettiğine inanamıyordu. Ve şimdi, bir şekilde bu yabana yerde, fazla
tanımadığı üç kişinin eşliğinde, sonunda kendini evinde hissediyordu.
105
Rosslyn'de akşam olmuştu.
Taş evin verandasında tek başına ayakta duran Robert Langdon arkasındaki tel kapıdan
gelen kahkaha ve birbirlerine kavuşmanın getirdiği mutluluk seslerinin tadını çıkarıyordu.
Elinde tuttuğu Brezilya kahvesi ile dolu fincan yorgunluğunu alırken,
bu dinlencenin fazla
sürmeyeceğini biliyordu. Artık vücudu dayanamayacak kadar bitkin düşmüştü.
Arkasından gelen bir ses, "Dışarı çok sessiz çıktınız," dedi.
Arkasını döndü. Saçları akşamın ışıklarıyla pırıldayan, Sophie'nin büyükannesi dışarı
çıkmıştı. İsmi, en azından son yirmi sekiz yıldır Marie Chauvel idi.
Langdon yorgun bir ifadeyle tebessüm etti. "Ailenizi biraz baş başa bırakmak istedim."
Pencereden bakınca Sophie'nin erkek kardeşiyle konuşmakta olduğunu gördü.
Marie gelip, yanında durdu. "Bay Langdon, Jacques'in öldürüldüğünü ilk duyduğumda
Sophie'nin güvenliği konusunda dehşete düşmüştüm. Hayatım boyunca, bu akşam onu
kapımın önünde görmek kadar rahatlatan bir şey olmadı. Size ne kadar teşekkür etsem azdır."
Langdon nasıl cevap vereceğim bilemiyordu. Sophie ile büyükannesine özel
konuşmalarını teklif etmiş olmasına karşın, Marie, onun da gelip dinlemesini istemişti.
Eşimin
size güvendiği belli Bay Langdon, ben de öyle yapacağım.
Böylece Langdon, Sophie'nin yanında kalmış ve Marie'nin, ailesi hakkında Sophie'ye
anlattıkların! sessiz bir şaşkınlık içinde dinlemişti. Her ikisinin de Merovingian ailelerinden
olması inanılmazdı –Magdalalı Meryem ve İsa Mesih'in torunları. Sophie'nin ailesi ve ataları,
korunmak amacıyla soyadlarını Plantard ve Saint-Clair olarak değiştirmişlerdi. Onların
çocukları bu kanbağının doğrudan vârisleriydiler ve bu yüzden tarikat tarafından dikkatle
korunmuşlardı. Sophie'nin ailesi sebebi belirsiz bir araba kazasında öldüğünde, tarikat asil
soyun kimliğinin keşfedilmesinden korkmuştu.
Marie acıyla
titreyen bir sesle, "Büyükbaban ve ben," diye açıkladı. "O telefonu
aldığımızda derhal bir karar vermek zorundaydık. Ailenin arabası nehirde bulunmuştu."
Gözlerindeki yaşlan kuruladı. "Altımız siz iki torunumuz da dahil o gece aynı arabada seyahat
edecektik. Son anda planlarımızı değiştirmiştik, annen ve baban arabada yalnızdılar. Kazayı
duyduğumuzda Jacques ve benim gerçekte olanları bilmemizin imkânı yoktu... ya da bunun
gerçekten bir
kaza olup olmadığını." Marie, Sophie'ye baktı. "Torunlarımızı korumamız
gerektiğini biliyorduk ve en iyisi olduğunu düşündüğümüz şeyi yaptık. Jacques polise benim
ve erkek kardeşinin de o arabada olduğumuzu söyledi... ikimizin cesedi akıntıya kapılmış
olmalıydı. Daha sonra erkek kardeşinle ben tarikatla birlikte saklandık.
Ünlü bir kişi
olduğundan Jacques saklanmak gibi bir lükse sahip değildi. Çocuklardan büyük olan
Sophie'nin Paris'te kalıp Jacques tarafından yetiştirilmesi daha mantıklıydı, tarikatın kalbine
ve korumasına daha yakın olarak." Sesi fısıltıya dönüşmüştü. "Yapmamız gereken en zor şey,
aileyi bölmekti. Jacques ile ben birbirimizi nadiren gördük, tabii en gizli toplantılarda...
tarikatın koruması altında. Kardeşliğin sadık kaldığı bazı törenler vardır."
Langdon hikâyenin
daha derinlere gideceğini, fakat geri kalanını duymaması gerektiğini
hissetmişti. Bu yüzden dışarı çıkmıştı. Şimdi Rosslyn'in sivri tepelerine bakarken, onun
çözülmemiş sırrını düşünmekten kendini alamıyordu. K
âse gerçekten burada Rosslyn'de mi?
Eğer öyleyse, Sauniére'in şiirinde bahsettiği bıçak ve kadeh neredeler?
Langdon'ın elini işaret eden Marie, "Onu ben alırım," dedi.
"Oh, teşekkürler." Langdon boşalan kahve fincanını geri uzattı.
Marie, ona baktı. "
Diğer elinizdekinden bahsediyordum Bay Langdon."
Bakışlarını indiren Langdon, Sauniére'in papirüsünü tuttuğunu fark etti. Daha önce gözden
kaçırdığı bir şeyi görmek umuduyla onu yeniden kripteksin içinden çıkarmıştı. "Elbette,
affedersiniz."