2805
1 ALFA 1 FELSEFE 1
48
FELSEFENİN KISA TARİHİ
NIGEL WARBURTON
(1962)
Felsefeyi popülerleştiren kitaplarıyla tanınan İngiliz filo
zof. Bristol Üniversitesinde lisans eğitimini tanımlayan
. Warburton, Cambridge Darwin College' da doktorasını
yaptı. Bir süre Nottingham Üniversitesinde öğretim gö
revlisi olarak çalıştıktan sonra
1994-2013
yılları arasında
Open University'de çalıştı. Bir dizi çok satan felsefeye gi
riş kitabı yazdı:
Philosophy: The Basics (Felsefeye Giriş,
Para
digma,
2008),
Philosophy: The Classics
ve
Thinking From A
to Z (A'dan Z'ye Düşünmek,
Dost,
2006).
Virtual Philosopher
adlı weblog'unda ve
Prospect
dergisindeki "Philosophy Bi
tes" adlı köşesinde yazılarını yayınlıyor.
GÜÇLÜ ATEŞOGLU
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü
Öğretim Üyesi. Spinoza, Alman İdealizmi, Marksist Felsefe,
Tarih Felsefesi ve Siyaset Felsefesi üzerine çalışıyor. Bu alan
larda pek çok makalesi ve kitap derlemesi var. Kant, Fich
te, Hegel, Lukacs ve Zizek'ten çevirileri yayımlandı. Gada
mer'in
Hegel'in Diyalektiği
ve Beiser'in
Alman Romantizminin
Erken Dönem Politik Düşüncesi'yle
birlikte, Mimar Sinan Gü
zel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümü tarafından düzenle
nen "Felsefeden Siyasete Bir Gezi", "Spinoza ile Karşılaşma
lar" ve "Bugün Marx" başlıklı sempozyumların kitaplarının
editörlüğünü üstleniyor.
.
.
.
iÇiNDEKi LER
1. Bölüm:
Soru Soran Adam
SOKRATES VE PLATON,
11
2. Bölüm:
Hakiki Mutluluk
ARISTOTELES,
22
3.
Bölüm:
Hiçbir Şey Bilemeyiz
PYRRHON.
31
4. Bölüm:
Bahçe Yolu
EP IKUROS,
40
5. Bölüm:
Önemsememeyi Öğrenmek
EP IKTETUS, CICERO, SENECA,
48
6. Bölüm:
İpler Kimin Elinde?
AUGUSTINUS,
57
7. Bölüm:
Felsefenin Tesellisi
BOETHIUS,
66
•
8.
Bölüm:
Mükemmel Ada
ANSELMUS VE AQUINAS,
75
•
9. Bölüm:
Tilki ve Aslan
NİCCOLÔ MACHIAVELLI,
82
•
10.
Bölüm:
Kötü, Zalim ve Kısa
THOMAS HOBBES,
92
•
11.
Bölüm:
Rüyada Olabilir miyim?
RENE DESCARTES,
100
•
12.
Bölüm:
Bahisleri Görelim
BLAISE PASCAL,
11 O
•
13.
Bölüm:
Mercek Yontucusu
BARUCH SPINOZA.
119
•
14.
Bölüm:
Prens ve Ayakkabı Tamircisi
JOHN LOCKE ve THOMAS REID,
126
15. Bölüm:
Odadaki Fil
GEORGE BERKELEY [ve JOHN LOCKE). 134
•
16. Bölüm:
Mümkün Dünyaların En İyisi
VOLTAIRE ve GOTTFRIED LEIBNIZ, 143
•
ı 7. Bölüm:
Hayali Saatçi
DAVID HUME, 151
•
J 8.
Bölüm:
Özgür Doğmak
JEAN-JACQUES ROUSSEAU, 160
•
19. Bölüm:
Pembe Gerçeklik
IMMANUEL KANT [1). 167
•
20. Bölüm:
Ya Herkes Böyle Yapsaydı?
IMMANUEL KANT [2). 175
•
21. Bölüm:
Kolay Yoldan Mutluluk
JEREMY BENTHAM, 184
•
22.Bölüm:
Minerva'nın Baykuşu
GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL, 191
23.Bölüm:
Gerçekliğe Anlık Bakışlar
ARTHUR SCHOPENHAUER,
200
24. Bölüm:
Büyümek için Yer Açın
JOHN STUART MILL,
208
25. Bölüm:
Akılsız Tasarım
CHARLES DARWIN
+
218
26. Bölüm:
Fedakarlık
S0REN KIERKEGAARD
+
228
27. Bölüm:
Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşinl
KARL MARX
<3>
235
28. Bölüm:
Ne Olmuş?
C.S. PEIRCE VE WILLIAM JAMES,
243
29. Bölüm:
Tanrının Ölümü
FRIEDRICH NIETZSCHE,
253
30. Bölüm:
Gizlenen Düşünceler
SIGMUND FREUD,
260
31. Bölüm:
Fransa'nın Kralı Kel mi?
BERTRAND RUSSELL
e
269
32. Bölüm:
Yuuh!/Yaşasıın!
ALFRED JULES AYER
e
278
33. Bölüm:
Özgürlüğün ıstırabı
JEAN-PAUL SARTRE, SIMONE DE
BEAUVOIR VE ALBERT CAM US
e
286
34. Bölüm:
Dilin Büyüsünde
LUDWIG WITTGENSTEIN
e
295
35. Bölüm:
Soru Sormayan Adam
HANNAH ARENDT
•
303
36. Bölüm:
Hatalardan Ders Almak
KARL POPPER VE THOMAS KUHN,
311
37. Bölüm:
Kontrolden Çıkan Tren ve
İstenmeyen Kemancı
PHILIPPA FOOT VE JUDITH
JARVIS THOMSON.
322
38. Bölüm:
Cehalet Yoluyla Adalet
JOHN RAWLS,
330
39.Bölüm:
Bilgisayarlar Düşünebilir mi?
ALAN TURING VE JOHN SEARLE,
339
40.
Bölüm:
Modern Bir Atsineği
PETER SINGER,
346
DİZİN,
356
1 . B Ö L Ü M
Soru Soran Adam
SOKRATES VE PLATON
Atina'da 2400 yıl kadar önce bir adam, çok soru
sorduğu için ölüme mahkum edildi. Ondan
önce de filozoflar vardı, ama felsefe Sokrates'le
birlikte şahlandı. Felsefenin koruyucu bir azizi
varsa, o olsa olsa Sokrates'tir.
Uzun burunlu, tombul, pasaklı ve bir parça
tuhaf Sokrates, kalıplara uymayan bir adamdı.
Görünüşü çirkindi, ender yıkanırdı ama muaz
zam bir karizmaya ve parlak bir zihne sahipti.
Atina'daki herkes, onun gibi birinin olmadığı,
muhtemelen böyle birinin bir daha dünyaya
gelmeyeceği konusunda hemfikirdi. Nevi şah
sına münhasırdı, ama aynı zamanda çok da si-
12 1
NIGEL WARBURTON
nir bozucuydu. Kendini insanı tatsız biçimde
ısıran yapışkan bir at sineği olarak görüyor
du. Onlar rahatsız edicidir, ama ciddi bir zarar
vermezler. Gerçi Atina'da herkes aynı görüşte
değildi. Sevenleri de vardı, tehlikeli bir etkisi
olduğunu düşünenler de.
Gençliğinde Peloponez savaşında Spartalı
lara ve müttefiklerine karşı savaşan cesur bir
askerdi. Orta yaşlarında pazar yerinde dolaşır,
zaman zaman insanları durdurup onlara olma
dık sorular sorardı. Yaptığı şey buydu aşağı yu
karı. Ne var ki sorduğu sorular jilet gibi keskin-
di. Basit görünüyorlardı, ama öyle değillerdi.
Bunun bir örneği, Euthydemos'la diyaloguy
du. Sokrates ona, aldatmanın ahlaksızlık sa
yılıp sayılamayacağını sorar. "Elbette sayılır,"
diye cevap verir Euthydemos. Apaçık ortada ol
duğunu düşünür. Sokrates ona şöyle sorar: Ya
bir arkadaşın kendini çok kötü hissediyorsa ve
kendini öldürebilecekse, sen de onun bıçağını
çalarsan? Bu da aldatmak olmaz mı? Şüphesiz
ki olur. Fakat böyle yapmak
ahlaksızca
değil de
ahlaki
değil midir? Her ne kadar aldatıcı bir
edim olsa da kötü değil iyi bir şeydir. Eli kolu
bağlanan Euthydemos, "evet" der. Zekice bir
karşı örnek kullanan Sokrates, Euthydemos'un
aldatıcı olanın ahlaksızca olduğu yönündeki
genel yorumunun her durumda geçerli olmadı
ğını göstermişti. Euthydemos bunu ilk kez fark
ediyordu.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
ı3
Sokrates pazarda karşılaştığı insanların
bildiklerini düşündükleri şeyi gerçekten bil
mediklerini tekrar tekrar kanıtlamıştır. Bir
ordu komutanı, "cesaret"le kastedilenin ne
olduğunu bildiğinden kesinlikle emin olarak
konuşmaya başlar, fakat Sokrates'in yanın
da geçirdiği yirmi dakikadan sonra tamamen
kafası karışır. Bu oldukça sersemletici bir de
neyim olmalıdır. Sokrates insanların gerçekte
anladığı şeyin sınırlarını açığa çıkarmayı ve
yaşamlarının temeli yaptıkları varsayımları
sorgulamayı seviyordu. Herkesin ne kadar da
az bildiğini fark etmesiyle son bulan diyalog,
onun için bir başarıydı. Bir şeyi anlamadığın
halde anladığını düşünmeye devam etmekten
çok daha iyiydi.
O zamanlar Atina'da, zengin ailelerin oğul
ları eğitim almak üzere Sofistlere gönderilirdi.
Sofistler öğrencilerini hitabet sanatında eği
ten zeki hocalardı. Bunun için onlara yüksek
ücretler ödenirdi. Onların aksine Sokrates hiz
metleri için ücret almazdı. Aslında hiçbir şey
bilmediğini iddia ederdi; dolayısıyla ne öğre
tebilirdi ki? Bu, öğrencileri ona gitmekten ve
diyaloglarını dinlemekten alıkoymasa da onu
Sofistlerin gözünde pek de sevilen biri yapma
dı.
Bir gün arkadaşı Khairephon, Delphi'deki
Apollon kahinine gitti. Kahin bilge, yaşlı bir
kadın, ziyaretçilerin sorularını cevaplayan bir
14 1
NIGEL WARBURTON
Apollon rahibesiydi. Cevapları genellikle bul
maca biçimindeydi. "Sokrates'ten daha bilge
var mı?" diye sordu Khairephon. Cevap "hayır"
oldu, "Sokrates'ten daha bilge kimse yok."
Khairephon bunu söylediğinde, Sokrates
önce ona inanmadı. Gerçekten de şaşırmıştı.
"Bu kadar az şey bilirken, Atina'daki en bilge
kişi nasıl olabilirim?" diye hayret etti. Kendi
sinden daha bilge biri olup olmadığını görmek
için yıllarını insanlara soru sormaya adadı.. En
sonunda kahinin ne demek istediğini anladı ve
haklı olduğunu fark etti. Çoğu insan yaptıkları
çeşitli şeylerde iyiydi, marangoz marangozluk
ta iyiydi, askerler savaşmayı biliyorlardı. Ama
hiçbiri hakiki anlamda bilge değildi. Ne hak
kında konuşt�klarını gerçekte bilmiyorlardı.
"Filozof' sözcüğü "bilgelik sevgisi" anlamına
gelen Yunanca sözcüklerden meydana gelir. Bu
kitabın izini sürdüğü Batı felsefesi geleneği,
Doğu'dan gelen düşüncelerden de etkilenerek,
eski Yunanlardan dünyanın geniş bir kısmına
yayıldı. Değer verdiği bilgelik türü, argümana,
akıl yürütmeye ve sorular sormaya dayanır,
önemli biri doğru dedi diye bir şeye inanma
ya değil. Sokrates için bilgelik, çok şey bilmek
ya da bir şeyi nasıl yapacağını bilmek değildi.
Bilgelikle neyi bilebileceğimizin sınırlarını da
içererek, varoluşumuzun gerçek doğasını an
lamayı kastediyordu. Günümüzde filozoflar az
çok Sokrates'in yapmış olduğu şeyi yapıyorlar:
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 15
Zor so:r:ular sormak, sebeplere ve kanıtlara bak
mak, gerçekliğin doğası ve nasıl yaşamamız
gerektiğiyle ilgili olarak kendimize sorabildi
ğimiz en önemli sorulardan bazılarını cevap
lamaya çabalamak. Ancak Sokrates'ten farklı
olarak modern filozoflar neredeyse iki bin beş
yüz yıllık felsefi düşünce birikiminden yarar
lanırlar. Bu kitap, Sokrates'le başlayan olduğu
Batı düşünce geleneğinde yazılar yazmış bazı
ana düşünürlerin fikirlerini inceliyor.
Sokrates'i böyle bilge kılan şey, durmaksı
zın soru sorması ve düşüncelerini tartışmaya
daima istekli olmasıdır. Yaşamın ancak ne yap
tığınızı düşünürseniz yaşanmaya değer oldu
ğunu söylemişti. Sorgulanmamış bir varoluş
koyunlara uygundur, insanlara değil.
Sokrates bir filozof için alışılmadık biçimde
bir şeyler yazmayı reddetti. Ona göre konuş
mak yazmaktan daha iyiydi. Yazılı sözcükler
insana karşılık vermez; onları anlamadığınız
da açıklama yapamazlardı. Sokrates yüz yüze
konuşmanın çok daha iyi olduğuna inanıyor
du. Konuşma sırasında konuştuğumuz kişinin
nasıl biri olduğunu hesaba katabilir; mesajın
yerini bulması için söyleyeceklerimizi buna
göre uyarlayabiliriz. Sokrates yazmayı reddet
tiği için bu büyük insanın inandığı ve tartış
tığı düşüncelerin çoğunu en parlak öğrencisi
Platon'un eserleri yoluyla öğreniriz. Platon,
Sokrates ile soru sorduğu insanlar arasındaki
16
1
NIGEL WARBURTON
bir dizi diyalogu kaleme almıştır. Bunlar Pla
ton Diyalogları olarak bilinir ve büyük felsefe
eserleri olduğu kadar büyük edebiyat eserleri
dir, bazı açılardan Platon zamanının Shakes
peare'iydi. Bu diyalogları okurken, Sokrates'in
nasıl biri olduğu, zeki ve insanı çileden çıkar
tan kişiliği hakkında bir fikir ediniriz.
Aslında bu o kadar da basit değildir, çünkü
Platon'un Sokrates'in gerçekten söylediği bir
şeyi mi yazdığını yoksa "Sokrates" diye adlan
dırdığı karakterin ağzından kendi düşüncele
rini mi aktardığını her zaman ayırt edemeyiz.
Çoğu insan, dünyanın göründüğü gibi olma
dığı düşüncesinin Sokrates'e değil de Platon'a
ait olduğuna inanır. Görünüş ile gerçeklik ara
sında önemH.bir fark vardır. Pek çoğumuz gö
rünüşle gerçekliği karıştırırız. Anladığımızı
düşünürüz, fakat anlamayız. Platon dünyanın
gerçekte nasıl olduğunu yalnızca filozofların
anladığını düşünür. Filozof duyularına daya
narak değil de düşünmeyle gerçekliğin doğa
sını keşfederler.
Bu fikri anlatmak için Platon bir mağarayı
betimler. Bu hayali mağarada, yüzleri duvara
dönük, zincirlerle bağlı insanlar vardır. Önle
rinde, gerçek şeyler olduğuna inandıkları tit
reşen gölgeleri görebilirler. Gördükleri gerçek
değil, arkalarında yanan bir ateşin önünde du
ran nesnelerin meydana getirdiği gölgelerdir.
Bu insanlar tüm yaşamlarını, duvara yansıyan
FELSEFENİN KISA TARİHİ J
17
gölgelerin gerçek dünya olduğunu düşünerek
geçirirler. Sonrasında içlerinden biri zincirle
rini kırar ve ateşe doğru döner. Gözleri ilkin
bulanıktır, ama sonra nerede olduğunu görme
ye başlar. Mağaradan sendeleyerek çıkar ve ni
hayet güneşe bakabilir. Mağaraya geri döndü
ğünde, dışarıdaki dünya hakkında söyledikle
rine kimse inanmaz. Zincirlerini kıran kişi bir
filozof gibidir. Görünüşlerin ötesini görür. Sı
radan bir insan gerçeklik hakkında az bir fikre
sahiptir, çünkü onu. derinlemesine düşünmek
tense, hemen önünde duran şeye bakmaktan
hoşnuttur. Ne var ki görünüşler aldatıcıdır.
Gördükleri gölgelerdir, gerçeklik değil.
Bu mağara hikayesi, Platon'un Formlar Te
orisi olarak bilinegelen şeyle bağlantılıdır.
Bunu anlamanın en kolay yolu bir örnek ara
cılığıyladır. Yaşamınız boyunca gördüğünüz
bütün daireleri düşünün. Bunlardan herhangi
biri mükemmel bir daire miydi? Hayır. Hiçbiri
tamamen kusursuz değildi. Kusursuz bir dai
renin çevresindeki her nokta merkezdeki nok
tadan tamı tamına aynı uzaklıktadır. Gerçek
daireler bu koşula asla tam olarak uymaz. Öte
yandan, "kusursuz daire" sözcüklerini kullan
dığımda ne demek istediğimi anlamıştınız. O
kusursuz daire nedir peki? Platon kusursuz
daire düşüncesinin bir daire Formu olduğunu
söylerdi. Dairenin ne olduğunu anlamak ister
sek, daire Formuna odaklanmamız gerekmek-
18 J NIGEL WARBURTON
tedir; hepsi de bir açıdan kusurlu olan görsel
duyularımız yoluyla deneyimleyebildiğimiz ya
da çizdiğimiz gerçek dairelere değil. Benzer
şekilde Platon, iyiliğin ne olduğunu anlamak
istiyorsak, onun tanık olduğumuz tikel örnek
lerine değil, iyilik Formuna yoğunlaşmamız
gerektiğini düşünmüştür. Filozoflar bu soyut
yoldan Formlar hakkında düşünmeye en uygun
insanlardır; sıradan insanlar dünya tarafın
dan yanlış yönlendirilirler, çünkü onu duyular
aracılığıyla kavrarlar.
Filozoflar gerçeklik üzerine düşünmede iyi
oldukları için Platon onların sorumlu olmala
rı ve politik gücün tamamını ellerinde bulun
durmaları gerektiğine inanmıştır. En ünlü ese
ri olan Devle
(
te, hayali bir mükemmel toplum
betimledi. Filozoflar en tepede olacak, özel
bir eğitim alacaklardı; buna karşılık yönet
tikleri yurttaşlar uğruna kendi zevklerini bir
yana bırakacaklardı. Onların altında, ülkeyi
korumak üzere eğitilmiş askerler,
onların da
altında çalışan kesim olacaktı. Bu üç grubun
mükemmel bir denge içinde olacağını düşü
nüyordu Platon; akılcı kısmının duyguları ve
arzuları kontrol altında tuttuğu dengeli bir zi
hin gibi. Ne yazık ki onun toplum modeli son
derece anti-demokratikti ve insanları yalanla
rın ve gücün birleşimiyle kontrol altında tu
tuyordu. Platon çoğu sanatı, gerçekliği yanlış
temsil ettikleri gerekçesiyle yasaklardı. Res-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 19
sam görünüşleri resmeder, fakat görünüşler
Formlar hakkında aldatıcıdır. Platon'un ideal
devletinde yaşamın her yönü, yukarıdan sıkı
kontrol altında olacaktır. Bugün bizim totali
ter devlet olarak adlandıracağımız şeydir bu.
Platon insanların oy vermesine izin vermenin,
yolcuların geminin dümeninde olmasına izin
vermekten farksız olduğunu düşünmüştür -
dizginleri, ne yaptıklarını bilen insanlara ver
mek çok daha iyiydi.
Beşinci yüzyıl Atina'sı Platon'un Devlet'te
hayal ettiği toplumdan oldukça farklıydı. Bir
tür demokrasiydi ama nüfusun yalnızca yüz
de onu oy kullanabiliyordu. Sözgelimi kadınlar
ve köleler otomatik olarak dışlanıyordu. Ama
yurttaşlar yasa önünde eşitti ve herkesin siya
si kararları etkilemekte eşit şansı olmasını ga
rantiye alan kapsamlı bir seçim sistemi vardı.
Atinalılar genel olarak Sokrates'e Platon ka
dar yüksek değer vermiyorlardı. Tam tersine,
pek çok Atinalı Sokrates'in tehlikeli olduğu,
kasıtlı olarak hükümete zarar verdiği düşünce
sindeydi. İÔ 399'da, Sokrates
70
yaşındayken,
bu Atinalılardan biri olan Meletos onu mahke
meye verdi. Sokrates'in Atina tanrılarını ihmal
ettiğini, onların yerine yeni tanrılar koyduğu
nu iddia ediyordu. Atina'nın gençlerini yoldan
çıkardığı, onları otoriteye karşı gelmeleri için
teşvik ettiğini de söylüyordu. Her ikisi de çok
ciddi suçlamalardı. Ne derece doğru oldukları-
20 1 NIGEL WARBURTON
nı bilmek bugün için güçtür. Sokrates öğrenci
lerini devletin dinine uymamaya teşvik etmiş
olabilirdi gerçekten de. Atina demokrasisiyle
alay etmekten keyif aldığını gösteren bazı ka
nıtlar yok değildir. Bu onun karakteriyle de tu
tarlı olurdu. Kesin olan tek şey vardı: Pek çok
Atinalı onun cezalandırılması gerektiğine ina
nıyordu.
Suçlu olup olmadığına dair oylama yaptı
lar. Büyük jüriyi oluşturan 501 yurttaşın yarı
sından biraz fazlası onu suçlu bularak ölüme
mahkum etti. İstese onları ikna ederek muhte
melen ölümden kurtulabilirdi. Böyle yapmak
yerine, atsineği olarak ününe toz kondurma
mak istercesine, yanlış bir şey yapmadığını ve
Atinalıların �mu cezalandırmak yerine ömrü
boyunca bedava yemekle ödüllendirmeleri ge
rektiğini söyleyerek onları daha da kızdırdı. Bu
pek de hoş karşılanmadı.
Bedeni yavaş yavaş felç eden bir bitki olan
baldırandan yapılan zehri içmeye zorlanarak
idam edildi. Sokrates karısı ve üç oğluyla ve
dalaştı, sonra öğrencilerini etrafına topladı.
Cevaplaması zor sorular sormadan, sessiz se
dasız yaşamaya devam etmek gibi bir seçeneği
olsa bile bunu kabul etmektense ölmeyi yeğler
di. Her şeyi sorgulamayı sürdürmesini söyle
yen bir iç sese sahipti ve ona ihanet edemezdi.
Sonra bardaktaki zehri içti. Kısa bir süre sonra
öldü.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 2ı
Sokrates, Platon'un diyaloglarında yaşama
ya devam eder. Durmaksızın soru soran, şey
lerin gerçekte nasıl olduklarını düşünmeyi
bırakmaktansa ölmeyi tercih eden bu inatçı
adam, o zamandan beri filozoflar için ilham
kaynağı olmuştur.
Sokrates'in birincil etkisi etrafındakiler
üzerindeydi. Hocasının ölümünün ardından
Platon, Sokrates'in ilkelerine bağlı kalarak fel
sefe öğretmeye devam etti. Gelmiş geçmiş en
etkileyici öğrencisi ise, ikisinden de çok farklı
türde bir düşünür olan Aristoteles'ti.
2 . B O L U M
Hakiki Mutluluk
ARISTOTELES
"Bir bulutla kış olmaz, bir çiçekle yaz gelmez."
Kulağa William Shakespeare ya da başka bir
ünlü şaire ait olabilecekmiş gibi gelen bu söz
aslında Aristoteles'in, oğlu Nikhomakhos'a
adadığı
Nikhomakhos 'a Etik
adlı ki tabından
alınmıştır. Aristoteles bu sözle şunu kastedi
yordu: Nasıl açan bir tek çiçek ya da yaşanan
bir tek sıcak gün yazın geldiğini kanıtlayamaz
sa, size haz veren birkaç anın ardından da ha
kiki mutluluğu bulduğunuzu söyleyemezsiniz.
Ona göre hakiki mutluluk kısa süreli bir haz
değildir. Şaşırtıcı bir şekilde, çocukların mutlu
olamayacağını düşünür. Bu kulağa saçma ge-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
23
lir. Eğer çocuklar da mutlu olamazsa, kim mut
lu olabilir? Buradan hareketle onun mutluluk
anlayışının bizim mutluluk anlayışımızdan ne
kadar farklı olduğunu anlıyoruz. Çocuklar ya
şamlarına daha yeni başlamışlardır ve bu yüz
den herhangi anlamda eksiksiz bir yaşama sa
hip değillerdir. Aristoteles hakiki mutluluğun
daha uzun bir yaşam gerektirdiğini öne sürer.
Aristoteles, Platon'un, Platon da Sokrates'in
öğrencisiydi. Dolayısıyla bu büyük düşünür
ler bir zincirin halkalarını oluşturur: Sokra
tes-Platon-Aristoteles. Zaten hep böyle değil
midir? Dahiler genellikle yoktan var olmazlar.
Çoğunun onlara ilham veren bir hocası olmuş
tur ancak bu üç düşünürün düşünceleri birbi
rinden çok. farklıydı. Öğrendiklerini papağan
gibi yinelememişlerdi. Her birinin özgün bir
yaklaşımı vardı. Basitçe ifade edersek, Sokra
tes iyi bir konuşmacı, Platon başarılı bir yazar,
Aristoteles ise her şeyle ilgilenen biriydi. Sok
rates ve Platon gördüğümüz dünyayı, yalnızca
soyut felsefi düşünceyle ulaşılabilecek olan
hakiki gerçekliğin soluk bir yansıması olarak
düşünüyordu; Aristoteles ise tam aksine, çev
resindeki her şeyin ayrıntısıyla büyülenmişti.
Ne yazık ki, Aristoteles'in günümüze kalan
neredeyse tüm eserleri ders notları şeklinde
dir. Yine de onun düşüncesinin bu kayıtları,
çoğunlukla kuru bir üslup taşımalarına rağ
men Batı felsefesi üzerinde olağanüstü bir etki
24 J NIGEL WARBURTON
bıraktı. Aristoteles yalnızca bir filozof değildi,
aynı zamanda zooloji, astronomi, tarih, politi
ka ve dramayla da ilgilenmişti.
İÔ 384 yılında Makedonya'da doğan Aris
toteles, Platon'la birlikte çalıştıktan ve Büyük
İskender' e hocalık yaptıktan sonra Atina'da Ly
keion denilen kendi okulunu kurdu. Burası an
tik dünyanın en ünlü öğretim merkezlerinden
biriydi ve bir parça modern üniversitelere ben
ziyordu. Aristoteles'in Lykeion'dan dış dünya�
ya yolladığı araştırmacılar politik toplumdan
biyolojiye kadar her alanda yeni bilgilerle oku
la geri dönüyordu. Ayrıca muazzam bir kütüp
hane de kurmuştu. Raffaelo tarafından yapılan
ünlü Rönesans resmi
A tina
Okulu'nda Platon,
Formlar dünya�ına doğru yukarıyı işaret eder
ken, Aristoteles ise tam tersine elini önündeki
dünyaya uzatır.
Platon oturduğu yerden felsefe yapmaktan
hoşnut olabilirdi ama Aristoteles duyularımız
la deneyimlediğimiz gerçekliği keşfetmek isti
yordu. Hocasının Formlar Teorisini reddetmiş,
bunun yerine, herhangi bir genel kategoriyi
anlamanın yolunun, onun tikel örneklerini in
celemek olduğuna inanmıştı. Yani bir kedinin
ne olduğunu anlamak istiyorsanız kedi Formu
hakkında soyut düşünmek yerine, gerçek kedi
lere bakmalıydınız.
Aristoteles'in üzerinde durduğu sorulardan
biri de "Nasıl yaşamalıyız"dı. Bu soruyu ondan
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 25
önce Sokrates ve Platon da. sormuştu. Aslında
buna cevap verme ihtiyacı, insanları en başta
felsefeye yönelten nedenlerden biridir. Aristo
teles'in de kendine özgü bir cevabı vardı. En
yalın haliyle de şuydu: Mutluluğu arayın.
Peki, bu "mutluluk arayışı" ne anlama ge
lir? Günümüzde mutluluğu arayın dediğinizde
çoğu kişi eğlenebilmenin bir yolunu düşünür.
Belki de sizin için mutluluk, egzotik tatillere
çıkmak, müzik festivallerine ya da partilere
gitmek ya da arkadaşlarınızla zaman geçir
mektir. Sevdiğiniz kitapla bir yere kıvrılmak
ya da bir sanat galerisini gezmek anlamına
da gelebilir. Aristoteles'e göre tüm bunlar iyi
bir yaşamın parçası olabilirdi ama yaşamanın
en iyi yolunun dışarıya çıkmak ve haz aramak
olduğuna kesinlikle inanmıyordu. Aristote
les' e göre bu tek başına iyi bir yaşam olmaz
dı. Aristoteles'in kullandığı Yunanca sözcük
("you-die-moania" diye telaffuz edilen, fakat
anlamı zıt olan*)
eudaimonia
idi. Sözcük bazen
"mutluluk"tan ziyade "serpilme" ya da "başarı"
olarak da çevrilir.
Eudaimonia
mango aromalı
dondurma yediğinizde ya da tuttuğunuz takım
maçı kazandığında tadacağınız hoş hislerden
daha fazlasıdır. Gelip geçici mutluluk anları ya
da kendinizi nasıl hissettiğinizle ilgili değildir.
Bundan daha nesneldir. Günümüzde mutluluk
Sözcüğün, İngilizce telaffuzu "ölümüne sızlanmanın"
telaffuzuna benzemektedir -ed.n.
26 1 NIGEL WARBURTON
dediğimizde aklımıza kendimizi nasıl hissetti
ğimizden başka bir şey gelmediği için onu kav
ramak epey güçtür.
Bir çiçek düşünün. Onu sular, yeterince ışık
almasını sağlarsanız, yavaş yavaş büyüyen bir
filizin çiçek açmasını sağlayabilirsiniz. Ama
onu ihmal eder, karanlıkta bırakır, böceklerin
yapraklarını kemirmesine izin verirseniz ölür
ya da en iyi ihtimalle çirkin bir ota dönüşür.
İnsanlar da çiçekler gibi gelişirler, ancak· çi
çeklerden farklı olarak kendi seçimlerini ken
dileri yaparlar: Ne yapacağımıza ve olacağımı
za kendimiz karar veririz.
Aristoteles insan doğası diye bir şeyin oldu
ğuna, adını koyacak olursak, insanın bir işlevi
olduğuna inanıyordu. Bize en uygun olan bir
yaşam biçimi vardır. Diğer hayvanlardan ve
başka her şeyden ayrı olarak, ne yapmamız ge
rektiğini düşünüp akıl yürütebiliriz. Buradan
hareketle Aristoteles bir insan için en iyi ya
şam şeklinin aklımızın güçlerini kullandığımız
bir yaşam olduğu sonucuna varmıştır.
Şaşırtıcı bir şekilde Aristoteles hakkında
bilmediğimiz şeylerin -hatta ölümümüzden
sonraki olayların bile- eudaimoniamıza kat
kı bulunabileceğine inanıyordu. Bu size garip
gelebilir. Ölümden sonra yaşam olmadığını
düşünürsek, siz yokken olan şeyler mutlulu
ğunuzu nasıl etkileyebilir ki? Bir ebeveyn ol
duğunuzu düşünün ve mutluluğunuz kısmen
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 27
çocuğunuzun geleceği için beslediğiniz umut
lara dayansın. Çocuğunuz sizin ölümünüzden
sonra ciddi bir hastalığa yakalanırsa,
eudai
monianız
bundan etkilenecektir. Aristoteles' e
göre, siz hayatta olmasanız ve çocuğunuzun
hastalığından aslında haberdar olmasanız
bile yaşamınız kötüye gitmiş olacaktır. Bu ör
nek mutluluğun sadece nasıl hissettiğinizle
ilgili bir mesele olmadığını açıkça ortaya ko
yar. Bu bağlamda düşünüldüğünde mutluluk,
yaşamdaki tüm başarılarınız, önemsediğiniz
insanların başına gelenlerden etkilenebilecek
bir şeydir. Kontrolünüz ve bilginiz dışındaki
olaylar mutluluğunuzu etkilemektedir. Mutlu
olup olmadığınız kısmen iyi şansa da bağlıdır.
Temel soru şudur:
"Eudaimonia
şansımı
artırmak için ne yapabilirim?" Aristoteles bu
soruya, "Doğru karaktere sahip olun" karşı
lığını verir. Doğru zamanda doğru duyguları
hissetmeniz gerekir, bunlar da sizi doğru dav
ranmaya götürür. Bu kısmen nasıl yetiştirilmiş
olduğunuzla ilgili bir meseledir, çünkü uygun
alışkanlıkları geliştirmenin en iyi yolu, onla
rı küçük yaşlarda edinmektir. Şans burada da
devreye girer. İyi davranış kalıpları erdemleri,
kötü olanlar ise kusurları doğurur.
Savaş zamanındaki cesaret erdemini düşü
nün. Bir asker, bazı yurttaşların hayatını sal
dırıya geçen ordudan kurtarmak için 'belki de
kendi hayatını tehlikeye atmak zorunda kalır.
28
1
NIGEL WARBURTON
Gözü kara
kişi kendi güvenliğini hiç önemse
mez. Hatta muhtemelen gerekli olmadığı du
rumlarda bile kendini tehlikeye sokabilir. Ne
var ki bu gerçek cesaret değil, umarsızca ris
ke girmektir. Diğer uçta ise,
korkak
bir asker
korkusunu yenip gerekeni yapamaz ve ona en
fazla ihtiyaç duyulan anda korkudan donaka
lır. Aynı durumda cesur ya da yiğit kişi de kor
ku duyabilir, ancak korkusunu yenip harekete
geçmeyi de bilir. Aristoteles her erdemin bu�
nun gibi iki uç arasında olduğunu düşünmüş
tür. Burada cesaret, gözü karalık ile korkaklık
arasında ortada bir yerdedir. Bu, Aristoteles'in
Altın Orta öğretisi olarak da bilinir.
Aristoteles'in etiğe yaklaşımı sadece tarih
sel açıdan ilgi_ çekici değildir. Birçok modern
filozof, erdemleri geliştirmenin önemi konu
sunda Aristoteles'in haklı olduğuna, mutlulu
ğun ne olduğuna ilişkin görüşünün eksiksiz ve
ilham verici olduğuna inanır. Yaşamdan aldı
ğımız hazzı artırmanın yollarını aramak yeri
ne, daha iyi bir insan olmaya ve doğru şeyleri
yapmaya çalışmalıyız. Yaşamı daha iyi kılan
şey budur.
Tüm bunlar, aklınıza Aristoteles'in sadece
kişisel gelişimle ilgilendiği düşüncesini getire
bilir. Ancak işin doğrusu öyle değildir. İnsanın
politik bir hayvan olduğunu öne sürer Aristo
teles. Diğer insanlarla birlikte yaşayabilme
ye, doğamızın karanlık tarafını bastıracak bir
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 29
adalet sistemine gerek duyarız.
Eudaimonia
sadece toplum içindeki yaşamla ilişkili olarak
elde edilebilir. Birlikte yaşarız ve iyi düzenlen
miş politik bir devlette etrafımızdakilerle iyi
etkileşim yoluyla mutluluğumuzu bulmamız
gerekir.
Aristoteles'in dehasının tek bir talihsiz yan
etkisi vardı. Öyle zekiydi ve araştırmaları öyle
kapsamlıydı ki, eserlerini okuyanların çoğu
onun her konuda haklı olduğuna inandılar. Bu
durum, Sokrates'in başlattığı gelenek içindeki
felsefe ve ilerleme açısından kötüydü. Ölümün
den yüzyıllar sonra bile Aristoteles'in dünyaya
ilişkin görüşleri, çoğu alim tarafından sorgu
suz sualsiz kabul edildi. Aristoteles'in bir ko
nuda bir şey söylediğini kanıtlayabilmek on
lar için yeterliydi. Bu, kimi zaman "otoritenin
doğrusu" diye adlandırılan şeydir, önemli bir
"otorite" doğru olduğunu söylediği için bir şe
yin doğru olması
gerektiğine
inanmak anlamı
na gelir.
Yüksek bir yerden aynı boyutta bir ahşap ve
metal parçası atsaydınız ne olurdu dersiniz?
Yere ilk düşen hangisi olurdu? Aristoteles ağır
olanın, metal parçanın daha hızlı düşeceğini
düşünmüştü. Aslında olan bu değildi. İkisi de
aynı hızda düşüyordu. Ama Aristoteles doğ
ru olduğunu söylediği için, ortaçağda herkes
de bunun doğru olması gerektiğine inanıyor
du. Başka bir kanıta gerek yoktu. On sekizinci
30 1 NIGEL WARBURTON
yüzyılda Galileo Galilei'nin bunu sınamak için
eğik Pisa Kulesinden ahşap bir topu ve savaş
güllesini aşağı bıraktığı söylenir. İkisi de aynı
anda yere ulaştılar. Yani Aristoteles yanılmıştı.
Ne var ki, bunu çok daha önce göstermek de
gayet kolay olurdu.
Başka birinin otoritesine güvenmek, Aristo
teles'in araştırmasının doğasına tamamen ay
kırıydı. Felse.fenin doğasına da aykırıydı. Oto
rite tek başına hiçbir şeyi kanıtlamaz. Aristo�
teles'in kendine özgü yöntemleri soruşturma,
araştırma ve açık bir şekilde akıl yürütmeydi.
Felsefe tartışmayla, yanlış olma olasılığıyla,
karşıt görüşlerle ve keşfedilen alternatifler
le gelişir. Neyse ki her çağda başka insanla
rın böyle almaşı gerek dediği şeyler hakkında
eleştirel düşünmeye hazır filozoflar vardı. He
men hemen her konu hakkında eleştirel düşün
meye çabalayan filozoflardan biri de şüpheci
Pyrrhon'du.
3 . B Ö L Ü M
Hiçbir Şey Bilemeyiz
PYRRHON
Hiç kimse bir şey bilemez, hatta bu bile kesin
değildir. Doğru olduğuna inandığınız şeylere
güvenemezsiniz çünkü yanılıyor olabilirsiniz.
Her şey sorgulanabilir, her şeyden şüphe edi
lebilir. Bu nedenle yapabileceğiniz en iyi şey,
açık fikirli olmayı sürdürmektir. Kendinizi bir
düşünceye adarsanız, hayal kırıklığına uğrar
sınız. Bu, eski Yunan ve daha sonra Roma'da
birkaç yüzyıl popüler olan bir felsefi akım
olan Şüpheciliğin ana öğretisiydi. Platon ve
Aristoteles'ten farklı olarak, en aşırı şüpheci
ler herhangi bir konuda belli bir düşünceyi sa
vunmaktan kaçındılar. AntikYunanistan'da ya-
32 J NIGEL WARBURTON
şamış Pyrrhon (M.Ö. 365-270), tüm zamanların
en ünlü ve belki de en uç şüphecisidir. Hayatı
da oldukça gariptir.
Birçok şey bildiğinizi düşünebilirsiniz. Ör
neğin şu anda bu kitabı okuduğunuzu biliyor
sunuz. Ama şüpheciler bunu sorgularlar. Şu
anda gerçekten de elinizdeki kitabı okuduğu
nuza ve yalnızca okuduğunuzu hayal etmedi
ğinize neden inandığınızı düşünün. Bundan
gerçekten emin olabilir misiniz? Okuyor gibi
görünüyorsunuz - size öyle görünür. Ama belki
de halüsinasyon ya da rüya görüyorsunuz (Bu,
Rene Descartes'ın 1 800 yıl sonra geliştireceği
bir düşüncedir, bkz. 1 1 . Bölüm). Sokrates'in,
tek bildiğinin, hiçbir şey bilmediği olduğunda
ısrar etmesi de şüpheci bir bakış açısıydı. Py
rrhon bunu çok daha da ileriye taşıdı; belki de
biraz fazla ileriye.
Pyrrhon'un hayatıyla ilgili anlatılanlara
inanılacak olursa (belki
bunlardan
da şüphe
etmeliyiz), hiçbir şeye kesin gözüyle bakmama
yı kariyere dönüştürdüğünü görürüz. Sokrates
gibi o da hiçbir şey yazmadı. Dolayısıyla onun
la ilgili bildiğimiz her şeyi ölümünden birkaç
yüzyıl sonra başkalarının yazdıklarından öğ
reniriz. Onlardan biri de Diogenes Laertios'tur.
Bize Pyrrhon'un meşhur olduğunu, yaşadığı
yer olan Elis'te yüksek rahip konumuna ge
tirildiğini ve onun onuruna filozofların vergi
ödemek zorunda olmadığını söyler. Filozofla-
FELSEFENİN KISA TARİHİ l 33
rın vergi ödememesi gayet iyi bir fikir olsa da,
bunun doğru olup olmadığını bilmemizin yolu
yoktur.
Yine de bilebildiğimiz kadarıyla, Pyrrhon
şüpheciliğini oldukça olağanüstü şekillerde
yaşadı. Onu koruyacak arkadaşları olmasaydı,
yeryüzünde geçirdiği zaman çok kısa olurdu.
Uzun yaşamak için her aşırı şüphecinin, kendi
sinden daha az şüpheci olan insanların deste
ğine ya da bolca şansa ihtiyacı vardır.
Pyrrhon hayata şöyle yaklaşırdı. Duyuları
mıza tamamen güvenemeyiz çünkü bazen bizi
aldatırlar. Örneğin karanlıkta gördüğünüz bir
şey hakkında kolayca yanılabilirsiniz. Tilki
gibi görünen şey sadece bir kedi olabilir. Bi
rinin size seslendiğini düşündüğünüz zaman
yalnızca ağaçlar arasında esen rüzgarı işitmiş
olabilirsiniz. Duyularımız bizi oldukça sık al
dattığı için onlara
asla
güven olmayacağına
karar verir Pyrrhon. Duyularının ona doğru
bilgi verme olasılığını hepten göz ardı etmez
ama meseleye karşı açık görüşlü tavrından da
ödün vermez.
Dolayısıyla pek çok kişi sarp bir uçurumun
kıyısındayken yürümeye devam etmeyi aptal
lık sayarken, Pyrrhon bunu yapmaz. Duyuları
onu aldatabileceği için onlara güvenmez. Ayak
larının uçurumun kenarında kıvrıldığını ya da
öne doğru devrildiğini hissetse bile aşağıdaki
kayalara düşeceğine ikna olmaz. Kayalara düş-
34
\
NIGEL WARBURTON
menin sağlığına zarar vereceği bile onun için
açık değildir. Mutlak anlamda bundan nasıl
emin olabilir ki? Hepsinin şüpheci olmadığını
tahmin ettiğimiz dostları başına bir kaza gel
memesi için onu kollamasa büyük ihtimalle
başı beladan kurtulmazdı.
C anını yakmayı isteyeceklerinden emin de
ğilsen vahşi köpeklerden korkmanın bir anla
mı var mı? Havlayıp diş göstermeleri ve size
doğru koşmaları sizi kesinlikle ısıracakları
anlamına gelmez. Isırsalar bile ille de canınız
yanacak değil ya. Caddede karşıdan karşıya
geçerken hızla akan trafik kimin umurunda?
Arabalar size çarpmayabilir. Gerçekten kim
bilebilir? Hem ölü ya da diri olsanız ne fark
eder ki? Her nasılsa Pyrrhon, bu bütünüyle
kayıtsızlık felsefesini sonuna kadar yaşamayı
başardı, tüm olağan ve doğal insani duygular
la davranış kalıplarını yendi.
En azından efsane böyle diyor. Onunla ilgili
bu hikayelerin bazıları, felsefesiyle dalga geç
mek isteyenlerin uydurduğu masallar muh
temelen. Fakat hepsinin uydurma olduğu da
söylenemez. Mesel_a gemiyle yolculuk yaptığı
sırada, gelmiş geçmiş en korkunç fırtınalar
dan birinin ortasında kaldığında serinkanlılı
ğı hiç bozmamasıyla ünlüdür. Sert rüzgar ge
minin yelkenlerini parçalar, dev dalgalar tek
neyi döver. Etrafındaki herkes korkuya kapılır
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 35
ama Pyrrhon bunların hiçbirinden etkilenmez.
Görünüşler sıklıkla aldatıcı olduğundan, fırtı
nadan gelebilecek herhangi bir zarardan da
kesin olarak emin olamayacaktır. En tecrübeli
denizciler bile paniğe kapıldığında, o sükune
tini korumuştur. Bu şartlar altında bile kayıt
sız kalmanın mümkün olduğunu kanıtlamıştır.
Bu hikaye muhtemelen gerçektir.
Pyrrhon gençliğinde Hindistan' a gitmişti.
Muhtemelen sıradışı yaşamının ilham kaynağı
da burası oldu. Hindistan, kendilerini aşırı, ne
redeyse inanılmaz boyutlarda fiziksel zorluk
lara tabi tutabilen ruhani hocalar ve guruların
muazzam bir geleneğine sahipti: İçsel dingin
liğe ulaşmak için diri diri gömülme, bedenin
hassas bölgelerine ağırlıklar asma ve haftalar
ca yemek yemeden yaşama. Pyrrhon'un felse
feye yaklaşımı bir mistiğinkine yakındı. Bunu
başarmak için kullandığı teknikler ne olursa
olsun, dediklerini uyguluyordu. Sakin ruh hali,
etrafındakileri derinden etkiliyordu. Ona göre,
herhangi bir şey karşısında galeyana gelme
mesinin nedeni, mutlak anlamda her şeyin bir
yargı meselesi olmasıydı. Hakikati keşfetme
nin bir yolu yoksa, endişeye de mahal yoktur. O
zaman kendimizi bütün katı inançlardan uzak
laştırabiliriz, çünkü böyle inançlar her zaman
hayal ürünüdür.
Pyrrhon'la tanışsaydınız büyük ihtimalle
onun deli olduğunu düşünürdünüz. Belki de
36 1 NIGEL WARBURTON
gerçekten öyleydi. Ama düşünceleri ve davra
nışları tutarlıydı. Kesin dediğiniz pek çok şe
yin anlamsız olduğunu, iç huzurunuza gölge
düşürdüğünü düşünürdü. Çok fazla şeye kesin
gözüyle bakmak kumdan kaleler inşa etmek
gibidir. Düşüncelerinizin temelleri, inanmak
istediğiniz kadar sağlam değildir ve sizi mutlu
kılma ihtimalleri yoktur.
Pyrrhon felsefesini, mutlu olmak isteyen
herkesin sorması gereken üç soru biçiminde
düzgünce özetlemişti:
Nesnelerin gerçek yapısı nedir?
Nesneler karşısında duruşumuz ne olmalı
dır?
Nesneler karşısında doğru bir duruştan ne
kazanırız'?
Cevapları basit ve isabetliydi. İlk cevap, dün
yanın neye benzediğini kesinlikle bilemeyiz -
o, anlayışımızın ötesinde bir şeydir. Hiç kimse
gerçekliğin nihai doğasını bilemez. Bu bilgiyi
elde etmek insanlar için mümkün değildir. Bu
yüzden bu soruyu unutalım gitsin. Bu görüş,
Platon'un Formlar Teorisine ve filozofların
bunların bilgisini soyut düşünce yoluyla elde
edebilecekleri ihtimaline tamamen çekişme
içindedir (bkz.
1.
Bölüm). İkincisi ilk cevabın
sonucu olarak, kendimizi hiçbir görüşe teslim
etmemeliyiz. Hiçbir şeyi kesin olarak bileme-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 37
yeceğimizden, tüm yargılarımızı askıya almalı
ve hayatlarımızı yargıdan kaçınarak yaşama
lıyız. Sahip olduğunuz her arzu, bir şeyin di
ğerinden daha iyi olduğuna inandığınızı gös
terir. İstediğinizi elde edemediğinizde mutsuz
olursunuz. Ne var ki, bir şeyin diğerinden daha
iyi olduğunu bilemezsiniz. Dolayısıyla mutlu
olmak için, kendimizi arzularımızdan kurtar
mamız ve işlerin nasıl sonuçlanacağıyla ilgi
lenmememiz gerekir. Doğru yaşamanın yolu
budur. Hiçbir şeyin önemli olmadığının farkı
na varın. Böylece hiçbir şey, ruh halinizi yani
iç huzurunuzu bozmayacaktır. Üçüncüsü bu
öğretiyi takip ederseniz, hayatınız şöyle ola
caktır: Başta, herhangi bir şey hakkında muh
temelen ne diyeceğinizi bilemeyeceğiniz için,
sessiz kalırsınız. Sonunda da bütün endişele
rinizden arınırsınız. Bu da bir insanın hayat
tan bekleyebileceği en iyi şeydir. Tüm bunlar
neredeyse dinsel bir deneyim gibidir.
Teoride böyle bir şeydi. Bu teori Pyrrhon
özelinde işe yaramıştır anlaşılan, ancak insan
lığın çoğu için aynı sonuçları vereceğini kabul
etmek güçtür. Pek azımız onun önerdiği türde
bir kayıtsızlık haline ulaşabilir. Herkes en kötü
hatalarından onu kurtaracak bir arkadaş gru
buna sahip olacak kadar şanslı değildir. Aslın
da herkes Pyrrhon'un tavsiyesini takip etseydi,
Pyrrhoncu şüphecileri kendilerinden koruya
cak kimse kalmazdı ve koca felsefe ekolü çok
38 1 NIGEL WARBURTON
geçmeden uçurumun kenarından tepetaklak
düşerek, hareket halindeki araçların önüne at
layarak ya da vahşi köpekler tarafından parça
lanarak yok olup giderdi.
Pyrrhon'un yaklaşımının temel zayıflığı,
"hiçbir şeyi bilemeyiz"le başlayıp "tehlikeli bir
şey karşısındaki içgüdülerinizi ve hislerinizi
yok saymalısınız" sonucuna ulaşmasıdır. Ne
var ki birçok olası tehlikeden içgüdülerimiz
sayesinde kurtuluruz. Bütünüyle güvenilir ol
mayabilirler, ama sırf bu nedenle içgüdüleri
mizi öylece yok sayamayız. Hatta Pyrrhon bile
bir köpek ısırdığında oradan uzaklaşacaktır:
Ne kadar istese de otomatik tepkilerini tam
anlamıyla ortadan kaldıramazdı. Dolayısıy
la Pyrrhoncu Şüpheciliği denemek ve sonuna
kadar yaşamak aykırılık görünür. Bu şekilde
yaşamanın Pyrrhon'un düşündüğü gibi bir iç
huzuru sağladığı da kesin değildir. Pyrrhon'un
Şüpheciliğiyle ilgili şüpheye düşmek mümkün
dür. Huzurun, onun girdiği türden tehlikelerle
gerçekten elde edilip edilemeyeceğini sorgula
mak isteyebilirsiniz. Bu öğreti Pyrrhon için işe
yaradı diye sizin de işinize yarayacağı kesin
mi? Vahşi bir köpeğin sizi ısıracağından yüzde
yüz emin olamayabilirsiniz, ama yüzde doksan
dokuzluk bir ihtimal varsa işi şansa bırakma
mak akıllıca olur.
Felsefe tarihindeki tüm şüpheciler Pyrrhon
kadar uç noktada değildi. Her zaman her şey
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 39
kuşku altındaymış gibi yaşamak yerine, varsa
yımları sorgulayan ve inandığımız şeylere dair
kanıtlara yakından bakan muazzam bir ılım
lı şüphecilik geleneği de vardır. Bu çeşit bir
şüpheci sorgulama, felsefenin özünde yatar.
Aslında bu anlamda tüm büyük filozoflar şüp
hecidir. Bu dogmatikliğin karşıtıdır. Dogmatik
olan biri gerçeği bildiğinden çok emindir. Fi
lozoflar dogmaya meydan okurlar. İnsanların
yaptıkları şeye neden inandıklarını, sonuçları
nı desteklemek için ellerinde ne gibi kanıtlar
olduğunu sorarlar. Sokrates ve Aristoteles'in
yaptıkları buydu, günümüz filozofları da aynı
şeyi yapar. Ama bunu sadece huzursuz etmek
adına yapmazlar. Ilımlı felsefi şüpheciliğin
amacı gerçeğe yaklaşmak, en azından ne kadar
az bildiğimizi ya da bilebildiğimizi göstermek
tir. Bu tür bir şüpheci olduğunuz için uçuru
mun kenarından düşme tehlikesine girmeniz
gerekmez. Ancak farklı sorular sormaya hazır
lıklı olmanız ve insanların vereceği cevaplar
hakkında eleştirel düşünmeniz gerekir.
Pyrrhon tüm endişelerden özgür olmayı tav
siye etse de çoğumuz bunu başaramayız. Ortak
kaygılarımızdan biri de öleceğimiz gerçeğidir.
Bir başka Yunan filozofu Epikuros bu konuyu
nasıl kabullenebileceğimizle ilgili bazı zekice
önerilerde bulunmuştur.
4 . B O L U M
Bahçe Yolu
EPIKUROS
Kendi cenazenizi hayal edin. Nasıl olurdu siz
ce? Kimler gelirdi? Ne konuşurlardı? Şu an
hayal ettiklerinizi kendi bakış açınızdan dü
şünüyor olmalısınız. Sanki hala orada, belirli
bir yerden, yukarıdan ya da yas tutanların ara
sında bir iskemleden olanları izliyormuşsunuz
gibi. . . Bazı insanlar, bunun ciddi bir olasılık
olduğunu düşünür. Ölümden sonra bu dünya
da olup bitenleri bile görebilecek bir çeşit ruh
olarak fiziksel bir bedenin dışında var olabile
ceğimize inanırlar. Ne var ki, ölümün son oldu
ğuna inanan bizler için gerçek bir sorun vardır.
Orada olmadığımızı hayal etmeyi her deneyi-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 41
şimizde, bunu orada olduğumuzu, biz yokken
olanları izlediğimizi hayal ederek yaparız.
Kendi ölümünüzü hayal edebilseniz de ede
meseniz de var olmamaktan korkmanız çok
normaldir. Kim ölümden korkmaz ki? Eğer
endişeleneceğimiz bir şey varsa kesinlikle bu
odur. Yıllar sonra bile olacak olsa, bu dünya
da olmamak insanı korkutur. Bu içgüdüsel bir
duygudur. Bu konuya kafa yormayan insan
yoktur belki de.
Eski Yunan filozofu Epikuros (İÖ 341 -270),
ölüm korkusunun zaman kaybı olduğunu ve
yanlış bir mantığa dayandığını savundu. Aşıl
ması gereken bir ruh haliydi bu. Sağlıklı düşü
nürseniz, ölüm hiç de korkulacak bir şey de
ğildir. Doğru bir şekilde düşünecek olursanız,
burada geçirdiğiniz zamandan daha çok keyif
alırsınız ki Epikuros için bu son derece önem
liydi. Ona göre felsefenin amacı, daha iyi bir
hayata sahip olmak ve mutluluğa ulaşmaktı.
Bazı kişiler kendi ölümleri üzerine düşünme
nin korkunç olduğuna inanır ancak bu, yaşa
mayı daha yoğun kılmanın bir yoludur.
Epikuros, Ege Denizi'nde bir Yunan adası
olan Sisam'da doğdu. Hayatının çoğunu, nere
deyse bir idol haline geldiği Atina'da geçirdi,
bir grup öğrenciyi çevresine topladı ve onlarla
komün hayatı yaşadı. Gruba kadınlar ve köle
ler de dahildi. Bu eski Atina'da oldukça nadir
görülen bir durum olduğu için haliyle ona ne-
42 1 NIGEL WARBURTON
redeyse tapan takipçileri dışında fazla seveni
yoktu. Bahçeli bir evde eğitim veren bu felsefe
okulu, Bahçe olarak tanınıp bilindi.
Birçok eski filozof (ve Peter Singer gibi kimi
modern filozoflar, bkz. 40. Bölüm) gibi Epikuros
da felsefenin pratik olması gerektiğine inanı
yordu. İnsanın yaşamını değiştirmeliydi. Dola
yısıyla Bahçe'de ona katılanlann felsefeyi sade
ce öğrenmektense pratiğe dökmeleri önemliydi.
Epikuros'a göre hayatın anahtan, hepimi
zin aradığı şeyin haz olduğunu fark etmektir.
Daha da önemlisi, mümkün olduğunca acıdan
kaçınmamızdır. Bizi harekete geçiren budur.
Yaşamınızdan acıyı çıkarmak ve mutluluğu
artırmak yaşamı daha iyiye götürecektir. O za
man yaşamanın en iyi yolu şuydu: Sade bir ya
şam tarzı benimsemek, etrafınızdakilere nazik
olmak ve dostlarınızın çevrenizde olması. Bu
şekilde arzularınızın çoğunu tatmin edebilir
diniz. Elde edemeyeceğiniz bir şeyi de isteyip
durmazdınız. Bir konak alacak paranız yoksa,
konak sahibi olmak için umutsuz bir dürtü
duymanın da yararı yoktur. Bütün hayatınızı,
muhtemelen ulaşamayacağınız bir şeyi elde
etmeye çalışarak harcamayın. Sade bir şekilde
yaşamak çok daha iyidir. Arzularınız basitse,
onlan tatmin etmek kolaylaşır ve ilgilendiği
niz şeylerden keyif almak için zamanınız ve
enerjiniz olur. Bu Epikuros'un mutluluk tarifi
dir, çok da mantıklıdır.
FELSEFENİN KISA TARİHİ
j
43
Bu öğreti bir tür terapiydi. Epikuros'un
amacı, öğrencilerinin zihinsel acısını dindir
mek ve geçmişteki hazları hatırlayarak fiziksel
acıya nasıl dayanılabileceğini ortaya koymak
tı. Bu hazlar o anda keyiflidir, fakat daha sonra
hatırlandıklarında da keyif verirler; dolayısıy
la bize uzun süreli yararları olabilir. Ölüm dö
şeğinde epey rahatsız bir haldeyken bir arka
daşına yazdığı mektupta eski sohbetlerinden
aldığı keyfi hatırlayarak hastalığının verdiği
acıları nasıl unuttuğunu anlatıyordu.
Bu, günümüzde "Epikurosçu" sözcüğünün
taşıdığı anlamdan tamamen farklıdır, hatta
neredeyse zıttıdır. "Epikurosçu" diye adlan
dırdığımız kişi, iyi yemekler yemekten zevk
alan, lüksün ve tensel hazların tadını çıkaran
biridir. Epikuros'un zevkleri bu tanımın akla
getirdiklerinden çok daha basitti. Ilımlı ol
mak gerektiğini öğretiyordu: Açgözlü iştahlara
teslim olmak gitgide daha fazla arzu doğurur,
sonuçta da doyumsuz bir özlemin acısını geti
rir. Hep daha fazlasını isteyen bu tür bir hayat
tarzından kaçınılmalıdır. Epikuros ve takip
çileri, egzotik yemeklerdense ekmek ve suyla
karınlarını doyururlardı. Pahalı bir şarap iç
meye başladığınızda bir süre sonra daha pa
halısını içmeyi ister ve sahip olamayacağınız
şeylere arzu duyma tuzağına düşerdiniz. Buna
rağmen düşmanları, "Bahçe" komününde Epi
kurosçuların, bitmeyen bir alem içinde, yiyip
44 1
NIGEL WARBURTON
içip sevişerek zaman geçirdiklerini ileri sürdü
ler. Epikurosçuluğun günümüzdeki anlamı da
buradan gelir. Epikuros'un takipçileri gerçek
ten böyle yaptıysa, liderlerinin öğretisine ta
mamen ters düşmüşlerdir. Ancak bunlar muh
temelen kötü niyetli dedikodulardı sadece.
Epikuros'un yazmaya epeyi zaman harca
dığını biliyoruz ama. Üretken biriydi. Papirüs
tomarlarına üç yüz kadar kitap yazdığı kayıt
lara geçmiştir ancak bunların hiçbiri günümü
ze kalmamıştır. Onunla ilgili bildiklerimizin
çoğu, takipçilerinin kaleme aldığı notlara da
yanır. Onun kitaplarını ezberlemekle kalma
yıp, aynı zamanda öğretisini yazıya da döktü
ler. Vezüv Yanardağı patladığında, Pompeii'nin
yakınındaki �erculaneum' a yağan volkanik
külde korunmuş bazı tomarlar günümüze ka
labildi. Epikuros'un öğretisi hakkında diğer
bir önemli bilgi kaynağı da Romalı filozof-şair
Lucretius'un yazdığı
Şeylerin Doğasına Dair
adlı uzun şiirdir. Epikuros'un ölümünden iki
yüz yıl sonra yazılan bu şiir, onun okulunun
temel öğretisini özetler.
Epikuros'un sorduğu soruya geri dönelim:
Neden ölümden korkmamalıyız? İlk cevap, onu
deneyimleyemeyecek olmamızdır. Ölümünüz,
sizin başınıza gelmiş bir şey olmayacak. Ölüm
gerçekleştiğinde, siz orada olmayacaksınız.
Yirminci yüzyıl filozofu Ludwig Wittgenstein,
Tractatus Logico-Philosophicus
adlı eserin-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
i
45
de bu görüşü, "ölüm, hayattaki bir olay değil
dir" diye yazarak hatırlatır. Buradaki düşünce,
olayların deneyimlediğimiz şeyler olmasıdır.
Oysa ölüm deneyim olanağını ortadan kaldırır,
bilincinde olabileceğimiz ve bir şekilde yaşa
yabileceğimiz bir şey değildir.
Epikuros, kendi ölümümüzü hayal ettiği
mizde, ölü bedene ne olursa olsun hissetmeye
devam edecek bir parçamızın geride kalacağını
düşünme hatası yaptığımızı söyler. Ancak bu,
ne olduğumuza dair yanlış bir anlamadır. Be
lirli bir bedene, et ve kemiğe bağlıyız. Epikuros
atomlardan (her ne kadar atomlarla kastettiği
modern bilim insanlarının kastettiğinden bir
parça farklı olsa da), oluştuğumuzu düşünür.
Bir kez bu atomlar ölümle birbirinden ayrıldı
ğında, artık bilince sahip bireyler olarak var
olmayız. Eğer biri bu parçaları daha sonra tek
rar dikkatli bir şekilde bir araya getirebilse ve
yeniden yapılmış bu bedene hayat üfleyebilse
bile, benimle ilgisi olmazdı. Bana benzer gö
rünse de yaşayan yeni beden, ben olmazdım.
Onun acılarını hissedemezdim, çünkü bir kez
bedenin işleyişi durduğunda onu hiçbir şey
hayata geri döndüremez, özdeşlik zinciri kırıl
mış olurdu.
Epikuros'un, müritlerinin ölüm korkusuna
çare olacağını düşündüğü diğer bir yol da gele
cek hakkında hissettiklerimizle geçmiş hakkın
da hissettiklerimiz arasındaki farka işaret et-
46 1 NIGEL WARBURTON
mekti. Biz bu iki zamandan sadece birini önem
seriz. Doğumunuzdan önceki zamanı düşünün.
Var olmadığınız dönemi. Annenizin karnında
geçirdiğiniz haftaları, hatta anne-babanız için
sadece bir ihtimal olduğunuz gebelik öncesi
zamanı değil sadece, dünyaya gelmeden önceki
trilyonlarca yılı . . . Doğumumuzdan önceki onca
bin yıl boyunca var olmamakla ilgili endişe
miz yoktur. Niye biri var olmadığı tüm o zama
nı önemsesin ki? Fakat bu doğruysa, o zaman
·
ölümden sonra var olmayacağımız tüm o son
suz zamanı neden bu kadar çok düşünüyoruz
ki? Düşünme şekillerimiz asimetriktir. Nedense
doğumdan önceki dönemle ilgili değil de, ölüm
den sonraki dönemle ilgili endişelenmeye yat
kınız. Epikuros_ bunun bir hata olduğunu düşü
nüyordu. Bunu gördüğünüzde ise ölümünüzden
sonraki zamanı, doğumunuzdan önceki zaman
la aynı şekilde düşünmeye başlarsınız. O zaman
ölüm de büyük bir endişe olmaktan çıkar.
Bazı insanlar ölümden sonraki hayatlarında
cezalandırılacaklarından kaygılanırlar. Epi
kuros bu kaygıyı da önemsemez. Tanrılar, ya
rattıklarıyla gerçekten ilgilenmez, der kendin
den emin bir şekilde. Onlar bizden ayrı olarak
var olurlar, dünyaya karışmazlar. Dolayısıyla
bu konuda endişelenmenize gerek yok. Bütün
bu argümanların birleşimi derdinize deva ola
caktır. İşe yaraması durumunda gelecekte var
olmamanız konusunda kendinizi daha rahat
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 47
hissetmelisiniz. Epikuros bütün felsefesini
mezar taşındaki yazıda özetlemiştir:
Ben varsam, ölüm yok; ölüm varsa,
ben yokum
Eğer sadece maddeden oluşan fiziksel var
lıklar olduğumuza ve ölümden sonra ciddi
bir ceza tehlikesi olmadığına inanıyorsanız,
bu durumda Epikuros'un akıl yürütmesi öl
dükten sonra korkacak hiçbir şey olmadığı
na sizi pekala ikna edebilir. Sıklıkla ıstıraplı
ve kesinlikle kaçınılmaz olduğundan dolayı,
ölüm süreci sizi yine de kaygılandırabilir. Ölü
mün kendisinden korkmak mantıksız olsa da
bu gerçektir. Epikuros'un iyi hatıraların acıyı
azaltabileceğine inandığını hatırlayın, dolayı
sıyla bunun için bile bir cevabı vardı. Ancak bir
bedende bir ruh olduğunuzu ve ruhun bedenin
ölümünden sonra da yaşayacağını düşünüyor
sanız, Epikuros'un çözümü size uymayacaktır:
Kalbiniz atmayı bıraktıktan sonra bile, var ol
maya devam etmeyi hayal edebileceksiniz.
Felsefeyi bir tür terapi olarak düşünenler
yalnızca Epikurosçular değildi; çoğu Yunan ve
Romalı filozof da böyle düşünmüştü. Özellikle
Stoacılar, talihsiz olaylar karşısında psikolojik
olarak nasıl sağlam durulabileceği konusun
daki dersleriyle ünlendiler.
5 . B O L U M
Önemsememeyi Öğrenmek
EPIKTETUS, CICERO, SENECA
Tam evinizden çıkmak zorundayken yağmur
yağmaya başlasaydı talihsiz bir durum olurdu.
Ama dışarı çıkmak zorundaysanız bir yağmur
luk giymek ya da yanınıza bir şemsiye almak
veya randevunuzu iptal etmekten başka yapabi
leceğiniz bir şey yoktur. Ne kadar isteseniz de
yağmuru durduramazsınız. Bu sizi üzmeli mi?
Yoksa sadece filozofça bir tavır takınmak yeterli
olur mu? "Filozofça tavır," değiştiremeyeceğiniz
şeyleri kabullenmek anlamına gelir. Peki, kaçı
nılmaz yaşlanma süreci ya da hayatın kısalığına
ne demelisiniz? İnsanlık halinin bu boyutu kar
şısında ne hissetmeniz gerekir? Aynı şeyi mi?
FELSEFENİN KISA TARİHİ
i 49
İnsanlar başlarına gelen şeyler karşısında
"filozofça" davrandıklarını söylediklerinde,
sözcüğü Stoacıların kullandığı anlamda kul
lanırlar. "Stoacı" adı, bu filozofların Atina'da
sık sık buluştukları boyalı bir sundurma olan
stoadan gelir. İlk Stoacı, Kıbrıslı Zenon'du (İÖ
334-262). Erken dönem Yunan Stoacılarının,
gerçeklik, mantık ve etiğe ilişkin geniş bir fel
sefi problemler alanında görüşleri vardı. Bu
nunla birlikte en ünlü oldukları nokta, zihinsel
kontrol üzerine görüşleriydi. Temel düşüncele
ri, sadece değiştirebileceğimiz şeyler üzerine
endişelenmemiz gerektiğiydi. Diğer şeyler ko
nusunda kaygılanmamalıydık. Şüpheciler gibi
onlar da huzurlu bir zihni amaçlıyordu. Bir
Stoacı, sevilen birinin ölümü gibi trajik olaylar
karşısında bile duygularına kapılmamalıydı.
Başımıza gelen
şey
çoğu zaman kontrolümüz
dışında olsa da, ona ilişkin
tutumumuz
kont
rolümüz dahilindedir.
Stoacılığın kalbinde, hislerimiz ve dü
şüncelerimizden sorumlu olduğumuz fikri
yatar. İyi veya kötü talihe nasıl karşılık ve
receğimizi kendimiz seçebiliriz . Bazı insan
lar duygularının değişen hava gibi olduğu
nu düşünürler. Stoacılar ise, aksine, bir du
rum ya da olay karşısındaki hislerimizi ken
dimizin seçtiğini düşünür. Duygular öylece
b aşımıza gelmez. İstediğimizi elde etmekte
başarısız olduğumuzda üzgün, biri bizi kan-
50 \
NIGEL WARBURTON
dırdığında kızgın hissetmek zorunda deği
liz. Stoacılar duyguların akıl ve mantığı bu
landırdığına ve yargılama gücüne zarar ver
diğine inanmışlardır. Onları sadece kontrol
etmemeli, mümkün olduğunda onlardan tü
müyle kurtulmalıyız da.
Daha geç dönem Stoacılar arasında en iyi
bilinenlerden biri olan Epiktetus (İS
55- 135),
hayatına bir köle olarak başladı. Birçok ba
dire atlattı, açlığı ve acıyı öğrendi, bacağını
zehirli bir böcek ısırdıktan sonra topal kaldı.
Bedenlerimiz birer köle de olsa zihinlerimiz
özgür kalabilir dediğinde kendi deneyimini ta
rif ediyordu. Bu sadece soyut bir teori değildi.
Acı ve dertle nasıl başa çıkacağımız hakkında
pratik tavsiyeler içeriyordu öğretisi. Özü şuy
du: "Düşüncelerimiz bize bağlıdır." Bu felsefe,
Vietnam Savaşı sırasında Kuzey Vietnam üze
rinde vurulan Amerikalı savaş pilotu James
B. Stockdale' e de esin kaynağı olmuştu. Stock
dale pek çok kez işkenceye maruz kalmıştı ve
dört yıl boyunca da yalnız başına bir hücreye
kapatılmıştı. Üniversite yıllarında almış oldu
ğu bir derste geçen Epiktetus'un öğretisinden
hatırladıklarını uygulayarak hayatta kalmayı
başardı. Paraşütle atlayarak düşman bölge
sine düştüğünde, insanlar ona ne kadar kötü
davranırlarsa davransınlar o duygularına ka
pılmamaya karar verdi. Değiştiremeyeceği şey
lerin kendisini etkilemesine izin vermeyecekti.
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
5 1
Stoacılık, ona çoğu insanı yıkıma sürükleyecek
bir acı ve yalnızlığa katlanıp hayatta kalma
gücünü verdi.
Bu sağlam felsefe eski Yunanistan'da başla
dı, ama yıldızı Roma İmparatorluğu'nda parla
dı. Stoacı öğretinin yayılmasına yardımcı olan
iki önemli yazar Marcus Tullius Cicero (İÖ 106
-
43) ve Lucius Annaeus Seneca'ydı (İÖ 1-İS 65).
Yaşamın kısalığı ve kaçınılmaz yaşlılık, onları
özel olarak ilgilendiren konulardı. Yaşlanma
nın doğal bir süreç olduğunu kabul ettiler ve
değiştirilemez olanı değiştirmeye çalışmadı
lar. Aynı zamanda, kısa olan ömürlerimizi en
iyi şekilde değerlendirmek gerektiğine inandı
lar.
Cicero ömrüne pek çok uğraş sığdırmıştı:
Bir filozof olmasının yanı sıra, politikacı ve
avukattı da.
Yaşlılık Üzerine
adlı kitabında,
yaşlılığın getirdiği dört ana sorunu belirledi:
Çalışmak zorlaşıyor, beden zayıflıyor, fiziksel
hazların verdiği zevk azalıyor ve ölüm yaklaşı
yordu. Yaşlılık kaçınılmazdır ancak Cicero'nun
da söylediği gibi bu süreci nasıl yöneteceğimi
zi kendimiz seçebiliriz. Yaşlılıktaki bedensel
ve zihinsel gerilemenin yaşamı çekilmez hale
getirmesinin gerekmediğini fark etmeliyiz. Bir
kere yaşlı insanlar, çoğu kez deneyimleri saye
sinde, daha az çalışarak bir şeylerin üstesinden
gelebilirler; dolayısıyla yaptıkları herhangi bir
iş, daha etkili olabilir. Bedenleri ve zihinleri,
52
j
NIGEL WARBURTON
şayet onları işletirlerse, ani bir düşüşe geçme
yecektir. Ayrıca fiziksel hazları onlara daha az
keyif verse bile, başlı başına çok değerli olan
dostluk ve sohbet üzerine daha fazla zaman
harcayabilirler. Son olarak Cicero, ruhun son
suza kadar yaşadığına inanırdı, yani yaşlıların
ölecekleri için endişelenmelerine gerek yoktu.
Cicero'nun tutumu, hem doğal yaşlanma süre
cini kabul etmemiz hem de bu süreç karşısın
da kötümser bir tavır takınmak gerekmediğini
kavramamız yönündeydi.
Stoacı görüşleri yaygınlaştıran bir diğer bü
yük filozof Seneca, yaşamın kısalığı hakkında
yazdığında benzer bir görüşteydi. İnsanların
yaşamın uzun oluşundan şikayet ettiğini nadi
ren duyarsınız. Çoğumuz hayatın çok ama çok
kısa olduğunu" söyler. Yapmamız gereken çok
fazla şey var ve bunları yapacak çok az zaman.
Eski Yunan filozofu Hippokrates'in sözleriyle,
"Sanat uzun, hayat kısa"dır. Ölümün yaklaştı
ğını görebilen yaşlı insanlar, yaşamda gerçek
ten istedikleri şeyi başarabilmek için birkaç
yıl daha yaşamayı dilerler sıklıkla. Ne var ki
artık çok geçtir ve yapabilecekleri ama yapa
madıkları şeyler için üzüntü duyarlar. Doğa bu
anlamda acımasızdır. Tam zirveye ulaştığımız
da, ölüm kapımızı çalar.
Seneca bu görüşe katılmıyordu. Çok yön
lü Cicero gibi o da bir filozof olmasının yanı
sıra oyun yazarı, politikacı ve başarılı bir işa-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
53
damıydı. Ona göre sorun hayatlarımızın kısa
olması değil, birçoğumuzun zamanı kötü kul
lanmasıydı. Bir kez daha insan olmanın kaçı
nılmaz yanlarına karşı tutumumuzdur Sene
ca'yı en çok ilgilendiren. Hayat kısa olduğu
için kızmak yerine bize verilen süreden ola
bildiğince faydalanmalıyız. Bazı insanlar bin
lerce yılı ömürlerini harcadıkları gibi kolayca
boşa harcardı. Hatta o zaman bile hayatın çok
kısa olduğundan şikayet edebilirlerdi. Aslında
doğru seçimleri yaparsak, boş işlerle zaman
harcamazsak hayat genellikle birçok şeyi ya
pabileceğimiz kadar uzundur. Kimileri öyle bir
enerjiyle paranın peşinden koşar ki, başka bir
şey yapmaya zamanları kalmaz, kimileri de
tüm boş zamanını içmekle ve sevişmekle geçir
me tuzağına düşer.
Seneca bunu anlamak için yaşlanmayı bek
lersek çok geç kalmış olacağımızı düşünmüş
tür. Beyaz saçlar ve kırışıklar, bir yaşlının za
manının çoğunu dişe dokunur bir şeyler yap
makla geçirdiğini göstermez, ne var ki bazıları
böyle yapmış gibi davranırlar. Bir gemiyle de
nize açılan ve fırtınayla oradan oraya sürük
lenen biri yolculuk yapmış olmaz; sadece ora
dan oraya savrulmuş olur. Hayat için de aynısı
geçerlidir. Kontrolsüz olmak, en değerli ve an
lamlı deneyimler için zaman bulmaksızın olay
ların akışına kapılmak, hakiki yaşamdan çok
uzaktır.
54 1 NIGEL WARBURTON
Hayatı iyi yaşamanın bir yararı da yaşlan
dığınızda hatıralarınızdan korkmanıza gerek
olmamasıdır. Zamanınızı kötü harcamışsa
nız, geriye dönüp baktığınızda, hayatınızı na
sıl geçirmiş olduğunuzu düşünmek istemeye
bilirsiniz çünkü harcadığınız tüm fırsatlara
kafa yormak çok acı gelebilir. Seneca, çok sa
yıda insanın boş işlerle meşgul olduğunu dü
şünmüştür, yapmayı başaramadıkları şeylere
ilişkin hakikatten kaçınmanın bir şeklidir
bu. Seneca, okurlarına her zaman kalabalık
tan uzak durmalarını ve gereksiz işlerle meş
gul olarak kendilerinden saklanmamalarını
öğütledi.
O halde, Seneca'ya göre zamanımızı nasıl
geçirmemiz
gerekir?
Stoacı ideal, diğer insan
lardan uzakta fıir keşiş gibi yaşamaktı. Sene
ca, -zeki bir biçimde- var olmanın en verimli
yolunun felsefeyle uğraşmak olduğunu ilan
etti. İşte bu, gerçekten hayatta olmanın bir yo
luydu.
Seneca'nın yaşamı, ona öğrettiği şeyleri
bolca uygulama şansı verdi. Örneğin İS
41
yı
lında, İmparator Gaius'un kız kardeşiyle bir
ilişki yaşamakla suçlandı. Bunu yapıp yapma
dığı kesin değildir, ancak sonuçta sekiz yıllı
ğına Korsika'ya sürgüne yollandı. Sonrasında
şansı tekrar döndü ve imparator olacak on iki
yaşındaki Neron'a öğretmenlik yapması için
Roma'ya geri çağrıldı. Daha sonra söylev yaza-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 55
rı ve politika danışmanı olarak görev aldı. Ne
var ki kaderin bir cilvesiyle bu ilişki de olduk
ça kötü son buldu: Neron, onu, kendisine kar
şı düzenlenen bir suikast planının parçası ol
makla suçladı. Seneca için bu kez kaçış yoktu.
Neron ona intihar etmesini söyledi. Reddetme
si imkansızdı, zaten reddetse bile her şekilde
idam edilecekti. Karşı çıkması anlamsız olur
du. Kendi elleriyle hayatına son verdi, Stoacılı
ğmdan ödün vermeden sonuna kadar sakin ve
huzurlu kaldı.
Stoacıların temel düşüncelerine bakmanın
bir yolu, Stoacılığı bir tür psikoterapi, ha
y
at
larımızı daha dingin kılacak bir dizi psikolo
jik teknik olarak düşünmektir. Düşüncelerinizi
bulandıran can sıkıcı duygulardan kurtuldu
ğunuzda her şey daha basit olacaktır. Ancak ne
yazık ki, duygularınızı kontrol etmeyi başar
sanız bile, önemli bir şeyi kaybettiğinizi fark
edebilirsiniz. Stoacıların savundukları kayıt
sızlık durumu, kontrolümüzün dışındaki olay
lar karşısında mutsuzluğu azaltabilir. Ama
bedel olarak soğuk, kalpsiz bir insana dönü
şebilir, hatta bir parça insanlığınızı yitirebilir
siniz. Dinginliğe ulaşmak için ödenecek bedel
fazlasıyla yüksek olabilir.
Bir sonraki bölümde düşüncelerini öğre
neceğimiz erken dönem Hıristiyan düşünür
Augustinus, her ne kadar eski Yunan felsefe
sinden etkilenmiş olsa da Stoacılıktan uzaktı.
56
1
NIGEL WARBURTON
Dünyada gördüğü kötülüklerle derinden ilgile
nen, Tanrıyı ve insanlığa dair planlarını umut
suzca anlamak için çırpınan, güçlü tutkuların
insanıydı.
6 .
B O L U M
İpler Kimin Elinde?
AUGUSTINUS
Augustinus (354-430) umutsuzca hakikati bil
mek istiyordu. Bir Hıristiyan olarak Tanrıya
inanıyordu. Ne var ki inancı birçok soruyu ce
vapsız bırakıyordu. Tanrı onun ne yapmasını
istiyordu? Nasıl yaşamalıydı? Neye inanmalıy
dı? Hayatının uyanık kaldığı çoğu zamanını bu
sorular hakkında düşünerek ve yazarak geçir
di. Büyük bir kumar oynuyordu. Cehennemde
sonsuza kadar yanma olasılığına inanan in
sanlar için felsefi bir hata yapmak, korkunç
sonuçlar taşıyabilirdi. Augustinus açısından
yanılmak, sonsuza dek cehennem ateşini boy
lamak anlamına geliyordu. Kafa yorduğu me-
58 J NIGEL WARBURTON
selelerden biri de Tanrının neden dünyada kö
tülüğün var olmasına izin verdiğiydi. Verdiği
cevap, inananlar arasında hala popülerdir.
Kabaca beşinci yüzyıldan on beşinci yüzyıl
da kadar süren ortaçağda, felsefe ile din bir
birine sıkı sıkı bağlıydı. Ortaçağ filozofları,
felsefeyi Platon ve Aristoteles gibi eski Yunan
filozoflarından öğrenmişlerdi. Ancak onların
düşüncelerini kendi dinlerine uyarlayarak be
nimsediler. Bu filozofların çoğu Hıristiyandı,
ancak Maimonides ve İbn-i Sina gibi önemli
Yahudi ve Arap filozoflar da vardı. Çok daha
sonra aziz yapılan Augustinus, bu filozofların
en büyüklerinden biridir.
Augustinus Kuzey Afrika'da, bugün Cezayir
dediğimiz, amş. o dönemlerde Roma İmpara
torluğu'nun bir parçası olan Tagaste'de doğdu.
Günümüzde neredeyse hiç istisnasız ya Aziz
Augustinus ya da (daha sonra yaşamış oldu
ğu şehirden dolayı) Hippolu Augustinus olarak
anılsa da asıl adı Aurelius Augustinus'tu.
Augustinus'un annesi Hıristiyan, babası ise
yerel bir dine mensuptu. Çılgın bir gençlik ve
bir metresten çocuk sahibi olduğu erken bir
yetişkinlik döneminden sonra, otuzlarında Hı
ristiyanlığa geçti, en sonunda Hippo piskoposu
oldu. Tanrıya, cinsel arzularını yok etmesi ama
dünyevi hazlardan çok keyif aldığından ötürü
bunu "hemen yapmaması" için yakarmasıyla
ünlüdür. Hayatının geç döneminde
İtiraflar
ve
FELSEFENİN KISA TARİHİ
\ 59
Tanrı
Devleti'yle birlikte sayısı neredeyse yüze
varan kitap yazmış, Platon'un bilgeliğinden
bolca yararlanmış, ama ona Hıristiyan nitelik
lerini katmıştır.
Çoğu Hıristiyan, Tanrının özel güçleri oldu
ğunu düşünür: O mutlak iyidir, her şeyi bilir ve
yapabilir. Bunlar, "Tanrı" tanımının bir parça
sıdır. Bu nitelikler olmadan Tanrı, Tanrı olmaz
dı. Diğer birçok dinde de Tanrı benzer şekilde
tanımlanır, ancak Augustinus sadece Hıristi
yanlığın bakış açısıyla ilgilenir.
Bu Tanrıya inanan biri, dünyada pek çok acı
nın var olduğunu da kabul etmek zorunda ka
lacaktır. Bunu inkar etmek çok zor olurdu. Bazı
acılar, depremler ve hastalıklar gibi doğal kö
tülüğün sonucudur. Bazıları ise, ahlaki kötülük
yani insanın sebep olduğu kötülükten kaynak
lanır. Cinayet ve işkence, ahlaki kötülüğün iki
açık örneğidir. Augustinus'un yazılarından çok
önce, Yunan filozof Epikuros (bkz. 4. Bölüm) bu
nun bir sorun oluşturduğunu fark etmişti. Her
şeye gücü yeten iyi bir Tanrı nasıl olur da kötü
olanı hoşgörebilirdi? Tanrı kötülüğü durdura
mıyorsa, o zaman gerçek anlamda mutlak bir
güce sahip olamazdı. Yapabilecekleri sınırlıydı.
Öte yandan mutlak gücü olduğu halde kötü
lüğü önlemeye istekli olmayan bir Tanrı nasıl
mutlak iyi olabilirdi? Bu hiç de mantıklı değil
di. Aynı sorular günümüzde bile insanlar için
kafa karıştırıcıdır. Augustinus ahlaki kötülüğe
60 1 NIGEL WARBURTON
odaklandı. Böyle bir kötülüğün olduğunu bilen
ve onu engellemek için hiçbir şey yapmayan iyi
bir Tanrı fikrini anlamanın güç olduğunu fark
etti. Tanrının, insanın kavrayışının ötesinde
gizemli bir şekilde hareket edeceği düşüncesi
onu tatmin etmedi. Augustinus cevap istiyordu.
Kurbanını öldürmek üzere olan bir katil ha
yal edin. Elinde keskin bir bıçakla kurbanını
öldürmeye hazır bekliyor. Tam anlamıyla kötü
bir eylem gerçekleşmek üzere. Oysa, Tanrının
cinayeti engelleyecek gücü olduğunu biliyoruz.
Katilin beynindeki nöronlarda bir iki ufak de
ğişiklik yapılması yeter muhtemelen ya da öl
dürmek için kullanılacağında bir bıçağı yumu
şak ve kauçuk bir şeye çevirebilir. Bu şekilde
bıçak kurbana çarpıp geri seker ve hiç kimse
zarar görmez. Tanrı her şeyi mutlak anlamda
bildiğinden, ne olacağını da biliyor olmalıdır.
Ondan hiçbir şey kaçmaz. Mutlak iyi tanımının
gereği kötülüğün gerçekleşmesini istiyor ola
maz. Ama katil yine de kurbanını öldürür. Çelik
bıçak kauçuğa dönüşmez. Şimşek çakmaz, yıl
dırım düşmez, katilin elindeki silah mucizevi
bir şekilde yere düşmez. Katil son anda fikrini
de değiştirmez. Bu durumda, burada olan şey
nedir? Bu, klasik Kötülük Problemi, Tanrının
böyle şeylere neden izin verdiğini açıklama so
runudur. Her şey Tanrıdan geliyorsa, kötülük
de ondan geliyor olmalıdır. Bir anlamda, Tanrı
böyle olmasını istemiş olmalıdır.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
61
Daha gençken Augustinus, Tanrının kötülü
ğün olmasını istediğine inanmaktan kaçınma
nın bir yolunu bulmuştu. O bir Maniciydi. Ma
nihaizm, Pers (günümüz İran'ı) kökenli bir din
di. Maniciler, Tanrının en büyük güç olmadığı
na inanırlardı. Bunun yerine, eşit güce sahip
iyi ile kötü arasında sonu gelmez bir mücadele
vardı. Bu bakış açısına göre Tanrı ile Şeytan,
bitmek süregiden bir hakimiyet çatışması için
deydi. Her ikisi de son derece güçlüydü, ama
ikisi de diğerini mağlup edecek kadar güçlü
değildi. Belirli zamanlarda belirli yerlerde kö
tülük üstün gelirdi. Ne var ki üstünlüğü asla
uzun sürmezdi. İyilik geri döner ve kötülüğe
karşı tekrar zafer kazanırdı. Korkunç şeylerin
neden gerçekleştiği böyle açıklanıyordu. Kötü
lük karanlık güçlerden, iyilik ise ışığın gücün
den gelmekteydi.
Maniciler, iyiliğin, insanın içindeki ruhtan
geldiğine inandılar. Kötülük ise tüm zaafları,
arzuları ve yoldan çıkartan eğilimleriyle be
denden gelmekteydi. Bu da kimi zaman insan
ların neden kötülük yapmaya sürüklendiğini
açıklıyordu. Kötülük problemi Maniciler için
büyük bir problem değildi çünkü onlar Tanrı
nın gerçekliği her yönüyle kontrol edecek ka
dar güçlü olduğu fikrini kabul etmiyorlardı.
Tanrı her şey üzerinde güç sahibi değilse, o
zaman kötülüğün varlığından da sorumlu de
ğildi, ne de kötülüğü engellemekte başarısız
62
J NIGEL WARBURTON
olduğu için suçlanabilirdi. Maniciler, katilin
eylemlerini, ondaki karanlık güçlerin onu kö
tülüğe sürüklediğini söyleyerek açıklarlardı.
Bu güçler kişinin içinde öylesine etkiliydi ki,
ışığın güçleri onları mağlup edemezdi.
Augustinus, yaşamının sonraki yıllarında
Manici yaklaşımı reddetmeye başladı. İyi ile
kötü arasındaki mücadelenin neden hiç bit
meyeceğini anlayamıyordu. Tanrı neden savaşı
kazanmıyordu? İyinin gücünün kötününkin�
den üstün olduğu şüphe götürmez değil miy
di? Hıristiyanlar kötülüğün güçlerini kabul
etseler de, Tanrının gücü onlardan her zaman
üstündü. Tanrı, Augustinus'un inandığı gibi
mutlak güce sahip olsa bile kötülük problemi
çözülmüş olıpuyordu. Tanrı neden kötülüğe
izin vermişti? Neden bu kadar çok kötülük var
dı? Problemin kolay bir çözümü yoktu. Augus
tinus, bu problemleri uzun uzun gayretle dü
şündü. Temel çözümü özgür iradenin varlığına
dayanıyordu: İnsanın bir sonraki adımında ne
yapacağını seçme yeteneğine. Bu, sıklıkla, Öz
gür İrade Savunması olarak bilinir. Bir teodi
sedir, yani iyi bir Tanrının acı çekmeye nasıl
izin verebileceğini açıklama ve savunma giri
şimi.
Tanrı bize özgür irade vermiştir. Sözgelimi,
bir. sonraki cümleyi okuyup okumayacağınız
size kalmıştır. Sizin seçiminizdir bu. Kimse
okumak için sizi zorlamıyorsa, okumayı bı-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
63
rakmakta özgürsünüzdür. Augustinus, özgür
iradeye sahip olmanın iyi olduğunu düşün
müştür. Ahlaki davranmamıza izin verir. İyi
biri olmaya karar verebiliriz ki bu kişi için,
İsa'nın "komşunu sev" emrinin yanı sıra, Tan
rının emirlerine, özellikle de On Emir'e uyma
anlamına gelir. Ne var ki özgür iradeye sahip
olmanın bir sonucu da kötülük yapmaya karar
verebilmemizdir. Yoldan çıkabiliriz ve yalan
söylemek, hırsızlık yapmak, insanlara zarar
vermek, hatta onları öldürmek gibi kötü şey
ler de yapabiliriz. Sıklıkla bunlar, aklımız duy
gularımıza yenildiğinde gerçekleşir. Mal mülk
sahibi olmak için güçlü arzular duyarız. Fizik
sel şehvete kendimizi teslim ederiz, Tanrıdan
ve Tanrının emrettiği şeylerden uzaklaşırız.
Augustinus, rasyonel yanımızın tutkularımızı
kontrol altına alması gerektiğine inanmıştır,
bu da Platon'la aynı görüşü paylaştığını gös
terir. İnsanlar, hayvanlardan farklı olarak, ak
lın gücüne sahiptir ve onu kullanmalıdır. Tanrı
bizi kötü karşısında daima iyiyi seçmeye prog
ramlamış olsaydı, herhangi bir zarar vermez
dik ama o zaman gerçekten özgür olmaz ve ne
yapacağımıza karar vermek için aklımızı kul
lanamazdık. Tanrı bizi böyle de yaratmış ola
bilirdi. Augustinus, Tanrının bize seçme özgür
lüğü vermiş olmasının çok daha iyi olduğunu
öne sürüyordu. Aksi takdirde, Tanrının iplerini
oynatarak her zaman uslu durmasını sağladığı
64 1
NIGEL WARBURTON
kuklalar olurduk. Her zaman otomatik olarak
iyi seçeneği tercih edeceğimizden dolayı, nasıl
davranılması gerektiğini düşünmemizin bir
anlamı kalmazdı.
Dolayısıyla Tanrı tüm kötülükleri önleyecek
kadar güçlüdür ama kötülüğün varlığı, yine de
doğrudan ona bağlanamaz. Ahlaki kötülük bi
zim seçimlerimizin bir sonucudur. Augustinus
bunun da kısmen Adem ile Havva'nın seçimle
rinin bir sonucu olduğuna inanmıştır. Ç ağdaşı .
pek çok Hıristiyan gibi o da Kutsal Kitap'ın ilk
kısmı "Yaratılış"ta anlatılanlara, Cennet Bah
çesi'nde işlerin korkunç bir şekilde ters gitti
ğine inanıyordu. Önce Havva, sonra da Adem
·
bilgi ağacından elmayı yiyip Tanrıya ihanet
ettiklerinde, dünyaya günahı getirmişlerdi.
Bu ilk günah, -sadece onların hayatını etkile
memişti. Her insan bunun bedelini ödüyordu.
Augustinus, ilk günahın üreme eylemiyle ne
silden nesle geçtiğine inanıyordu. Küçük bir
çocuk bile, ilk anlarından itibaren bu günahın
izlerini taşırdı. İlk günah bizlerin de günah iş
leme olasılığını artırıyordu.
Günümüz okurlarının çoğu, başka birinin
yaptıklarından dolayı bir şekilde suçlanmak
ya da ceza görmek fikrini kabul etmekte güç
lük çeker. Bu hiç adil görünmez. Buna rağmen
kötülüğün özgür iradeye sahip olmamızın bir
sonucu olduğu, Tanrıya doğrudan bağlı olma
dığı düşüncesi hala çok sayıda inanan için
FELSEFENİN KISA TARİHİ
\ 65
ikna edicidir. Bu, onların her şeyi bilen, her
şeye gücü yeten, mutlak iyi bir Tanrıya inan
malarını sağlar.
Ortaçağın en popüler yazarlarından biri
olan Boethius da böyle bir Tanrıya inanmış, ne
var ki özgür iradeye ilişkin farklı bir soruyla
uğraşmıştır: Tanrı ne seçeceğimizi halihazırda
biliyorsa, herhangi bir şeyi yapmayı nasıl se
çebiliriz?
. .
. .
7 . B O L U M
Felsefenin Tesellisi
BOETHIUS
Hapishanede idam gününüzü bekleyen bir
mahkum olsaydınız, kalan günlerinizi bir felse
fe
kitabı yazarak geçirir miydiniz? Boethius'un
yaptığı tam olarak buydu. Yazdığı bu kitap,
daha sonra en ünlü kitabı haline geldi.
Tam adıyla Ancius Manlius Severinus Boet
hius (475-525), son Romalı filozoflardan biriy
di. Roma barbarlar tarafından ele geçirilme
den yalnızca 20 yıl önce öldü. Fakat Roma he
nüz onun yaşadığı dönemde baş aşağı gitmeye
başlamıştı. Romalı meslektaşları Cicero ve Se
neca gibi o da felsefenin bir soyut düşünce di
siplini olmasının yanı sıra, bir tür kişisel ge-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
\ 67
lişim, yaşamı daha iyi kılabilmenin pratik bir
yolu olduğunu düşünüyordu. Eserlerini Latin
ceye çevirdiği antik Yunan filozofları Platon ve
Aristoteles ile bir bağlantı sağlamış, düşünce
lerinin sonsuza dek yok olma tehlikesi altında
olduğu bir zamanda onları canlı tutmuştur.
Bir Hıristiyan olan Boethius'un yazdıkları, ki
taplarını ortaçağda okuyan birçok dindar filo
zofa hitap ediyordu. Böylece felsefesi, Yunan
ve Romalı düşünürler ile ölümünden sonra
yüzyıllar boyunca Batı'yı etkisi altına alacak
olan Hıristiyan felsefesi arasındaki köprü ha
line geldi.
Boethius'un hayatı iyi ve kötü şansın ka
rışımından oluşuyordu. O zamanlar Roma'yı
yöneten Got Kral Teoderik, Boethius'u konsül
makamına getirdi. Ayrıca, özel bir onur vererek
Boethius'un bu makama kendi başarılarıyla
yükselemeyecek kadar genç olan oğullarını da
konsül yaptı. Boethius için her şey yolunda gi
diyor gibi görünüyordu. İyi bir aileden geliyor
du, zengindi ve herkes ona övgüler yağdırıyor
du. Bir yolunu bulup devlet işlerinden felsefe
çalışmalarına da vakit ayırabiliyordu ve hem
verimli bir yazar hem de çevirmendi. Harikula
de zaman geçirmekteydi. Ama sonra talihi ter
sine döndü. Teodorik' e karşı komplo kurmakla
suçlanarak Roma'dan Ravenna'ya gönderildi.
Burada hapsedildi, işkence gördü ve boğula
rak, ölesiye dövülerek idam edildi. Her zaman
68 1
NIGEL WARBURTON
masum olduğunu söylediyse de kendisini suç
layanları ikna edemedi.
Yakında öleceğini bilen Boethius hücre
sindeyken ölümünden sonra ortaçağın en çok
satan kitaplarından biri olacak
Felsefenin Te
sellisi'ni
yazdı. Kitap, Boethius'un hapishane
hücresinde kendi haline üzülmesiyle başlar.
Boethius birdenbire kendisine yukarıdan ba
kan bir kadını fark eder. Kadının boyu orta-
·
lamayken, birden gökyüzünden daha yükseğe
ulaşmış görünür. Yunan harfleri pi'den teta'ya
doğru yükselen bir merdiven işlenmiş, yırtık
pırtık bir elbise vardır üzerinde. Bir elinde hü
kümdar asası, diğerinde ise kitaplar tutmakta
dır. Bu kadın, aslında felsefenin ta kendisidir.
Kadın konuştuğunda, Boethius'a neye inanma
sı gerektiğini söyler. Onu unuttuğu için Boet
hius'a kızgındır ve kendisine yapılanlar karşı
sında nasıl tepki vermesi gerektiğini anlatmak
için oraya gelmiştir. Kitabın geri kalanı Tanrı
ve talih hakkında aralarında geçen konuşma
dır. Kitabın bir kısmı düzyazı, bir kısmı da şiir
biçimindedir. Kadın, yani Felsefe, Boethius'a
tavsiyelerde bulunur.
Felsefe, Boethius'a talihin her zaman de
ğişebileceğini, buna şaşırmaması gerektiğini
söyler. Bu, onun doğasıdır. Dönektir. Çarkıfe
lekte bazen en tepede, bazen en altta olursu
nuz. Varlıklı bir kral bir gün kendini yoksul
bulabilir. Boethius işlerin böyle yürüdüğünü
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 69
kabullenmelidir. Talih gelişigüzeldir. Bugün
şanslı olman, yarın da şanslı olacağın anlamı
na gelmez.
Felsefe, mutluluklarını böylesine değişken
bir şeye bağladıkları için fanilerin budala ol
duklarını açıklar. Gerçek mutluluk yalnızca
içten, insanın kontrol edebileceği şeylerden
gelir; kötü şansın yok edebileceği bir şeyden
değil. Bu, 5. Bölümde değindiğimiz Stoacı yak
laşımdır. İnsanlar bugün başlarına gelen kötü
olaylara karşı "filozofça bir tutum" takındık
larını söylediklerinde bunu kastederler; ebe
veynlerinin kim olduğu veya hava durumu gibi
kontrolleri dışında olan şeylerden etkilenme
meye çalışırlar. Felsefe Boethius'a şunu söyler:
Hiçbir şey kendi içinde kötü değildir; her şey
onun hakkında nasıl düşündüğünüze bağlıdır.
Mutluluk, dünyanın değil, aklın bir durumu
dur; Epiktetus'un kendisininmiş gibi kabul
edebileceği bir düşünce.
Felsefe, Boethius'un kendisine geri dön
mesini ister. Boethius 'a hapiste öldürülmeyi
bekliyor olsa da tam anlamıyla mutluluğu
tadabileceğini söyler. Felsefe, onun acılarına
çare olacaktır. Söylemek istediği zenginliğin,
gücün ve saygınlığın gelip geçici olduğu için
değersiz olduğudur. Hiç kimse mutluluğunu
böyle kırılgan temellere oturtmamalıdır. Mut
luluk daha sağlam bir şeyden, kaybedileme
yecek olandan gelmelidir. Boethius öldükten
70 1
NIGEL WARBURTON
sonra yaşamaya devam edeceğine, mutlulu
ğu önemsiz dünyevi şeylerde aramanın hata
olduğuna inanıyordu. Nasıl olsa öldüğünde
hepsini kaybedecekti.
Peki o zaman Boethius gerçek mutluluğu
'nerede bulabilirdi? Felsefenin cevabı, gerçek
mutluluğu Tanrıda veya iyilikte bulacağıydı
(daha sonra ikisinin aynı şey olduğu ortaya çı
kar). Boethius Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde ·
yaşamıştı ama
Felsefenin Tesellisi'nde
Hıris
tiyanlıktan bahsetmemişti. Felsefenin betim
lediği Tanrı, iyiliğin saf formu olan Platon'un
Tanrısı olabilirdi. Ama sonraki okurlar, şöhret .
ve zenginliğin değersizliği ile Tanrıyı memnun
etmeye odaklanmanın önemini aktaran Hıris
tiyan öğretisini fark edeceklerdi.
Kitap boyunca felsefe, Boethius'a aslın
da bildiği şeyleri hatırlatıyordu. Bu da yine
Platon'dan gelen bir şeydi, çünkü Platon tüm
öğrenmenin daha önceden sahip olduğumuz
ideaların anımsanması olduğuna inanıyordu.
Aslında hiçbir zaman yeni bir şey öğrenmiyor,
sadece belleğimizi tazeliyorduk. Hayat daha
önce bildiklerimizi hatırlama mücadelesiydi.
Boethius bir düzeyde, özgürlüğünü ve itibarını
kaybetmek konusunda endişelenmesinin yan
lış olduğunu zaten biliyordu. Bunlar tamamıy
la kontrolü dışındaydı. Asıl önemli olan, bu
lunduğu durum karşısında takınacağı tutum
du, bu da onun seçebileceği bir şeydi.
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
71
Ancak Tanrıya inanan birçok insanın kafa
sını kurcalayan sorun Boethius'un da kafası
nı karıştırıyordu. Tanrı kusursuz olduğu için
gerçekleşmiş ve aynı zamanda gerçekleşecek
olan her şeyi biliyor olmalıydı. Tanrıyı "her
şeyi bilen" olarak tanımladığımızda bunu kas
tederiz. Yani eğer Tanrı varsa, bir sonraki dün
ya kupasını kimin kazanacağını ve birazdan
ne yazacağımı biliyor olmalıdır. O, olacak olan
her şeyle ilgili önbilgiye sahip olmalıdır. Onun
öngördüğü her şey zorunlu olarak gerçekleş
melidir. Kısacası Tanrı şu anda, her şeyin nasıl
sonuçlanacağını biliyor olmalıdır.
Bundan da şu sonuç çıkar: Tanrı, henüz ne
yapacağımdan ben emin olmasam bile, bir son
raki eylemimin ne olacağını bilmelidir. Ne ya
pacağıma karar verdiğim anda, önümde farklı
olası gelecekler belirir. Eğer bir yol ayrımına
gelirsem sola ya da sağa gidebilir, belki de yal
nızca oturabilirim. Şu anda yazmayı bırakabi
lir, gidip kendime kahve yapabilirim. Başka bir
seçenek olarak bilgisayarımda yazmaya devam
edebilirim. Bu bana kendi kararımmış, yapma
yı ya da yapmamayı seçtiğim bir şey gibi ge
lir. Hiç kimse beni şu ya da bu seçimi yapmaya
zorlamaz. Aynı şekilde, eğer isterseniz şu an
gözlerinizi kapatmayı tercih edebilirsiniz. Peki
Tanrı sonuçta ne yapacağımızı biliyorsa bu na
sıl mümkün olabilir?
72
1
NIGEL WARBURTON
Eğer Tanrı hem sizin hem de benim ne ya
pacağımızı biliyorsa, nasıl olur da ne yapaca
ğımız hakkında hakiki bir seçim yapabiliriz?
Seçim yalnızca bir yanılsama mıdır? Öyle gö
rünüyor ,ki, eğer Tanrı her şeyi biliyorsa, özgür
iradeye sahip değilimdir. On dakika önce Tanrı
önündeki kağıda "Nigel yazmaya devam ede
cek" yazmış olabilir. O zaman bu doğrudur, o
an bunun farkında olsam da olmasam da zo
runlu olarak yazmaya devam ederim Ne var ki
Tanrı bunu yapabiliyorsa, bana kendi kararımı
kendim vermişim gibi gelse de, hiç kuşkusuz
ne yaptığım konusunda bir seçme şansım ol
mamıştır. Yaşamım en küçük ayrıntısına kadar
zaten tasarlanmıştır. Eğer eylemlerimizle ilgili
bir seçim yapmamız mümkün değilse, yaptıkla
rımız yüzünden cezalandırılmamız ya da ödül
lendirilmemiz ne kadar adildir? Eğer ne yapa
cağımızı kendimiz seçemiyorsak, Tanrı cennete
gidip gitmeyeceğimize nasıl karar verebilir?
Bu çok kafa karıştırıcıdır ve filozofların pa
radoks olarak adlandırdığı şeydir. Öyle ki, bi
rinin benim ne yapacağımı bilebilmesi ama ne
yapacağımı hala özgürce seçebilmem mümkün
görünmez. Bu iki düşünce birbiriyle çelişkili
görünür. Yine de eğer Tanrının her şeyi bilen
olduğuna inanıyorsanız, her ikisi de akla yat
kındır.
Gelgelelim felsefenin, yani Boethius'un hüc
resindeki kadının birtakım cevapları vardır.
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 73
Boethius'a özgür iradeye sahip olduğumuzu
söyler. Bu bir yanılsama değildir. Tanrı ne ya
pacağımızı bilse de yaşamlarımız önceden be
lirlenmiş değildir. Başka bir deyişle, Tanrının
yapacaklarımız hakkındaki bilgisi, önceden
belirlenmişlikten (ne yapacağımız konusunda
bir seçimimizin olmadığı düşüncesinden) fark
lıdır. Bir sonraki eylemimizi hala seçebiliriz.
Buradaki hata Tanrıyı, zamanda gözler önüne
serilen şeyleri gören bir insanmış gibi düşün
mektir. Felsefe Boethius'a, Tanrının zamansız,
zamanın tamamen dışında olduğunu söyler.
Bunun anlamı, Tanrının her şeyi bir anda
kavradığıdır. Tanrı, geçmişi, şimdiyi ve gele
ceği bir olarak görür. Biz ölümlüler, olayların
arka arkaya gerçekleşmesine bağlıyızdır ama
Tanrı bunu böyle görmez. Tanrının özgür ira
demizi yok edip bizi seçim yapma şansı olma
yan önceden programlanmış makinelere dö
nüştürmeden geleceği bilebilmesinin nedeni,
onun bizi belirli bir zamanda görmemesidir. O,
her şeyi bir anda, bir nevi zamansız olarak gö
rür. Felsefe Boethius'a, Tanrının insanların ne
yapacağını önceden bilmesine rağmen, onları
nasıl davrandıkları ve yaptıkları seçimler üze
rinden yargıladığını unutmamasını söyler.
Eğer felsefe bu konuda haklıysa ve eğer Tan
rı varsa, bu cümleyi ne zaman bitireceğimi ke
sinlikle biliyor ama bu cümleyi burada nokta
lamak yine de benim özgür seçimim.
74 1
NIGEL WARBURTON
Bu arada siz de Tanrının varlığına inanma
ya dair iki farklı argümanın incelendiği bir
sonraki bölümü okuyup okumamaya karar ver
mekte hala özgürsünüz.
. .
. .
8 . B O L U M
Mükemmel Ada
ANSELMUS VE AOUINAS
Hepimiz bir Tanrı fikrine sahibizdir. Ona ister
inanalım ister inanmayalım "Tanrı" denildi
ğinde ne kastedildiğini anlarız. Şüphesiz, şu
anda kendi Tanrı fikrinizi düşünüyorsunuz. Bu,
Tanrının gerçekten var olduğunu söylemekten
oldukça farklı görünür. Sonradan Canterbury
Başpiskoposu olan İtalyan rahip Anselmus
( 1033- 1 109), Ontolojik Argümanında, man
tık gereği bir Tanrı fikrine sahip olmamızın
Tanrının gerçekten var olduğunu kanıtladığını
iddia ederken bu konuda sıra dışı bir yol izledi.
Anselmus'un
Proslogion
adlı kitabında yer
alan argümanı, tartışma götürmez bir iddiayla
76 1 NIGEL WARBURTON
başlar: Tanrı ondan "daha yüce bir şey tasarla
namayan" varlıktır. Bu da Tanrının düşünülebi
lecek en yüce varlık olduğunu söylemenin başka
bir yoludur: Güçte, iyilikte ve bilgide en yücedir.
Ondan daha yüce hiçbir şey tasavvur edilemez
ya da edilebilseydi o şey Tanrı olurdu. Tanrı en
yüce varlıktır. Bu Tanrı tanımı tartışmaya açık
görünmemektedir: Örneğin Boethius da (bkz. 7.
Bölüm) Tanrıyı buna benzer bir şekilde betim
lemişti. Zihinlerimizde bir Tanrı fikri olduğu
aşikardır. Bu da tartışma götürmez. Ancak An
selmus bundan sonra şöyle diyordu: · Zihinleri
mizde var olan, fakat gerçekte var olmayan Tanrı
tasarlanabilir en yüce varlık olmazdı. Gerçekte
var olan şey, kesinlikle daha yüce olurdu. Bu
Tanrı kavramı zihinlerimizde
var olabilir,
ate
istler bile genelde bunu kabul eder. Ancak ta
savvur edilen bir Tanrı, var olan bir Tanndan
daha yüce olamaz. Böylece Anselmus şu sonu
ca varır: Tanrı var olmak
zorundadır.
Bu, Tanrı
tanımının mantıksal bir sonucudur. Anselmus
haklıysa, sırf bir Tanrı fikrine sahip olmamıza
dayanarak, Tanrının var olduğundan emin ola
biliriz. Bu, kendi sonuçlarına ulaşmak için dün
yayla ilgili herhangi bir gözleme dayanmayan a
priori bir argümandır. Tartışmasız bir başlangıç
noktasından yola çıkarak Tanrının var olduğunu
ispatlar görünen mantıksal bir argümandır.
Anselmus ressam örneğini kullanıyordu.
Ressam, resmini yapmadan önce bir sahne ha-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 77
yal eder. Bir aşamada hayal ettiğini resmeder.
Böylece resim, hem zihninde hem de gerçekte
var olur. Tanrı, bu örnekten farklıdır. Ansel
mus, Tanrı gerçekte var olmadan bir Tanrı fik
rine sahip olmamızın mantıksal olarak imkan
sız olduğuna inanıyordu; halbuki, tasarladığı
resmi hiç yapmamış bir ressamı kolayca hayal
edebiliriz, yani resim dünyada değil, sadece
ressamın zihninde var olmuştur. Tanrı, bunun
gibi yegane varlıktır: Kendimizle . çelişmeden,
var olmayan herhangi başka bir şeyi tasavvur
edebiliriz. Eğer gerçekten Tanrının ne olduğu
nu anlarsak, Tanrının var olmamasının imkan
sız olduğunu da fark ederiz.
Anselmus'un, Tanrının varlığına ilişkin "ka
nıt"ını kavrayan birçok kişi, onun vardığı bu
çıkarıma ulaşma biçiminde bir bit yeniği ol
duğundan kuşkulanmıştır. Yerine oturmayan
bir şey vardır. Tanrıya inananların pek azının
inancı bu çıkarıma dayanır. Buna karşın Ansel
mus, Mezmur'dan alıntı yaparak, yalnızca bir
budalanın Tanrının varoluşunu inkar edebile
ceğini söyler. Gelgelelim, aynı dönemde yaşa
mış başka bir keşiş Marmoutiers'li Gaunilo,
Anselmus'un akıl yürütmesini eleştirerek bir
budalanın konumunu destekleyen bir düşünce
deneyini öne sürdü.
Okyanusun bir yerinde hiç kimsenin ulaşa
mayacağı bir ada hayal edin. İnanılamayacak
kadar bereketli olan bu ada, hayal edebilece-
78 1 NIGEL WARBURTON
ğiniz bütün meyveler, egzotik ağaçlar, bitkiler
ve hayvanlarla dolu olsun. Üstelik ıssız olması,
onu daha mükemmel bir yer haline getirir. As
lında burası, insanın hayal edebileceği en mü
kemmel adadır. Eğer birisi bu adanın var olma
dığını söylerse, bununla ne kastettiğini kolayca
anlarsınız. Bu mantıklıdır. Ama daha sonra bu
kişinin size, bu adanın bütün adalardan daha
mükemmel olduğu için gerçekten var olması
gerektiğini söylediğini farz edin. Bir ada fikri
ne sahipsiniz. Ancak bu ada yalnızca zihniniz
de var olsaydı, en mükemmel ada olmazdı. O
halde, gerçekten böyle bir ada olmalıdır.
Gaunilo, birinin bu argümanı kullanarak
sizi bu en mükemmel adanın gerçekten var ol
duğuna ikna �tmeye çalışmasını, muhtemelen
bir çeşit şaka olarak düşüneceğinizi belirtir.
Mükemmel bir adayı sadece nasıl olduğunu ta
sarlayarak, hokkabazlıkla dünyada gerçekten
var edemezdiniz. Bu saçma olurdu. Gaunilo,
Anselmus'un Tanrının varlığına ilişkin argü
manın, en mükemmel adanın varoluşuna dair
argümanla aynı biçimi taşıdığını söylemek
istiyordu. Eğer hayal edilebilir en mükemmel
adanın var olması gerektiğine inanmıyorsanız,
hayal edilebilir en mükemmel varlığın gerçek
ten var olduğuna neden inanasınız? Aynı tür
de bir argüman, bin bir çeşit şeyi hayal edip
var etmek için kullanılabilirdi: Sadece en mü
kemmel ada değil, en mükemmel dağ, en mü-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 79
kemmel bina, en mükemmel orman. Gaunilo
Tanrıya inanıyordu ancak Anselmus'un Tanrı
hakkında akıl yürütmesinin bu örnekte zayıf
olduğunu düşünüyordu. Anselmus, Gaunilo'ya
argümanının adalar bağlamında değil, sadece
Tanrının durumunda geçerli olduğunu söyle
yerek karşılık verdi, çünkü Tanrı dışındaki şey
ler ancak kendi türlerinin en mükemmeli ola
bilirdi, oysa Tanrı, her şeyin en mükemmeliydi.
Bu sebeple, yalnızca Tanrı zorunlu olarak var
olan varlıktı: Var olmaması mümkün olmayan
tek şey.
200 yıl sonra, oldukça uzun bir kitap olan
Summa Theologica'nın
kısa bir bölümünde,
bir başka İtalyan Aziz Thomas Aquinas ( 1 225-
74) beş argüman, Tanrının var olduğunu gös
termeyi amaçlayan "Beş Yol" belirledi. Bu "Beş
Yol," bugün kitabın diğer bölümlerinden çok
daha iyi bilinir. Bu beş yolun ikincisi "İlk Ne
den Argümanı"dır. Aquinas 'ın felsefesinin bü
yük bölümü gibi bu argüman da Aristoteles'in
çok daha önce kullandığı bir argümana daya
nır. Anselmus gibi Aquinas da Tanrının varlığı
na kanıt sağlamak için aklı kullanmak istiyor
du. İlk Neden Argümanı kozmosun varlığını,
var olan her şeyi kendisine başlangıç noktası
alır. Çevrenize bir bakın. Her şey nereden gel
di? Buna verilebilecek basit cevap, var olan her
şeyin, onu var eden ve onu o yapan bir tür ne
dene sahip olduğudur. Futbol topunu ele ala-
80 1 NIGEL WARBURTON
hm. Bu top, pek çok nedenin sonucudur; insan
ların tasarlaması ve biçim vermesi, hammad
deleri üreten nedenler vs. Ama hammaddelerin
var olmasına ne sebep oldu? Bu nedenlere ne
sebep oldu? Geriye dönüp bunun izini sürebi
lirsiniz. Daha da geriye, ondan da geriye . . . Fa
kat bu neden ve etki zinciri, sonsuza kadar geri
mi gider?
Aquinas, hiç sona ermeyen bir etki ve öncül
nedenleri dizisinin zamanda durmadan geriye
gitmeyeceğine, sonsuz bir gerileme olmayaca
ğına inanıyordu. Sonsuz gerilemenin olması
demek, bir ilk nedenin hiç olmaması demekti:
Herhangi bir şey ilk neden olarak düşündüğü
nüz şeyin nedeni olur, onu da doğuran başka
bir neden olur ve böylece sonsuza kadar gider
di. Fakat Aquinas, mantıksal olarak bakıldı
ğında, bir noktada bu neden ve etki zincirini
başlatan bir şeyin olması gerektiğini düşünü
yordu. Eğer Aquinas bunda haklıysa, bizi şu
anda bulunduğumuz yere getiren neden ve etki
dizilerini başlatan, kendisi nedensiz olan bir
şey olmalıydı: Nedensiz bir neden. Aquinas, ilk
nedenin Tanrı olması gerektiğini ilan etti. Tan
rı, var .olan her şeyin nedensiz nedenidir.
Daha sonraki filozofların bu argümana ve
recek pek çok karşılığı oldu. Kimisi, her şeyi
başlatan nedensiz bir neden olması gerektiği
konusunda Aquinas'a katılsanız bile, bu ne
densiz nedenin Tanrı olduğuna inanmanız için
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
8 1
belirli bir sebep olmadığına işaret ederler. Ne
densiz bir ilk nedenin son derece güçlü olması
gerekirdi ancak bu argümanda, onda dinlerin
genellikle Tanrının sahip olduğunu varsaydığı
özelliklerden herhangi birinin olması gerek
tiğini öneren hiçbir şey yoktur."Örneğin böyle
bir nedensiz neden, mutlak iyi ya da her şeyi
bilen olmak zorunda değildi. Kişisel bir Tanrı
yerine bir çeşit enerji dalgası olabilirdi.
Aquinas'ın akıl yürütmesine karşı olası bir
diğer itirazsa, etkiler ve onların nedenlerinden
oluşan sonsuz bir gerilemenin olamayacağı
yönündeki varsayımını kabul etmek zorunda
olmayışımızdır. Bunu nasıl biliyoruz ki? Koz
mosa önerilen her ilk neden için, "peki, buna
ne sebep oldu?" sorusunu sorabiliriz. Aquinas,
basit bir biçimde bu soruyu sormaya devam
edersek, cevabın "Hiçbir şey. Bu, nedensiz bir
nedendir," olduğu bir noktaya geleceğimizi
varsayıyordu. Ne var ki bunun da nedenler ve
etkilerin sonsuza kadar geri gitmesi cevabın
dan daha iyi bir cevap olduğunu kesin olarak
söyleyemeyiz.
Tanrı inancına odaklanmaları ve dine adan
mış yaşam tarzlarıyla iki aziz, Anselmus ve
Aquinas kimilerinin şeytanla kıyasladığı Nic
colo Machiavelli'yle tam bir tezat oluşturur.
9 . B Ö L Ü M
Tilki ve Aslan
Niccolö Machiavelli
On altıncı yüzyıl İtalya'sında Floransa veya
Napoli gibi bir şehir devletine hükmeden bir
prens olduğunuzu hayal edin. Mutlak güce sa
hipsiniz. Bir emir verdiğinizde koşulsuz itaat
ediliyor. Aleyhinizde konuştuğu veya sizi öl
dürme planları yaptığından şüphelendiğiniz
için birini hapse atmak istiyorsanız, bunu ya
pabilirsiniz. Her söylediğinizi yerine getirecek
askeri birliklere de sahipsiniz. Fakat etrafınız
şehrinizi işgal etmek isteyen diğer şehir dev
letlerinin hırslı hükümdarlarıyla çevrili. Bu
durumda nasıl davranmalısınız? Dürüst, ver
diği sözleri yerine getiren, her daim şefkatle
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 83
hareket eden, insanlar için hep en iyisini dü
şünen biri mi olmalısınız?
Niccolo Machiavelli ( 1469- 1527) dürüst ve
iyi
görünmeyi
isteyebilecek olmamıza rağmen,
bunun pek de iyi bir fikir olmadığını düşünü
yordu. Ona göre bazı zamanlarda yalan söyle
mek, verdiğiniz sözleri yerine getirmemek ve
hatta düşmanlarınızı öldürmek daha iyidir.
Bir prensin verdiği sözleri tutmak için endi
şelenmesine gerek yoktur. Ona göre, etkili bir
prens "nasıl iyi olunmayacağını öğrenmeli"dir.
En önemlisi iktidarda kalabilmektir ve bunu
yapabilmek için hemen hemen her yol mubah
tır. Machiavelli'nin tüm bunları anlattığı kita
bı
Prens
'
in, 1532 tarihinde basılmasından bu
yana kötü bir şöhret edinmiş olması şaşırtıcı
değildir. Bazı insanlar bu kitabı şeytani olarak
niteledi ya da en iyi ihtimalle bir gangsterlik
kılavuzu olarak gördü, kimileriyse siyasette
gerçekten neler olup bittiği hakkında şimdiye
kadar yazılmış en tutarlı açıklamalara sahip
kitap olduğunu söyledi. Günümüz siyasetçile
rinin çoğu
Prens'i
okumuştur, ama kitabın il
kelerini pratikte uyguladıklarını açık etmemek
için pek azı bunu itiraf eder.
Prens
herkes için değil, yalnızca yeni ikti
dar sahibi olanlara rehber olması amacıyla
yazılmıştı. Machiavelli bu kitabı Floransa'nın
yaklaşık 10 km güneyinde bir çiftlikte yaşar
ken yazdı. On altıncı yüzyıl İtalya'sı oldukça
84 J NIGEL WARBURTON
tehlikeli bir yerdi. Machiavelli Floransa'da
doğup büyüdü. Henüz genç bir adamken dip
lomat olarak atanan Machiavelli, Avrupa'daki
seyahatleri boyunca birkaç kral, imparator ve
dönemin papasıyla tanışmıştı. Machiavelli'nin
tanıştığı bu liderler, onun düşüncelerini asıl
meşgul edenler değildi. Onu gerçekten etkile
yen tek yönetici, İtalya'nın büyük bir bölümü
nün kontrolünü ele geçirirken gözünü kırpma
dan düşmanlarını oyuna getirip onları öldüren
Papa VI. Alexander'ın gayrimeşru oğlu acıma
sız Cesare Borgia'ydı. Machiavelli'ye göre Bor
gia her şeyi doğru yapmış, ancak kötü talihine
yenilmişti. Saldırıya uğradığı anda hasta düş
müştü. Kötü talih Machiavelli'nin hayatında
da büyük rol_ oynamış ve aynı zamanda Mac
hiavelli'nin üzerine fazlasıyla düşündüğü bir
konu olmuştu.
Borgia'dan önce Floransa'yı yöneten, mu
azzam zenginliğe sahip Medici ailesi tekrar
iktidara geldiğinde, Machiavelli'yi kendilerini
devirme planlarının bir parçası olduğu iddia
sıyla zindana attılar. Machiavelli gördüğü tüm
işkencelere rağmen hayatta kaldı ve daha son
ra serbest bırakıldı. Bazı meslektaşları o dö
nemde idam edilmişti. Ancak o hiçbir şey iti
raf etmediği için cezası sürgün edilmek oldu.
Gönülden bağlı olduğu şehre, yani Floransa'ya
bir daha geri dönemedi. Siyaset dünyasıyla da
bağlantısı koptu. Taşrada, akşamlarını geçmi-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 85
şin büyük düşünürleriyle karşılıklı konuştu
ğunu hayal ederek geçiriyordu. Machiavelli,
bu düşünürlerin kendisiyle, bir liderin iktidarı
elinde tutabilmesi için en iyi yolun ne oldu
ğunu tartıştıklarını hayal ediyordu. Machi
avelli'nin
Prens'i
yazmasının sebebi, muhte
melen iktidarı elinde bulunduranları etkileme
ve siyasi danışman olarak iş bulabilme girişi
minden başka bir şey değildi. Böylece tekrar
Floransa'ya, gerçek siyasetin heyecanına ve
tehlikesine geri dönebilecekti. Fakat bu plan,
Machiavelli'nin dilediği şekilde işlemedi. En
nihayetinde Machiavelli'nin bir yazar olma
sıyla sonuçlandı.
Prens
gibi siyaseti konu alan
birkaç başka kitap daha yazan Machiavelli,
aynı zamanda başarılı bir oyun yazarıydı; Ma
chiavelli'nin oyunu
Mandragola
zaman zaman
hala sahnelenir.
Peki, Machiavelli tam olarak neyi öğütle
miştir ve neden bu öğütler çoğu okuyucusunu
şaşırtmıştır? Ana düşüncesi, bir prensin, onun
virtu
dediği şeye sahip olması gerektiğiydi. Bu
kelime İtalyancada "mertlik" ya da cesaret an
lamına gelir. Peki, bu ne ifade eder? Machiavel
li, başarının büyük oranda iyi talihe bağlı ol
duğuna inanıyordu. Ona göre, başımıza gelen
olayların yarısı şansın, yarısı da yaptığımız
seçimlerin sonucuydu. Aynı zamanda cesur ve
hızlı davranarak başarı olasılığının artırılabi
leceğine de inanıyordu. Sırf talih hayatlarımız-
86 1 NIGEL WARBURTON
da büyük bir yere sahip diye, mağdur rolüne
bürünmemiz gerekmezdi. Bir nehir akmaya de
vam edebilir, bu bizim engel olamayacağımız
bir şeydir ancak barajlar ve sel baskınlarına
karşı koruyucular inşa etmişsek, hayatta kal
ma şansımız daha yüksektir. Bir başka deyişle,
bütün hazırlıklarını yapan ve karşısına çıkan
fırsatı değerlendiren bir yöneticinin başarı
şansı bunları yapmayan bir yöneticiye göre
daha yüksek olacaktır.
Machiavelli, felsefesini gerçekte olup bi
tenlere dayandırmak konusunda kararlıydı.
Okurlarına neyi kastettiğini, çoğunlukla daha
önce tanıştığı insanlarla ilgili yakın tarihten
örnekler vererek anlatıyordu. Örneğin Cesare
Borgia, Orsini _ailesinin onu devirmek istediği
ni anladığında, onları bu konu hakkında hiç
bir şey bilmediğine inandırmayı başarmıştı.
Bu şekilde Borgia, Orsini ailesinin liderlerini
kendisiyle konuşma bahanesiyle Sinigaglia
adlı bir yere gelmek üzere kandırdı. Liderler
oraya ulaştığında Borgia hepsini öldürttü. Ma
chiavelli, Borgia'nın ölümlerle sonuçlanan bu
oyununu onaylıyor, bunu iyi bir
virtiı
örneği
· sayıyordu.
Benzer şekilde Borgia, Romagna adlı böl
genin kontrolünü ele aldığında, yetkiyi bile
rek merhametsiz bir komutan olan Remirro
de Orco'ya verdi. De Orco, Romagna halkını
korkutarak kendisine itaat etmelerini sağladı.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 87
Ancak Romagna halkı yatışır yatışmaz Borgia,
Orco'nun merhametsizliğiyle arasına mesafe
koymak istedi. Böylece Orco'yu öldürttü, cese
dini iki parçaya böldürterek herkesin görebi
leceği şekilde şehir meydanında teşhir ettir
di. Machiavelli bu dehşet verici davranışı da
onaylıyordu. Bu, Borgia'nın Romagna halkını
kendi tarafında tutmasını sağlamıştı. Halk,
de Orco'nun ölmesinden dolayı hoşnuttu, fa
kat aynı zamanda Orco'nun ölüm emrini Bor
gia'nın verdiğini anladıklarından bu durum
gözlerini korkutmuştu. Borgia kendi komuta
nına bile böyle bir şeyi yapabiliyorsa, hiç kim
se güvende değildi. Machiavelli'nin gözünde
Borgia'nın edimi mertçeydi:
Virtu
sergiliyordu
ve sağduyulu bir prensin yapması gereken tür
den bir hareketti.
Tüm bunlar Machiavelli'nin öldürmeyi
onayladığı izlenimini verebilir. Amacın ara
cı haklı kıldığı bazı koşullarda, Machiavelli
açıkça ölümü onaylamıştır. Ancak bu örnekleri
vermesinin amacı bu değildi. Machiavelli'nin
göstermeye çalıştığı, Borgia'nin düşmanlarını
ve ibret olması için kendi komutanı de Orco'yu
öldürmesinin işe yaradığıydı. Bu yöntemler,
Borgia'nın istediği etkiyi yaratmış ve daha
fazla kan dökülmesine engel olmuştur. Hızlı
ve merhametsiz davranışları sayesinde Borgia,
iktidarda kalmaya devam etmiş ve Romagna
halkının kendisine karşı ayaklanmasına engel
88 1
NIGEL WARBURTON
olmuştur. Machiavelli'ye göre elde edilen ni
hai sonuç, o sonucun nasıl elde edildiğinden
daha önemlidir: Borgia iyi bir prensti, çün
kü iktidarda kalabilmek için gerekli olan şeyi
yapmaktan kaçınacak biri değildi. Machiavelli
nedensiz yere katletmeyi, öldürmüş olmak için
öldürmeyi onaylamazdı, betimlediği cinayetler
de bu türden değildir. Machiavelli, Borgia'nın
bulunduğu şartlarda merhametli davranma
nın hem Borgia için hem de devlet için felaket
le sonuçlanacağına inanıyordu.
Machiavelli, sevilen bir lider olmaktan zi
yade korkulan bir lider olmanın daha iyi ol
duğunu vurgular. Aslında ideal olan, hem kor
kulan hem de sevilen bir lider olmaktır, ancak
bunu başar�ak oldukça zordur. Halkınızın
sizi sevmesine bel bağlıyorsanız, işler kötüye
gittiğinde sizi yarı yolda bırakmaları tehlike
sini de göze alıyorsunuz demektir. Gelgelelim,
halkınız sizden ürküyorsa, fazlasıyla korkmuş
olacaklarından size ihanet etmeyeceklerdir. Bu
düşünceler, Machiavelli'nin kötümserliğinin,
insan doğasını aşağı görmesinin bir parçası
dır. Machiavelli, insanın güvenilmez, açgöz
lü ve ikiyüzlü olduğunu düşünmekteydi. Eğer
başarılı bir hükümdar olmak istiyorsanız, o
zaman insan doğasını bilmeniz gerekiyordu.
Sözünü tutmaması durumunda doğabilecek
sonuçlardan korkmadığı müddetçe, bir insa
nın sözünü tutacağına güvenmek tehlikelidir.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 89
Eğer amacınıza merhamet göstererek, söz
lerinizi yerine getirerek ve sevilerek ulaşabili
yorsanız, böyle yapmalısınız (ya da en azından
yapıyor gibi görünmelisiniz). Fakat yapamıyor
sanız, o zaman bu insani özelliklerle hayvani
özellikleri bir araya getirmelisiniz. Diğer fi
lozoflar, liderlerin insani özelliklerini vurgu
larken, Machiavelli etkili bir liderin bazen bir
canavar gibi hareket etmesi gerekebileceğini
düşünür. Ders alınabilecek hayvanlar tilki ve
aslandır. Tilki kurnazdır ve tuzakları fark ede
bilir, ama aslan da fazlasıyla güçlü ve korkutu
cudur. Her zaman aslan gibi olmak pek de iyi
bir şey değildir; yalnızca kaba kuvvetle hareket
etmek, tuzaklara düşmeniz riskini beraberinde
getirecektir. Yalnızca kurnaz bir tilki de ola
mazsınız: Zaman zaman sizi güvende tutabil
mesi için aslanın gücüne ihtiyacınız vardır. Fa
kat kendi şefkatinize ve adalet anlayışınıza bel
bağlarsanız, uzun süre ayakta kalamazsınız.
Neyse ki insanlar kolay aldanırlar. Görünüşle
re kapılıp giderler. Böylece bir yönetici olarak
sözlerinizi yerine getirmediğiniz ve merhamet
siz davrandığınız halde, dürüst ve şefkatli gö
rünerek iktidarınızı koruyabilirsiniz.
Tüm bunları okuduktan sonra Machiavel
li'nin tamamen kötü bir adam olduğunu dü
şünüyor olmalısınız. Pek çok insan bu görüş
tedir ve "Makyavelci" sıfatı, bir itham olarak,
düzenbaz ve insanları kendi çıkarları için
90 1 NIGEL WARBURTON
kullanan kişiler için kullanılır. Buna rağmen
bazı filozoflar Machiavelli'nin önemli bir şeyi
ifade ettiğine inanır. Belki de alışılagelmiş iyi
davranışlar liderler için işe yaramamaktadır.
Gündelik hayatta merhametli olmak ve size
söz veren insanlara güvenmek başka şeydir,
ama bir ülke ya da devletin başındaysanız di
ğer ülkelerin size iyi davranacağına güvenmek
tehlikeli bir tutum olacaktır. 1938'de Adolf Hit
ler İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain'e
Almanya'nın topraklarını daha fazla genişlet
meyeceği sözünü verdiğinde, Chamberlain ona
inanmıştı. Şimdi bakıldığında Chamberlain'in
bu davranışı oldukça naif ve budalaca görünür.
Machiavelli böyle bir durumda Chamberlain' e,
Hitler'in yalan söylemek için bin bir türlü se
bebi olduğunÜ ve ona güvenmemesi gerektiği
ni söylerdi.
Öte yandan Machiavelli'nin muhtemel düş
manlara karşı aşırı gaddarca eylemleri des
teklediğini de unutmamak gerekir. Machiavel
li'nin Cesare Borgia'nın davranışlarını açıkça
onaylamış olması, on altıncı yüzyılın kanlı
İtalya'sında bile şaşkınlıkla karşılanmıştı.
Çoğumuz bir yöneticinin en azılı düşmanına
karşı takınacağı tavırda bile bazı katı sınırlar
olması gerektiğini ve bu sınırların yasalarca
belirlenmesi gerektiğini düşünür. Eğer bu sı
nırlar belirlenmezse, sonunda vahşi despotlar
ortaya çıkacaktır. Adolf Hitler, Pol Pot, Saddam
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 9 1
Hüseyin ve Robert Mugabe, her biri iktidarda
kalabilmek için Borgia'nınkine benzer yöntem
ler uygulamışlardır. Bunlar Machiavelli felse
fesi için iyi bir reklam sayılmaz.
Machiavelli kendini insanların temelde
bencil olduğunu anlayan bir realist olarak gö
rüyordu. Thomas Hobbes da aynı görüşteydi:
Toplumun nasıl yapılanması gerektiği üzerine
açıklamaları bu görüşe dayanıyordu.
1 O . B O L U M
Kötü, Zalim ve Kısa
THOMAS HOBBES
Thomas Hobbes ( 1588- 1679), İngiltere'nin
en büyük siyaset düşünürlerinden biridir.
Daha az bilinen şeyse, ilk zindelik tutkunla
rından biri olduğudur. Her sabah, nefes nefese
kalmak için hızlı adımlarla tepeleri tırmanır
dı. Dışarıdayken aklına iyi bir fikir gelirse diye
sapında hokka olan özel bir baston yaptır
mıştı. Bıyığı ve bir tutam sakalı olan bu uzun
boylu, al yanaklı, neşeli adam hastalıklı bir
çocukluk geçirmişti. Yetişkinliğinde ise olduk
ça sağlıklıydı ve ilerleyen yaşlarında bile tenis
oynamayı bırakmadı. Bol bol balık yer, çok az
şarap içer ve ciğerlerini çalıştırmak için -ka-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 93
palı kapılar ardında ve işitme menzili dışında
şarkı söylerdi. Şüphesiz, diğer pek çok filozof
gibi o da oldukça faal bir zihne sahipti. Sonuç
olarak ortalama ömrün
35
yıl olduğu on yedin
ci yüzyılda, istisnai bir yaş olan
9 1
yaşına dek
yaşadı.
Güler yüzlü karakterine rağmen Hobbes da
Machiavelli gibi insanın zayıf bir varlık oldu
ğu görüşündeydi. Hepimizin, ölüm korkusu ve
kişisel kazanç umuduyla hareket eden temel
de bencil varlıklar olduğumuza inanırdı. Fark
etsek de etmesek de hepimiz başkalarının
üzerinde hakimiyet kurmaya çalışırız. Hob
bes'un insanlığa dair bu tanımını kabul etmi
yorsanız, neden evinizden ayrılırken kapınızı
kilitliyorsunuz? Şüphesiz bunun sebebi, dışa
rıda sahip olduğunuz her şeyi memnuniyetle
çalabilecek çok sayıda insanın olduğunu bil
menizdir. Ama yine de sadece
bazı
insanların
bencil olduğunu öne sürebilirsiniz. Hobbes
bu konuda size katılmaz. O özünde herkesin
bencil olduğunu ve kanun kuralları ile ceza
tehdidinin bizi kontrol altında tutan yegane
şey olduğunu düşünür.
Sonuç olarak toplum çöker de kanunlar ya
da kanunlara uyulmasını sağlayacak biri ol
madan, Hobbes'un deyimiyle "doğa durumu"n
da yaşamak zorunda kalırsanız, Hobbes sizin
de herkes gibi gerektiğinde hırsızlık yapıp öl
dürebileceğinizi söyler. En azından, hayatta
94 j NIGEL WARBURTON
kalmayı istiyorsanız bunları yapmak zorunda
kalırdınız. Kaynakların kıt olduğu bir dünyada
hayatta kalmak için yiyecek ve su bulma müca
delesi veriyorsanız, diğer insanlar sizi öldür
meden önce onları öldürmek gerçekten de akıl
lıca olabilirdi. Hobbes'un unutulmaz tanımıy
la toplumun dışındaki hayat, "yalnız, zavallı,
kötü, zalim ve kısa" olacaktır.
İnsanların başkalarının toprağına göz dik
mesini ve kimi isterse öldürmesini engelleyen
devlet gücünü ortadan kaldırırsanız, sonuç
herkesin herkese karşı olduğu sonu gelmez bir
savaştır. Daha kötü bir durumu hayal etmek
güçtür. Bu yasasız dünyada, en güçlü insan
bile uzun süre güvende olmazdı. Hepimiz uyu
mak zorunday�z ve uyuduğumuzda saldırıya
açık oluruz. En güçsüz bile yeterince kurnazsa
güçlüyü ortadan kaldırabilirdi.
Öldürülmekten kaçınmanın bir yolunun, ar
kadaşlarınızla bir ekip kurmak olacağını hayal
ediyor olabilirsiniz. Ancak sorun şu ki, kimse
nin güvenilirliğinden emin olamazsınız. Diğer
insanlar size yardım etmeye söz verse bile,
kimi zaman kendi çıkarları gereği sözlerin
den dönebilirler. Gıda yetiştirmek ya da inşaat
gibi birlikte çalışmayı gerektiren büyük çapta
her etkinlik, temel düzeyde güven olmaksızın
imkansız olurdu. Çok geç olana dek aldatıldı
ğınızı anlayamayabilirsiniz, o zamana kadar
da biri sizi gerçekten sırtınızdan bıçaklamış
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 95
olabilir. Böyle bir durumda sizi bıçaklayanı
cezalandıracak hiç kimse olmaz. Düşmanları
nız her yerde olabilir, tüm hayatınızı saldırıya
uğrama korkusuyla geçirebilirdiniz: Cazip bir
beklenti değil.
Hobbes çözümün, güçlü bir bireyi ya da
parlamentoyu başa getirmek olduğunu öne
sürüyordu. Doğa durumundaki insanlar, gü
venlik uğruna kimi tehlikeli özgürlüklerin
den vazgeçtikleri bir anlaşmaya, "toplumsal
bir sözleşme"ye dahil olmak zorunda kala
caklardır. Hobbes'un "egemen" diye adlandır
dığı şey olmadığında hayat, bir çeşit cehen
nem olacaktır. Bu egemene, yoldan çıkan kişi
leri ağır cezaya çarptırma hakkı verilecektir.
Hobbes, önemli kabul edeceğimiz bazı doğal
yasaların olduğuna inanmıştır; kendimize
nasıl davranılmasını bekliyorsak başkaları
na da öyle davranmalıyız, buna bir örnektir.
Yasalar, herkesin onları takip etmesini sağla
yacak yeterince güçlü bir şey ya da biri olma
dığı sürece işe yaramaz. Doğa durumundaki
insanlar, yasalar ve güçlü bir egemen olma
dan şiddet içeren bir ölümü bekleyebilir. Tek
teselli ise böyle bir hayatın fazla uzun sürme
mesi olur.
Hobbes'un en önemli kitabı olan
Leviat
han
( 1 651) , doğa durumunun kabusumsu
konumundan hayatın katlanılabilir olduğu
güvenli bir topluma geçiş için gereken adım-
96 1 NIGEL WARBURTON
ları ayrıntısıyla açıklar. "Leviathan," Kutsal
Kitap'ta tasvir edilen devasa bir deniz cana
varıydı. Hobbes içinse devletin muazzam gü
cüne bir göndermeydi.
Leviathan,
tepenin ar
kasında yükselen, bir elinde kılıç, bir elinde
asa tutan bir devin resmiyle açılır. Bu figür,
birçok küçük insandan -yine de onların ayrı
ayrı bireyler olduğu fark edilir- oluşur. Dev,
başında bir egemenin olduğu güçlü devleti
temsil eder. Hobbes, bir egemen olmadan her
şeyin darmadağın olacağını ve toplumun ye
rini hayatta kalabilmek uğruna birbirini par
çalamaya hazır, ayrı ayrı insanların alacağını
düşünür.
O halde doğa durumundaki bireyler, birlikte
çalışmayı ve
�
arışa sahip olmayı istemek için
oldukça iyi nedenlere sahipti. Korunabilme
lerinin tek yolu buydu. Bu olmadan hayatları
korkunç olurdu. Güvende olmak, özgürlükten
çok daha önemliydi. Ölüm korkusu, insanları
bir toplum oluşturmaya itecekti. Hobbes, on
ların birbirleriyle bir toplumsal sözleşme yap
mak, bir egemenin yasaları uygulamasına izin
vereceklerine söz vermek için özgürlüklerinin
çoğundan vazgeçmeyi kabul edeceğini düşü
nüyordu. Herkesin birbiriyle savaşmasından
sa, güçlü bir otoritenin sorumlu olduğu du
rumda daha iyi olurlardı.
Hobbes tehlikeli zamanlarda yaşadı, hatta
anne karnındayken bile. İspanya Armadasının
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
97
İngiltere'ye yelken açtığını ve belki de İngil
tere'yi işgal edeceğini duyduğunda annesinin
doğum sancısı tutmuş ve erken doğum yap
mıştı. Neyse ki İngiltere işgal edilmedi. Daha
sonra İngiliz İç Savaşının tehlikelerinden Pa
ris'e taşınarak kurtulmuştu ama asıl tehlikeyi,
İngiltere'nin anarşiye teslim olma ihtimalini
daha sonraki yazılarında sık sık işledi. Hob
bes,
Leviathan'ı
Paris'te yazdı. Kitap 165 l 'de
İngiltere'ye dönmesinden kısa bir süre sonra
yayımlandı.
Dönemin pek çok düşünürü gibi Hobbes da
sadece bir filozof değil, bugün bir Rönesans
insanı olarak nitelendireceğimiz biriydi. Geo
metriye, bilime ve antikçağ tarihine ciddi bir
ilgisi vardı. Gençliğinde edebiyat seviyor, ya
zıyor ve çeviriyordu. Orta yaşlarında meşgul
olmaya başladığı felsefede ise insanların salt
fiziksel varlıklar olduğuna inanan bir mater
yalistti. Ruh benzeri bir şey yoktur: Eninde so
nunda, karmaşık makineler olan bedenlerden
başka bir şey değiliz.
On yedinci yüzyılda saat mekanizmaları en
ileri teknolojiydi. Hobbes bedendeki kasların
ve organların bunlara eşdeğer olduğuna ina
nıyordu: Yazılarında sık sık eylemin "yaylar"ı
ve bizi hareket ettiren "çarklar"ı ele alıyordu.
Hobbes, düşünme dahil insan varoluşunun
tüm yönlerinin birer fiziksel etkinlik olduğuna
ikna olmuştu. Onun felsefesinde ruha yer yok-
98 1 NIGEL WARBURTON
tu. Bu, birçok bilim insanının bugün benim
sediği modern bir düşünce olsa da Hobbes'un
zamanı için radikaldi. Tanrının koca bir fizik
sel nesne olmak zorunda olduğunu bile iddia
etti Hobbes ve bazıları bunu, onun bir ateist
olduğunu ilan etmesinin gizli bir yolu olarak
gördü.
Hobbes'u eleştirenler, egemen olan ister
kral, ister kraliçe isterse parlamento olsun,
egemenin toplum içerisindeki birey üzerinde
böyle bir güce sahip olmasına izin vermesi
konusunda çok ileriye gittiğini düşünürler.
Onun betimlediği devlet, günümüzde otoriter
devlet olarak tanımladığımız şeydir: Egeme
nin, yurttaşlar üzerinde neredeyse sınırsız
güce sahip olQ.uğu bir devlet. Barış arzu edile
bilir bir şey olabilir ve şiddet içeren bir ölüm
den korkmak da barışı koruyan güçlere teslim
olmak için kuvvetli bir teşviktir, ne var ki bir
bireyin ya da grubun eline çok fazla güç ver
mek tehlikeli olabilir. Hobbes ne demokrasiye
ne de insanların kendileri için karar verebil
me yeteneğine sahip olduğuna inanır. Gelge
lelim, yirminci yüzyılda despotların saçtığı
dehşeti bilseydi, muhtemelen bu düşüncesini
değiştirirdi.
Hobbes, ruhun varlığına inanmayı reddet
mesiyle ün salmıştı. Ç ağdaşı Rene Descartes,
ise onun aksine zihin ve bedenin birbirinden
tamamen ayrı olduğuna inandı. Hobbes'un
FELSEFENİN KISA 'TARİHİ j 99
Descartes'ın geometride felsefede olduğundan
çok daha iyi olduğunu ve bu alanda kalması
gerektiğini düşünmesinin nedeni de muhteme
len bu olmalı.
1 1 . B O L U M
Rüyada Olabilir miyim?
RENE DESCARTES
Alarmınız çalıyor, kapatıp yataktan kalkıyor
sunuz, giyiniyorsunuz, kahvaltınızı yapıyor
sunuz ve güne hazırsınız. Ama sonra bekle
mediğiniz bir şey oluyor; uyanıyorsunuz, gör
düğünüz sadece bir rüyaymış . . . Rüyanızda
kalkıp güne hazırlanıyordunuz, ama gerçekte
yorganın altında mışıl mışıl uyuyordunuz.
Eğer hayatınızda böyle bir şey yaşadıysanız,
ne demek istediğimi çoktan anlamış olmalısı
nız. Bu rüyalar "yalancı uyanıklık" olarak bi
linir ve oldukça gerçekçidir. Rene Descartes
( 1 596-1 650) da zamanında böyle bir rüya
görmüş ve hakkında düşünmeye başlamıştı.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
ıoı
İnsan rüya görmediğinden nasıl emin olabi
lirdi?
Felsefe Descartes'ın entelektüel ilgi alan
larından sadece biriydi. Oldukça başarılı bir
matematikçiydi ve asıl şöhreti "kartezyen ko
ordinat sistemi"ni keşfetmesinden ileri gelir.
Söylentiye göre, tavanda gezinen bir sineği
gözleriyle takip ettiği sırada, sineğin farklı
noktalardaki konumunu nasıl tanımlayacağı
nı merak etmesi kartezyen koordinat sistemini
bulmasını sağlamıştır. Bilim de onu cezbeder
di, hem astronom hem de biyologdu. Filozof
olarak şöhreti, çoğunlukla bilginin sınırlarını
incelediği
Yöntem Üzerine Konuşma
ve M
e
di
tasyonlar
adlı kitaplarına dayanır.
Birçok filozof gibi Descartes da bir şeye ne
den inandığını sorgulamadan hiçbir şeye inan
maz, ayrıca tuhaf ve diğer insanların aklına gel
meyen sorular sormaktan zevk alırdı. Hayatın
her şeyi sorgulayarak geçmeyeceğinin Descartes
da farkındaydı elbette. Hiç şüphesiz Pyyrhon'un
da (3. Bölüm) farkına vardığı gibi, çoğu zaman
hiçbir şeye güvenmeden yaşamak epeyi zor ol
malıydı. Ne var
ki,
Descartes'a göre hayatında
bir kez bile olsa, ne olursa olsun, doğruluğun
dan emin olduğu bir şeyi bulmak bu sıkıntıya
değerdi. Gerçek bilgiye ulaşmak için geliştirdiği
yöntem kartezyen şüphecilik olarak bilinir.
Bu yöntem oldukça basittir. En küçük bir
doğru olmama ihtimali taşıyan hiçbir şeyi
102 ! NIGEL WARBURTON
doğru kabul etmeyin. Bir çuval elmayı düşü
nün. Çuvalın içinde çürük elmalar da olduğu
nu biliyorsunuz, ama hangilerinin çürük oldu
ğundan emin değilsiniz. İçinde çürük elma kal
madığından, sadece taze elmalar bulunduğun-
,
dan emin olduğunuz bir çuval elde etmek için
ne yapardınız? Tüm elmaları yere döker, teker
teker kontrol edersiniz ve sadece sağlam oldu
ğundan emin olduklarınızı çuvala geri atarsı
nız. Bunu yaparken içleri biraz çürükmüş gibi
görünen birkaç sağlam elmayı da çöpe atabi
lirsiniz. Ama yine de sonuçta çuvalınızda sağ
lam elmalar olduğundan emin olursunuz. Des
cartes'ın şüphecilik yöntemi da aşağı yukarı
böyle bir şeydi. Aklınıza "ben bunu okurken
uyanığım" diye bir düşünce geldiyse mutlaka
bunu sınamalı, yanlış ya da yanıltıcı olmadı
ğından kesinlikle eminseniz kabul etmelisiniz.
Aklınızda en küçük bir şüphe bile kaldıysa onu
inkar etmelisiniz. Descartes, inandığı birçok
şeyi gözden geçirip göründükleri gibi olduk
larından kesinlikle emin olup olmadığını sor
gulardı. Dünya, gerçekten de kendisine görün
düğü gibi miydi? Rüya görüp görmediğinden
emin olabilir miydi?
Descartes'ın bulmaya çalıştığı, doğruluğun
dan kesinlikle emin olabileceği biricik şeydi.
Böylece kaygan gerçeklikte sağlam bir zemin
oluşturabilecekti kendisine. Ama bir şüphe
girdabına kapılıp sonunda hiçbir şeyin doğru
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 103
olmadığını düşünme tehlikesi de vardı. Descar
tes şüpheci bir tavır takınmak istiyordu, ama
onun şüpheciliği Pyyrhon'un ve öğrencilerinin
şüpheciliğinden farklıydı. Onlar hiçbir şeyin
kesin olarak bilinemeyeceğini düşünüyorlardı;
ancak Descartes, bazı inançların şüpheciliğin
en yetkin biçiminden bile etkilenmeyeceğini
göstermek istiyordu.
Descartes, kesinlik arayışına ilk önce du
yular yoluyla elde edilen kanıtlarla başladı:
Görme, dokunma, tatma, işitme ve koklama.
Duyularımıza güvenebilir miyiz? Tam olarak
güvenemeyeceğimiz sonucuna vardı Descar
tes. Duyularımız bazen bizi aldatabilirdi. Bize
hata yaptırabilirdi. Görme duyunuzu düşü
nün. Görme yeteneğinize her zaman güvene
bilir misiniz? Gözleriniz her zaman size sadık
mıdır?
Örneğin suya soktuğunuz çubuk, ona bel
li bir açıdan bakıldığında bükülmüş görünür.
Kare şeklindeki bir kule, uzaktan bakıldığında
yuvarlak gibi gözükebilir. Her birimiz zaman
zaman görme duyumuzla ilgili sıkıntı yaşa
rız. Descartes sizi önceden aldatan bir şeye
güvenmenizin doğru olmayacağını düşünür.
Bu yüzden de duyularımızın tamamen güve
nilir olduğunu kabul etmez. Duyularının onu
aldatıp aldatmadığından asla emin olamaya
caktır. Belki çoğu zaman bizi aldatmazlar ama
aldatabileceklerine dair küçük bir ihtimal bile
ı04
1 NIGEL WARBURTON
Descartes'ın onlara tamamen güvenemeyeceği
anlamına gelir. Peki, bu onu nereye götürür?
"Şu anda bu kitabı okurken uyanığım" inancı
size oldukça güvenilir gelebilir. Umarım uya
nıksınızdır ve gerçekten de okuyorsunuzdur.
Bundan nasıl kuşku duyabilirsiniz ki? Ne var
ki, rüyadayken de uyanık olduğunuzu düşüne
bileceğinizden bahsetmiştik. Şu anda rüya gö
rüp görmediğinizden nasıl emin olabilirsiniz?
Muhtemelen yaşadığınız deneyimlerin rüya
olamayacak derecede gerçekçi ve ayrıntılı ol
duğunu düşünüyor olabilirsiniz, ama birçok
insan oldukça gerçekçi rüyalar görebilir. Şimdi
onlardan birini görmediğinize emin misiniz?
Bunu nasıl bilebilirsiniz? Uykuda olup olma
dığınızı anlaı:ıak için belki de şu anda kendini
zi çimdiklediniz. Yapmadıysanız deneyin. Ama
bununla neyi kanıtlayacaksınız? Hiçbir şey!
Rüyanızda kendinizi çimdiklediğinizi görmüş
de olabilirsiniz. Dolayısıyla
belki
de rüya gö
rüyorsunuz. Uyanık olduğunuzu hissettiğinizi
biliyorum, uyanık olmamanızın çok düşük bir
ihtimal olduğunu da biliyorum. Yine de içiniz
de uyanık olup olmadığınıza dair küçücük bir
şüpheye yer olmalı. Bu durumda Descartes'ın
şüphecilik metodunu uygulayarak "şu an bu
yazıyı okurken uyanığım" ifadesini tamamen
kesin olmadığı gerekçesiyle reddetmelisiniz.
Bu bize duyularımıza bütünüyle güveneme
yeceğimizi gösteriyor. Rüya görmediğimizden
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
105
de tam olarak emin olamayız. Ancak Descartes,
rüyada bile 2+3=5'in kesin olduğunu söyler. Bu
noktada düşüncelerini ifade etmek için haya
li bir hikayeyi, bir düşünce deneyini kullanır.
Şüpheyi gittiği yere kadar götürüp, herhan
gi bir kanı ya da inanç için "Rüyada olabilir
miyim?" sınamasından daha zorlu bir sınama
bulur. Descartes, inanılmaz derecede zeki ve
güçlü, ama aynı zamanda kötü niyetli bir cin
hayal edin, der. Bu cin, var olsaydı, gerçekte so
nuç altı olsa bile yaptığım toplamanın her za
man 2+3=5 olarak görünmesini sağlayabilirdi.
Bunu size cinin yaptırdığını bilemezdiniz. Sa
yıları saf saf birbirine ekliyor olurdunuz. Her
şey normal görünürdü.
Şu anda böyle bir şey olmadığını kanıtla
manın kolay bir yolu yok. Belki de bu kötü cin,
bana, şu an evde oturup dizüstü bilgisayarım
da yazı yazdığım yanılsamasını yaşatıyor, ama
aslında ben Fransa'nın güneyinde bir sahilde
uzanıyorum. Ya da belki kötü cinin laboratu
varındaki rafta sıvıyla dolu cam kavanozun
içinde duran bir beyinim sadece. Beynime yer
leştirdiği kablolarla elektronik mesajlar yolla
yarak, hana aslında yaptığım şeyden tamamen
farklı bir şey yaptığım izlenimini veriyor ola
bilir. Belki de cin bana, anlamlı gelen sözcük
ler yazdığımı düşündürtüyor, ama gerçekte
aynı harfe basıp duruyorum. Bunu bilmenin
herhangi bir yolu yok. Kulağa ne kadar çılgın-
1 06 J NIGEL WARBURTON
ca gelse de böyle olmadığını kanıtlayamazsı
nız.
Bu kötü cinle ilgili düşünce deneyi, Descar
tes'ın şüpheyi sınırlarına taşıma yoludur. Kötü
bir cinin bizi aldatmadığına kesinlikle emin
olduğumuz bir şey olsaydı bu harika olurdu.
Bu, hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyeceğimizi
iddia eden insanlara karşılık verebilmemizin
yolu olurdu.
Descartes'ın bir sonraki adımı felsefenin en
iyi bilinen ifadelerinden birini doğurdu. Çoğu
kişi anlamını anlamasa da bu alıntıyı bilir.
Descartes'a göre bir cin var olsa ve onu kan
dırsa bile, o cinin kandırdığı
bir şey
olmalıydı.
Bir düşünceye sahip olduğu sürece o, Descar
tes, var olmak
_zorundaydı.
Var olmasaydı, cin
onun var olduğunu düşünmesini sağlayamaz
dı, zira var olmayan bir şey düşüncelere sahip
olamazdı. Descartes'ın bu durumdan çıkardığı
sonuç, "Düşünüyorum, öyleyse varım" (Latince
cogito ergo sum)
oldu. Dü
Ş
ünüyorum, dolayı
sıyla var olmalıyım. Bunu kendinize de uygula
yabilirsiniz; düşünceye ve duyuma sahip oldu
ğunuz sürece var olduğunuzdan şüphe etmeniz
imkansızdır. Ne olduğunuz başka bir sorundur,
bir bedeninizin olup olmadığından veya göre
bildiğiniz ve dokunabildiğiniz bir bedeninizin
olup olmadığından şüphe edebilirsiniz. Fakat
bir tür düşünen şey olarak var olduğunuzdan
şüphe edemezsiniz. Bu, kendi kendini çürüten
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 107
bir düşünce olurdu. Kendi varlığınızdan şüp
helenmeye başladığınızda, şüphe etme edimi
düşünen bir şey olarak var olduğunuzu kanıt
lar.
Bu size fazla önemli gelmeyebilir ancak Des
cartes için kendi varoluşundan emin olmak çok
önemliydi. Bu sayede her şeyden şüphe edenle
rin, yani Pyrrhoncu Şüphecilerin yanıldıklarını
anladı. Bu, kartezyen dualizm [ikicilik] olarak
bilinen şeyin de başlangıcı oldu. Kartezyen du
alizm zihninizin bedeninizden ayrı, ama onun
la etkileşim içinde olduğu düşüncesiydi. Du
alizmdi, çünkü iki tür şey mevcuttu: Zihin ve
beden. Yirminci yüzyıl filozoflarından Gilbert
Ryle, bu görüşü makinedeki hayalet miti ola
rak alaya aldı. Beden bir makine, ruh ise onun
içinde yaşayan hayaletti. Descartes, zihnin be
dende, bedenin de zihinde etki yaratabileceği
ni düşünüyordu, çünkü ikisi beyinde belirli bir
noktada -epifiz bezinde- etkileşiyordu. Ne var
ki Descartes'ın dualizmi, fiziksel olmayan bir
şeyin, ruh ya da zihin, fiziksel olanda yani be
dende değişimler yaratmasını nasıl açıklaya
cağı konusunda onu ciddi sorunlarla baş başa
bırakıyordu.
Descartes bedeninden ziyade zihninin var
olduğundan daha çok emindi. Bir bedene sahip
olmamayı hayal edebiliyordu, fakat bir zihne
sahip olmamayı hayal edemiyordu. Bir zihne
sahip olmadığını hayal etmiş olsaydı da hala
108
1
NIGEL WARBURTON
düşünüyor olacaktı ki bu da bir zihne sahip
olduğunu kanıtlardı; zira bir zihni olmasa dü
şüncesi de olmazdı. Beden ile zihnin ayrılabil
diği, zihnin ya da ruhun fiziksel olmadığı, kan
dan, etten ve kemikten oluşmadığı fikri, dindar
insanlar arasında gayet yaygındır. Pek çok ina
nan zihnin ya da ruhun, bedenin ölümünden
sonra da yaşadığını umar.
Düşünüyor olduğu sürece var olduğunu
kanıtlamak, şüpheciliği tamamen çürütmeye
yetmezdi. Felsefi meditasyonlarıyla doğurdu
ğu şüphe girdabından kurtulmak için Descar
tes 'ın başka kesinliklere ihtiyacı vardı. İyi bir
Tanrının zorunlu olarak var olduğunu savun
du. Aziz Anselmus'un Ontolojik Argümanının
(8. Bölüm) bir .. versiyonunu kullanarak, Tanrı
düşüncesinin Tanrının varlığını da kanıtladı
ğına kendini ikna etti. İç açılarının toplamı 180
derece değilse bir üçgenin üçgen olamayacağı
gibi, Tanrı da iyi ve var olmasaydı mükemmel
olamazdı. Bir başka argümanında şöyle diyor
du: Tanrının zihinlerimize koyduğu bu fikirden
dolayı onun var olduğunu biliriz, Tanrı var ol
masaydı, bir Tanrı fikri de olmazdı. Tanrının
var olduğundan emin olduktan sonra düşün
cesini geliştirmesi çok daha kolay oldu. İyi bir
Tanrı, en temel meselelerde insanlığı aldatıyor
olamazdı. Böylece Descartes, dünyanın aşağı
yukarı deneyimlediğimiz gibi olduğu sonucu
na vardı. Açık ve seçik algılara sahip olduğu-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 109
muz zaman bunlar güvenilirdi. Descartes'ın
sonucuna göre dünya vardır ve algıladığımız
şeyler hakkında bazen yanılsak da aşağı yuka
rı göründüğü gibidir. Buna karşılık bazı filo
zoflar bunun hüsnükuruntu olduğuna ve kötü
cinin Descartes'ı 2+3=5 düşüncesinde aldattı
ğı gibi Tanrının varlığı konusunda da kolayca
aldatmış olabileceğine inandı. İyi bir Tanrının
var olduğundan emin olmadan, Descartes ken
disinin düşünen bir şey olduğu bilgisinden ile
ri gidemezdi. Saf şüphecilikten bir çıkış yolu
gösterdiğine inanıyordu ancak onu eleştiren
ler bu konuda hala şüphelidir.
Gördüğümüz üzere Descartes, Tanrının var
lığını kendisini tatmin edecek ölçüde kanıtla
mak için ontolojik argümanı ve ikinci ispatı
kullanıyordu. Vatandaşı Blaise Pascal ise neye
inanmalıyız sorusunu çok daha farklı bir yak
laşımla ele aldı.
1 2 . B Ö L Ü M
Bahisleri Görelim
BLAISE PASCAL
Yazı tura attığınızda, yazı da gelebilir tura da.
Kullandığınız bozukluk hileli değilse, yarı yarıya
şansınız vardır. Bu yüzden hangi taraf üzerine
bahse girdiğiniz önemli değildir çünkü yazı gel
me şansı tura gelme şansıyla aynıdır. Tanrının
var olup var olmadığından emin değilseniz, bu
durumda ne yapmalısınız? Bu durum yazı tura
atmaya benzer mi? Bahsinizi Tanrı yoktur se
çeneğine koyar, dilediğinizce yaşamaya mı ba
kardınız? Yoksa, doğrulanması ihtimali uzak
bile olsa, Tanrı varmış gibi davranmak daha mı
rasyonel olurdu? Tanrıya inanan Blaise Pascal
(1623-62), bu soruları uzun uzun düşündü.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 1 1 1
Pascal dini bütün bir Katolikti. Bununla
birlikte, günümüzde çoğu Hıristiyanın aksine,
insanlığa dair son derece kasvetli bir görüşe
sahipti. Kötümser biriydi. Her yerde cennetten
kovulmanın kanıtını, Adem ve Havva'nın, Bil
gi Ağacı'nın elmasını yiyerek Tanrının güveni
ne ihanet etmesi yüzünden sahip olduğumuzu
düşündüğü kusurları görüyordu. Augustinus
gibi (6. Bölüm) insanoğlunun cinsel isteğine
yenik düştüğünü, güvenilmez ve çabucak sıkı
labilir olduğunu düşünüyordu. Hepimiz sefil
varlıklardık ve endişe ile umutsuzluk arasın
da işkence çekiyorduk. Her birimiz ne kadar
değersiz olduğumuzun farkına varmalıydık.
Doğumdan önce ve ölümden sonraki ebediyet
le kıyaslandığında, dünyada geçirdiğimiz kısa
süre neredeyse anlamsızdı. Her birimiz sonsuz
evrende ufacık bir alan kaplarız. Gelgelelim
Pascal, insanlığın, Tanrıya inancını kaybet
mezse belli bir potansiyele sahip olduğuna da
inanıyordu. Hayvanlarla melekler arasında bir
yerdeydik, ama çoğu zaman, pek çok durumda,
muhtemelen hayvanlara daha yakındık.
Pascal'ın en iyi bilinen kitabı
Düşünceler
1 670 yılında, 39 yaşında erkenden ölmesinden
sonra, yazılarından kalan fragmanlardan der
lenerek yayımlanmıştır. Bu kitap, onun özenle
yazdığı kısa paragraflardan oluşur. Bu farklı
kısımlarla nasıl bir bütün yaratmayı amaçla
mıştı kimse bilmiyor ama kitabın ana teması
1 12 1 NIGEL WARBURTON
açıktır: Kendi Hıristiyanlık yorumunu savun
mak. Pascal öldüğünde kitabını henüz tamam
layamamıştı. Kısımların düzeni, iple bağladığı
kağıt destelerine göreydi. Her bir tomar, ya
yımlanmış kitapta bir b ölümü oluşturur.
Pascal çocukluğunda hastalıklarla boğuş
muş ve hayatı boyunca hiçbir zaman fiziksel
olarak güçlü olmamıştı. Resmedilmiş portre
lerinde de hiç iyi görünmez. Sulu gözleri her
zaman hüzünlüdür. Ancak kısacık ömrüne çok
sayıda başarı sığdırmıştı. Gençliğinde babası
nın desteğiyle, vakumlar üzerine düşünceler
geliştiren ve barometreler tasarlayan bir bilim
insanı olmuştu. 1642 yılında, karmaşık dişlile
re bağlı kadranları döndüren bir iğne kullan
mak suretiyle toplama ve çıkarma yapabilen
mekanik bir hesap makinesi icat etti. Bunu,
babasına hesap işlerinde yardımcı olması için
yapmıştı. Ayakkabı kutusu büyüklüğündeki bu
makine
Pascaline
olarak da biliniyordu ve bi
raz ağır olsa da sonuçta iş görüyordu. Temel
sorun, üretiminin oldukça pahalı olmasıydı.
Bir bilim insanı ve mucit olmasının yanı
sıra Pascal aynı zamanda oldukça başarılı bir
matematikçiydi. Matematikteki en özgün dü
şünceleri olasılık üzerineydi. Fakat dindar bir
filozof ve yazar olarak hatırlanacaktı. Bir filo
zof olarak adlandırılmış olmayı istemezdi; zira
yazıları, filozofların ne kadar az şey bildikle
ri ve düşüncelerinin ne kadar önemsiz olduğu
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 1 1 3
üzerine yorumlar içeriyordu. O kendini bir ila
hiyatçı olarak görüyordu.
Jansenizm olarak bilinen tartışmalı bir din
akımına dahil olduktan sonra, matematik ve
bilim yerine dini konular üzerinde yazmaya
başladı. Jansenistler, alın yazısına inanırlardı,
özgür irademizin olmadığını ve Tanrı tarafın
dan önceden seçilmiş az sayıda kişinin cen
nete gidebileceğini söylerlerdi. Ayrıca çok katı
bir hayatı benimserlerdi. Bir keresinde Pascal,
kız kardeşini kendi çocuğuna sarıldığını gör
düğünde azarlamıştı, çünkü duyguların dışa
vurulmasını onaylamazdı. Son yıllarını bir ke
şiş gibi yaşayarak geçirdi, ölümüne sebep olan
hastalığı nedeniyle çok acı çekse de yazmayı
hiç bırakmadı.
Rene Descartes
( 1 1 .
B ölümün konusu) -o da
Pascal gibi dini bütün bir Hıristiyan, bir bilim
insanı ve matematikçiydi- Tanrının varlığı
nın mantıkla kanıtlanabileceğini düşünüyor
du. Pascal aynı fikirde değildi. Ona göre Tanrı
inancı kalple ve imanla ilgiliydi. Filozofların
genellikle Tanrının varlığı konusunda kullan
dıkları akıl yürütmeler onu ikna etmiyordu.
Sözgelimi, Tanrının elinin kanıtını doğada gö
rebileceğinize inanmıyordu. Ona göre bizi Tan
rıya götürecek olan organ beyin değil, kalpti.
Buna rağmen
Düşünceler
adlı kitabında,
Tanrının var olduğundan emin olmayanları
Tanrıya inanmaları gerektiğine ikna etmek için
1 14 1 NIGEL WARBURTON
zekice bir argüman sundu. Bu argüman Pas
cal'ın Bahsi olarak bilinir ve Pascal'ın olasılık
konusuna duyduğu ilgiye dayanır. Rasyonel
bir kumarbazsanız ve kumar sizin için sadece
bir bağımlılık değilse, büyük bir ödül kazan
mak için en iyi şansa sahip olmayı, fakat bah
se girdiğinizde kayıplarınızı da en alt seviye
de tutmayı istersiniz. Kumarbazlar ihtimalleri
hesaplar ve ona göre bahse girerler. Peki, bahis
konusu Tanrının varlığıysa, bu söylenenler ne
anlama gelir?
Tanrının varlığından emin olmadığınızı
varsayalım; karşınızda farklı seçenekler ola
bilir. Tanrının kesinlikle var olmadığını düşü
nerek hayatınıza devam etmeyi seçebilirsiniz.
Haklıysanız, ölümden sonra bir yaşam olduğu
kuruntusu olmadan yaşayacak, cennete gide
meyecek kadar günahkar olduğunuzu düşünüp
azap çekmekten kurtulacaksınız. Üstelik za
manınızı olmayan bir varlık için kilisede dua
ederek geçirmeniz de gerekmeyecek. Bu yak
laşımın belli bazı yararları olsa da büyük bir
tehlike de taşır. Tanrı gerçekten varsa ve siz de
ona inanmıyorsanız sadece cennete gitme şan
sınızı yitirmekle kalmaz, aynı zamanda sonsu
za dek işkence çekeceğiniz cehenneme gidersi
niz. Hayal edilebilecek en kötü sonuç.
Alternatif olarak Pascal, hayatınızı Tanrı
varmış gibi yaşamayı seçebilirsiniz, der. Dua
eder, kiliseye gidersiniz ve İncil okursunuz.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 1 1 5
Tanrı gerçekten varsa, bu durumda olası en iyi
ödülü kazanırsınız: Ebedi mutluluk için ciddi
bir şans. Tanrıya inanmayı seçer de sonuçta
yanılırsanız bu durumda çok önemli bir kay
bınız olmaz (büyük ihtimalle, öldükten sonra
hatalı olduğunuzu anlayacak, boşa zaman ve
çaba harcadığınız için kendinizi kötü hisse
deceğiniz vaktiniz olmayacak). Pascal'ın deyi
miyle, "Kazanırsanız her şeyi kazanacak, kay
bederseniz de hiçbir şey kaybetmeyeceksiniz."
Pascal, zafer ve lüks gibi "zehirli hazlar"ı muh
temelen özleyeceğinizi anlamıştır ama bunlar
yerine inançlı, dürüst, alçakgönüllü, minnet
kar, cömert ve dost canlısı biri olursunuz ve
daima doğruyu söylersiniz. Bu durumu herkes
tam olarak böyle görmeyebilir. Pascal, dindar
bir hayata belki de çok fazla dalmış olduğu
için, dindar olmayan pek çok kişi için hayatla
rını dine adamanın ve onların bakış açısından
yanılsama üzerine kurulu bir hayat yaşamanın
fedakarlık olacağını fark etmemişti. Ama yine
de vurguladığı gibi haklıysanız sonsuz bir
mutluluk şansına sahip olacak, haksızsanız da
nispeten ufak sıkıntılar ve birkaç yanılsamay
la kurtulacaktınız. Diğer seçenekte cehenneme
gitme tehlikesini göze alırdınız, ama olası ka
zanımınız cennetteki sonsuzlukla karşılaştırı
lamazdı bile.
Tanrının varlığı konusunda gerçekten taraf
sız da kalınamazdı. Pascal'a göre bunu yapma-
ı ı6 1
NIGEL WARBURTON
ya kalkışırsanız, Tanrının kesinkes var olma
dığına inanmakla aynı sonucu alırdınız, yani
sonunda kendinizi cehennemde bulabilir ya da
en azından cennete gidemezdiniz. Biri ya da
diğeri için karar vermeniz gerekir. Tanrının var
olduğunu gerçekten bilmiyorsunuz; peki, ne
yapmanız gerek?
Pascal cevabın belli olduğunu düşünüyor
du. Rasyonel bir kumarbazsanız ve ihtimalleri
soğukkanlılıkla gözden geçirirseniz, yazı tura
atarken olduğu gibi haklı çıkma ihtimali küçük
de olsa bahsinizi Tanrının varlığına yatırmanız
gerektiğini anlardınız. Potansiyel ödül sonsuz,
potansiyel kayıp ise çok büyük değildi. Bu ih
timaller düşünüldüğünde Pascal, hiçbir rasyo
nel insanın Tanrının var olduğundan başka bir
seçenek üzerine oynamayacağını düşünüyor
du. Elbette Tanrının var olduğu üzerine bahse
girip kaybetme riskiniz de vardı, ama bu riske
girmeniz gerekliydi.
Ama ya bunun mantığını kavrasanız bile
Tanrının var olduğunu kalben hissedemiyorsa
nız? Varlığından şüphe ettiğiniz bir şeyin var
olduğuna kendinizi ikna etmeniz çok güçtür
(belki de imkansız). Gardırobunuzda periler
olduğuna inanmayı deneyin. Belki bunu ha
yal edebilirsiniz, ama orada gerçekten periler
olduğunu düşünmekten çok farklıdır bu. Doğ
ru olduğunu düşündüğümüz şeylere inanırız.
İnanmanın doğası böyledir. Öyleyse Tanrının
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
1 17
varlığıyla ilgili şüpheleri olan inançsız biri
Tanrıya nasıl inanacaktır?
Pascal'ın bu soruna bir cevabı vardı. Tanrı
ya inanmanızın sizin için en iyisi olduğunu bir
kez hesap ettiğinizde, onun var olduğuna ken
dinizi inandırmanın bir yolunu bulmanız ve
imana sahip olmanız gerekmektedir. Yapmanız
gereken şey, Tanrıya inanan insanları taklit et
mektir. Zamanınızı kilisede, inananların yaptı
ğı şeyleri yaparak geçirin. Kutsal sudan için,
ayinlere katılın vesaire vesaire . . . Çok geçme
den onların eylemlerini sadece taklit etmediği
nizi, onların inançlarına ve duygularına sahip
olduğunuzu görecektiniz. Bu, ebedi yaşamı ka
zanmak ve sonsuz işkence tehlikesinden kur
tulmak için en büyük fırsattı.
Pascal'ın argümanı herkesi ikna etmemiş
tir. En belirgin sorun da şuydu: Tanrı varsa,
sadece en güvenli bahis olduğu için kendisine
inanan insanlara olumlu gözle bakmayacak
tır. Bu Tanrıya inanmak için yanlış bir neden
gibi görünür. Böyle bir nedenden ötürü Tanrı
ya inanmak fazlasıyla çıkarcı bir davranıştır,
çünkü bedeli ne olursa olsun ruhunuzu ben
cilce kurtarmak istemenize dayanır. Bir başka
tehlike de Tanrının, bu kumarbaz argümanını
kullanan hiç kimsenin cennete gitmemesini
garantiye alması olabilirdi.
Pascal'ın bahsiyle ilgili diğer ciddi sorun
ise, yanlış din ve yanlış Tanrıya inanma olası-
1 1 8 1 NIGEL WARBURTON
lığını hesaba katmamış olmasıdır. Pascal, Hı
ristiyan bir Tanrıya inanma ile hiçbir Tanrıya
inanmama arasında bir seçenek sunmuştur.
Bununla birlikte, inananlara ebedi mutluluğu
vaat eden çok sayıda başka din de vardır. Bu
dinlerden birinin doğruluğu kanıtlanırsa, Pas
cal'ın bahsine uyan kişi, Hıristiyanlığı takip
etmeyi seçerek tıpkı Tanrıya dair tüm inancı
inkar eden birinin yaptığı gibi kendini cennet
teki ebedi mutluluktan mahrum bırakmış olur.
Pascal bu olasılığı da hesaba katmış olsaydı,
insanlığın durumuna muhtemelen çok daha
kötümser bir gözle bakardı.
Pascal, Kutsal Kitapta tasvir edilen Tanrıya
inanıyordu. Baruch Spinoza ise çok farklı bir
din anlayışın� sahipti, o kadar ki bazıları onun
gizli bir ateist olduğundan şüphelenmişti.
1 3 . B Ö L Ü M
Mercek Yontucusu
BARUCH SPINOZA
Dinlerin çoğu Tanrının dünyanın dışında bir
yerde, belki de cennette olduğunu öğretir.
Baruch Spinoza ( 1632-77), Tanrının dünyada
olduğunu
düşünmesi bakımından alışılma
dıkdı. Bu fikrini ifade etmek için "Tanrı veya
Doğa" hakkında yazdı, tanrı ve doğanın aynı
şey olduğunu kastediyordu. Tanrı ve doğa tek
bir şeyi tanımlamanın iki farklı yoludur. Tanrı
doğadır, doğa da Tanrı. Tanrının her şey olduğu
inancı, bir çeşit panteizmdi. Spinoza'nın başı
na epeyi iş açan radikal bir fikirdi bu.
Spinoza, Amsterdam'da, Portekizli bir Yahu
di ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. O zaman-
1 20
1
NIGEL WARBURTON
lar Amsterdam, zulümden kaçan insanların
sığındığı yerdi. Ancak burada bile ifade ede
bileceğiniz görüşler sınırlıydı. Yahudi bir aile
içinde büyümüş olsa da Spinoza, 1 656 yılında
24
yaşındayken, muhtemelen Tanrı hakkındaki
görüşleri yüzünden sinagogundaki hahamlar
tarafından kovuldu ve lanetlendi. Amsterdam'ı
terk etti ve sonrasında Lahey'e yerleşti. Bu an
dan itibaren, Yahudi ismi Baruch'tan ziyade
Benedict de Spinoza olarak bilindi.
Birçok filozof geometriden etkilenmiştir.
Eski Yunan filozof Eukleides'in çeşitli geo
metrik hipotezlerle ilgili ünlü kanıtları, birkaç
basit aksiyomdan veya başlangıç varsayımla
rından bir üçgenin iç açılarının toplamının iki
dik açıya eşit 9lduğu gibi sonuçlara gitmişti.
Filozoflar genellikle geometrinin dikkatli man
tıksal adımlar yoluyla, kararlaştırılan başlan
gıç noktalarından şaşırtıcı sonuçlara doğru
gitme biçimine hayranlık duyar. Eğer aksiyom
lar doğruysa, sonuçlar da doğru olmak zorun
dadır. Bu türden geometrik akıl yürütme hem
Rene Descartes'a hem de Thomas Hobbes'a
esin kaynağı olmuştur.
Spinoza sadece geometriye hayranlık duy
mamış, felsefeyi sanki geometriymiş gibi yaz
mıştı.
Ethica
adlı kitabındaki kanıtlar geomet
rik kanıtlara benzer ve aksiyomlar ile tanımları
içerir. Spinoza, kitaptaki "kanıtların" geometri
deki gibi amansız bir mantığa sahip olmasını
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
121
düşünmüştü. Ancak buradaki kanıtlar üçgenle
rin açıları ve çemberlerin çapları gibi konularla
uğraşmak yerine Tanrı, doğa, özgürlük ve duy
gular hakkındadır. Spinoza bu konuların üçgen,
çember ve kareler üzerine akıl yürütmemize
benzer bir şekilde analiz edilebileceğini ve hak
larında akıl yürütülebileceğini düşünür. Hatta
daha ileri giderek kısımları, geometri kitapla
rında kullanılan, "ispatı gereken şey" anlamın
daki Latince
quod erat demonstrandum
deyi
şinin kısaltması "GED" ile sonlandırır. Spinoza,
dünya ve dünyadaki yerimizin temelinde yapı
sal bir mantığın yattığına, bunun da akıl yoluy
la ortaya çıkarılabileceğine inanır. Hiçbir şey
şans eseri olduğu gibi değildir; tamamında bir
amaç ve ilke vardır. Her şey devasa bir sistem
içinde birbirine uyar ve bunu anlamanın en iyi
yolu düşüncenin gücünden geçer. Deney ve göz
lemden çok aklı vurgulayan bu felsefi yaklaşım,
sıklıkla Rasyonalizm [Akılcılık] olarak anılır.
Spinoza tek başına olmaktan hoşlanırdı.
Yalnızlık ona çalışmalarını sürdürmek için ge
reken zaman ve iç huzurunu veriyordu. Tanrı
hakkındaki görüşleri düşünüldüğünde muh
temelen bu, bir devlet kurumunun parçası ol
masından daha güvenliydi. Bu yüzden en ünlü
kitabı
Ethica
ancak ölümünden sonra yayım
landı. Yaşamı boyunca son derece özgün bir
düşünür olarak ün yapmasına rağmen Heidel
berg Üniversitesinde hocalık teklifini geri çe'-
122 1 NIGEL WARBURTON
virmişti. Yine de kendisini ziyarete gelen bazı
düşünürlerle fikirlerini tartışmaktan mutluluk
duyardı. Filozof ve matematikçi Gottfried Le
ibniz de onlardan biriydi.
Spinoza kendisine bir ev satın almak yeri
ne pansiyonlarda kalarak oldukça sade bir ha
yat yaşadı. Fazla paraya ihtiyacı yoktu, mercek
yontarak ve felsefi çalışmalarına hayranlık
duyan insanlardan gelen kimi küçük ödeme
lerden kazandıklarıyla geçimini sağlıyordu.
Yaptığı mercekler, teleskop ve mikroskop gibi
bilimsel aletlerde kullanılıyordu. Bu onun ba
ğımsız kalmasına ve kaldığı odadan çalışması
na olanak veriyordu. Ne yazık ki aynı zamanda
bu meslek, muhtemelen yakalandığı solunum
yolu enfeksiy,:onu nedeniyle, yalnızca
44
yaşın
da erkenden ölmesine de sebep oldu. Mercek
leri yontarken soluduğu cam tozunun akciğer
lerine hasar verdiğine kuşku yoktur.
Tanrı sonsuzsa, bunu Tanrı olmayan bir şe
yin olamayacağı düşüncesi izlemelidir, diye
akıl yürütmüştü. Eğer evrende Tanrı olmayan
bir şey bulursanız, o zaman Tanrı sonsuz ola
maz, çünkü Tanrı, prensipte her şey olabildiği
gibi o şey de olabilir. Hepimiz Tanrının parça
larıyız ama taşlar, karıncalar, çimenler ve pen
cereler de Tanrının parçalarıdır. Hepsi. Hepsi
de inanılmaz karmaşık bir bütünün içinde bir
birine geçer, ama var olan her şey nihayetinde
bu tek bir şeyin, yani Tanrının bir parçasıdır.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 123
Geleneksel dindarlar, Tanrının insanlığı
sevdiğini ve kişisel dualara cevap verdiğini
vaaz ederler. Bu, merhamet gibi insani nitelik
leri gayriinsani bir varlığa, Tanrıya yansıtan
antropomorfizmin bir biçimidir. En uç biçimi
de Tanrıyı kocaman sakalı ve yüzündeki nazik
gülümsemesiyle iyi yürekli bir adam olarak
hayal etmektir. Spinoza'nın Tanrısı böyle bir
Tanrı değildir. O (kadın ya da erkek) tamamen
gayrişahsiydi, herhangi bir şeyi ya da birini
umursamazdı. Spinoza'ya göre Tanrıyı seve
bilirsiniz, sevmelisiniz de, ancak karşılığında
herhangi bir sevgi bekleyemezsiniz. Bu, doğa
sever birinin, doğanın da onu sevmesini bek
lemesi gibidir. Aslında Spinoza'nın tarif etti
ği Tanrı insanoğluna ve onların yaptıklarına
öylesine kayıtsızdır ki, çoğu kişi Spinoza'nın
hiçbir biçimde Tanrıya inanmadığını ve pan
teizminin bir kılıf olduğunu düşünmekteydi.
Onu bir ateist ve din karşıtı biri olarak gördü
ler. Tanrının insanlığı önemsemediğine inanan
biri başka ne olabilirdi ki? Yine de Spinoza'nın
bakış açısından böyle bir kişi, Tanrıya karşı
zekaya dayanan bir sevgiye sahipti; bu sevgi,
akıl tarafından erişilen derin bir anlamaya
dayanıyordu. Ne var ki bunun geleneksel din
le uzaktan yakından ilgisi yoktu. Sinagog onu
aforoz etmekte muhtemelen haklıydı.
Spinoza'nın özgür irade üzerine olan gö
rüşleri de tartışmalıydı. O bir deterministti.
124 1 NIGEL WARBURTON
Bu, onun, her eylemin daha önceki nedenle
rin sonucu olduğuna inandığı anlamına gelir.
Eğer havaya atılan bir taş, insan gibi bilinçli
olabilseydi, her ne kadar öyle olmasa da kendi
irade gücüyle hareket ettiğini hayal edecekti.
Gerçekte onu hareket ettiren, atma kuvveti ve
yerçekiminin etkileridir. Bir taş nereye gittiği
ni yerçekimi yerine kendisinin kontrol ediyor
olduğunu hissederdi sadece. İnsanlar da ay
nıdır: Yaptığımız şeyi özgürce seçtiğimizi ve
yaşamlarımız üzerinde kontrole sahip olduğu
muzu hayal ederiz. Bu yüzden de seçimlerimi
zin ve eylemlerimizin meydana gelme yollarını
genellikle anlamayız. Gerçekte özgür irade bir
yanılsamadır. Kendiliğinden özgür eylem diye
bir şey yoktur ...
Bir determinist olmasına rağmen Spinoza,
oldukça sınırlı bir tür insani özgürlüğün müm
kün ve arzulanabilir olduğuna da inanıyordu.
Var olmanın en kötü şekli, esaret altında ol
maktır, yani duygularınızın insafında olmak.
Kötü bir şey meydana geldiğinde, örneğin bi
risi size kaba davrandığında ve gözünüz ka
rarıp nefretle dolduğunuzda, bu oldukça pasif
bir var olma şeklidir. Tek yaptığınız olaylara
tepki vermektir. Dışarıda olup bitenler öfkeni
ze neden olur. Hiçbir biçimde kontrol elinizde
olmaz. Bundan kaçmanın yolu, davranışı şekil
lendiren nedenleri daha iyi anlamaktır. Spino
za'ya göre yapabileceğimiz en iyi şey duygu-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 125
larımızın dış olaylardan ziyade kendi seçimle
rimizden ortaya çıkmasıdır. Bu seçimler asla
tam anlamıyla özgür olamasa da pasif olmak
tansa aktif olmak daha iyidir.
Spinoza tipik bir filozoftu. Tartışılmaya
herkesin duymaya hazır olmadığı fikirler öne
sürmeye ve görüşlerini argümanla savunma
ya hazırdı. Ç alışmalarına kimi zaman şiddetle
karşı çıkılsa da Spinoza yazdıklarını okuyan
ları etkilemeye devam ediyor. Tanrının doğa
olduğu inancı o dönemde benimsenmedi ama
ölümünden sonra, Ethica'nın çevirisini yapan
Victoria dönemi romancısı George Eliot, ken
dini kişisel bir Tanrıya inanmaya ikna edemese
de, bir mektupta Spinoza'nın Tanrısına inandı
ğını açıklayan yirminci yüzyıl fizikçisi Albert
Einstein gibi bazı çok ünlü hayranları oldu.
Gördüğümüz gibi Spinoza'nın Tanrısı gay
rişahsiydi ve insan niteliklerinin hiçbirine sa
hip değildi; dolayısıyla kimseyi günahları yü
zünden cezalandırmazdı. Spinoza'yla aynı yıl
doğan John Locke oldukça farklı bir yol izledi.
Benliğin doğasıyla ilgili tartışması, kısmen Kı
yamet Gününde olabilecekler konusunda duy
duğu kaygıdan esinlenmişti.
. .
. .
1 4 . B O L U M
Prens ve Ayakkabı Tamircisi
JOHN LOCKE ve THOMAS REID
Bebekken neye benziyordunuz? Eğer varsa, o
dönemde çekilen bir fotoğrafınıza bakın. Ne
görüyorsunuz? O gerçekten siz misiniz? Şu an
muhtemelen oldukça farklı görünüyorsunuz.
Bebek olmak nasıl bir şeydi hatırlayabiliyor
musunuz? Çoğumuz hatırlayamayız. Hepimiz
zaman içinde değişiriz. Büyürüz, gelişiriz, ol
gunlaşır, yaşlanırız. Ç oğumuzun yüzünde kı
rışıklıklar belirir, eninde sonunda saçlarımız
beyazlar ya da dökülür, görüşlerimizi, arka
daşlarımızı, giyim tarzımızı ve önceliklerimi
zi değiştiririz. O halde hangi anlamda yaşlıy
ken fotoğraftaki bebekle aynı kişi olacaksınız?
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 127
Zaman içinde birini aynı kişi kılan şeyin ne
olduğu, İngiliz filozofu John Locke'un (1632-
1 704) aklını kurcalayan soruydu.
Pek çok filozof gibi Locke da geniş bir ilgi
alanına sahipti. Politikaya bulaşan ve aynı za
manda eğitim hakkında da yazan Locke, ar
kadaşları Robert Boyle ve Isaac Newton'ın
bilimsel keşiflerini büyük coşkuyla karşıladı.
İngiliz İç Savaşı sonrasında, yeni tahta çıkan
Kral 2. Charles'a komplo düzenlemekle suçla
nınca Hollanda'ya kaçtı. Burada, insanları ezi
yetle dinsel inançlarını değiştirmeye zorlama
ya çalışmanın saçma olduğunu belirterek dini
hoşgörüyü savundu. Tanrı tarafından verilmiş
yaşam, özgürlük, mutluluk ve mülkiyet hakkı
mız olduğuna dair görüşleri Amerika Birleşik
Devletleri anayasasını yazan kurucu babaları
etkiledi.
Locke'un bebekken çekilmiş bir fotoğrafına
veya çizimine sahip değiliz. Fakat muhtemelen
yaşlandıkça oldukça değişmiştir. Orta yaşla
rında uzun dağınık saçlarıyla kasvetli, ciddi
bakışlı bir adamdı. Yine de bebekken oldukça
farklı görünüyor olmalıdır. Locke'un inandığı
şeylerden biri, yeni doğmuş birinin zihninin
boş bir levha gibi olduğudur. Doğduğumuzda
hiçbir şey bilmeyiz ve tüm bilgimiz yaşamdaki
deneyimlerimizden gelir. Bebek Locke büyüyüp
genç bir filozof olurken çeşitli inançlar edindi
ve şu anda John Locke olarak bildiğimiz kişi
128
i NIGEL WARBURTON
haline geldi. Ama hangi anlamda bebekliğinde
olduğu kişidir ve hangi anlamda orta yaşlı Lo
cke, genç Locke ile aynı kişidir?
Bu türden bir problem yalnızca geçmişle
olan ilişkilerini merak eden insanlar için açı
ğa çıkmaz. Locke'un fark ettiği gibi çoraplar
hakkında düşünürken bile bir mesele olabi
lir. Eğer çorabınız delinmişse, deliği yamarsı
nız, sonra bir başkasını, eninde sonunda artık
orijinal malzemesi kalmayan yalnızca yama
lardan oluşan bir çorapla kalakalırsınız. Peki
elinizdeki hala aynı çorap mıdır? Bir anlamda
aynı çoraptır çünkü asıl çoraptan tamamen
yamanmış çoraba kadar parçaların sürekliliği
söz konusudur. Fakat bir başka anlamda, aynı
çorap değildir, çünkü orijinal malzeme orada
değildir. Veya bir meşe ağacını düşünün. Meşe
ağacı bir palamuttan büyür, her yıl yaprakla
rını kaybeder, uzar, dallanıp budaklanır ama
yine de aynı meşe ağacı olarak kalır. Palamut
fidanla aynı bitki midir ve fidan devasa meşey
le aynı bitki midir?
Zaman içinde bir insanı aynı kişi yapanın
ne olduğu sorusuna yaklaşmanın bir yolu da
canlı varlıklar olduğumuzu vurgulamak olur
du. Bebekken olduğunuz aynı hayvansınız. Lo
cke "insan" kelimesini "insan hayvanı"na gön
derme yapmak için kullanır. Bu anlamda, bir
ömür boyunca aynı "insan" olarak kalacağımızı
söylemenin doğru olduğunu düşünüyordu. Ya-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
ızg
şamakta olan insanın, yaşam sürecinde geli
şen bir sürekliliği vardır. Ancak Locke' a göre
aynı "insan" olmak, aynı
kişi
olmaktan oldukça
farklıdır.
Locke'a göre aynı "insan" olabilirim, ancak
asla eskiden olduğum
kişi
olmam. Bu nasıl ola
bilirdi? Locke, zaman içinde bizi aynı kişi ya
pan şeyin bilincimiz, kendi benliğinin farkında
olma olduğunu öne sürüyordu. Hatırlayamadı
ğınız şey, sizin bir parçanız değildi. Bunu ifade
etmek için bir ayakkabı tamircisinin anılarıy
la uyanan bir prensi ve bir prensin anılarıy
la uyanan bir ayakkabı tamircisini hayal etti.
Prens her zamanki gibi sarayında uyanır; dış
görünüşü açısından uykuya yatan kişiyle aynı
kişidir. Ancak kendi anıları yerine ayakkabı ta
mircisinin anılarına sahip olduğundan, ayak
kabı tamircisi olduğunu hisseder. Locke'un
ana fikri, prensin ayakkabı tamircisi olduğu
nu hissetmekte haklı olduğudur. Bedensel sü
reklilik meseleyi çözüme kavuşturmaz. Kişisel
kimlikle ilgili sorularda önemli olan psikolojik
sürekliliktir. Eğer prensin anılarına sahipse
niz, prenssinizdir. Ayakkabı tamircisinin anı
larına sahipseniz, bir prensin bedenine sahip
olsanız bile ayakkabı tamircisisiniz. Ayakkabı
tamircisi bir suç işlerse, sorumlu tutmamız ge
reken kişi prensin bedenindeki kişidir.
Elbette normalde anılar bu şekilde yer değiş
tirmez. Locke bu düşünce deneyini bir noktaya
130 J NIGEL WARBURTON
dikkat çekmek için kullanıyordu. Ancak bazıla
rı aynı bedende birden fazla kişinin olabilece
ğini öne sürer. Aynı bedende farklı kişiliklerin
oluştuğu bu durum çoklu kişilik bozukluğu
olarak bilinir. Locke bu olasılığı tahmin ederek
ve birbirinden tamamen bağımsız iki kişinin
tek bir bedende -birinin gündüzleri, diğerinin
yalnızca geceleri- yaşadığını hayal etti. Eğer bu
iki zihnin birbirine erişimi yoksa, bu durumda
Locke'un gözünde iki ayrı kişidirler.
Locke açısından kişisel kimliğe dair sorular
ahlaki sorumlulukla yakından ilişkiliydi. Tan
rının, insanları yalnızca işlediklerini hatırla
dıkları suçlar için cezalandıracağına inandı.
Kötülük yaptığını artık hatırlamayan biri, suçu
işleyenle aynı kişi olmazdı. Şüphesiz, gündelik
yaşamda insanlar hatırladıkları şeyler hak
kında yalan söylerler. Dolayısıyla eğer birisi
ne yaptığını unutmuş olduğunu iddia ederse,
yargıçlar onu salıvermekte tereddüt eder. Ama
Tanrı her şeyi bildiği için kimin cezayı hak et
tiğini, kimin etmediğini söyleyebilecektir. Lo
cke'un görüşünün bir sonucu da şudur: Nazi
avcıları, gençliğinde bir toplama kampında
muhafız olan yaşlı bir adamın izini sürecek
olsaydı, yaşlı adam yalnızca hatırlayabildiği
şeylerden sorumlu tutulurdu ve başka suçlar
dan sorumlu tutulmazdı. Sıradan mahkemeler
onu suçlu bulacak olsa da, Tanrı unutmuş ol
duğu eylemlerden dolayı onu cezalandırmazdı.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
ı3ı
Locke'un kişisel kimliğe dair yaklaşımı, bazı
çağdaşlarının kafasını kurcalayan bir soruyu
da cevaplıyordu. Bu insanlar, cennete gitmek
için dirildiğimizde aynı bedene ihtiyaç duyup
duymadığımız konusunda endişeliydi. Eğer
aynı beden gerekiyorsa beden bir yamyam ya
da vahşi bir hayvan tarafından yenmişse ne
olacaktı? Dirilmek için bedeninizin tüm parça
larını nasıl bir araya getirecektiniz? Eğer bir
yamyam tarafından yenmişseniz bu durumda
bir parçanız yamyamın bir parçası haline ge
lirdi. Dolayısıyla hem yamyam hem de yam
yamın yemeği (yani siz), beden olarak nasıl
eski haline dönebilirdi? Locke öbür dünyada
aynı beden olmaktan ziyade, aynı
kişi
olmanın
önemli olduğunu belirtiyordu. Ona göre, aynı
anılara sahipseniz, bu anılar farklı bir bedene
iliştirilmiş olsa bile, aynı kişi olabilirdiniz.
Locke'un görüşünün bir sonucu da fotoğraf
taki bebekle aynı kişi olmadığınızdır. Aynı bi
reysiniz, ancak bir bebek olduğunuzu hatırla
yamazsanız aynı kişi olamazsınız. Kişisel kim
lik, belleğin ulaşabildiği yere kadar genişler.
İleri yaşta anılarınız solup giderken, bir kişi
olarak ne olduğunuzun kapsamı da daralacak
tır.
Bazı filozoflar, Locke'un kişisel kimliğin te
meli olarak öz bilince sahip belleği vurgular
ken fazla ileri gittiğini hisseder. On sekizinci
yüzyılda, İskoç filozof Thomas Reid, Locke'un
132
1 NIGEL WARBURTON
kişi olmanın ne olduğuna dair düşünüş tarzın
daki zayıflığı gösteren bir örnek buldu. Yaşlı
bir asker, genç bir subayken bir savaştaki ce
saretini hatırlayabilir, genç bir subayken, ço
cukluğunda meyve bahçesinden elma çalarken
dayak yemiş olduğunu hatırlayabilirdi. Ama
yaşı ilerleyen asker, çocukluğundaki bu olayı
artık hatırlayamaz. Bu çakışan anılar yaşlı as
kerin oğlanla hala aynı kişi olduğu anlamına
gelmez miydi? Thomas Reid, yaşlı askerin oğ
lanla hala aynı kişi olduğunun aşikar olduğu
nu düşünüyordu.
Ancak Locke'un teorisine göre, yaşlı asker
genç cesur subayla aynı kişi olsa da dayak yi
yen oğlanla aynı kişi değildi (çünkü yaşlı asker
dayak yediğini unutmuştu). Oysa yine Locke'un
teorisine göre·; genç cesur subay çocukla aynı
kişiydi (çünkü meyve bahçesindeki macerayı
hatırlayabiliyordu). Bundan da yaşlı askerin
genç cesur subayla aynı kişi, genç cesur suba
yın da çocukla aynı kişi olduğu ama yaşlı as
ker ile çocuğun aynı kişi olmadığı gibi saçma
bir sonuç çıkar. Mantığa vurulduğunda hiçbir
biçimde doğru olmaz. A=B, B=C dedikten son
ra A'nın C 'ye eşit olmadığını söylemeye benzer.
Öyle görünüyor ki kişisel kimlik, Locke'un dü
şündüğü gibi bütünsel anımsamaya değil, ça
kışan hatıralara dayanır.
Locke'un filozof olarak etkisi, kişisel kim
likle ilgili tartışmasından çok daha fazlasına
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 133
dayanır.
İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir
Deneme
(1690) başlıklı muazzam eserinde dü
şüncelerimizin bizim için dünyayı yansıttığını,
ancak dünyanın sadece bazı yönlerinin görün
düğü gibi olduğu görüşünü ortaya koydu. Bu
da George Berkeley'i gerçekliğe dair kendi ya
ratıcı açıklamasını öne sürmeye teşvik etti.
1 5 . B Ö L Ü M
Odadaki Fil
GEORGE BERKELEY
(ve JOHN LOCKE)
Buzdolabının kapısını kapattığınızda ve kimse
içeriyi göremezken ışığın gerçekten sönüp sön
mediğini merak ettiğiniz oldu mu hiç? Işığın
gerçekten söndüğünü nasıl bilebilirsiniz?
Belki bir kamera takabilirdiniz. Peki, kamera
yı kapattığınızda ne olur? Ya da kimsenin du
yamadığı bir anda ormanda bir ağaç devrilse?
Gerçekten bir gürültü çıkarır mıydı? Siz orada
değilken, gözlemlenmeyen yatak odanızın var
olmaya devam edip etmediğini nasıl bilebilir
siniz? Belki de her dışarı çıkışınızda yok olu
yordur. Bunu kontrol etmesi için başka birin-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
ı35
den yardım isteyebilirdiniz. Cevaplanması güç
soru şudur: Yatak odası
kimse
onu gözlemleme
diğinde de var olmaya devam eder mi? Bu soru
lara nasıl cevap verebileceğimiz açık değildir.
Çoğumuz, nesnelerin görülmediklerinde de var
olmaya devam ettiğini düşünürüz, çünkü bu en
basit açıklamadır. Yine çoğumuz, gözlemlediği
miz dünyanın orada bir yerde olduğuna inanır:
Dünya sadece zihinlerimizde var olmaz.
Öte yandan Cloyne Piskoposu İrlandalı filo
zof George Berkel ey' e ( 1685- 1 753) göre, gözlem
lenmeyen şeyler var olmaya da son verir. Şu an
okuduğunuz kitabın doğrudan farkında olan
bir zihin yoksa o artık var olmayacaktır. Kita
ba bakıyor
olduğunuzda
onu görebilir, sayfa
larına dokunabilirsiniz ancak Berkeley'ye göre
tüm bunlar, deneyimlere sahip olduğunuz an
lamına gelir. Orada bir yerde bu deneyimlere
neden olan bir şeyin olduğu anlamına gelmez.
Kitap sadece sizin ve diğer insanların zihnin
deki (ve belki de Tanrının zihnindeki) düşünce
lerin toplamasıdır; zihninizin dışında bir şey
değildir. Berkeley için bir dış dünya kavramı
bütünüyle anlamsızdır. Bütün bu ifadeler sağ
duyuya aykırı görünür. Elbette etrafımız, onla
rın farkında olalım ya da olmayalım, var olma
yı sürdüren nesnelerle çevrilidir, değil mi? Ne
var ki Berkeley öyle düşünmüyordu.
Berkeley bu teorisini ilk defa dillendirmeye
başladığında pek çok insan gayet anlaşılabilir
ı36
1
NIGEL WARBURTON
bir şekilde onun delirmiş olduğunu düşündü.
Aslında, ancak ölümünden sonra filozoflar
onu ciddiye almaya başladılar ve ne yapmaya
çalıştığını kavradılar. Berkeley'in çağdaşı Sa
muel Johnsoiı onun teorisini ilk duyduğu za
man, sokaktaki bir taşa ayağıyla sertçe vurur
ve "böylece onu çürütüyorum" der. Johnson'ın
maddi şeylerin var olduğundan emin olduğunu
ve onların sadece düşüncelerden oluşmadığını
anlatmaya çalışıyordu. Taşa vurduğunda sert
liğini ayağında hissedebiliyordu, bu nedenle
Berkeley hatalı olmalıydı. Ancak Berkeley, Joh
nson'ın sandığından daha akıllıydı. Taşın sert
liğini ayağınızda hissetmek maddi nesnelerin
varoluşunu değil, ancak sert bir taş düşüncesi
ni ispatlayabilirdi; zira Berkeley' e göre taş de
diğimiz şey, u
y
andırdığı duyumlardan başka
bir şey değildi. Onun arkasında, ayaktaki acıya
neden olan "gerçek," fiziksel bir taş yoktu. As
lında sahip olduğumuz düşüncelerin ötesinde
hiçbir gerçeklik de yoktu.
Berkeley bazen bir idealist, bazen de bir
immateryalist olarak tanımlanır. İdealistti,
çünkü var olan her şeyin düşünceler olduğuna
inanıyordu; immateryalistti çünkü maddi şey
lerin -fiziksel nesnelerin- var olduğunu red
dediyordu. Bu kitapta tartışılan birçok filozof
gibi görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişki onu
da büyülüyordu. Ona göre filozofların çoğu
bu ilişkinin ne olduğu konusunda yanılıyor-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 137
du. Özellikle de John Locke, düşüncelerimizin
dünyayla nasıl ilişki kurduğu konusunda ha
talıydı. Berkeley'in yaklaşımını anlamanın en
kolay yolu, onu Locke'un yaklaşımıyla karşı
laştırmaktır.
Bir fil gördüğünüzde, der Locke, aslında o
filin kendisini görmezsiniz. Fil olarak kabul
ettiğiniz aslında bir temsildir; Locke'un deyi
miyle zihninizdeki bir düşünce, filin tasarımı
gibi bir şeydir. Locke, "düşünce" sözcüğünü,
düşünebildiğimiz veya algılayabildiğimiz her
şeyi kapsamak için kullanmıştır. Eğer gri bir
fil görürseniz, grilik basitçe fildeki bir şey
olamaz çünkü farklı ışık altında farklı renk
te görünecektir. Grilik, Locke'un "ikincil nite
lik" olarak adlandırdığı bir şeydir. Grilik, filin
özellikleriyle duyu organımızın bu örnekte
gözümüzün özelliklerinin bir bileşimi sonucu
oluşur. Filin derisinin rengi, dokusu ve dışkısı
nın kokusu onun ikincil nitelikleridir.
Büyüklük ve şekil gibi birincil nitelikler ise,
Locke'a göre dünyadaki şeylerin gerçek özel
liklerdir. Birincil niteliklere ait düşünceler
gerçeğine benzer. Örneğin kare bir nesne gö
rürseniz, o nesneye dair düşüncenizin oluşma
sına neden olan gerçek nesne de karedir. Ancak
kırmızı bir kare gördüyseniz, algınıza neden
olan dünyadaki gerçek nesne kırmızı değildir.
Gerçek nesneler renksizdir. Renge dair du
yumlar, Locke'a göre, nesnelerin mikroskobik
138 1 NIGEL WARBURTON
dokuları ile bizim görme duyumuz arasındaki
etkileşimden gelir.
Ancak burada ciddi bir sorun vardır. Locke,
bilim insanlarının tanımlamaya çalıştığı bir
dış dünya olduğunu, ama ona sadece dolaylı
bir erişimimiz olduğunu düşünür. Gerçek bir
dünyanın varlığına inandığı için Locke bir rea
listtir. Bu gerçek dünya, hiç kimse onun farkın
da olmasa bile var olmaya devam eder. Locke
için güçlük, dünyanın nasıl bir şey olduğunu
bilmektir. Büyüklük ve şekil gibi birincil nite
liklere dair düşüncelerimizin, gerçekliğin iyi
birer resmi olduklarını düşünür. Ama bunu na
sıl bilebilir? Deneyimin tüm bilgimizin kaynağı
olduğuna inanan bir empirist olarak Locke'un,
birincil niteli
�
lere dair düşüncelerimizin ger
çek dünyaya benzediği iddiası için iyi bir kanı
ta sahip olmuş olması gerekir. Ne var ki teorisi,
gerçek dünyanın neye benzediğini nasıl bile
bildiğini açıklamaz, çünkü gidip bunu kontrol
edemeyiz. Peki o zaman büyüklük ve şekil gibi
birincil niteliklere ait düşüncelerin dışarıdaki
gerçek dünyanın niteliklerine benzediğinden
nasıl bu kadar emin olabilir?
Berkeley daha tutarlı olduğu iddiasındaydı.
Locke'tan farklı olarak dünyayı doğrudan
algı
lıyor
olduğumuzu düşünüyordu. Bunun nedeni,
dünyanın sadece düşüncelerden oluşmasıydı.
Tek yaşanan deneyimdi. Her şey deneyimden
ibaretti. Başka bir deyişle, dünya ve içindeki
FELSEFENİN KISA TARİHİ i 139
her şey sadece insanların zihninde var oluyor
du.
Deneyimlediğimiz ve düşündüğümüz her
şey -sandalye, masa, 3 rakamı vesaire- Berke
ley' e göre yalnızca zihinlerimizde var olur. Bir
nesne, sizin ya da diğer insanların sahip oldu
ğu düşüncelerin toplamasından ibarettir. Bu
nun ötesinde herhangi bir varoluşa sahip de
ğildir. Birileri onları görmezse veya duymazsa,
nesneler var olmayı bırakırlar; çünkü nesneler
insanların (ve Tanrının) sahip olduğu düşün
celerin dışında veya ötesinde bir şey değildir.
Berkeley, bu tuhaf görüşünü, Latince
Esse est
percipi
-"Var olmak algılanmaktır"- ifadesiyle
özetliyordu.
Dolayısıyla onları orada deneyimleyen bir
zihin yoksa buzdolabının ışığı açık olamaz,
ağaç da gürültü çıkaramaz. Bunlar, Berkeley'in
immateryalizminden çıkarılabilecek açık so
nuçlar gibi görünebilir. Fakat Berkeley nesne
lerin sürekli bir var olup bir yok olduklarını
düşünmüyordu.
O
bile bunun garip bir düşün
ce olduğunun farkındaydı. Berkeley düşünce
lerimizin varoluşunun sürekliliğini Tanrının
sağladığına inanıyordu. Tanrı dünyadaki şey
leri sürekli algılıyor, bu sayede onlar da var ol
maya devam ediyorlardı.
Yirminci yüzyılın başlarında yazılmış beş
mısralık iki mizahi şiirde bu düşüncenin iz
lerine rastlanılır. Aşağıdaki ilk şiir, kimse onu
140 1
NIGEL WARBURTON
algılamazsa ağacın var olmayı bırakacağı fik
rinin tuhaflığını vurgular:
Bir zamanlar bir adam şöyle demişti:
"Kimse yokken Ouad'da
Bu ağaç hala varsa
Şaşıp kalmalı buna
·
Tanrı mutlaka."
("Ouad," Oxford kolejlerinde avlulardaki
kare biçimli çim alanlara verilen addır). Bu
kesinlikle doğru. Berkeley'in teorisinde kabul
edilmesi en zor olan şey, birileri deneyimleme
diği zaman bir ağacın orada olamayacak olma
sıdır. Ve işte çözümü burada, Tanrıdan gelen
mesajda yatar:
Sevgili bayım, niye şaşırdınız acep
Oralardayım halbuki hep
Ağaç da var olur elbette
Ben onu gördükçe
Bendeniz Tanrı içten sevgilerimle.
Gelgelelim Berkeley'in açıklamakta açıkça
zorlandığı şey, herhangi bir şey hakkında na
sıl yanılabileceğimizdi. Eğer tek sahip oldu
ğumuz düşüncelerse ve onların ardında bir
dünya yoksa, o zaman gerçek nesnelerle görsel
yanılsamalar arasındaki farkı nasıl açıklaya
caktık? Gerçek dediğimiz şeyin deneyimi ile
FELSEFENİN KISA TARİHİ J 141
bir yanılsamanın deneyimi arasındaki farkın
ne olduğu sorusuna Berkeley, "gerçeklik"i de
neyimlediğimizde düşüncelerimizin birbiriyle
çelişmeyeceği cevabını veriyordu. Örneğin su
yun içinde bir kürek görürseniz, kürek kırık
mış gibi görünebilir. Locke gibi bir realist için
hakikat, küreğin gerçekte düz olduğu, sadece
kırık göründüğüdür. Berkeley için ise kırık bir
kürek düşüncesine sahibizdir ancak bu, suya
uzanıp küreğe dokunacak olursak sahip ola
cağımız düşüncelerle çelişirdi. Suya uzandığı
mızda küreğin düz olduğunu hissedecektik.
Berkeley gününün her saatini immateryaliz
mi savunarak geçirmemişti. Hayatında bundan
çok daha fazlası vardı. Sosyal ve sempatik bi
riydi, hatta
Gulliver'in Gezileri
kitabının yaza
n
Jonathan Swift de arkadaşlarından biriydi.
Berkeley ilerleyen yaşlarında Bermuda adasın
da bir okul açmayı planladı ve bu işi gerçekleş
tirmek için bolca kaynak da buldu. Ne yazık ki
planı suya düştü, çünkü adanın anakara Ber
muda'dan ne kadar uzak olduğunu ve oraya er
zak taşımanın zorluğunu fark etmemişti. Yine
de Berkeley öldükten sonra batı yakasındaki
bir okula Kaliforniya'daki Berkeley üniversite
sine onun adı verildi. Bu da Berkeley'in Ameri
ka'yı konu alan bir şiirine dayanıyordu. "Batıya
doğru çizdi imparatorluk rotasını" dizesi üni
versitenin kurucularından birini cezbetmişti.
Berkeley'in immateryalizminden de tuhaf
142 1 NIGEL WARBURTON
olanı, ilerleyen yaşlarında Amerikan yerlileri
ne özgü bir ilaç olan çam katranıyla su karı
şımı katran suyunu tanıtma tutkusuydu. Bu
su sözümona her hastalığı tedavi edebiliyor
du. Hatta Berkeley onun harikalığını anlatan
uzunca bir şiir bile yazmıştı. Katran suyunun
popülerliği kısa sürdü. Hafif antiseptik özel
liklere sahip olduğundan küçük rahatsızlarda
işe yaramış olabilir ama şimdilerde rağbet gö
ren bir tedavi yöntemi değil. Berkeley'in idea
lizmi de rağbet görmedi.
Berkeley sağduyuya ters düşen sonuçlara
varacak olsa bile, bir argümanı gittiği yere ka
dar takip etmeye hazır filozoflardan biriydi.
Voltaire'in ise bu tür bir düşünüre, hatta aslın
da filozofları� birçoğuna ayıracak vakti yoktu.
1 6 .
B Ö L Ü M
Mümkün Dünyaların En İyisi
VOLTAIRE ve GOTTFRIED LEIBNIZ
Eğer dünyayı siz tasarlamış olsanız, şu anki
gibi mi yapardınız? Büyük ihtimalle hayır. Ama
on sekizinci yüzyılda bazı insanlar dünyamı
zın mümkün dünyaların en iyisi olduğunu dü
şünüyordu. Hatta İngiliz şair Alexander Pope
{ 1688-1744) "Olan ne varsa, doğrudur" diye
yazmıştı. Dünyadaki her şey belli bir nedenden
dolayı öyledir: Olan her şey, gücü her şeye ye
ten Tanrının eseridir ve onun yaptığı her şey
iyidir. Dolayısıyla işler bazen kötü gidiyor gibi
görünse de aslında öyle değildir. Hastalıklar,
seller, depremler, orman yangınları, kurak
lık, hepsi de Tanrının planının bir parçasıdır.
144 i NIGEL WARBURTON
Bizim hatamız ayrıntılara takılıp büyük res
mi görememektir. Arkamıza yaslanıp dünyaya
Tanrının baktığı yerden bakabilseydik, dün
yanın ne kadar mükemmel olduğunu, küçük
parçaların mükemmel bir uyumla büyük resmi
tamamladığını ve bize kötü görünen olayların
aslında çok daha geniş bir planın parçası ol
duğunu görebilirdik.
Alexandre Pope'un bu iyimserliğini başka
ları da paylaşıyordu. Alman filozof Gottfried
Wilhelm Leibniz (1646-17 16) aynı sonuca ulaş
mak için kendisinin bulduğu "Yeter Neden İl
kesi"ni kullandı. Leibniz, her şeyin mantıklı
bir açıklaması olması gerektiğini düşünüyor
du. Tanrı her açıdan kusursuz olduğu için dün
yayı tam olarak yaptığı biçimde yaratmasının
mantıklı nedenleri olmalıydı. Hiçbir şeyi şansa
bırakmış olamazdı. Tanrı her açıdan kusursuz
bir dünya yaratmamıştır çünkü Tanrı, olan ve
olabilecek olan tek kusursuz varlıktır ve dün
ya mutlak anlamda kusursuz olsaydı Tanrı gibi
olurdu. Ancak -bu sonuca ulaşmak için gere
ken en az miktarda kötülük içeren- mümkün
dünyaların en iyisini yaratmış olmalıydı. Leib
niz' e göre parçaları bir araya getirmenin bun
dan daha iyi bir yolu olamazdı: Hiçbir tasarım
daha az kötülük kullanarak daha fazla iyilik
üretemezdi.
Daha çok Voltaire adıyla bilinen Franço
is-Marie Arouet (1694- 1778) ise konuya farklı
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 145
bir açıdan yaklaştı. Her şeyin iyi gittiği yönün
deki bu "kanıt" onu teselli etmekten uzaktı. Fel
sefi sistemlere ve tüm cevaplara sahip olduğu
nu düşünen filozoflara şüpheyle yaklaşıyordu.
Fransız oyun yazarı, şair, romancı ve düşünür
tüm Avrupa'da cesur görüşleriyle tanınıyordu.
Jean-Antoine Houdon'ın yaptığı ünlü heykeli
bu nüktedan ve cesur adamın tebessümünü,
gülümseme çizgilerini yansıtır. Dini hoşgörü
yü ve ifade özgürlüğünü yüksek sesle savunan,
tartışma yaratan bir kişilikti. Bir keresinde,
"söylediklerinizden tiksiniyorum, fakat bun
ları ifade edebilme hakkınızı ölümüne savu
nurum," dediği rivayet edilir. Bu sözleriyle ho
şumuza gitmeyen fikirlerin bile ifade edilebil
me hakkını kuvvetle savunmuş oluyordu. On
sekizinci yüzyıl Avrupa'sında Katolik Kilisesi
yayımlanacak metinleri sıkı denetim altında
tutuyordu. Voltaire'in çoğu oyunu ve kitabı ya
sansürlüydü ya da yakılmıştı. Hatta nüfuzlu
bir aristokrata hakaret ettiği için Paris'teki
Bastille hapishanesine atılmıştı. Bunların hiç
biri onu önyargılara ve ikiyüzlülüğe meydan
okumaktan alıkoymadı. Bugün ise daha çok
Candide
( 1 759) romanının yazarı olarak tanı
nıyor.
Bu kısa felsefi romanda, Pope ve Leibniz'in
ifade ettiği insanlığa ve evrene dair iyimser
görüşleri yerle bir ediyordu. Bunu da o kadar
eğlenceli bir biçimde yapıyordu ki kitabı çı-
146 1 NIGEL WARBURTON
kar çıkmaz çok satanlar arasına girdi. Voltai
re, akıllıca davranarak başlık sayfasına adını
koydurmamıştı, koydurmuş olsa dini inançlar
la dalga geçtiği için yine hapsi boylayacaktı.
Kitabın ana karakteri Candide adında bir
gençtir. Adının anlamı masumiyeti ve saflı
ğı ifade eder. Kitabın başında bir uşak olan
Candide, efendisinin kızı Cunegonde'ye karşı
umutsuz bir aşk beslemektedir ancak sevdiği
kızla uygunsuz bir durumda yakalanınca ça
lıştığı şatodan kovulur. Bundan sonra, Can
dide'in fantastik ve hızlı maceraları başlar.
C andide, felsefe hocası Doktor Pangloss'la bir
likte hayali ve gerçek ülkelere seyahat eder, en
sonunda aşkı Cunegonde' a kavuşur. Ne var ki
aradan geçen zamanda Cunegonde yaşlanmış
ve çirkinleşmfştir. Candide ve Pangloss, kor
kunç olaylara tanık oldukları, hepsi de korkunç
talihsizlikler yaşamış çeşitli karakterlerle kar
şılaştıkları bir dizi gülünç serüven yaşarlar.
Voltaire, kitaptaki özel felsefe hocası Pang
loss'u Leibniz'in felsefesini karikatürize etmek
için kullanır. Pangloss başına ne gelirse gelsin,
doğal afet, savaş, tecavüz ya da kölelik, her ta
nık olduğu felaketi mümkün olan en iyi dün
yada yaşadıklarının kanıtı sayar. Her felaket
onun inançlarını sorgulamasına neden olaca
ğına, her şeyin iyi olduğu, her ne olduğuysa en
hayırlı sonuç için olduğu inancını pekiştirir.
Voltaire, Pangloss'un gözünün önünde olanları
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 147
görmeyi nasıl reddettiğini zevkle, uzun uzun
anlatır, amacı Leibniz'in iyimserliğiyle dalga
geçmektir. Ama Leibniz'in hakkını yememek
gerekir. Leibniz kötülüğün olmadığını değil,
var olan kötülüğün, mümkün dünyaların en
iyisinin ortaya çıkması için gerekli olduğunu
savunuyordu. Gelgelelim Voltaire dünyada çok
fazla kötülük olduğu için Leibniz'in haklı ola
mayacağını söyler. Bu, en iyi sonuca ulaşmak
için gereken asgari kötülük olamaz. Dünyada
Leibniz'in haklı olamayacağı kadar çok acı ve
keder vardır.
1 755 yılında on sekizinci yüzyılın en kötü
doğal afetlerinden biri meydana geldi: Lizbon
depreminde 20.000'den fazla insan öldü. Porte
kiz şehri sadece depremden değil, aynı zaman
da deprem sonrası oluşan tsunami ve günler
ce süren yangınlarla tahrip oldu. Yaşanan bu
felaket Voltaire'in Tanrıya olan inancını sars
mıştı. Böylesine korkunç bir olayın, nasıl daha
büyük bir planın parçası olabileceğini anlaya
mıyordu. Yaşanan bunca acı çok · anlamsızdı.
İyi bir Tanrı böyle bir şeyin olmasına neden
izin verirdi? Hedefin neden Lizbon olduğunu
da anlayamıyordu. Neden başka bir yer değil
de orasıydı?
Candide'in en can alıcı bölümlerinden bi
rinde Voltaire, iyimserlerin düşüncesine karşı
çıkmak için bu gerçek trajediyi kullandı. Gez
ginlerimizin bindiği gemi Lizbon açıklarında
148 i NIGEL WARBURTON
fırtınaya yakalanıp batar. Yolcuların neredey
se tamamı ölür. Mürettebattan sağ kalan tek
denizci görünüşe göre bir arkadaşını kasten
boğmuştur. Buradaki b ariz adaletsizliğe rağ
men Pangloss, olan her şeyi kendi felsefi iyim
serciliğinin süzgecinden geçirerek görmeye
devam eder. Depremden hemen sonra harap
olmuş Lizbon'a ulaşan Pangloss binlerce insa
nın öldüğünü ya da ölmek üzere olduğunu gö
rür, ama yine de saçma bir şekilde her şeyin iyi
olduğuna inanmaya devam eder. Kitabın geri
kalanında işler özellikle Pangloss için daha da
kötüleşir: Asılır, kesilir, sonunda bir kadırga
da kürek mahkumu olur. Yine de Leibniz'in var
olan her şeyin önceden belirlenmiş bir uyum
içinde olduğul!-a inanmakta haklı olduğu inan
cından dönmez. Hiçbir şey bu inatçı felsefe ho
casını inançlarından vazgeçirmez.
Pangloss'un aksine Candide, tanık olduğu
olaylar sonucunda yavaş yavaş değişmeye baş
lar. Yolculuğunun başında hocasının görüşle
rini paylaşıyor olsa da kitabın sonunda dene
yimleri onu her türlü felsefeye karşı şüpheci
kılmıştır ve yaşamdaki sorunlara daha pratik
çözümler aramaya karar verir.
Candide ve Cunegonde sonunda kavuşurlar,
küçük bir çiftlikte Pangloss ve kitaptaki birkaç
karakterle birlikte yaşamaya başlarlar. Kitap
taki karakterlerden biri olan Martin, hayatı çe
kilir hale getirmenin tek yolunun, felsefeyi bı-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 149
rakıp çalışmaya başlamak olduğunu düşünür.
İlk kez el ele verirler ve herkes en iyi olduğu
işi yapmaya başlar. Pangloss, başlarına gelen
her kötülüğün onları bu mutlu sonuca götüren
kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu iddia etme
ye başladığında, C andide, tüm bunlar çok iyi,
tamam, ama "bahçemizi ekmemiz gerek" der.
Hikayenin son sözleridir bunlar ve okuyucu
ya güçlü bir mesaj vermeyi amaçlarlar. İfade,
kitabın kıssadan hissesi, uzun şakanın esprili
son cümlesidir. Bir anlamda Candide basitçe
bahçenin ekilmesi ve bir şeylerle meşgul olun
ması gerektiğini dile getirir. Daha derin bir
düzeyde ise bahçeyi ekmek, Voltaire'in sade
ce soyut felsefi sorunlar hakkında konuşmak
yerine insanlığa yararlı bir şeyler yapmak için
kullandığı benzetmedir. Kitaptaki karakterle
rin mutlu olmak ve kendilerini geliştirmek için
yapması gereken budur. Voltaire, bunun sadece
C andide'in ve arkadaşlarının değil, hepimizin
yapması gereken şey olduğunu da ima eder.
Voltaire filozoflar arasında pek rastlanma
yan bir özelliğe sahipti, zengindi. Gençken par
çası olduğu ortak bir girişim, devlet piyango
sunda bir açık bulmuştu ve Voltaire kazanan
numaraya sahip binlerce bilet satın almıştı.
Sonrasında akıllıca yatırımlar yaparak daha
da zenginleşti. Bu ona inandığı davaları savu
nabilmek için ekonomik özgürlük kazandırdı.
Adaletsizliğe karşı savaşmak en büyük tut-
ı50
1 NIGEL WARBURTON
kusuydu. Yaptığı en etkileyici şeylerden biri
de biri de Jean Calas'ın itibarını savunmaktı.
Jean C alas, kendi öz oğlunu öldürdüğü suç
lamasıyla işkence görmüş, sonunda da infaz
edilmişti. Calas tamamen masumdu: Oğlu inti
har etmişti, ancak mahkeme kanıtları görmez
den gelmişti. Voltaire mahkeme kararının geri
alınması için uğraştı. Ne var ki, son nefesine
kadar masum olduğunu söyleyen zavallı Jean
C alas için artık teselli şansı yoktu, ama en
azından "suç ortakları" serbest bırakıldı. Vol
taire için "bahçemizi ekmek," uygulamada işte
bu anlama geliyordu.
Voltaire'in, Pangloss'un Tanrının mümkün
dünyaların en iyisini yarattığı yönündeki "ka
nıt"ıyla dalga _geçmesinden, Candide'in yaza
rının bir ateist olduğunu varsayabilirsiniz. Ör
gütlü bir din için vakti olmasa da aslında bir
deistti. Tanrının varlığına ve tasarımına dair
görünür kanıtlarının doğada bulunduğunu dü
şünüyordu. Ona göre gece gökyüzüne bakmak
bile bir Yaratıcının varlığını kanıtlayabilirdi.
David Hume, bu fikre kuşkuyla yaklaştı. Bu
tarz akıl yürütmelere karşı eleştirileri yıkıcıy
dı.
. .
. .
1 7 . B O L U M
Hayali Saatçi
DAVID HUME
Aynada gözlerinizden birine bakın. Görüntüye
odaklanan bir merceği, değişen ışığa uyum
sağlayan bir irisi, onu koruyan göz kapakla
rı ve kirpikleri vardır. Yan tarafa bakarsanız,
göz yuvarınız göz çukurunda dönüyormuş
gibi görünür. Bu görüntü oldukça güzeldir
aynı zamanda. Peki bütün bunlar nasıl ger
çekleşir? Gözlerimiz birer mühendislik hari
kasıdır. Bir göz şans eseri böyle olmuş olabi
lir mi?
Issız bir adada düşe kalka ilerleyip bir açık
lığa geldiğinizi hayal edin. Bir sarayın yıkık
duvarlarından, merdivenlerinden, yollarından
1 52
1
NIGEL WARBURTON
ve avlularının arasından geçiyorsunuz. Tüm
bu gördüklerinizin oraya öylece gelmedikleri
ni biliyorsunuz. Biri bunları tasarlamış olmalı,
bir tür mimar. Yolda yürürken bir saat bulur
sanız, onu bir saatçinin yaptığı, bir amacı ol
duğunu (saati söylemek) düşünürsünüz. Saatin
küçük çarkları kendi kendilerine bir araya gel
memiştir. Biri tüm bunları düşünmüş olmalı.
Bütün bu örnekler aynı şeyi söyler: Tasarlan
mış gibi görünen nesneler neredeyse kesinlikle
tasarlanmıştır.
Peki, biraz da doğayı düşünün: Ağaçları,
çiçekleri, memelileri, kuşları, böcekleri, sü
rüngenleri ve hatta amipleri. Onlar da tasar
lanmış gibi görünür. . . Elbette, canlı varlıkla
rın mekanizması bir saatinkinden çok daha
karmaşıktır. M-emeliler oldukça karmaşık sinir
sistemlerine, kan dolaşımına sahiptir ve genel
likle yaşadıkları yere kusursuz bir uyum sağ
lamışlardır. İnanılmaz derecede güçlü ve zeki
bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olmalılardır.
Bu yaratıcı -Kutsal Saatçi veya Mimar- Tanrı
olmalıdır. David Hume'un eserlerini kaleme
aldığı on sekizinci yüzyılda birçok kişi bu dü
şünceyi paylaşıyordu, günümüzde de böyle dü
şünen pek çok kişi vardır.
Tanrının varlığını kanıtlamaya yönelik bu
argüman sıklıkla Tasarım Argümanı olarak bi
linir. On yedinci ve on sekizinci yüzyılda yeni
bilimsel buluşlar da bu düşünceyi destekler
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 153
görünüyordu. Mikroskoplar küçük su canlı
larının karmaşık yapısını açığa seriyor, teles
koplar güneş sisteminin ve samanyolunun ne
kadar güzel ve düzenli olduğunu gösteriyordu.
Bunlar da büyük bir titizlikle bir araya getiril
miş görünüyordu.
Bu argüman İskoç filozof David Hume'u
( 1 7 1 1 -76) ikna etmemişti. Locke'un etkisiyle
bilgiyi nasıl edindiğimizi ve akıl yoluyla öğ
renebileceklerimizin sınırlarını düşünerek in
sanlığın doğasını ve evrendeki yerimizi açıkla
maya çalıştı. Locke gibi, bilgimizin gözlemden
ve deneyimden geldiğine inanıyordu. Bunun
için dünyanın bazı niteliklerini gözlemleyerek
Tanrının varlığını kanıtlamaya çalışan argü
manın üzerinde durdu.
Hume Tasarım Argümanının yanlış mantığa
dayandığını söylüyordu.
İnsanın Anlama Yeti
si Üzerine Bir Soruşturma
( 1 748) adlı eserinde,
Tanrının varlığını bu şekilde ispatlayabilece
ğimiz fikrine karşı çıkan bir bölüm vardı. Bu
bölüm ve mucizelere dair görgü şahitlerinin
aktardıklarına inanmanın mantıklı olmadığı
argümanı, son derece tartışmalıydı. O zaman
lar Britanya'da dini inançlara karşı açıkça ko
nuşmak zordu. Tam da bu sebeple, Hume kendi
döneminin en büyük düşünürlerinden biri ol
masına rağmen hiçbir zaman üniversitelerde
bir iş sahibi olamadı. Tanrının varlığına dair
bildik argümanlara sert bir saldırıda bulundu-
1 54
/
NIGEL WARBURTON
ğu
Doğal Din Üzerine Diyaloglar'ı
( 1779) ölü
müne kadar yayımlatmamasını söyleyen dost
ları ona doğru tavsiyede bulunmuştu.
Tasarım Argümanı, Tanrının varlığını kanıt
lar mı? Hume kanıtlamadığını düşünüyordu.
Bu argüman her şeyi bilen, her şeye gücü yeten
ve mutlak iyi bir varlığın olması gerektiğine
dair yeterli kanıt içermiyordu. Hume'un fel
sefesinin büyük bir kısmı, inançlarımıza des
teklemek için verebileceğimiz türden kanıtlara
odaklanıyordu. Tasarım Argümanı, dünyanın
tasarlanmış gibi görünmesine dayanır. Hume,
ise sırf tasarlanmış gibi görünüyor olması ger
çekten tasarlanmış olmasını ya da tasarlayıcı
nın Tanrı olmasını gerektirmez, diyordu; Peki,
Hume bu sonuca nasıl ulaştı?
Bir bölümü "bir perdenin arkasında gizli,
eski tarz bir terazi düşünün. İki kefesinden
yalnızca birini görebiliyorsunuz. Bu kefenin
yükseldiğini görürseniz, tek bilebileceğiniz
diğer kefedeki nesnenin daha ağır olduğudur.
Göremediğiniz kefedeki nesnenin rengini bile
mezsiniz, biçiminin küp mü ya da yuvarlak mı
olduğunu, üzerinde bir şey yazıp yazmadığını
ya da kürk gibi bir şeyle kaplı olup olmadığını
söyleyemezsiniz.
Bu örnekte nedenleri ve etkileri düşünürüz.
"Kefenin yükselmesinin
nedeni
nedir?" sorusu
na verebileceğiniz tek cevap,
"nedeni,
diğer ke
fedeki daha ağır olan şey"dir.
Nedeni
gördüğü-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
/
1 55
nüz
sonuçtan
(kefenin yükselmesi) çıkarmaya
çalışırsınız. Ancak daha fazla kanıt olmadan,
başka bir şey söyleyemezsiniz. Söyleyeceğiniz
her şey tahminden ibaret olacaktır ve perde
nin arkasına bakmadığınız sürece tahminini
zin doğru mu yanlış mı olduğunu bilmenizin
yolu yoktur. Hume, etrafımızı saran dünyayla
benzer bir durumda olduğumuzu düşünüyor
du. Çeşitli nedenlerin etkilerini görürüz ve bu
etkilerin gerçeğe en uygun açıklamasını bul
maya çabalarız. Bir göz, bir ağaç, bir dağ gö
rürüz ve bunlar tasarlanmış gibi görünebilir
pekala. Ama olası tasarımcı hakkında ne söy
leyebiliriz? Göz, en iyi nasıl çalışacağı düşü
nülerek yapılmış gibidir. Ancak bundan, gözü
yapanın Tanrı olduğu sonucunu çıkaramayız.
Peki neden?
Tanrı, genellikle, daha önce sözünü ettiği
miz üç özel gücü elinde tutan varlık olarak
düşünülür: Her şeyi bilen, her şeye gücü ye
ten ve mutlak iyi. Gözlerimizin çok güçlü bir
varlık tarafından yapıldığı sonucuna ulaşsak
bile, bunu yapanın her şeye gücünün yetece
ğine dair kanıt gösteremezsiniz. Ayrıca gö
zün de bazı kusurları vardır. Gözler bazen
görmekte zorlanır ve birçok kişi bu yüzden
gözlük takar. O zaman her şeyi bilen, her şeye
gücü yeten, mutlak iyi Tanrı gözlerimizi bu
şekilde tasarlamış olabilir mi? Belki de. Ama
bir göze baktığımızda elde ettiğimiz kanıt
156 j
NIGEL WARBURTON
bunu
göstermez.
En iyi ihtimalle, gözlerimizi
çok zeki, çok güçlü ve becerikli bir varlığın
yaptığını gösterir.
Hatta bunu bile göstermeyebilir. Başka ola
sı açıklamalar da vardır. Gözlerimizin birlikte
çalışan alt kademe Tanrılardan oluşan bir ekip
tarafından tasarlanmadığını nereden biliyo
ruz?
En karmaşık makineleri ekip halinde çalı
şan insanlar yaparken, aynı durum neden göz
ve diğer doğal nesneler için de -onların oluştu
rulduğunu varsayarak- geçerli olmasın ki? Pek
çok bina profesyonel bir inşaat ekibi tarafın
dan inşa ediliyor, bir göz neden farklı olsun?
Belki de gözlerimizi şimdiye kadar çoktan öl
müş çok yaşlı bir Tanrı yapmıştır. Belki de hala
kusursuz gözler tasarlamayı öğrenmeye çalı
şan çok genç bir Tanrı tarafından tasarlandı
lar. Bu seçeneklerden birine karar vermek için
kanıtımız olmadığından, sadece göze bakarak
-belli ki tasarlanmış bir nesnedir- onun gele
neksel güçlere sahip tek bir yaşayan Tanrı ta
rafından yapıldığından emin olamayız. Hume,
bu konuda sağlıklı düşünmeye başladığınız
takdirde ulaşabileceğiniz sonuçların oldukça
sınırlı olduğunu söyler.
Hume'un saldırdığı bir diğer argüman, mu
cizelerden yola çıkan argümandır. Birçok din,
mucizelerin olduğunu iddia eder. Ölüler dirilir,
insanlar suyun üzerinde yürür, ölümcül has
talıklardan kurtulur; heykeller konuşur ya da
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
1 57
ağlar, liste böyle uzayıp gider. Peki, sırf diğer
insanlar bunu kabul ediyor diye biz de muci
zelerin gerçekleştiğine inanmalı mıyız? Hume,
inanmanız gerekmediğini söyler, bu konuya
derin bir şüpheyle yaklaşırdı. Eğer biri, size,
bir adamın mucizevi bir şekilde ölümcül bir
hastalıktan kurtulduğunu söylerse, bu ne an
lama gelir? Hume'a göre bir şeyin mucize sa
yılabilmesi için, bir doğa yasasına karşı gel
mesi gerekirdi. Bir doğa yasası, "kimse öldük
ten sonra dirilmez," "heykeller asla konuşmaz"
ya da "kimse su üzerinde yürüyemez" gibi bir
şeydir. Bu yasaların geçerli olduğuna dair bol
miktarda kanıt vardır. Ama bir insan mucizeye
tanık olmuşsa, neden ona inanmamalıyız? Bir
arkadaşınız koşarak odaya girseydi ve az önce
suda yürüyen birini görmüş olduğunu söyle
seydi, ona ne derdiniz?
Hume' a göre ne olduğuna dair her zaman
daha mantıklı bir açıklama vardır. Eğer arka
daşınız size suda yürüyen birini gördüğünü
söylüyorsa, sizi aldatıyor ya da yanılıyor olma
sı gerçek bir mucizeye tanık olmuş olmasın
dan daha büyük bir ihtimaldir. Bazı insanların
ilgi merkezi olmayı sevdiklerini, bunun için
de yalan söyleyebileceklerini biliriz. Bu, ola
sı açıklamalardan biridir. Öte yandan herkes
hata yapabilir. Çoğu zaman gördüklerimiz ve
işittiklerimiz konusunda yanılırız. Gözümüzün
önündeki açıklamadan kaçınıp olağanüstü bir
158 1 NIGEL WARBURTON
şey gördüğümüze inanmak isteriz. Bugün bile
geç vakitte işittikleri her açıklanamayan sesi
fare ya da rüzgar gibi sıradan sebepler yeri
ne doğaüstü bir etkinliğe bağlayan, ortalıkta
hayaletler gezindiğini düşünen pek çok insan
vardır.
Dini inançları olan insanların kullandığı
argümanları sürekli eleştirse de Hume hiçbir
zaman açıkça ateist olduğunu söylemedi. Bel
ki de değildi. Yayımlanmış görüşleri, evrendeki
her şeyin ardında ilahi bir zeka olduğu, ancak
bu ilahi zekanın nitelikleri hakkında fazla bir
şey söyleyemeyeceğimiz şeklinde okunabilir.
Mantıklı bir akıl yürütme, bize bu "Tanrının"
sahip olması gereken nitelikler hakkında faz
la bilgi vermez. Bazı filozoflar buna dayana
rak Hume'un agnostik olduğunu düşünürler.
Ancak o zamana kadar değilse bile, büyük ih
timalle hayatının sonuna doğru tam bir ateist
olmuştu. 1776 yazında arkadaşları onu Edin
burgh'da ziyarete geldiklerinde, Hume ölüm
döşeğindeyken dine dönmeyeceğini açıkça
belli etmişti. Tam tersine. Bir Hıristiyan
�
n
James Boswell, ona, ölümden sonra olacaklar
konusunda endişeli olup olmadığını sordu
ğunda Hume ona öldükten sonra bir hayatı ol
mayacağından emin olduğunu söylemişti. Ona,
Epikuros'un verebileceği türden bir cevap ver
di (bkz.
4.
Bölüm). Doğmadan önce var olmadı
ğı zaman konusunda nasıl endişelenmiyorsa,
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 1 59
ölümden sonra ne olacağı konusunda da endi
şelenmiyordu.
Hume'un pek çok parlak çağdaşı vardı ve o
neredeyse hepsini kişisel olarak tanıyordu. On
lardan biri de siyaset felsefesi alanını önemli
ölçüde etkileyen Jean-Jacques Rousseau'ydu.
. .
. .
1 8 . B O L U M
Özgür Doğmak
JEAN-JACQUES ROUSSEAU
1 766
yılında uzun kürk manto giymiş küçük
siyah gözlü bir adam Londra'daki Drury Lane
Tiyatrosu'nda bir oyun izlemeye gitti. Kral III.
George'un da aralarında olduğu seyircilerin
çoğu sahnedeki oyundan çok bu yabancı ziya
retçiyle ilgileniyorlardı. Oysa
o,
odasında kilit
li bırakmak zorunda kaldığı Alsas çoban köpe
ği yüzünden rahatsız ve endişeli görünüyordu.
Bu adam, tiyatroda gördüğü türde bir ilgi
j
en
keyif almıyordu, kırlarda tek başına yabani
çiçekleri aramak onu daha çok mutlu ederdi.
Peki kimdi bu adam? Neden herkes onu böyle
sine ilginç buluyordu? Cevabı bu adamın bü-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
\ 161
yük İsviçreli düşünür ve yazar Jean-Jacques
Rousseau ( 17 12-78) olmasıydı. Edebiyat ve
felsefe alanında şöhretli Rousseau, David
Hume'un davetiyle gittiği Londra'da günümüz
de ünlü bir popstann yaratacağı türden bir he
yecan yaratıp kalabalıkları toplamıştı.
Katolik kilisesi o güne kadar Rouesseau'nun
birkaç kitabını uygunsuz dini fikirler içerdiği
gerekçesiyle yasaklamıştı. Rousseau, hakiki
dinin kalpten geldiğine ve dini törenlere ihti
yaç duymadığına inanıyordu. Ama asıl başını
derde sokan şey siyasi fikirleri oldu.
Toplum Sözleşmesi
b aşlıklı kitabının ba
şında, "insan özgür doğar, oysa her yerde zin
cire vurulmuştur" der. Devrimcilerin bu söz
leri yürekten öğrenmeleri ş aşırtıcı değildir.
Fransız ihtilalinin pek çok lideri gibi Maxi
milien Robespierre de bu sözleri ilham verici
bulmuştur. Devrimciler, fakirleri zenginlerin
vurduğu zincirden kurtarmak istiyordu. Fa
kirler açlık çekerken, zengin efendileri lüks
bir hayatın keyfini sürüyordu. Rousseau gibi
devrimciler de, fakirler zar zor yiyecek bula
bilirken, zenginlerin bu davranışına karşı -
sında öfke duyuyordu. Eşitlik ve kardeşlikle
birlikte hakiki özgürlük istiyorlardı. Gerçi on
yıl önce ölen Rousseau'nun, "terör devri"nde
düşmanlarını giyotine gönderen Robespier
re'i onaylaması düşük bir ihtimaldi. Muhalif
lerin kafasını kesmek, Rousseau'nunkindense
1 62 1 NIGEL WARBURTON
Machiavelli'nin düşünce şekline ruhen daha
yakındı.
Rousseau'ya göre insan doğası gereği iyidir.
Bir ormanda kendi başımızın çaresine bakarak
yaşasaydık, pek çok soruna sebep olmayacak
tık. Fakat bu doğa durumundan çıkıp şehirlere
yerleştiğimizde işler ters gitmeye başladı. Di
ğer insanlar üzerinde hakimiyet kurmaya ça
lışmayı ve diğer insanların dikkatini çekmeyi
saplantı haline getirdik. Hayata karşı bu re
kabetçi yaklaşımın korkunç psikolojik etkileri
oldu ve paranın icadı her şeyi daha da kötüleş
tirdi. Şehirlerde birlikte yaşamanın sonucunda
kıskançlık ve açgözlülük ortaya çıktı. Yabani
yaşamda, "soylu vahşi" bireyler sağlıklı, güçlü
ve her şeyden,. önemlisi özgürdü ama uygarlık
insanı kirletiyordu. Buna rağmen Rousseau,
toplumu düzenlemek için daha iyi bir yol bul
duğu konusunda iyimserdi; bu bireylerin geli
şimine ve kendilerini eksiksiz bir biçimde ger
çekleştirmelerine imkan tanıyan, herkesin or
tak yarar için uyum içinde çalışacağı bir yoldu.
Toplum
Sözleşmesi'nde (1 762) ortaya koydu
ğu sorun, insanların, devletin yasalarına itaat
ederken aynı zamanda birlikte toplumun dı
şında oldukları kadar
yaşamalarının bir
yolunu bulmaktı.
imkansız
gelebilir, muhtemelen öyledir de. Toplumun
parçası olmanın bedeli bir çeşit kölelikse, bu
ödenmesi gereken çok yüksek bir bedel olur-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 1 63
du. Özgürlük ile toplum tarafından dayatılan
katı kurallar birbiriyle çakışır; kurallar, kimi
eylemleri engelleyen zincirler haline gelebilir.
Gelgelelim Rousseau bir çıkış yolu olduğuna
inanıyordu. Onun çözümü, "Genel İrade" fikri
ne dayanıyordu.
Genel İrade, bütün topluluk ve bütün dev
let için en iyi olan şeydir. İnsanlar korunma
için birlikte yaşamayı seçtiğinde, görünüşe
göre özgürlüklerinin çoğundan da vazgeçme
leri gerekir. Hobbes ve Locke da aynı şekilde
düşünmüştü. Geniş bir topluluk içinde yaşar
ken gerçekten nasıl özgür kalabileceğinizi an
lamak güçtür. İnsanları kontrol edecek yasa
lar, davranışlarını sınırlayacak kurallar olmak
zorundadır. Ancak Rousseau, bir devlet içinde
yaşayan bireyin, hem özgür olabileceğine
hem
de
devletin yasalarına itaat edebileceğine ina
nır ve bu özgürlük ve itaat düşüncelerinin, kar
şıtlık içinde olmak yerine birleştirilebileceğini
düşünür.
Rousseau'nun Genel İradeyle neyi kastettiği
kolayca yanlış anlaşılabilir. Modem bir örnek
verelim: İnsanların çoğu sorulduğunda düşük
vergi ödemeyi tercih ettiklerini söyler. Aslında
bu, hükümetlerin seçilmek için kullandıkları
bildik bir yoldur: Vergi oranını düşürme vaadi
yeterlidir. İnsanlara, gelirlerinin yüzde yirmi
sini vergi olarak vermekle yüzde beşini vergi
olarak vermek arasında bir seçim yapma şansı
1 64 1 NIGEL WARBURTON
verilirse, pek çok kişi düşük oranda vergi ver
meyi tercih edecektir. Ne var ki Genel İrade bu
değildir. Sorulduğunda herkesin ne istediğini
söylemesi, Rousseau'nun Herkesin İradesi ola
rak adlandıracağı şeydir. Bunun tersine Genel
İrade, toplum içinde bencilce düşünen her kişi
için değil, tüm toplum için iyi olan, herkesin
istemek
zorunda
olduğu şeydir. Genel İrade
nin ne olduğunu anlamaya çalışırken kendi çı
karımızı göz ardı etmemiz ve bütün toplumun
iyiliğine, ortak iyiliğe odaklanmamız gerekir.
Eğer yol bakımı gibi birçok hizmet için vergi
ödenmesine ihtiyaç duyulduğunu kabul eder
sek, vergilerin bunu mümkün kılmak için yete
rince yüksek olması bütün topluluk için iyidir.
Eğer çok düş
��
olursa, tüm toplum zarar gö
rür. Bu durum için Genel İrade şudur: Vergiler,
iyi seviyede hizmet sağlamaya yetecek yüksek
likte olmalıdır.
İnsanlar bir araya gelip bir toplum oluştur
duklarında, bir tür kişi haline gelirler. O za
man her birey, daha büyük bir bütünün par
çası olur. Rousseau'ya göre insanların toplum
içinde hakiki anlamda özgür kalabilmesinin
yolu, Genel İradeyle aynı çizgide olan yasalara
itaat etmekten geçer. Bu yasalar, zeki bir yasa
koyucu tarafından oluşturulmuştur. Bu kişi
nin işi, bireylerin
zararına kendi ben
cil çıkarlarını
ziyade, onları
Genel İradeyle aynı çizgide tutmaya yardımcı
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 165
olacak bir yasal sistem yaratmaktı. Rousseau
için hakiki özgürlük, topluluk çıkarının gereği
ni yapan bir grubun parçası olmaktır. Dilekle
riniz herkes için en iyi olanla örtüşmelidir ve
yasalar bencilce davranmaktan kaçınmanıza
yardım etmelidir.
Peki, şehir-devletiniz için en iyisi olacak şeye
itiraz ederseniz? Bir birey olarak, Genel İra
deye uymak istemeyebilirsiniz. Rousseau'nun
buna bir cevabı vardır. Ne var ki bu çoğu insa
nın duymak istemeyeceği türden bir cevaptır.
Meşhur ve oldukça endişe verici açıklamasın
da, bir yasaya itaat etmenin toplumun çıkarı
na olduğunu kavrayamayan kişi "özgür olmaya
zorlanmalı"dır, der. Özgürce seçim yaptığını
hissederken gerçekte toplumun çıkarına olan
bir şeye itiraz eden kişinin, Genel İradeye uyup
onu doğrulamadığı sürece gerçek anlamda öz
gür olamayacağını söylüyordu. Birini özgür
olmaya nasıl
zorlayabilirsiniz?
Sizi bu kitabın
geri kalanını okumaya zorlasaydım, özgür bir
seçim yapmış olmazdınız değil mi? Hiç kuşku
suz, birini bir şey yapmaya zorlamak, özgür bir
seçim yapmasına izin vermenin karşıtıdır.
Gelgelelim, Rousseau için bu bir çelişki de
ğildi. Yapacağı doğru şeyi belirleyemeyen bir
kişi, uyum sağlamaya zorlanmak suretiyle
daha özgür hale gelirdi. Toplumdaki herkes bu
daha büyük grubun parçası olduğundan do
layı, kendi bencil bireysel seçimlerimize göre
166 1
NIGEL WARBURTON
değil, Genel İradeye göre hareket etmemiz ge
rektiğini kabul etmemiz zorunludur. Bu görüşe
göre Genel İradeyi kabul etmeye zorlansak bile
ancak ona uyduğumuzda hakiki anlamda öz
gür oluruz. Bu Rousseau'nun inancıdır, ancak
John Stuart Mill'in de
(24.
Bölüm) dahil oldu
ğu sonraki pek çok düşünür siyasi özgürlüğün,
bireyin mümkün olduğunca kendi seçimlerini
yapma özgürlüğü olması gerektiğini savundu.
İnsanlığın zincire vurulmuş olduğundan şika
yet eden ve birini bir şey yapmaya zorlamanın
başka türde bir özgürlük olduğunu ima eden
Rousseau'nun düşünceleri bir parça tekinsiz
dir gerçekten de.
Rousseau hayatının çoğunu, zulümden kaç
mak için bir ülkeden diğerine seyahat ede
rek geçirmişt( Onun tersine Immanuel Kant,
doğduğu kentten hemen hemen hiç ayrılmadı,
buna rağmen düşüncelerinin etkisi tüm Avru
pa'da hissedildi.
(
1
1 9 . B O L U M
Pembe Gerçeklik
IMMANUEL KANT
( 1 )
Eğer pembe gözlükler takıyorsanız, görsel de
neyiminizin her yönü renklenecektir. Onları
takıyor olduğunuzu unutabilirsiniz, ama on
lar hala gördüklerinizi etkilemeye devam eder.
Immanuel Kant (1 724- 1804), hepimizin dün
yayı bunun gibi bir filtreden geçirerek anla
dığına ve böyle yaşadığına inanıyordu. Filtre,
insan zihnidir. Her şeyi nasıl deneyimleyece
ğimizi belirler ve o deneyime belirli bir şekil
yükler. Algıladığımız her şey zaman ve mekan
içinde gerçekleşir ve her değişimin bir nedeni
vardır. Ancak Kant' a göre bunun sebebi, ger
çekliğin nihai halinin böyle olması değildir:
168 1 NIGEL WARBURTON
Bu zihinlerimizin bir katkısıdır. Dünyanın ol
duğu biçimine doğrudan erişimimiz yoktur.
Gözlükleri çıkartıp şeyleri gerçekte oldukları
gibi göremeyiz. Bu filtreye bağlıyız ve onsuz
herhangi bir şeyi deneyimlemek tamamıyla
olanaksız olurdu. Tek yapabileceğimiz, onun
orada olduğunun farkına varmak ve deneyim
lediğimiz şeyi nasıl etkilediğini ve renklendir
diğini anlamaktır.
Kant'ın zihni oldukça düzenli ve mantık
lıydı. Hayatı da öyleydi. Hiç evlenmedi ve her
gününü katı bir düzene göre yaşadı. Hiç vakit
kaybetmemek için uşağından onu sabah beşte
uyandırmasını istemişti. Uyandıktan sonra bi
raz çay içer, bir pipo tüttürür ve işe koyulurdu.
Oldukça üretken biriydi ve hayatı boyunca çok
sayıda kitap ve makale yazdı. Daha sonra üni
versitede ders verirdi. Öğleden sonra
l
6.30'da
-her gün tamı tamına aynı saatte- yürüyüşe
.çıkar, caddeyi bir baştan bir başa tam sekiz
kez turlardı. Öyle ki, evinin olduğu Königsberg
(bugünkü Kaliningrad) kasabasının sakinleri,
saatlerini onun yürüyüş zamanına göre ayar
larlardı.
Çoğu filozof gibi o da zamanını gerçek
likle ilişkimizi anlamaya çalışmakla geçirdi.
Bu, özünde metafiziğin konusudur. Kant da
gelmiş geçmiş en büyük metafizikçilerden
biriydi. Özellikle düşüncenin sınırlarıyla, bi
lebileceğimiz ve anlayabileceğimiz şeylerin
./
FELSEFENİN KISA TARİHİ
j
169
sınırlarıyla ilgileniyordu. Bu onun için bir
saplantıydı. En ünlü kitabı
Saf Aklın Eleş
tirisi'nde
( 1781), bu sınırları anlamlı olanın
sınırlarını zorlayarak keşfetti. Bu kitabı oku
:qıası oldukça zordu: Kant'ın kendisi de kitabı
kuru ve muğlak olarak tanımlıyordu, haklıydı
da. Pek az insan kitabın tamamını anladığını
iddia edebilir. Eserdeki akıl yürütmenin çoğu
karmaşık ve ağır bir jargona sahiptir. Onu
okumak, nereye gittiğinizi kestiremediğiniz
ve gün ışığını nadiren gördüğünüz bir sözcük
ormanında ilerlemeye benzer. Yine de ana ar
güman yeterince açıktır.
Gerçeklik neye benzer? Kant, şeylerin na
sıl olduğuna yönelik eksiksiz bir resme hiçbir
zaman sahip olamayacağımızı düşünmüştür.
Kant'ın
noumena
dünyası dediği, görünüş
lerin ardındaki şey (o her neyse) hakkında
asla doğrudan bir şeyi öğrenemeyeceğiz. Ba
zen "noumenon" (tekil} sözcüğünü ve bazen
de "noumena" (çoğul) sözcüğünü kullansa da
bunu yapmamalıydı (Bu, Hegel'in de vurgula
dığı bir noktaydı. Bkz.
22.
Bölüm) : Gerçekliğin
tek mi, yoksa çoğul mu olduğunu bilemeyiz.
Açıkçası, bu noumenal dünya hakkında hiç
ama hiçbir şey bilemeyiz; en azından, onun
hakkında doğrudan bir bilgi edinemeyiz. Öte
yandan çevremizdeki, duyularımız aracılı
ğıyla deneyimlediğimiz dünyayı,
fenomenler
dünyasını
bilebiliriz.
Pencereden dışarı ba-
170
J NIGEL WARBURTON
kın. Görebileceğiniz fenomenler dünyasıdır -
çimenler, arabalar, gökyüzü, binalar vesaire.
Noumenal dünyayı değil, yalnızca fenomen
ler dünyasını görebilirsiniz; ancak noumenal
dünya, tüm deneyimimizin arkasında gizlen
mektedir. O, daha derin bir seviyede var olan
dır.
O halde, var olanın b azı yönleri daima kav
rayışımızın ötesinde olacaktır. Yine de gayret
li düşünmeyle, saf anlamda bilimsel yakla
şımdan elde edebileceğimizden daha çok şey
anlayabiliriz. Saf
Aklın
Eleştirisi'nde Kant'ın
kendi önüne koyduğu ana soru şuydu: "Sen
tetik a priori bilgi nasıl mümkündür?" Bu
soru muhtemelen sizin için hiçbir anlam ifa
de etmiyordur� Kısaca açıklayacağım. Ana fi
kir, ilk bakışta göründüğü kadar zor değildir.
Açıklanacak ilk sözcük "sentetik"tir. Kant'ın
felsefi dilinde "sentetik," "analitik"in karşıtı
dır. "Analitik," tanımı gereği doğru anlamına
gelir. Dolayısıyla sözgelimi "tüm adamlar er
kektir" ifadesi tanımı gereği doğrudur. Bunun
anlamı, bu cümlenin doğru olduğunu gerçek
adamlar hakkında herhangi bir gözlem yap
madan bilebilmenizdir. Hepsinin erkek oldu
ğunu kontrol etmeye ihtiyacınız yoktur, zira
erkek olmasalardı, adam olmazlardı. Bu so
nuca varmak için hiçbir saha araştırmasına
gerek yoktur, bunu koltukta oturduğunuz yer
den çıkarabilirsiniz. "Adamlar" sözcüğü, erkek
FELSEFENİN KISA TARİHİ
j 171
fikrini içerir. Bu durum, "tüm memeliler yav
rusunu emzirir" cümlesine benzer. Yine me
melilerin yavrularını emzirdiklerini bilmek
için -bu, memeli tanımının bir parçası oldu
ğundan- herhangi bir memeliyi incelemeniz
gerekmez. Memeliye benzeyen ancak yavrusu
nu emzirmeyen bir şey bulduysanız, onun bir
memeli olamayacağını bilirdiniz. Analitik ifa
deler gerçekte sadece tanımlar hakkındadır,
bu yüzden bize yeni bilgi vermezler. Onlar bir
sözcüğü tanımladığımız halinde var olduğu
nu farz ettiğimiz şeyi açıklar.
Sentetik bilgi ise, tam tersine, deneyim ve
gö.zlem gerektirir ve bize yeni bilgi verir. Bu,
kullandığımız sembollerin veya sözcüklerin
anlamında basitçe içerilmeyen bir şeydir. Ör
neğin limonların ekşi bir tadı olduğunu bi
liriz; ne var ki bunu ancak onları tattıktan
sonra (ya da birisi, limon tatma deneyimini
bizimle paylaştığı için) biliriz. Limonların
ekşi bir tadı olduğu, tanımı gereği doğru de
ğildir. Bu, deneyim aracılığıyla öğrenilen bir
şeydir. Başka bir sentetik ifade, "tüm kediler
kuyrukludur" şeklinde olabilir. Bu da, doğru
olup olmadığını keşfetmek için araştırmanız
gereken bir şeydir. Bakana ve görene kadar
bir şey diyemezsiniz. Aslına bakarsanız bazı
kediler, Manx kedileri, kuyruklu değildir. Bazı
kediler kuyruklarını kaybetmiş olsalar da
halel kedidir. O halde tüm kedilerin kuyruklu
1 72
J NIGEL WARBURTON
olup olmadığı sorusu dünyayla ilgili bir olgu
meselesidir. "Kedi"nin tanımıyla ilgili değil
dir. Söz konusu ifade, meselenin sadece tanım
olduğu ve bu yüzden de analitik bir ifade olan
"tüm kediler memelidir" cümlesinden bir hay
li farklıdır.
Öyleyse sentetik apriori bilginin yeri ne
residir? A priori bilgi gördüğümüz gibi de
neyimden bağımsız bilgidir. Onu deneyimin
öncesinde,
yani deneyimini yaşamadan
önce
biliriz, On yedinci ve on sekizinci yüzyıllar
da, herhangi bir şeyi bütünüyle a priori bi
lip bilmediğimiz hakkında bir tartışma vardı.
Kabaca söylemek gerekirse, (Locke gibi) de
neyciler bilmediğimizi düşünürken, (Descar
tes gibi) rasyonalistler bildiğimizi düşünü
yordu. Locke doğuştan bilginin olmadığını ve
bir çocuğun zihninin boş bir levha olduğunu
ifade ettiğinde a priori bilginin olmadığını
öne sürüyordu. Bu, insana "a priori" ile "ana
litik"in aynı anlama geldiği izlenimini verir
(ki bazı filozoflar için bu terimler birbirinin
yerine kullanılabilirdi) . Ama Kant için böyle
değildi. O, dünyaya dair hakikati açığa çıka
ran, bununla birlikte deneyimden bağımsız
olarak ulaşılan bilginin mümkün olduğunu
düşünüyordu. İşte bu yüzden, bu durumu ta
nımlamak için özel bir kategoriyi sentetik a
priori bilgiyi öne sürdü. Sentetik a priori bil
giye ilişkin Kant'ın kendisinin de kullandığı
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
1 73
bir örnek, 7+5=1 2 eşitliğiydi. Birçok filozofun,
bu türden doğruların analitik, matematiksel
sembollerin tanımıyla ilgili bir mesele oldu
ğunu düşünmesine karşın, Kant 7+5'in 1 2'ye
eşit olduğunu a priori olarak bilebileceğimize
inandı (dünyadaki nesnelere ya da gözlemlere
karşı bunu sınamaya ihtiyaç duymayız). Aynı
zamanda yeni bir bilgi de verir, yani sentetik
bir ifadedir.
Eğer Kant haklıysa, bu bir devrimdir. Ondan
önce gerçekliğin doğasını araştıran filozoflar,
gerçekliği basitçe, deneyimimize neden olan
kavrayamayacağımız bir şey olarak ele aldılar.
O zamanki zorluk, hakkında salt tahminden
öte anlamlı bir şey söylemek için söz konusu
gerçekliğe nasıl erişebileceğimizdi. Onun bü
yük içgörüsü, zihinlerimizin tüm deneyimi
mize renk veren özelliklerini aklın gücüyle
keşfedebilecek olmamızdı. Koltukta oturup
da derin derin düşünürken, gerçeklik hakkın
da doğru olması gereken, ancak sadece tanım
gereği doğru olmayan keşifler yapabiliriz: On
lar bilgilendirici olabilirler. Kant, mantıksal
argüman vasıtasıyla, dünyanın zorunlu ola
rak bize pembe görünmesi gerektiğini kanıtla
maya denk bir şey yaptığına inandı. Yalnızca
pembe gözlükler taktığımızı kanıtlamadı, aynı
zamanda bu gözlüklerin tüm deneyime kattığı,
pembenin çeşitli tonlarıyla ilgili yeni keşifler
de yaptı.
174 J NIGEL WARBURTON
Kant gerçeklikle ilişkimize dair temel mese
lelere kendini tatmin eden cevapları verdikten
sonra, dikkatini ahlak felsefesine yöneltti.
. .
.
.
2 0 . B O L U M
Ya Herkes Böyle Yapsaydı?
IMMANUEL KANT
( 2 )
Kapınız vuruluyor. Yardıma ihtiyacı olduğu her
halinden belli bir genç adam önünüzde diki
liyor. Yaralanmış ve kanaması var. Onu içeri
alıyor, yardım ediyorsunuz, kendini rahat ve
güvende hissetmesini sağlıyor, bir ambulans
çağırıyorsunuz. Yapılması gerekeni yaptığını
za kuşku yok. Ancak Immanuel Kant' a göre ona
yalnızca üzüldüğünüz için yardım ettiyseniz,
bu, hiçbir suretle
ahlaki
bir eylem olmazdı.
Acımanızın eyleminizin ahlaka uygunluğuyla
ilgisi yoktur. Bu karakterinizin parçası olabi
lir, ancak doğru ve yanlışla hiçbir bağlantısı
bulunmaz. Kant'a göre ahlak sadece
ne
yaptı-
1 7 6
1
NIGEL WARBURTON
ğınızla değil, onu
neden
yaptığınızla da iliş
kilidir. Doğru davranışta bulunanlar, o davra
nışı sırf hissettiklerine dayanarak yapmazlar:
Karar akla dayanmalıdır, nasıl hissederseniz
hissedin size ödevinizin ne olduğunu söyleyen
akla.
Kant ahlaka duyguların karıştırılmaması
gerektiğini
Duygulara sahip olma
mız ya da
büyük ölçüde şansa bağ
lıdır. Bazı insanlar merhamet ve empati duyar,
bazıları duymaz. Bazıları zalimdir ve şefkat
göstermekte zorlanır; bazıları paralarını ve
varlıklarını bağışlayarak başkalarına yardımcı
olmaktan zevk alır. Ama iyi olmak, aklını kul
lanan her insanın kendi seçimleri aracılığıyla
ulaşması gereken bir şey olmalıdır. Kant' a göre,
genç adama bunun ödeviniz oldu�unu bildiği
niz için yardım ederseniz, o zaman bu ahlaki
bir eylemdir. Bu doğru olan şeydir, çünkü aynı
durumda kalan herkes böyle yapmalıdır.
Bu size garip gelebilir. Muhtemelen genç
adama üzülen ve ona bu sebeple yardım eden
birinin ahlaklı davranmış olacağını, belki de
o kişiyi daha iyi biri kılan şeyin bu duyguyu
hissetmesi olduğunu düşünüyorsunuz. Bu,
Aristoteles'in de düşüneceği bir şeydi (bkz.
2.
Bölüm). Ama Kant emindi. Eğer bir şeyi sadece
nasıl hissettiğinize dayanarak yaparsanız, bu
hiçbir biçimde iyi bir eylem olmaz. Genç adamı
gördüğünde ona karşı tiksinti hisseden, ancak
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
1 77
ödevi olduğu için yine de ona yardım eden bi
rini hayal edin. Kant'ın gözünde bu kişi, ş ef
katle eyleme geçen birinden daha ahlaklı biri
olacaktı. Bunun sebebi tiksinti duyan kişinin
açıkça ödev duygusuyla hareket etmesiydi;
çünkü duyguları onu ihtiyacı olan kişiye yar
dım etmemesi yönünde cesaretlendirerek tam
tersi yönde davranmaya itecekti.
İyi Samiriyelinin hikayesini düşünün. İyi
Samiriyeli yol kenarında yatan yardıma muh
taç bir adama yardım eder. Samiriyeli dışında
herkes adamın yanından geçip gider. Peki, iyi
Samiriyeliyi iyi yapan nedir? Eğer Samiriyeli
yardıma muhtaç adama bu davranışının ken
disini cennete götüreceğini düşündüğü için
yardım ettiyse, Kant' a göre bu hiçbir biçimde
ahlaki bir eylem olmazdı. Bu, adamı bir şeylere
ulaşmanın bir yolu, bir amaç için araç olarak
kullanmak olu.rdu. Adama sırf merhametten
yardım ettiyse, yukarıda gördüğümüz gibi bu
da Kant'ın gözünde iyi olmayacaktı. Ama Sa
miriyeli, bunun ödevi ve benzer koşullarda
herkesin yapması gereken şey olduğunu fark
ettiği için adama yardım ettiyse, o zaman Kant
iyi Samiriyelinin ahlaken iyi olduğunu kabul
ederdi.
Kant'ın niyetle ilgili görüşünü duygularla
ilgili görüşüne kıyasla kabul etmek daha ko
laydır. Çoğumuz, birbirimizi yalnızca yaptığı�
mız şeyle değil, daha çok yapmaya çabaladı-
178
1
NIGEL WARBURTON
ğımız şeyle yargılarız. Küçük çocuğunun cad
deye fırlamasını engellemek için telaşla koşan
bir ebeveynin size kazara çarpması halinde ne
hissedeceğinizi düşünün. Bununla, biri size
sırf eğlence olsun diye bilerek çarptığında his
karşılaştırın. Ebeveynin niyeti
incitmek değildir. Ama serserinin niyeti
incitmektir. Ancak bir sonraki örneğin göste
receği gibi, iyi niyete sahip olmak, eyleminizi
ahlaki kılmak için yeterli değildir.
Kapınız tekrar vuruluyor. Açıyorsunuz. Kar
şınızda solgun, endişeli, soluk soluğa kalmış
en iyi arkadaşınız duruyor. Size, peşinde onu
öldürmek isteyen birinin olduğunu söylüyor.
Kovalayanın elinde bir bıçak var. Onu içeri
alıyorsunuz, sa�lanmak için üst kata çıkıyor.
Bir süre sonra kapı yeniden çalıyor. Bu sefer
ki muhtemel katil ve çıldırmış gibi bakıyor.
Arkadaşınızın nerede
bilmek isti
yor. Evde mi? Dolapta mı saklanıyor? Nerede?
Aslında yukarıda saklanıyor. Ama bir yalan
uyduruyorsunuz. Onun parka gittiğini söylü
yorsunuz. Katil olabilecek birini arkadaşınızı
yanlış yerde araması için dışarıya yollamakla
kesinlikle doğru şeyi yapmış olmalısınız. Muh
temelen arkadaşınızın hayatını kurtardınız. Bu
ahlaki bir eylem olmak zorunda, öyle değil mi?
Kant' a göre değil. Kant -hiçbir k:oşulda
asla yalan söylenmemesi gerektiğini düşünü
yordu. Katil olabilecek birinden arkadaşını-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
1 79
zı korumak için bile olsa. Yalan söylemek her
zaman ahlaki açıdan yanlıştır. Hiçbir istisnası
yoktur. Hiçbir bahanesi yoktur. Bunun nedeni,
işine geldiği durumda herkesin yalan söyleme
si gerektiğini genel bir ilke yapamayacak olu
şunuzdur. Söz konusu örnekte, eğer yalan söy
lediyseniz ve arkadaşınız da haberiniz yokken
parka
gitmiş
ise, katile yardım etmekten suçlu
olurdunuz. Arkadaşınızın ölmesi bir yerde si
zin hatanız olurdu.
Kant'ın bizzat kullandığı bu örnek, ba
kış açısının ne kadar aşırı olduğunu gösterir.
Doğruyu söylemede ya da herhangi bir ahlaki
ödevde hiçbir istisna yoktu. Doğruyu söyle
mek
mutlak
bir ödev ya da Kant'ın deyişiyle,
öyle yapmak hepimiz için Koşulsuz Buyruk'tur.
Buyruk bir emirdir. Koşulsuz buyruklar, koşul
lu buyruklarla çelişir. Koşullu buyruklar, "eğer
x'i istiyorsan, y'yi yap" biçimindedir. "Eğer
hapse girmek istemiyorsan, çalma" ifadesi, bir
koşullu buyruk örneğidir. Koşulsuz buyruklar
farklıdır. Size emir verirler. Bu örnekte, ko
şulsuz buyruk kabaca şöyle olurdu: "Çalma!"
Bu, size ödevinizin ne olduğunu bildiren bir
emirdir. Kant, ahlaklılığın koşulsuz buyruklar
sistemi olduğunu düşünüyordu.
Sonuçlar ve
koşullar ne olursa olsun,
ahlaki ödev ahlaki
ödevdir.
Kant, diğer hayvanlardan farklı olarak biz
leri insan yapanın, kendi tercihlerimizi yansıt-
1 80
1 NIGEL WARBURTON
malı düşünebilmemiz olduğuna inandı. Eğer
bilerek eylemde bulunamasaydık, makineler
den farksız olurduk. Bir insana "neden bunu
yaptın?" diye sormak, hemen hemen her zaman
anlamlıdır. Yalnızca içgüdüyle hareket etme
yiz, aynı zamanda aklımıza dayanarak hareket
ederiz. Kant bunu eylemlerimizin kaynaklan
dığı "maksimler"le ifade ediyordu. Maksim alt
ta yatan ilke, "neden bunu yaptın?" sorusunun
cevabıdır. Kant, aslolanın eyleminizin altında
yatan maksim olduğuna inanıyordu. Eylemin
yalnızca evrenselleştirilebilir olan maksimle
re dayanması gerektiğini iddia etti. Bir şeyin
evrenselleştirilebilir olması için, o şey herkes
için geçerli olmalıydı. Bu, yalnızca, sizinle aynı
durumda kalan herkes için anlamlı olacak ş eyi
yapmanız demekti. Her zaman şu soruyu so
run:
"Ya
herkes böyle yapsaydı?" Kendiniz için
özel bir durum yaratmayın. Kant, bunun uy
gulamadaki karşılığının başkalarını kullan
mamak, insanlara saygı çerçevesinde, onların
özerkliklerini, kendileri için mantıklı kararlar
alan bireyler olarak kapasitelerini hesaba ka
tarak davranmak gerektiği olduğunu düşündü.
İnsan onuruna ve bireyin değerine gösterilen
bu saygı modern ins an hakları teorisinin özü
dür. Bu, Kant'ın ahlak felsefesine yaptığı bü
yük bir katkıdır.
Bir örnek üzerinden bunu anlamak daha
kolaydır. Bir dükkanınız olduğunu ve meyve
FELSEFENİN KISA TARİHİ
l
181
sattığınızı hayal edin. İnsanlar sizden alışve
riş yaptığında her zaman kibarsınızdır ve para
üstünü noksansız verirsiniz. Böyle davranır
sınız, çünkü belki de bunun işiniz için iyi ol
duğunu ve insanların bu sayede dükkanınıza
daha sık gelerek para harcayacaklarını düşü
nürsünüz. Eğer para üstünü noksansız verme
nizin tek gerekçesi buysa, bu, istediğinizi elde
etmek için insanları kullanmanın yollarından
biridir. Kant, herkesin herkese bu şekilde yak
laşmasını mantıksal açıdan öneremeyeceğiniz
için, bunun ahlaki bir davranış biçimi olma
dığına inanıyordu. Ama eğer başkalarını al
datmamanın ödeviniz olduğunun farkına var
dığınız için para üstünü noksansız verirseniz,
o zaman bu ahlaki bir eylem olur. Ahlaki bir
eylemdir, çünkü "başkalarını aldatma" maksi
mine dayanmaktadır. Kant'a göre bu, her du
ruma uyarlayabileceğimiz bir maksimdir. İn
sanları aldatmak, istediğinizi elde etmek için
onları kullanmanın bir yoludur. Bu ahlaki bir
ilke olamaz. Eğer herkes herkesi aldatsaydı,
tüm güven duygusu alaşağı olurdu. Kimse bir
başkasının söylediğine inanmazdı.
Kant'ın kullandığı başka bir örneği alalım:
Beş parasız kaldınız. Bankalar size borç para
vermiyor, satabileceğiniz hiçbir şeyiniz yok ve
eğer kiranızı ödemezseniz sokakta kalacaksı
nız.
Çıkar bir yol buluyorsunuz. Bir arkadaşı
nıza gidiyor ve ondan biraz borç istiyorsunuz.
1 82
1
NIGEL WARBURTON
Yapamayacağınızı bilmenize rağmen ona para
yı geri ödeyeceğiniz sözünü veriyorsunuz. Bu
son çareniz, kiranızı ödemenin başka bir yo
lunu bulamıyorsunuz. Bu, kabul edilebilir olur
muydu? Kant, parayı geri verme niyeti olma
dan arkadaşınızdan borç almanın gayriahlaki
olması
gerektiğini
ileri sürer. Akıl bize bunu
gösterebilir. Herkesin ödeyemeyeceğini bilme
sine rağmen başkasından borç alması ve geri
ödeyeceği sözünü vermesi saçma olurdu. Bu
da evrenselleştirilebilir bir maksim değildir.
"Herkes böyle yapsaydı, ne olurdu?" sorusunu
tekrar sorun. Eğer herkes bunun gibi tutama
yacağı sözler verseydi, söz vermenin hiçbir de
ğeri kalmazdı. Herkes için doğru değilse, sizin
için de doğru .. değildir. Bu yüzden böyle yap
mamalısınız. Yaparsanız, yanlış yapmış olur
sunuz.
Duygudan çok sakin bir akıl yürütmeye da
yalı, doğru ile yanlış üzerine bu türden bir dü
şünme, Aristoteles'inkinden oldukça farklıdır
(bkz.
2.
Bölüm). Aristoteles için hakiki anlamda
erdemli kişi yerinde duygulara sahip kişidir,
bunun sonucu olarak doğru şeyi yapar. Kant
için ise duygular, birinin doğru şeyi yapıyor
muş gibi görünmek yerine gerçekten doğru
şeyi yaptığını görmemizi zorlaştırarak mese
leyi bulanıklaştırır. Ya da bunun üzerine daha
olumlu bir cila atalım: Kant, ahlakı -iyi edim
ler için onları güdüleyecek duygulara sahip
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
1 83
olsunlar ya da olmasınlar- her rasyonel insan
için erişilebilir kıldı.
Kant'ın ahlak felsefesi, bir sonraki bölümün
konusu olan Jeremy Bentham'ınkiyle taban ta
bana zıttır. Kant sonuçları ne olursa olsun bazı
eylemlerin yanlış olduğunu savunurken, Bent
ham önemli olanın sonuçlar, hatta yalnızca so
nuçlar olduğunu öne sürdü.
2 1 . B Ö L Ü M
Kolay Yoldan Mutluluk
JEREMY BENTHAM
University C ollege London'ı ziyaret ederseniz,
Jeremy Bentham'ı
(1 748- 1 832)
ya da bedenin
den geriye kalanları, cam bir vitrinin içinde
bulmak sizi şaşırtabilir. Dizlerinin üstünde
"Benekli" adını verdiği en sevdiği bastonuy
la oturmuş size bakar. Kafası balmumundan
dır. Gerçek kafası eskiden sergilenmiş olsa da,
sonradan mumyalanmış ve tahta bir kutuya
konmuştur. Bentham gerçek bedeninin -ona
oto-ikon diyordu- bir heykelden çok daha iyi
bir anıt olacağını düşünmüştü. Bu yüzden
1832
yılında öldüğünde, naaşıyla ne yapılaca
ğına dair talimatlar bırakmıştı. Lenin'in bede-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
185
ni mumyalanmış ve sergilenmek üzere özel bir
mozoleye konmuş olsa da Bentham'ın bu fikri
hiçbir zaman fazla rağbet görmedi.
Bentham'ın bunun dışındaki fikirleri daha
pratikti. Örneğin daire planlı hapishane fikri,
panoptikon'u ele alalım. Bu hapishaneyi, "hay
dutları öğütüp namuslu yapan bir makine"
olarak tanımlamıştı. Ortasındaki nöbetçi kule
si, birkaç gardiyanın, izlenip izlenmediklerini
bilmeyen çok sayıda mahkumu gözetlemesine
olanak veriyordu. Bu tasarım ilkesi bazı mo
dern hapishanelerde, hatta birkaç kütüphane
de de kullanılmaktadır. Bu, toplumsal reform
için yapmış olduğu birçok projeden biriydi.
Bundan çok daha önemli ve etkili olanı,
Bentham'ın nasıl yaşamamız gerektiğiyle ilgi
li teorisidir. Faydacılık veya En Büyük Mutlu
luk ilkesi olarak da bilinen bu düşünceye göre,
yapılması doğru olan şey, en fazla mutluluğu
sağlayacak şeydir. Ahlaka yönelik bu yaklaşı
mı öneren ilk kişi olmamasına karşın (örneğin
Francis Hutcheson bunu ondan daha önce yap
mıştı), Bentham bunun pratikte nasıl uygula
nabileceğini ayrıntılarıyla açıklayan ilk kişiy
di. İngiltere yasalarını daha büyük mutluluk
getirmelerini mümkün kılacak biçimde düzen
lemek istedi.
Peki mutluluk nedir? Bu kelime farklı in
sanlar tarafından farklı şekillerde kullanılır.
Bentham'ın bu soruya cevabı oldukça netti.
186 1
NIGEL WARBURTON
Mutluluk nasıl hissettiğimizle ilgilidir. Acının
yoksunluğu ve hazdır. Daha çok haz ya da acı
dan daha fazla haz, daha çok mutluluk demek
tir. Ona göre insanoğlu basittir. Bize verilen bu
hayatta acı ve haz, en büyük yol göstericileri
mizdir. Keyifli deneyimlerin peşinde koşar, acı
verecek şeylerden uzak dururuz. Haz kendin
de iyi olan tek şeydir. İstediğimiz her şeyi bize
haz vereceği ya da acıdan kaçınmamıza yardım
edeceğine inandığımız için isteriz. Örneğin bir
dondurmayı, sırf ona sahip olmak iyi bir şey
olduğu için istemezsiniz. Dondurmanın amacı
yediğinizde büyük olasılıkla size haz verecek
olmasıdır. Aynı şekilde kendinizi yakmaktan
da acı verici olacağı için kaçınmaya çalışırsı
nız.
Mutluluğu Olçmeyi nasıl beceririz? Gerçek
ten mutlu olduğunuz bir anı düşünün. Nasıl
hissetmiştiniz? Mutluluğunuza puan verebilir
misiniz? Mesela on üzerinden yedi ya da sekiz
ya da on puanlık bir mutluluk muydu? Vene
dik'ten ayrılırken deniz taksisine bindiğim bir
günü hatırlıyorum. O gün dokuz buçuk, hatta
belki de on puanlık bir mutluluk hissetmiş
tim. Sürücü hızla ilerlerken gölden sıçrayan
su damlaları yüzümü ıslatmış, eşim ve çocuk
lar heyecan içinde gülerken, güneş şahane bir
manzaraya karşı batmıştı. Bu çeşit deneyimle
ri bu şekilde puanlandırmak hiç de garip değil
dir aslında. Bentham hazzın ölçülebileceğine,
FELSEFENİN KISA TARİHİ J
1 87
farklı hazların da aynı birimlerle, aynı ölçekte
karşılaştırılabileceğine tamamen inanıyordu.
Mutluluğu ölçmek için kullandığı yönteme
vermiş olduğu ad "Mutluluksal Kalkülüs"tü.
İlk adım, belli bir eylemin ona ne kadar haz ve
receğini bulmaktı. Hazzın ·ne kadar süreceği
ni, ne yoğunlukta olacağını, başka hazlara yol
açma olasılığını hesaba katın. Eylemlerinizin
neden olabileceği acının bir kısmını çıkarın.
Geriye, eylemin yol açacağı mutluluk değeri
kalır. Bentham bunu yararlılık manasına da
gelen eylemin "faydası" olarak adlandırmıştı,
çünkü ona göre bir eylem ne kadar çok haz ge
tirirse topluma o kadar yararlıydı. Teorisinin
faydacılık olarak bilinmesinin nedeni budur.
Bir eylemin faydasını diğer olası eylemlerin
puanlarıyla karşılaştırın ve en büyük mutlulu
ğu getirecek olanı seçin. Oldukça kolay.
Peki haz kaynakları nelerdir? Herhalde şiir
okumak gibi mutluluk veren bir şeyden haz al
mak, çocukça bir oyun oynamak veya dondur
ma yemekten daha iyidir, değil mi? Bentham'a
göre değildi. Hazzın nasıl üretildiğinin önemi
yoktu. Ona göre, eğer sizi eşit derecede mutlu
ediyorsa, hayal kurmak bir Shakespeare oyunu
izlemekle aynı değerdeydi. Bentham yaşadığı
dönemin dikkat gerektirmeyen oyunlarından
biri olan raptiye oyunuyla şiiri örnek olarak
verir. Önemli olan tek şey alınan hazdı. Haz
oranı aynıysa eylemin değeri de aynıdır: Fay-
1 88
J
NIGEL WARBURTON
dacı görüşe göre, raptiye oyunu, ahlaki anlam
da şiir okumak kadar değerlidir.
20.
Bölümde gördüğümüz gibi Immanuel
Kant, her durumda geçerli "yalan söylememe"
gibi bazı ödevlerimiz olduğunu ileri sürmüştü.
Gelgelelim Bentham, yaptıklarımızın doğrulu
ğu ve yanlışlığının olası sonuçlara indirgen
mesi gerektiğine inanır. Bunlar şartlara göre
değişebilir. Yalan söylemek her zaman yanlış
olmayabilir. Yalan söylemenin, doğru bir şey
yapmak manasına geldiği zamanlar olabilir.
Her şey hesaba katıldığında, eğer yalan söy
lemek, söylememekten daha büyük bir mutlu
luğa neden olacaksa, o şartlar altında ahlaken
doğru bir eylem olarak kabul edilebilir. Örne
ğin bir arkadaşınız yeni kot pantolonunun ya
kışıp yakışmadığını sorarsa, Kant'ın düşünce
sini takip eden birinin, arkadaşınızın hoşlan
mayacağı türden bir cevap olmasına rağmen
doğruyu söylemesi gerekir. Faydacı biri ise
küçük bir yalan söylemenin daha büyük mut
luluk getirip getirmeyeceğini hesaplayacaktır.
Daha çok mutluluk getirecekse, yalan doğru
cevap olacaktır.
Faydacılık on sekizinci yüzyılın sonunda
ortaya atılan radikal bir teoriydi. Radikal ol
masının bir nedeni de mutluluğu hesaplamada
herkesin mutluluğunun eşit olmasıydı. Bent
hanı'ın sözleriyle, "herkes bir sayılır, hiç kimse
birden fazla değildir." Hiç kimse özel muamele
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
1 89
görmemelidir. Bir aristokratın hazzı, bir işçi
nin elde edeceği hazdan daha fazla değildir.
O
dönemde ise toplum düzeni daha farklıydı.
Aristokratlar toprağın nasıl kullanılacağı ko
nusunda büyük nüfuza sahipti ve pek çoğunun
babadan oğula geçen, Lordlar Kamarasında
oturma ve İngiliz yasalarını belirleme hakkı
vardı. Beklenebileceği gibi bazıları Bentham'ın
eşitlik vurgusundan rahatsızlık duydu. Üstelik
hayvanların mutluluğunun konuyla bağlantılı
oiduğu görüşü o dönem için daha da radikal
sayılabilirdi. Hayvanlar da haz ve acı hissede
bileceği için Bentham'ın mutluluk denklemi
nin bir parçasıydılar. Hayvanların düşüneme
yip, konuşamıyor olması önemli değildi (Kant'a
göre önemli olmasına karşın); Bentham'ın dü
şüncesinde bunlar ahlaki özelliklerle ilgili ni
telikler değildi. Önemli olan, onların acı ve haz
kapasiteleriydi. Bu, Peter Singer'inki gibi gü
nümüzde hayvan hakları için verilen mücade
lelerin temelini oluşturur (bkz.
40.
Bölüm).
Ne yazık ki, bütün olası haz nedenlerini eşit
tutan vurgusuyla Bentham'ın genel yaklaşımı
acımasızca eleştirilir. Robert N ozick
(1 938-
2002)
şöyle bir düşünce deneyi ortaya atmıştır.
Acı ve kedere dair bütün tehlikeleri ortadan
kaldıran, ama size yaşıyormuş yanılsamasını
veren bir sanal gerçeklik makinesi hayal edin.
Makineye kısa bir süre için bağlandığınızda,
artık gerçekliği doğrudan deneyimleyemediği-
190 1
NIGEL WARBURTON
nizi unutacak ve kendinizi yanılsamaya kaptı
racaksınız. Bu makine sizin için bütünüyle haz
verici bir deneyim yelpazesi üretiyor. Bir rüya
makinesine benziyor. Örneğin dünya kupasın
da galibiyet golünü attığınızı ya da rüya gibi
bir tatil yaptığınızı hayal edebilirsiniz. Size en
çok haz verecek her ş ey, bu makinede simüle
edilebilir. Bu makine açıkça mutlu ruh halinizi
azami dereceye çıkartacağından, Bentham'ın
analizine göre, tüm yaşamınızı makineye bağ
lamanız gerekir. Hazzı artırmanın ve acıyı ha
fifletmenin en iyi yolu bu olacaktır. Pek çok
insan zaman zaman böyle bir makineyi dene
mekten keyif duyabilir, ancak mutlu bir ruh
halinden daha fazla değer verdikleri şeyler ol
duğu için hayat boyu makineye bağlı kalmayı
reddederdi. Bu da Bentham'ın eşit miktarda
haz getirecek her yolun aynı değerde olduğu
savında yanıldığını gösterir. Herkes yalnızca
hazzı artırma ve acıyı hafifletme arzusuyla ha
reket etmez. Bu mesele, onun parlak öğrencile
rinden ve sonraki eleştirmenlerinden biri olan
John Stuart Mill tarafından da ele alındı.
Bentham, kendi dönemiyle yakından ilgi
liydi, çevresindeki toplumsal sorunlara çö
züm bulmaya merak salmıştı. Georg Wilhelm
Friedrich Hegel ise geri çekilip insanlık tari
hinin bütününe kuşbakışı bakabileceğini öne
sürmüştü, bu tarih yalnızca en etkili zihinlerin
kavrayabildiği bir düzene göre gelişiyordu.
. .
. .
2 2 . B O L U M
Minerva'nın Baykuşu
GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL
Minerva'nın baykuşu ancak gün batarken
uçmaya başlar. George Wilhelm Friedrich
Hegel'in
(1770- 1 83 1 )
görüşüdür bu. Peki, ne an
lama gelir? Aslında "bu ne anlama gelir?" soru
su, Hegel'in eserlerini okuyanların kendilerine
sık sık sordukları bir sorudur. Hegel'in yazıları
korkunç bir zorluk taşır. Bunun bir nedeni tıp
kı Kant'ınkiler gibi çoğunlukla oldukça soyut
bir dille ifade edilmeleri ve Hegel'in sıklıkla
kendi bulduğu terimleri kullanmasıdır. Hiç
kimse, hatta muhtemelen Hegel bile tümünü
anlamamıştır. Baykuşla ilgili ifade anlaşılma
sı en kolay kısımlardan biridir. Bu onun, bize,
1 92
1 NIGEL WARBURTON
insanlık tarihinin akışına dair bilgeliğin ve
anlamanın, günün olaylarını gece çöktüğünde
gözden geçiren biri gibi olup bitmiş olana dö
nüp baktığımızda, ancak geç bir aşamada tam
anlamıyla geleceğini anlatmanın bir yoludur.
Minerva, Roma bilgelik tanrıçasıdır ve ge
nellikle bilge baykuşla ilişkilendirilir. Hegel'in
bilge mi yoksa budala mı olduğu çok tartışıl
mıştır, ama etkili olduğuna kuşku yoktur. Ta
rihin belirli bir yolla geliştiğine ilişkin görü
şü Karl Marx'a (bkz.
27.
Bölüm) esin kaynağı
olmuş, Marx'ın düşünceleri yirminci yüzyılın
başlarında Avrupa'daki devrimleri harekete
geçirdiği için bu sayede tarihte olanları ke
sinlikle değiştirmiştir. Öte yandan Hegel bir
çok filozofu da kızdırmıştır. Bazı filozofların
onun çalışmalarını, terimleri özensizce kul
lanma tehlikesine örnek olarak ele aldıkları
bile olmuştu. Bertrand Russell (bkz.
3 1 .
Bö
lüm) Hegel'in eserlerini küçümseme noktasına
gelmiş, A.
J.
Ayer ise (bkz.
32.
Bölüm), Hegel'in
cümlelerinin çoğunun gerçekte hiçbir şey ifa
de etmediğini belirtmiştir. Ayer için Hegel'in
yazıları anlamsız şiir kadar bilgilendirici ama
onlar kadar bile çekici değildi. Peter Singer'ın
da (bkz.
40.
Bölüm) dahil olduğu diğerleri, He
gel'in düşüncesinde muazzam bir derinlik bul
muş ve yazılarındaki güçlüğün, uğraştığı dü
şüncelerin oldukça özgün ve güç kavranabilir
olmasından kaynaklandığını iddia etmişlerdir.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
193
Hegel
1
770
yılında, bugün Almanya sınır
ları içinde bulunan Stuttgart şehrinde doğdu
ve monarşinin yıkılıp yeni bir cumhuriyetin
kurulduğu Fransız Devrimi çağında büyüdü.
Fransız Devrimini "muhteşem şafak" diye ad
landırmış ve diğer öğrencilerle birlikte, olayla
rı anmak için devrim anısına bir ağaç dikmiş
ti. Bu siyasi istikrarsızlık ve radikal dönüşüm
zamanı, hayatının geri kalanı boyunca onu et
kiledi. Temel varsayımların altüst olabileceği,
ilelebet sabit kalacak gibi görünen şeylerin
değişebileceği duygusunun gerçeğe dönüştü
ğü zamanlardı. Bunun sağladığı bir içgörü de
sahip olduğumuz düşüncelerin yaşadığımız
zamanla doğrudan ilişkili olduğu ve kendi ta
rihsel bağlamlarının dışında tamamen anla
şılamadığı yönündedir. Hegel, kendi yaşadığı
zaman diliminde tarihte can alıcı bir aşamaya
ulaşılmış olunduğuna inandı. Kişisel düzeyde
ise bilinmezlikten şöhrete doğru ilerledi. Var
lıklı bir aileye özel öğretmen olarak iş hayatına
başladıktan sonra okul müdürü olarak çalıştı.
Sonunda Berlin'deki üniversitede profesör ol
muştur. Kitaplarının bazıları, felsefesini daha
iyi anlamaları için öğrencilerine yardım etme
amacıyla yazılmış ders notlarıydı. Ölümüne
kadar, döneminin en iyi ve hayranlık verici fi
lozofu oldu. Yazılarının ne kadar güç olabile
ceği göz önüne alındığında, bu oldukça şaşırtı
cıdır. Ama bir grup hevesli öğrencisi, onun öğ-
194 \ NIGEL WARBURTON
rettiklerini anlamaya ve tartışmaya, siyasi ve
metafizik çıkarımlarını göstermeye kendilerini
adamıştı.
Immanuel Kant'ın (bkz.
1 9.
Bölüm) metafi
ziğinden fazlasıyla etkilenen Hegel, Kant'ın
noumenal gerçekliğin fenomenal dünyanın
ötesinde yattığı yönündeki görüşünü reddedi
yordu. Deneyimimize yol açanın algının öte
sinde yatan
noumena
olduğunu kabul etmek
yerine, gerçekliği şekillendiren zihnin gerçek
lik
olduğu
sonucuna varmıştı. Onun ötesinde
bir ş ey yoktur. Fakat bu, gerçekliğin sabit bir
durumda kaldığı anlamına gelmez. Hegel için
her şey bir değişim süreci içindedir ve bu de
ğişim, öz-farkındalıkta, içinde yaşadığımız dö
nem tarafından sabitlenen öz-farkındalık du
rumunda aşamalı bir ilerleme biçimini alır.
Bütün tarihi, kendi üzerine katlanan uzun
bir kağıt parçası olarak düşünün. Bu yüzden,
orada olup biteni biz, o kendini tümüyle açığa
serene kadar gerçekten anlayamayız. Ne de ka
ğıdın son parçasında yazılı olanı, kağıt açılın
caya kadar bilebiliriz. Açılma biçiminin teme
linde bir yapı mevcuttur. Hegel'e göre gerçek
lik, her zaman kendini anlama amacına doğru
ilerler. Tarih hiçbir anlamda rastgele değildir.
Bir yere doğru gitmektedir. Geriye dönüp bak
tığımızda, böyle gelişmek zorunda olduğunu
göreceğiz. Bu ilk duyduğunuzda tuhaf bir dü
şüncedir. Bunu okuyan çoğu kişinin Hegel'in
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
195
görüşünü paylaşmayacağını biliyorum. Tarih,
çoğumuz için Henry Ford'un tanımladığına
daha yakındır: "Olayların durmadan birbirini
izleyip durması." Bütünsel bir plan olmaksızın
gerçekleşen bir olaylar dizisi. Tarihi araştıra
bilir, olayların olası nedenlerini keşfedebilir,
gelecekte ne olabileceğine ilişkin tahminde
bulunabiliriz. Gelgelelim bu, tarihin Hegel'in
düşündüğü şekilde kaçınılmaz bir örüntüye
sahip olduğu anlamına gelmez. Onun bir yere
doğru gittiği anlamına da gelmez; dahası, aşa
malı olarak kendinin farkına varması anlamı
na kesinlikle gelmez.
Hegel'in tarih üzerine çalışması, felsefesin
den ayrı bir etkinlik değildi, onun bir parçasıy
dı; felsefenin ana parçasıydı. Tarih ile felsefe
onun için birbirine geçmiştir. Her şey daha iyi
bir şeye doğru yönelmektedir. Bu özgün bir dü
şünce değildi. Dinler genellikle tarihi, İsa'nın
ikinci kez dünyaya gelmesi gibi bir son nok
taya gittiğini söyleyerek açıklar. Hegel bir Hı
ristiyandı, ancak açıklaması geleneksellikten
uzaktı. Hegel için nihai sonuç, İsa'nın ikinci
kez dünyaya gelişi değildi. He gel' e göre tari
hin bir son hedefi vardı ve bunu daha önce hiç
kimse gerçekten kavramamıştı. Bu, aklın yürü
yüşü yoluyla Tinin kaçınılmaz olarak, aşama
aşama kendisinin bilincine varmasıdır.
Peki ama Tin nedir ve Hegel için kendinin
bilincine varmak ne anlama gelir? Almancada
196
1 NIGEL WARBURTON
Tin için kullanılan sözcük, Geist'tır. Bilim in
sanları onun tam anlamı hakkında hemfikir
değildir; kimisi "zihin" olarak çevirmeyi tercih
eder. Hegel onunla, tüm insanlığa ilişkin tek
bir zihin gibi bir şeyi kastediyor görünür. He
gel bir idealistti - Tin ya da Zihnin temel oldu
ğunu ve fiziksel dünyada ifadesini bulduğunu
düşünüyordu (onun aksine materyalistler, fi
ziksel maddenin temel olduğuna inanıyordu).
Hegel, dünya tarihini, bireysel özgürlükte aşa
malı artışlar üzerinden anlattı. Bireysel özgür
lük, başkalarının değilse de bazı insanların
özgürlüğü yoluyla herkesin o topluma katkıda
bulunmasına izin veren siyasi bir devlette öz
gür olacağı bir dünyaya doğru ilerliyoruz.
Hegel düşü�cede ilerlemeyi sağladığımız
yollardan birinin, bir düşünce ile karşıtı ara
sındaki çatışma olduğunu düşünüyordu. He
gel, kendi diyalektik yöntemini takip ederek
hakikate yaklaşabileceğimizi söyler. Önce bir
düşünce -tez- ortaya atılır. Sonra karşısına
karşıtı konur. Bu, ilk düşünceye meydan oku
yan, onun antitezi olan görüştür. İki konumun
bu çatışmasından, her ikisini de hesaba ka
tan daha karmaşık üçüncü bir konum, ikisi
nin sentezi ortaya çıkar. Sonrasında bu durum
sıklıkla süreci tekrar başlatır. Yeni sentez bir
teze dönüşür, karşısına bir antitez çıkarılır. Tin
kendi kendisini eksiksiz bir biçimde anlayana
dek süreç devam eder.
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 1 97
Tarihin temel itiş gücü, kendi özgürlüğünü
anlayan Tin haline gelir. Hegel bu ilerlemenin
izini, eski Çin ve Hindistan'daki despot yöne
timler altında yaşayan, özgür olduklarını bil
meyen halklardan kendi zamanına kadar sürer.
Söz konusu Doğulularda yalnızca mutlak güce
sahip yöneticiler özgürlüğü deneyimliyordu.
Hegel' e göre sıradan insanların özgürlüğe dair
hiçbir farkındalıkları yoktu. Eski Persler özgür
lüğün değerini anlama konusunda biraz daha
gelişmişlerdi. Yunanlar tarafından yenilmeleri
bu ilerlemeyi getirmişti. Yunanlar, daha sonra
da Romalılar, özgürlüğün farkına kendilerin
den önce gelenlerden daha fazla varmışlardı.
Gelgelelim kölelik devam etmişti. Bu, yalnızca
zengin ve güçlüforin değil, bir bütün olarak
insanlığın özgür olması gerektiğini tam anla
mıyla kavrayamadıklarını gösteriyordu.
Tinin
Fenomenolojisi
( 1 807)
adlı kitabının meşhur
bir pasajında Hegel, efendi ile köle arasındaki
mücadeleyi tartışıyordu. Efendi, öz-bilinçli bir
birey olarak kabul görmek ister ve bunu başar
mak için köleye ihtiyaç duyar. Fakat kölenin de
kabul görmeyi hak ettiğini onaylamaz. Eşit ol
mayan bu ilişki, birinin öleceği bir mücadeleye
yol açar. Ancak bu süreç kendi kendini baltala
yıcıdır. Efendi ve köle en sonunda birbirlerine
ihtiyaçları olduğunu ve birbirlerinin özgürlü
ğüne saygı duymaları gerektiğini kabul eder
ler.
198 1 NIGEL WARBURTON
Hegel gerçek özgürlüğün ancak tinsel de
ğerin farkındalığını tetikleyen Hıristiyanlıkla
birlikte olası olduğunu öne sürmüştü. Onun
zamanında tarih kendi amacını gerçekleştir
miştir. Tin kendi özgürlüğünün farkına varmış,
sonuç olarak toplum, aklın ilkeleri tarafından
düzenlenmiştir. Bu onun için çok önemliydi:
Hakiki özgürlük sadece tam anlamıyla düzen
lenmiş bir toplumdan doğardı. Pek çok Hegel
okuyucusunu endişelendiren şey, onun hayal
ettiği ideal toplum çeşidinde, güçlü düzenle
yicinin toplum görüşüne uymayanların, özgür
lük adına bu "rasyonel" yaşam şeklini kabul
etmeye zorlanacak oluşudur. Bu kişiler, Rous
seau'nun paradoks içeren ifadesiyle "özgür ol
maya zorlanacak"lardır (bkz.
18.
Bölüm).
Tüm tarihin son ürününün, gerçekliğin ya
pısına ilişkin bir farkındalığa erişen Hegel'in
kendisi olduğu ortaya çıkıyordu. Kitapların
dan birinin son sayfalarında bunu gerçekleş
tirdiğini düşünüyor gibidir. Bu, Tinin kendini
ilk kez anladığı noktaydı. O halde Platon (bkz.
1.
Bölüm) gibi Hegel de filozoflara özel bir ko
num verir. Hatırlayacaksınız Platon ideal cum
huriyetini filozof kralların yönetmesi gerekti
ğine inanmıştı. Hegel ise, tersine, filozofların,
belirli türden bir kendini-anlamaya eriştikle
rini düşünür. Bu aynı zamanda gerçekliği ve
tarihin tümünü anlamadır. Delphi'deki Apollon
Tapınağı'na kazınmış "Kendini tanı" ifadesini
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
199
hayata geçirmenin bir başka yoludur. Hegel in
sani olayların nihai gelişme örüntüsünü fark
edecek kişilerin filozoflar olduğuna inanıyor
du. Filozoflar diyalektiğin aşamalı bir uyanış
üretme yolunu kavrarlar. Birden her şey onlar
için açık hale gelir ve insanlık tarihinin bütü
nün amacı meydana çıkar. Tin, yeni bir kendini
anlama safhasına girer. En azından teori böyle
der.
Hegel'in pek çok hayranı vardı ama Arthur
Schopenhauer onlardan biri değildi. Hegel'in,
konusuna dürüst ve ciddi yaklaşmadığı için
onun gerçek bir filozof olmadığını bile düşü
nüyordu. Schopenhauer' a göre Hegel'in felse
fesi saçmalıktı. Hegel'e gelince, o da Schopen
hauer için "mide bulandırıcı ve cahil" tanımını
yapıyordu.
2 3 . B O L U M
Gerçekliğe Anlık Bakışlar
ARTHUR SCHOPENHAUER
Hayat acılarla dolu ve hiç doğmamış olmak
daha iyi olurdu. Pek az kimse bu kadar kö
tümse r bir bakış açısına sahiptir, ama Arthur
Schopenhauer
( 1 788-1 860)
böyle biriydi. Ona
göre hepimiz bir kısır döngünün içinde sürekli
bir ş eyler istiyor, onları elde ediyor, daha sonra
başka ş eyler istemeye başlıyorduk. Bu durum
ölünceye kadar son bulmazdı. İstediğimiz şeyi
elde etmiş göründüğümüzde, bu sefer de başka
bir ş eyi istemeye başlıyorduk. Milyoner olsay
dınız, mutlu olacağınızı düşünebilirsiniz, ama
bu mutluluk da çok uzun sürmez. Sahip olma
dığınız başka bir şey istersiniz. İnsanoğlu böy-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
201
ledir. Asla tatmin olmayız, sahip olduklarımız
dan daha fazlasını arzulamayı hiç bırakmayız.
Tüm bunlar oldukça iç karartıcıdır.
Her şeye rağmen Schopenhauer'in felsefe
si, bunun akla getirdiği kadar karanlık değil
dir. Gerçekliğin hakiki doğasını anlayabilsey
dik çok farklı davranacağımızı, insan olmanın
bazı tatsız yanlarından kurtulabileceğimizi
düşünür. Onun mesajı Buda'nınkine çok ya
kındı. Buda, tüm hayatın acılarla dolu oldu
ğunu, ama daha derin bir düzeyde "ben" diye
bir şeyin olmadığını düşünüyordu: Eğer bunu
anlarsak, aydınlanma yaşayabiliriz. Benzerlik
tesadüf değildi. Çoğu Batı filozofunun aksine
Schopenhauer Doğu felsefesini derinlemesine
okumuştu. Hatta masasının üzerinde, onu en
çok etkileyen filozoflardan biri olan Immanuel
Kant'ın heykelciğinin yanında bir de Buda hey
kelciği vardı.
Buda ve Kant'tan farklı olarak, Schopenhau
er kasvetli, zor ve kibirli bir adamdı. Berlin'de
bir hoca olarak iş imkanı bulduğunda dehasın
dan o kadar emindi ki vereceği derslerin He
gel'inkiyle tam olarak aynı saatte olması için
ısrar etmişti. Bu hiç iyi bir fikir değildi, çünkü
Hegel öğrenciler tarafından çok sevildiği için,
Schopenhauer'in derslerine çok az kişi katıl
mıştı. Schopenhauer daha sonra üniversiteyi
bıraktı ve hayatının geri kalanını ona miras
kalan parayla geçirdi.
202
1 NIGEL WARBURTON
En önemli kitabı
İrade ve Tasarım Olarak
Dünya
ilk olarak
1 8 1 8
yılında yayımlandı; fa
kat eser üzerinde yıllarca çalışmaya devam
ederek
1 844
yılında çok daha uzun bir versi
yonunu ortaya koydu. Eserinin merkezindeki
temel fikir oldukça yalındır. Gerçekliğin 'iki
yüzü vardır. Gerçeklik hem İrade hem de Ta
sarım olarak var olur. İrade var olan her şey
de mutlak surette bulunan kör bir itici güçtür.
Bitkileri ve hayvanları büyüten enerjidir; aynı
zamanda, mıknatısların kuzeyi göstermesini
ya da kimyasal bileşenlerde kristallerin oluş
masını sağlayan kuvvettir. Doğanın her bir
parçasında mevcuttur. Diğer yüz, yani Tasarım
olarak Dünya, bizim deneyimlediğimiz haliyle
dünyadır.
Tasarım olarak Dünya, zihinlerimizde kur
duğumuz bir gerçeklik inşasıdır. Kant'ın
fe
nomenal
dünya dediği şeydir bu. Etrafınıza
bir bakın. Muhtemelen pencereden ağaçları,
insanları ya da arabaları görüyorsunuz veya
önünüzdeki bu kitabı. B elki de kuşları, trafiği
ya da başka bir odadaki gürültüleri işitebilir
siniz. Duyularınız aracılığıyla deneyimlediği
niz, Tasarım olarak Dünyadır. Her şeye bu yolla
anlam verirsiniz ve bu sizin bilincinizi gerekti
rir. Zihniniz, deneyiminizi tüm bunlara bir an
lam verecek şekilde düzenler. Tasarım olarak
Dünya, içinde yaşadığımız dünyadır. Bununla
birlikte Kant gibi Schopenhauer de deneyimi-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 203
mızın ötesinde, görünüşler dünyasının öte
sinde daha derin bir gerçekliğin var olduğuna
inanıyordu. Kant hunu noumenal dünya olarak
adlandırıyordu ve bu dünyaya doğrudan hiç
bir erişimimiz olmadığını düşünüyordu. Scho
penhauer açısından İrade olarak Dünya biraz
Kant'ın noumenal dünyasına benziyordu, fakat
yine de önemli farklılıklar vardı.
Kant
noumenon
kelimesinin çoğulu olan
noumena
hakkında yazdı. Gerçekliğin bir
den fazla p arçası olabileceğini düşünüyordu.
Kant'ın bunu nasıl bildiği ise açık değildir;
özellikle noumenal dünyanın erişimdışı oldu
ğunu söylediği düşünülürse. Schopenhauer
ise tersine, noumenal gerçekliğin bölünmüş
olduğunu varsayamayacağımızı düşünüyordu;
çünkü böyle bir bölünme için uzay ve zaman
gerekliydi ki Kant' a göre uzay ve zaman ger
çeklikte var olmaktan ziyade, bireysel zihnin
katkısıyla var oluyordu. Bunun yerine Scho
penhauer İrade olarak Dünyayı, olan her şeyin
arkasındaki tek, birleşmiş, yönsüz bir kuvvet
olarak tanımladı. İrade olarak bu Dünyayı biz,
kendi eylemlerimiz ve sanatı deneyimlememiz
aracılığıyla bir an için görebiliriz.
Bu kitabı okumayı bırakın ve ellerinizi ba
şınıza koyun. Ne oldu? Sizi izleyen biri, elle
rinizin yukarı doğru kalktığını ve başınızın
üzerinde durduğunu görecektir sadece. Eğer
aynaya bakarsanız bunu siz de görebilirsiniz.
204 i NIGEL WARBURTON
Bu, fenomenal dünyanın, yani Tasarım olarak
Dünyanın bir betimlemesidir. Gerçi Schopen
hauer' e göre, bedenimizi hareket ettirme dene
yimimizin içsel bir yanı vardır; bu, genel an
lamda fenomenal dünya deneyimimizden daha
farklı biçimde hissedebileceğimiz bir şeydir.
İrade olarak Dünyayı doğrudan deneyimle
meyiz, ancak istemli eylemlerde bulunduğu
muzda, bedensel eylemlerde bulunmayı iste
yip gerçekleştirdiğimizde ona çok yaklaşırız.
Bu nedenle, gerçekliği tarif etmek için "İrade"
sözcüğünü seçmişti. Fakat sadece insan söz
konusu olduğunda bu enerjinin bir şeyi istem
li olarak yapmakla bağlantısı vardır - bitkiler
istemli bir şekilde büyümezler, kimyasal reak
siyonlar istemli bir şekilde gerçekleşmez. Do
layısıyla "irade" sözcüğünün, burada alışıldık
anlamından farklı bir şekilde kullanıldığını
fark etmek önemlidir.
Biri bir şey "istediği" zaman, zihninde bir
amaç vardır: Bir şey yapmaya çalışıyordur. Fa
kat Schopenhauer'in gerçekliği İrade olarak
Dünya düzeyinde tanımladığında kastettiği
şey bu değildir. İrade (büyük harfle İ) amaçsız
dır ya da zaman zaman söylediği gibi "kör" dür.
Belirli bir sonuç elde etmeye yönelik değildir.
Bir amacı ya da hedefi yoktur. Bir şeyleri bi
linçli isteme edimlerimizde olduğu kadar, her
doğal fenomende de mevcut olan büyük enerji
dalgalanmasıdır sadece. Schopenhauer'a göre
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
205
ona yön verecek bir Tanrı yoktur. Ne de İrade
nin kendisi Tanrıdır. Tüm gerçeklik gibi insan
da bu anlamsız kuvvetin parçasıdır.
Yine de hayatı katlanılabilir kılan bazı de
neyimler vardır. Bunlar çoğunlukla sanattan
gelir. Sanat, kısa bir süreliğine de olsa, sonsuz
çabalama ve arzu döngüsünden kaçınabilece
ğimiz sakin bir durak sağlar. Bunu en iyi ya
pan sanat dalı müziktir. Schopenhauer'e göre
bunun böyle olması, müziğin bizzat İradenin
bir kopyası olmasından kaynaklanır. Schopen
hauer'a göre bu, müziğin bizleri böylesine de
rinden etkileme gücünü açıklar. Bir Beethoven
senfonisini doğru ruh halindeyken dinlediği
nizde yalnızca duygusal açıdan uyarılmazsı
nız: Gerçekliği olduğu haliyle bir an için gö
rürsünüz.
Başka hiçbir filozof, güzel sanatlara bu ka
dar merkezi bir yer vermemiştir; bu nedenle,
Schopenhauer'in çeşitli alanlardan yaratıcı in
sanlar tarafından sevilmesi şaşırtıcı değildir.
Besteciler ve müzisyenler onu severler, çünkü
Schopenhauer tüm sanatlar arasında müziğin
en önemlisi olduğuna inanır. Fikirleri Lev Tols
toy, Marcel Proust, Thomas Mann ve Thomas
Hardy gibi roman yazarlarını da cezbetmiştir.
Hatta Dylan Thomas, Schopenhauer'in İrade
Olarak Dünyayı tasvirinden esinlenerek bir
şiir yazmıştı: "Yeşil fitilden doğru çiçeği koştu-
206
1 NIGEL WARBURTON
ran o güç."" Schopenhauer sadece gerçekliği ve
onunla olan ilişkimizi tasvir etmedi. Ayrıca na
sıl yaşamamız gerektiğiyle ilgili görüşlere de
sahipti. Hepimizin tek bir enerjinin parçası ol
duğumuzu ve bireylerin sadece Tasarım olarak
Dünya seviyesinde yaşadığını fark ettiğinizde,
bunun yaptığınız şeyleri değiştirmesi gerekir.
Schopenhauer' e göre diğer insanlara zarar ver
mek, aslında bir bakıma kendine zarar vermek
anlamına gelir. Tüm ahlakın temelidir bu. Eğer
seni öldürürsem, hepimizi birleştiren yaşam
gücünün bir p arçasını yok etmiş olurum. Kişi
bir başkasına zarar verdiğinde bu, bir yılanın
dişlerini kendi etinin içine geçirdiğini bilme
den kendi kuyruğunu ısırmasına benzer. Dola
yısıyla Schope
�
auer'in öğrettiği temel ahlak,
merhamet ahlakıdır. Tam olarak anlaşıldığın
da, başka insanların benim dışımda olmadığı
nı söyler bu. Size ne olduğu beni ilgilendirir;
çünkü bir bakıma siz de hepimizin parçası ol
duğu İrade olarak Dünyanın bir parçasısınız.
Bu, Schopenhauer'in bilindik ahlaki konu
mudur. Gerçi kendisinin diğer insanlara karşı
bizlere telkin ettiği gibi bir duyarlılığa sahip
olup olmadığı şüphelidir. Bir keresinde, kapı
sının önünde gevezelik yapan yaşlı bir kadın
onu o kadar sinirlendirmişti ki, kadını mer
divenlerden aşağı itmişti. Kadın yaralanmış,
• Çeviri Can Yücel. -ed.
n
FELSEFENİN KISA T
ARİHİ
1
207
mahkeme Schopenhauer' e kadına ömür boyu
tazminat ödeme cezası vermişti. Yaşlı kadın
birkaç yıl sonra öldüğü zaman Schopenhauer
hiç de merhamet göstermedi ve ölüm kağıdı
nın üzerine, dalga geçmek amacıyla Latince şu
dizeyi yazdı:
obit anus, obit onus
(Yaşlı kadın
gider, sorumluluk biter).
Arzu döngüsünü kabullenmenin daha sıra
dışı bir yöntemi de vardır. Ona yakalanmamak
için basitçe dünyaya tamamen yüz çevir ve bir
çileci ol: Yoksul ve iffetli bir hayat sür. Bu, ona
göre varoluşla başa çıkmanın ideal yoludur.
Pek çok Doğu dini de bunu salık verir. Gelgele
lim Schopenhauer yaşlandıkça sosyal hayattan
elini eteğini çekmiş olsa da hiçbir zaman çileci
bir hayat sürmedi. Yaş amının büyük bölümün
de çevresinde insanların olmasından zevk aldı,
aşk ilişkileri yaşadı ve güzel yemekler yedi,
öyle ki insanın içinden ona iki
Yu
zlü demek
geçer. Gerçekten de yazılarındaki kötümserlik
damarı o kadar derindir ki, bazı okuyucular,
eğer gerçekten samimi olmuş olsaydı, intihar
etmesi gerekirdi diye düşünmüşlerdir.
Victoria döneminin büyük filozofu John
Stuart Mill ise onun aksine iyimserdi. Tutarlı
düşünmenin ve tartışmanın, toplumsal değişi
me neden olabileceğini ve daha iyi bir dünya
yı beraberinde getirebileceğini öne sürüyordu.
Bu dünyada daha fazla insan mutlu ve tatmin
edici hayatlar sürdürebilecekti.
2 4 . B O L U M
Büyümek için Yer Açın
JOHN STUART MILL
Çocukluğunuz boyunca diğer çocuklardan ayrı
tutulduğunuzu hayal edin. Zamanınızı oyun
oynayarak geçireceğinize, özel hoca eşliğinde
Yunanca ve cebir öğreniyor ya da oldukça zeki
yetişkinlerle konuşuyorsunuz. Acaba nasıl biri
olurdunuz?
John Stuart Mill'in
(1 806-73)
başına gelen
az çok böyle bir şeydi. Ona bir eğitim deneği
gibi davranıldı. Babası, Jeremy Bentham'ın
dostu olan James Mill, bir çocuğun zihninin
beyaz bir sayfa kadar boş olduğunu düşünen
John Locke'la aynı fikri paylaşıyordu. James
Mill, bir çocuk doğru yetiştirilirse onun bir da-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
209
hiye dönüşme şansının olduğunu düşünüyor
du. Dolayısıyla James, oğlu John' a evde eğitim
verdi ve yaşıtı olan çocuklarla oyun oynaya
rak zaman harcamadığından ve onlardan kötü
alışkanlıklar edinmediğinden emin oldu. Ama
bu çok çalışmak, zorla ezberlemek ya da bunun
gibi bir şey değildi. James, Sokrates'in sorgu
lama yöntemini kullanarak, oğluna papağan
gibi ezber yaptırmak yerine onun öğrendiği fi
kirleri kendi kendine keşfetmesini sağlamayı
istiyordu.
Şaşırtıcı bir şekilde, John üç yaşındayken
Eski Yunanları öğrenmeye başladı. Altı yaşın
dayken bir Roma tarihi yazdı, yedi yaşınday
ken Platon'un diyaloglarını orijinal dilinde an
lamayı başardı. Sekiz yaşında Latince öğren
meye başladı.
1 2
yaşında tarihten, ekonomiden
ve politikadan anlıyor, karmaşık matematik
problemlerini çözebiliyor ve bilime karşı tut
kulu ve üst düzey bir ilgi duyuyordu.
O
bir ha
rika çocuktu. Henüz yirmili yaşlarında çağının
en parlak düşünürlerinden biriydi ama yaşa
dığı tuhaf çocukluğun etkisini hiçbir zaman
üzerinden atamadı ve yaşamı boyunca yalnız
ve biraz mesafeli kaldı.
Yine de bir tür dahiye
dönüşmüştü.
Demek
ki, babasının deneyi işe yaramıştı. Adaletsiz
liklere karşı mücadele verdi, ilk feministlerden
biriydi (doğum kontrol yöntemlerini destek
lediği için tutuklandı), politikacıydı, gazeteci
210 1
NIGEL WARBURTON
ve büyük bir filozoftu; belki de on dokuzuncu
yüzyılın en büyük filozofuydu.
Mill bir faydacı olarak yetişmişti ve Bent
ham'ın bunda etkisi büyüktü. Mill ailesi, her
yaz Bentham'ın Surrey kırsalındaki evinde
kalırdı. Her ne kadar Mill, Bentham'ın doğru
eylem her zaman en fazla mutluluğu üretir fik
rine katılsa da, hocasının haz olarak mutluluk
açıklamasının çok ham olduğuna inanıyordu.
Bu nedenle genç adam, teoriye ilişkin kendi
versiyonunu geliştirdi ve yüksek ve aşağı haz
lar arasında bir aynın yaptı.
Seçme şansı verildiğinde, çamurlu ağılında
yuvarlanıp yem kabındaki yiyecekleri midesi
ne indiren hoşnut bir domuz mu, yoksa mut
suz bir insan mı olmak isterdiniz? Mill, mut
lu bir domuz
y
erine üzgün bir insan olmayı
seçeceğimizin açık olduğunu düşündü. Fakat
bu, Bentham'ın düşündüğü şeye tersti. Hatır
layacağınız gibi Bentham önemli olan tek şe
yin haz verebilen deneyimler olduğunu söylü
yordu, bunların nasıl oluştuğu önemsizdi. Mill
buna katılmıyordu. Farklı türde hazlara sahip
olabileceğimizi ve bazılarının diğerlerinden
çok daha iyi olduğunu düşünüyordu. Öyle ki,
aşağı hazzın miktarı ne kadar büyük olursa
olsun, yüksek bir hazzın en ufak miktarıyla
boy ölçüşemezdi. Aşağı düzeyde hazlar, örne
ğin bir hayvanın deneyimleyebileceği hazlar,
kitap okumak ya da bir konser dinlemek gibi
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 2 1 1
daha yüksek, zihinsel hazlarla asla karşılaştı
rılamazdı. Mill daha da ileri gitti ve memnun
bir aptal olmaktansa, memnuniyetsiz bir Sok
rates olmanın daha iyi olduğunu söyledi. Bu
nun nedeni filozof Sokrates'in düşünmekle, bir
aptalın elde edebileceğinden çok daha incelikli
hazlara ulaşabilmesiydi.
Mill' e neden inanalım? Buna cevabı, hem
aşağı hem de yüksek hazları deneyimlemiş bi
rinin, daha yüksek olanları tercih edeceği ol
muştu. Domuz, okuyamaz ya da klasik müzik
dinleyemez; dolayısıyla onun bu konu hakkın
daki fikri hesaba katılmaz. Eğer domuz okuya
bilseydi, çamurda yuvarlanmak yerine okuma
yı tercih ederdi.
Mill'in düşündüğü şey buydu. Ancak bazı
insanlar, Mill'in, herkesin çamurda yuvarlan
mak yerine onun gibi kitap okumayı tercih
edeceğini varsaydığını söylüyordu. Daha da
kötüsü, Mill farklı mutluluk niteliklerinden
(yüksek ve aşağı) ve bunların farklı nicelikle
rinden bahsettiği için, ne yapacağınızı nasıl
hesaplayacağınızı bilmek çok daha zorlaşıyor
du. Bentham'ın yaklaşımının en büyük erdem
lerinden biri basitliğiydi, her türlü hazzın ve
acının aynı değerle ölçülmesiydi. Mill, yüksek
ve aşağı hazların farklı değerlerini hesapla
mak için bir değişim oranı ortaya koymamıştı.
Mill, kendi faydacı düşüncesini hayatın her
alanına uygulamıştı. İnsanın, biraz da ağaç-
2 1 2
i
NIGEL WARBURTON
lara benzediğini düşünüyordu. Eğer bir ağaca
büyüyebilmesi için yeterince yer vermezseniz,
eğri büğrü ve zayıf olur. Fakat doğru bir yerde
potansiyeline ulaşabilir, uzayabilir ve yayıla
bilir. Benzer şekilde, doğru koşullar altında
insanlar da büyür ve bu sadece söz konusu
birey için değil, tüm toplum için iyi sonuçla
ra neden olur - mutluluğu en yüksek derece
ye çıkarır.
1 859
yılında yayımladığı kısa, ama
büyüleyici kitabında, her insana, uygun gör
düğü gibi gelişebilmesi için bir yer vermenin,
toplumu düzenlemenin en iyi yolu olduğu gö
rüşünü savundu. Kitabın adı
Özgürlük Üzeri
ne'dir ve bugün hala yaygın şekilde okunmak
tadır.
Paternalizm, baba anlamına gelen Latince
kelime
paterden
gelir; birini, kendi iyiliği için
bir şey yapmaya zorlamak anlamını taşır (gerçi
anne anlamındaki Latince
mater
kelimesinden
gelen maternalizm de olabilirdi pekala). Eğer
çocukken size sebze yedirilmişse, bunun ne ol
duğunu çok iyi bilirsiniz. Yeşil sebze yemek bir
çocuk için çoğu zaman hoş değildir, ama aile
niz bunun sizin iyiliğiniz için olduğunu söyler.
Mill, paternalizmin çocuğa uygulandığı zaman
iyi olduğunu düşünüyordu: Çocukların korun
ması ve çeşitli yollarla davranışlarının kontrol
edilmesi gerekir. Bununla birlikte, uygar top
lumlarda yetişkinlere yönelik bir paternalizm
kabul edilemezdi. Bunun için tek mazeret, bir
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 2 1 3
yetişkinin kendi eylemleriyle başka birine za
rar verme tehlikesi taşıması ya da ciddi psiki
yatrik sorunlarının olmasıdır.
Mill'in mesajı basitti. Bu, Zarar İlkesi olarak
bilinir. Her yetişkin, kendisini memnun eden
şekilde yaşama özgürlüğüne sahip olmalıdır,
ancak bu süreçte başkası zarar görmemelidir.
Pek çok insanın, devletin görevlerinden biri
nin insanlara iyi ahlaki değerler benimsetmek
olduğunu varsaydığı Victoria dönemi İngil
tere'sinde bu meydan okuyan bir düşüncey
di. Mill bu görüşe katılmıyordu. Daha büyük
mutluluğun, nasıl davranacakları konusunda
daha büyük bir özgürlüğe sahip insanlardan
geleceğini düşünüyordu. Mill'in tek endişesi
devletin insanlara ne yapacaklarını söylemesi
değildi. "Çoğunluğun tiranlığı" dediği şeyden,
toplumsal baskıların p ek çok insanın olmak ya
da yapmak istediği şeyin önüne engel koyma
sından da nefret ediyordu.
Başkaları, sizi neyin mutlu edeceğini bil
diklerini düşünebilir. Ama genelde yanılırlar.
Kendi hayatınızla ne yapmak istediğinizi en
iyi kendiniz bilirsiniz. Bilmiyorsanız bile tek
bir yaşam biçimine uymaya zorlanmak yerine,
kendi hatalarınızı yapmanın daha iyi oldu
ğunu düşünüyordu Mill. Bireysel özgürlüğün
artmasının kısıtlanmasından daha fazla mut
luluk yaratacağına inandığı için bu fikir, onun
faydacılığıyla tutarlıydı.
2ı4 1 NIGEL WARBURTON
Mill'e göre (kendisi de onlardan biriydi),
dahiler, gelişmek için geri kalanımızdan daha
fazla özgürlüğe ihtiyaç duyar. Nasıl davran
maları gerektiğiyle ilgili toplumsal beklentile
re nadiren uyarlar ve sıklıkla eksantrik görü
nürler. Eğer onların gelişimine ket vurursanız,
o zaman hepimiz kaybederiz çünkü topluma
yapabilecekleri katkıları yapamaz hale gelir
ler. Dolayısıyla mümkün en büyük mutluluğa
ulaşmak istiyorsanız, bırakın insanlar kendi
hayatlarına istedikleri gibi yön versinler; el
bette eylemleriyle diğer insanlara zarar ver
memek şartıyla. Eğer yaptıkları şeyi gücendi
rici buluyorsanız, bu onların yaşamına müda
hale etmek için geçerli bir sebep değildir. Mill
bu noktayı çok_ net göstermiştir: Gücendiricilik
zarar vermekle karıştırılmamalıdır.
Mill'in yaklaşımının bazı rahatsız edici so
nuçları vardır. Diyelim ki, ailesi olmayan ve her
gece iki şişe votka içmeye karar veren bir adam
var. Bu kadar içki içmenin onu öldüreceğini
görmek çok da zor değildir. Yasalar araya gire
rek onu durdurmalı mı? Mill "hayır" der, başka
birine zarar vermediği sürece olmaz. Onunla
tartışabilirsiniz, ona kendisini mahvettiğini
söyleyebilirsiniz. Ne var ki hiç kimse onu ken
di seçtiği yolu değiştirmeye zorlamamalı ya da
devlet onun içerek hayatını mahvetmesini en
gellemeye çalışmalıdır. Bu, onun özgür seçimi
dir. Eğer bir çocuğa baksaydı, bu onun özgür
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
2 1 5
seçimi olmazdı; ancak ona bağlı olan kimse ol
madığı için istediğini yapabilmelidir.
Nasıl yaşayacağımız konusunda özgür oldu
ğumuz gibi, Mill istediğimiz gibi düşünmekte
ve konuşmakta da özgür olmamız gerektiğini
düşünüyordu. Açık tartışmalar toplum için çok
yararlıydı çünkü insanları, inandıkları şeyler
hakkında düşünmeye zorluyorlardı. Görüşleri
nizi karşı görüşlere sahip insanların meydan
okumasına açmazsanız, muhtemelen onları
gerçekten savunamayacağınız "ölü dogmalar,"
önyargılar olarak kabul etmek durumunda ka
lırsınız. Şiddeti teşvik edecek noktaya gelme
mesi koşuluyla ifade özgürlüğünü savundu.
Bir gazeteci, "mısır tüccarları fakirlerin aç
lıktan ölmesine neden oluyor" diye yazma öz
gürlüğüne sahip olmalıydı. Ne var ki bir mısır
tüccarının
evinin
basamaklarında durup aynı
sözcüklerin yazılı olduğu bir pankartı kızgın
bir kalabalığın önünde sallarsa o zaman şid
deti teşvik ettiği anlamına gelirdi, dolayısıyla
Mill'in Zarar İlkesi gereği yasaklanmalıydı.
Pek çok kişi Mill'e katılmıyordu. Bazıla
rı, Mill'in özgürlüğe yaklaşımının bireylerin
kendi hayatları hakkında
ne hissettiği konu
suna fazla önem verdiğini düşünüyordu (örne
ğin Rousseau'nun özgürlük kavramından çok
daha fazla bireyselcidir, bkz.
1 8 .
Bölüm). Ki
mileri ise, onun, ahlakı sonsuza dek bozacak
fazla müsamahakar bir topluma giden kapıla-
216 \ NIGEL WARBURTON
rı açtığını düşünüyordu. Çağdaşlarından biri
olan James Fitzjames Stephen, birçok insanın
dar bir kanala girmeye zorlanması gerektiğini
ve nasıl yaşayacakları konusunda onlara çok
fazla seçenek verilmemesi gerektiğini iddia
ediyordu, çünkü başıboş bırakıldığında, çoğu
kişi kendi adına kötü ve yıkıcı kararlar verirdi.
Mill'in, yazdığı döneme göre özellikle radi
kal düşüncelere sahip olduğu bir alan femi
nizmdi. On dokuzuncu yüzyılda, İngiltere'de,
evli kadınların kendi mallarının olmasına izin
verilmezdi. Onları kocalarının şiddeti ve te
cavüzünden koruyan pek az yasa vardı. Mill,
Kadınların Boyun Eğmesi
( 1 869)
adlı kitabın
da, farklı cinsiyetlerin, hem kanunen hem de
genel olarak t�plumda eşit muamele görmesi
gerektiğini savundu. Etrafındaki bazı insanlar,
kadınların doğal olarak erkeklerden daha aşa
ğı varlıklar olduğunu iddia ediyordu. Mill, ka
dınların tam potansiyellerine erişmeleri çoğu
kez engellenirken, bunu nasıl bilebileceklerini
sordu: Yüksek eğitimden ve birçok meslekten
uzak tutuluyorlardı. Mill, cinsiyetler arasında
daha fazla eşitlik olmasını istiyordu. Evlili
ğin, denkler arasındaki bir arkadaşlık olması
gerektiğini savunuyordu. Dul bir hanım olan
Harriet Taylor'la evliliği böyleydi. İlerleyen
yaşlarda yaptığı bu evlilik her ikisine de bü
yük mutluluk getirmişti. Harriet'in ilk kocası
hayattayken ikisi çok yakın arkadaşlardı (bel-
FELSEFENİN KISA TARİHİ \
2 1 7
ki de sevgiliydiler), ancak Mill onun ikinci eşi
olabilmek için
1 85 1
yılına dek beklemek zo
runda kalmıştı. Harriet,
Özgürlük Üzerine
ve
Kadınlann Boyun Eğmesi
adlı kitaplarını yaz
masına yardımcı oldu; ne yazık ki yayımlan
malarından önce öldü.
Özgürlük Üzerine
ilk kez
1 859
yılında ya
yımlandı. Aynı yıl belki daha da önemli başka
bir kitap yayımlandı: Charles Darwin'in
Türle
rin Kökeni
adlı eseri.
2 5 . B Ö L Ü M
Akılsız Tasarım
CHARLES DARWIN
"Büyükanneniz tarafından mı, yoksa büyük
babanız tarafından mı maymunlarla akraba
sınız?" Bu, Piskopos Samuel Wilberforce'un
Thomas Henry Huxley'e 1 860'ta Oxford Doğal
Tarih Müzesinde yaptıkları ünlü bir tartışma
da küstahça sorduğu sorudur. Huxley, Charles
Darwin'in (1 809-82) düşüncelerini savunuyor
du. Wilberforce'un sorusu, hem hakaret hem
de şaka o1sun diye sorulmuştu. Ama geri tepti.
Huxley alçak sesle, "Tanrım onu bana teslim
ettiğin için teşekkür ederim" diye mırıldandı,
sonra bilimsel düşüncelerle dalga geçerek tar
tışmaktan kaçınan bir insan yerine, bir may-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
219
munla akraba olmayı tercih edeceğini söyledi.
Aslında her iki taraftan -belki yakın zamanda
değil, ama geçmişte- maymunsu atalardan gel
diğini söyleyebilirdi de. Bu Darwin'in iddiasıy
dı. Herkesin aile ağacında maymunlar varlardı.
Bu görüş,
Türlerin Kökeni
adlı kitabı
1859
yılında yayımlandığı andan itibaren ortalığı
fazlaca karıştırmıştı. Bundan sonra insanla
rın, hayvan krallığının geri kalanından tama
men farklı olduğunu düşünmek mümkün de
ğildi. İnsanlar artık özel değildi: Her hayvan
gibi doğanın bir parçasıydı. Bu sizi şaşırtma
mış olabilir ama Victoria döneminde yaşayan
ların çoğu için şaşırtıcıydı.
Maymunlara ne kadar yakın olduğumuzu
anlamak için bir şempanze ya da gorille birkaç
dakika geçirmek ya da aynaya dikkatle bak
manın yeterli olacağını düşünebilirsiniz. Ama
Darwin'in döneminde aşağı yukarı herkes, in
sanların diğer hayvanlardan çok farklı oldu
ğunu düşünüyor ve onlarla uzaktan akrabalık
fikrini çok saçma buluyordu. Darwin'in fikri
nin delice ve şeytan işi olduğunu düşünen çok
insan vardı. Bazı Hıristiyanların, Yaratılış Ki
tabında, Tanrının bütün hayvanları ve bitkileri
altı günde nasıl yarattığını anlatan hikayenin
gerçek olduğuna inançları tamdı. Tanrı, dünya
yı ve içindeki her şeyi tasarlamış ve her şeye
ebediyen ona uygun olacak yeri vermişti. Bu
Hıristiyanlar, hayvan ve bitki türlerinin Yara-
220 1 NIGEL WARBURTON
tılıştan beri aynı kaldığına inanıyordu. Bugün
bile evrimin bizi bulunduğumuz noktaya geti
ren süreç olduğuna inanmayan insanlar vardır.
Darwin filo;wf değil, bir biyolog ve jeologdu.
Neden bu kitabın bir bölümünde yer aldığını
merak ediyor olabilirsiniz. Bunun sebebi, do
ğal seçilim yoluyla evrim teorisinin ve teorinin
modern versiyonlarının bilim insanları kadar
insanlık hakkında düşünen filozofları da etki
lemiş olmasıdır. Evrim teorisi tüm zamanların
en etkili bilimsel teorisidir. Çağdaş dönemin
filozoflarından Daniel Dennett onun için, "şim
diye kadar akla gelmiş en iyi fikir" der. Teori,
insanların ve onların çevresindeki hayvanların
ve bitkilerin şu anki hallerine nasıl geldikleri
ni ve halen nas.�l değiştiklerini açıklar.
Bu bilimsel teorinin bir sonucu da Tanrının
olmadığı fikrine inanmanın hiç olmadığı kadar
kolay bir hale gelmesi oldu. Zoolog Richard
Dawkins ,
"Türlerin Kökeni
kitabının yayım
landığı tarih olan
l
859'dan önce ateist olmayı
hayal bile edemem" der. Elbette 1 859 yılından
önce de ateistler vardı -1
7.
Bölümün konusu
olan David Hume muhtemelen onlardan biriy
di- ama sayıları sonradan artmıştı. Evrimin
doğru olduğuna inanmak için ateist olmanız
gerekmez: Pek çok inançlı insan, Darwincidir.
Ama hem Darwinci olup
hem de
Tanrının bü
tün türleri tamı tamına bugün oldukları gibi
yarattığına inanamazsınız.
FELSEFENİN KISA TARİHİ i 221
Darwin genç bir adamken
HMS
Beagle
ge
misiyle beş yıl süren bir yolculuğa çıktı ve Gü
ney Amerika, Afrika ve Avustralya'yı ziyaret
etti. Bu, herhangi biri için olacağı gibi onun
da hayatının macerasıydı. Bu seyahatten önce,
gelecek vaat eden bir öğrenci değildi ve kim
se onun insan düşüncesine bu kadar çarpıcı
bir katkı yapacağını beklemiyordu. Okulda bir
dahi değildi. Babası, oğlunun ailesi için bir
vakit kaybı ve utanç kaynağı olacağına inanı
yordu, çünkü Darwin zamanının çoğunu fare
avlayıp vurmakla geçiriyordu. Gençken Edin
burgh'ta tıp eğitimine başladı ama başarılı
olamadı ve papaz olmak için C ambridge Üni
versitesinde teoloji eğitimine yöneldi. Boş za
manlarında bitki ve böcek toplayan hevesli bir
doğa bilimciydi, ama tarihin en büyük biyolog
larından biri olacağına dair hiçbir belirti yok
tu. Birçok açıdan, bir parça şaşkın biri gibiydi.
Ne istediğini gerçekten bilmiyordu. Ne var ki
Beagle
yolculuğu onu tamamen değiştirdi.
Gezi, kısmen geminin ziyaret ettiği yerlerin
kıyılarını haritalamak amacıyla, dünyanın çev
resinde yapılacak bilimsel bir keşif gezisiydi.
Gerekli niteliklere sahip olmamasına rağmen
Darwin, geminin resmi botanikçisi olarak işe
girdi, ama gittikleri her yerde taşları, fosille
ri ve hayvanları da detaylı bir şekilde inceledi.
Bu küçük gemi, hızla Darwin'in topladığı ör
neklerle doldu. Neyse ki koleksiyonunun çoğu-
222 1 NIGEL WARBURTON
nu araştırmaya hazır halde depolanması için
İngiltere'ye gönderebildi.
Gezinin tartışmasız en değerli bölümü Gü
ney Amerika'dan 500 mil uzaklıkta, Pasifik Ok
yanusunda yer alan bir grup volkanik ada olan
Galapagos Adalarını ziyaret etmeleriydi. Beag
le
Galapagos Adalarına 1 835'te ulaştı. Burada,
dev kaplumbağalar ve deniz seven iguanalar
gibi incelenecek bir sürü ilginç hayvan vardı.
Her ne kadar o sırada henüz Darwin için çok
açık olmasa bile, teorisinin en önemli bölümü
nü ispinozlar oluşturuyordu. Bu küçük kuşlar
dan birkaç tanesini avladı ve onları daha ay
rıntılı incelenmeleri için İngiltere'ye gönderdi.
Daha sonraki ayrıntılı incelemeler, bu kuşun on
üç farklı türü_olduğunu gösterdi. Aralarındaki
küçük farklılıklar genellikle gagalarındaydı.
Darwin, İngiltere'ye döndükten sonra rahip
olma planlarından vazgeçti. Seyahati süresin
ce gönderdiği fosiller, bitkiler ve ölü hayvan
lar onu bilim dünyasında oldukça ünlü biri
yapmıştı. Artık tam zamanlı bir doğa bilimci
olmuştu ve uzun yıllar evrim teorisi üzerin
de çalıştı. Aynı zamanda, genellikle kayalara
ve gemilerin gövdesine yapışan kaya midyesi
üzerine dünya çapında bir uzman oldu. Dü
şündükçe, hayvanların doğal bir süreçte ev
rim geçirdiğine ve sabit kalmak yerine devamlı
değiştiklerine daha çok inanmaya başladı. So
nunda, çevrelerine daha iyi uyum sağlayan bit-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
223
ki ve hayvanların, çeşitli özelliklerini yeni ne
sillere aktarabilmeye yetecek kadar uzun süre
hayatta kalma olasılığının daha yüksek oldu
ğunu ortaya koydu. Uzun sürede bu örüntü, bu
lundukları çevrede yaşamak için tasarlanmış
görünen hayvanları ve bitkileri meydana geti
riyordu. Galapagos Adaları evrimin en önemli
kanıtlarından bazılarını sağlamıştı. Örneğin
tarihin bir noktasında ispinozlar, muhtemelen
kuvvetli bir rüzgarla taşınarak anakaradan bu
adalara ulaşmıştı. Binlerce kuşaktan sonra,
adaların her birindeki kuşlar yaşadıkları yere
yavaş yavaş uyum sağlamıştı.
Aynı türdeki bütün kuşlar birbirinin aynı
değildi. Genellikle birçok farklılık vardı. Örne
ğin bir kuş diğerinden daha sivri bir gagaya
sahipti. Eğer bu gaga türü kuşların daha uzun
hayatta kalmasını sağlıyorsa, üreme şansı
daha fazla oluyordu. Örneğin tohumları eşe
lemek için uygun gagaya sahip ,olan bir kuş,
etrafta pek çok tohumun olduğu adada daha
rahat yaşayabilirdi, ama ana besin kaynağının
kırılması gereken kabuklu yemişler olduğu bir
adada sıkıntı çekiyordu. Gaga biçiminden do
layı yemek bulmakta zorlanan kuş, çiftleşecek
ve soyunu devam ettirecek kadar uzun hayatta
kalamazdı. Bu durumda gaga biçiminin sonra
ki kuşaklara geçme şansı azalırdı. Yemek bul
maya uyumlu gaga yapısı olan kuşların, özel
liklerini yeni nesillere geçirme şansı daha faz-
224 \ NIGEL WARBURTON
laydı. Bol tohum olan adalarda, tohum yemek
için uygun gagası olan kuşlar baskın hale geli
yordu. Binlerce yıl boyunca bu, adaya gelen ilk
türden oldukça farklı yeni bir türün ortaya çık
masına neden oluyordu. Uygun gaga yapısına
sahip olmayan kuşlar zamanla ortadan kalkı
yordu. Farklı şartlara sahip bir adada ise, çok
az farklı da olsa, başka bir ispinoz türü ortaya
çıkıyordu. Uzun zaman dilimleri içinde, kuşla
rın gagaları giderek çevrelerine daha iyi uyum
sağlıyordu. Farklı adalardaki farklı koşullar,
hayatta kalan kuşların o çevreye en iyi uyum
sağlayanlar oldukları anlamına geliyordu.
Darwin'den önce de, Darwin'in büyükbabası
Erasmus Darwin de dahil, hayvanların ve bit
kilerin evrim geçirdiğini öne sürenler olmuştu.
Charles Darwin'in eklediği şey ise doğal seçi
lim yoluyla uyum sağlama teorisidir, bu süreç
çevrelerine en iyi uyum sağlamış canlıların
özelliklerini sonraki nesillere aktarmak üzere
hayatta kalmasına yol açar.
Hayatta kalma mücadelesi her şeyi açıklar.
Bu sadece farklı türler arasındaki bir mücade
le değildir. Aynı türün üyeleri de birbirlerine
karşı hayatta kalma mücadelesi verir. Kendi
özelliklerini gelecek nesle aktarmak için hepsi
bir mücadele içindedir. İşte bu, akıllı bir zihin
tarafından yapılmış gibi görünen hayvanların
ve bitkilerin temel özelliklerinin nasıl ortaya
çıktığını gösterir.
FELSEFENİN KISA TARİHİ \
225
Evrim anlamsız bir süreçtir. Arkasında bi
linç ya da Tanrı yoktur ya da en azından, arka
sında bunun gibi bir şeyin olmasına
ihtiyacı
yoktur. Kişisel değildir; otomatik olarak çalış
maya devam eden bir makinedir. Nereye gide
ceğini bilmeyen, ortaya çıkardığı hayvanlar ve
bitkiler hakkında düşünmeyen kör bir süreçtir.
Onları umursamaz da. Ürünlerini -bitkiler ve
hayvanlar- gördüğümüz zaman, biri tarafın
dan zekice tasarlanmış olmadıklarını düşün
mek zordur. Darwin'in teorisi daha basit ve ay
rıntılı bir açıklama sağlar. Ayrıca yaşadıkları
çevreye adapte olan farklı türlerle birlikte ne
den bu kadar fazla canlı türü olduğunu açıklar.
1858
yılında Darwin bulgularını henüz ya
yımlamamıştı. Kitabı üstünde çalışıyor, her şe
yin düzgün olmasını istiyordu. Başka bir doğa
bilimci, Alfred Russel Wallace
(1823- 1 9 1 3) ,
Darwin'in evrim teorisine çok benzeyen kendi
teorisinin taslağını Darwin' e yazdı. Bu rast
lantı Darwin'i fikirlerini ortaya çıkarmaya itti
ve teorinin ilk sunumu Londra'da Linean Der
neğinde oldu. Sonrasında ise
1 859
yılında
Tür
lerin Kökeni
yayımlandı. Darwin hayatının bü
yük bir bölümünü bu teoriye adadıktan sonra,
Wallace'ın kendisinden önce oraya ulaşmasını
istemedi. Kitap onu hemen meşhur etti.
Kitabı okuyan bazı insanlar ikna olmamış
tı. Örneğin
Beagle'ın
kaptanı, bir hava tahmin
sistemi mucidi ve bilim insanı Robert FitzRoy,
226 1 NIGEL WARBURTON
Kutsal Kitaptaki Yaratılış hikayesine inanmak
taydı. Dini inançları çürüten bir şeyin parçası
olmaktan dehşete düşmüş ve Darwin'in gemi
sine hiç binmemiş olmasını dilemişti. Bugün
bile yaratılışçılar Kutsal Kitaptaki hikayenin
doğru olduğuna ve hayatın kökenini anlattı
ğına inanırlar. Ama bilim insanları arasın
da Darwin'in teorisinin temel evrim sürecini
açıkladığına yönelik çok yoğun bir güven var
dır. Bunun bir nedeni, Darwin'den sonra da te
oriyi ve teorinin yeni biçimlerini destekleyen
yığınla gözlemin olmasıdır. Örneğin genetik,
kalıtımın nasıl işlediğine dair detaylı bir açık
lama yapmıştır. Genler, kromozomlar ve belirli
özelliklerin geçişindeki kimyasal süreçler hak
kında bilgi sa�.ibiyiz. Fosil kanıtlar da bugün
Darwin'in zamanında olduğundan çok daha
ikna edicidir. Bütün bu sebeplerden dolayı do
ğal seçilim ile evrim teorisi sadece bir "hipo
tez" olmaktan çok daha fazlasıdır: Onu destek
leyen azımsanmayacak ağırlıkta kanıt olan bir
hipotezdir.
Darwinizm, geleneksel Tasanın Argüma
nını şu ya da bu şekilde yok etmiş ve pek çok
insanın
dini
inançlarını s arsmış olabilir. An
cak Darwin'in kendisi bile Tanrının varlığına
ilişkin sorular karşısında açık fikirli görünür.
Meslektaşı bir bilim insanına yazdığı mektu
bunda, bu mesele üzerinde bir sonuca gerçek
ten de varamayacağımızı belirtmişti: "Konu-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 227
nun bütünü, insan zihni için fazla derin." Ve
ekler: uBir köpeğin Newton'un zihni hakkında
yorum yapmasından farkı yok."
Dini inanç hakkında yo
rum
yapmaya hazır
ve bu konuyu, Darwin'in aksine, ömrü boyunca
çalışmalarının merkezi haline getiren bir dü
şünür S0ren Kierkegaard'dı.
2 6 . B O L U M
Fedakarlık
S0REN KIERKEGAARD
İbrahim Tanrıdan bir mesaj alır. Hakikaten
korkunç bir mesajdır bu: Tek oğlu İshak'ı
kurban etmelidir. İbrahim duygusal bir kar
gaşa içine girer. Oğlunu sevmektedir ama
dini bütün bir insandır ve Tanrının emirleri
ne itaat etmesi gerektiğini bilir. Eski Ahit'teki
Yaratılıştan alınan bir hikayede, İbrahim oğ
lunu Moriah Dağının tepesine götürüp adak
taşına yatırır, Tanrının istediği gibi oğlunu
bıçağıyla kurban edecektir. Ancak son anda,
Tanrı bir melek gönderip onu durdurur.
Bunun yerine, İbrahim yakınlardaki çalıla
ra yakalanmış bir koçu kurban eder. Tanrı,
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 229
İbrahim'in sadakatini oğlunun yaşamasına
izin vererek ödüllendirir.
Bu mesajı olan bir hikayedir. Buradan çıka
rılacak dersin genellikle, "inançlı ol, Tanrı'nın
sana dediklerini yap, en hayırlısı olur" olduğu
düşünülür. Temel mesele, Tanrının sözlerinden
şüphe etmemektir. Ancak Danimarkalı filozof
S0ren Kierkegaard
( 1 8 1 3-55)
için konu o kadar
basit değildi.
Korku ve Titreme
(1 842)
adlı ki
tabında, İbrahim'in aklından geçenleri, evin
den İsmail'i öldüreceğine inandığı dağa gider
ken yolda üç gün boyunca hissettiği korkuyu,
acıyı ve sorgulamayı hayal etmeye çalışmıştır.
Kierkegaard oldukça garip biriydi ve yaşa
dığı yer olan Kopenhag'a kolayca uyum sağla
yamamıştı. Bu ufak tefek adam, gündüzleri sık
sık şehrin sokaklarında bir dostuyla sohbet
ederken görülüyor ve kendini Danimarkalı Sok
rates olarak görmekten hoşlanıyordu. Geceleri
ise mumlarla çevrili masasının başında dura
rak yazı yazıyordu. En garip davranışlarından
biri, bir oyuna ara verildiği zaman salona girip,
herkesin sanki zaten oyunun başından beri ora
daymış, eğleniyormuş gibi düşünmesini sağla
maktı; oysa oyunu hiç izlememiş, tüm o vakit
boyunca evinde yazmakla uğraşır olurdu. Bir
yazar olarak çok çalışırdı ancak özel hayatında
acı verici bir seçim yapmak zorunda kaldı.
Genç bir kadına, Regine Olsen' e gönlünü
kaptırmış ve ona evlenme teklif etmişti. Regine
230 1 NIGEL WARBURTON
kabul etti. Ne var ki Kierkegaard, evlenmek için
fazla karamsar ve dindar olduğundan endişe
ediyordu. Belki de Danca "mezarlık" anlamına
gelen "Kierkegaard" soyadının hakkını veriyor
du. Regine'e, onunla evlenemeyeceğini yazdı ve
nişan yüzüğünü geri gönderdi. Bu karan verdi
ği için kendini çok kötü hissetmiş, sonrasında
gecelerce yatağında ağlamıştı. Regine, doğal
olarak yıkılmış ve geri dönmesi için ona yalvar
mıştı. Kierkegaard bunu reddetti. Bu olaydan
sonra, yazılarının çoğunun nasıl yaşanılacağı
na karar verme ve doğru karan verdiğinizi bil
menin zorluğu üzerine olması tesadüf değildir.
Karar verme, en ünlü eserinin başlığına yer
leşmişti:
Ya/Ya da.
Bu kitap, okuyuculara
ya
sefa sürmek ve _güzelliği kovalamak
ya da
gele
neksel ahlaki kurallara bağlı kalmak arasında
ki seçimi sunmaktaydı, estetik ile etik arasın
daki bir seçimi. Gelgelelim, çalışmasında sü
rekli geldiği nokta Tanrı inancıydı. İbrahim'in
hikayesi meselenin kalbidir. Kierkegaard için
Tanrıya inanmak basit bir karar değildir, hatta
karanlığa adım atmayı gerektirir ve inanca da
yanarak karar vermek, ne yapmanız gerektiği
ni söyleyen geleneksel fikirlere ters düşebilir.
Eğer İbrahim durmayıp oğlunu öldürseydi,
bu ahlaki açıdan yanlış bir şey olurdu. Bir baba
nın temel görevi oğluna bakmaktır ve kesinlikle
onu adak taşına yatırıp dini bir ayinde boğazını
kesmemelidir. Tanrının İbrahim'den istediği şey,
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 231
ahlakı görmezden gelmesi ve gözünü karartma
sıdır. Kutsal Kitapta İbrahim, normal anlamda
doğru ve yanlışı görmezden geldiği ve oğlu İs
hak'ı bile kurban etmeye hazır olduğu için hay
ran olunacak biri olarak gösterilir. Peki ama
korkunç bir hata yapmış olamaz mıydı? Mesaj
gerçekten Tanrıdan gelmemiş olsaydı ne olurdu?
Belki de bir halüsinasyondu, belki de İbrahim
delirmiş ve gaipten sesler duymaya başlamış
tı. Nasıl emin olabilirdi? Eğer Tanrının verdiği
emri değiştireceğini başta bilseydi, İbrahim için
işler daha kolay olurdu. Ama bıçağını oğlunun
kanını dökmek için kaldırdığında, gerçekten onu
öldüreceğine inanıyordu. Kutsal Kitapta anlatı
lan sahneye göre asıl vurgulanmak istenen bu
dur. İnancı son derece etkileyicidir,
çünkü
gele
neksel etik kaygılar yerine Tanrıya güvenmişti.
Aksi takdirde inanç olmazdı. İnanç risk içerir;
ayrıca irrasyoneldir, akla dayanmaz.
Kierkegaard bir babanın daima oğlunu ko
rumak zorunda olması gibi genelgeçer top
lumsal görevlerin bazen en yüksek değerde
olmadığına inanıyordu. Tanrıya itaat etme gö
revi, iyi bir baba olma görevinin, aslında di
ğer bütün görevlerin üstüne çıkar. İnsani ba
kış açısından, İbrahim oğlunu kurban etmeyi
düşünecek kadar katı kalpli ve gayriahlaki gö
rünebilir. Ancak Tanrının emri, bu emir her ne
olursa olsun, oyunu kazanan iskambildeki as
gibidir. Destede daha yüksek bir kart yoktur
232
j
NIGEL WARBURTON
ve insan etiği artık anlamlı değildir. Bununla
birlikte, inanç uğruna etikten uzaklaşan bir
kişi acı verici bir karar verir, her şeyi tehlike
ye atar, yaptığı şeyin nasıl bir yararı olacağını
ya da ne olacağını bilmez, mesajın gerçekten
Tanrıdan gelip gelmediğinden emin olamaz.
Bu yolu seçenler tamamen yalnızdır.
Kierkegaard Hıristiyandı, ancak Danimarka
kilisesinden nefret ediyor ve etrafındaki kayıt
sız Hıristiyanların davranışlarını kabul edemi
yordu. Onun için din, kilisede şarkı söylemek
için bir bahane değil, yürek burkan bir seçim
di. Ona göre Danimarka kilisesi Hıristiyanlığı
çarpıtıyordu ve gerçekten Hıristiyan değildi.
Doğal olarak bu düşünceleri onu sevilen biri
haline getirmedi. Sokrates gibi o da eleştirile
rinden ve sert 'ifadelerinden hoşlanmayan in
sanları kızdırdı.
Bu bölümde buraya dek, Kierkegaard'ın neye
inandığını kendimden emin bir. biçimde kale
me aldım. Gelgelelim, kitaplarında gerçekten
neyi kastettiğini yorumlamak bu kadar kolay
değildir. Bu bilerek yaptığı bir şeydi. Kierke
gaard sizi, kendi başınıza düşünmeye çağıran
bir yazardır. Nadiren kendi ismiyle yazar, ge
nelde takma isim kullanırdı. Sözgelimi,
Korku
ve Titreme
kitabını Johannes de Silentio adıyla
yazmıştı, yani Sessiz John. Bu, yalnızca kitap
ları Kierkegaard'ın yazmış olduğunu saklamak
için değildi, yazarın kim olduğunu pek çok kişi
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 233
hemen tahmin ediyordu ki muhtemelen onun
da istediği buydu. Kitabı için uydurduğu ya
zarlar, dünyaya kendi bakış açılarından ba
kan karakterlerdi. Bu, Kierkegaard'ın tartıştığı
durumları okuyucuya anlatmak ve onları da
tartışmanın içine çekmek için kullandığı tek
niklerden biridir. Dünyayı o karakterin gözle
rinden görürsünüz ve onun hayata dair farklı
yaklaşımlarının değerini belirlemek size düşer.
Kierkegaard'ın yazdıklarını okumak roman
okumak gibidir, fikirlerini geliştirmek için
sıklıkla kurgusal anlatıyı kullanır.
Ya/Ya da
kitabında
(1843),
kitabın hayali editörü Victor
Eremita, ikinci el bir masadaki gizli çekmecede
duran bir el yazması bulduğunu anlatır. El yaz
ması, kitabın ana metnidir. Güya iki farklı kişi
tarafından yazılmıştır, bunları A ve B olarak ta
nımlar. İlki, hayatı can sıkıntısından kurtulma
etrafında dönen ve yeni heyecanlar arayan zevk
meraklısı biridir. Genç bir kadını ayartma hika
yesi günlük tarzında anlatılır. Bu kısa hikaye
bazı açılardan Kierkegaard'ın Regine ile olan
ilişkisine ayna tutar. Zevk düşkünü bu karak
ter, Kierkegaard'ın aksine, yalnızca kendi hisle
riyle ilgilenmektedir.
Ya/Ya da
kitabının ikinci
kısmı ise, adeta bir yargıç tarafından yazılmış
gibidir, ahlaki yaşam tarzını savunur. İlk kıs
mın üslubu, A'nın ilgilerini yansıtır: Sanat, ope
ra ve baştan çıkarmayla ilgili kısa pasajlardan
oluşmaktadır. Bu bölümde sanki yazar, düşün-
234 1 NIGEL WARBURTON
celerini uzun süre bir konuya veremiyormuş
gibidir. İkinci kısım ise yargıcın hayata bakış
açısını yansıtacak şekilde daha ciddi, uzun ve
sıkıcı bir üslupla yazılmıştır.
Bu arada, eğer reddedilen zavallı Regine
Olsen için üzülüyorsanız, Kierkegaard'la ya
şadığı inişli çıkışlı ilişkiden sonra bir devlet
memuruyla evlendi ve görünen o ki, hayatının
geri kalanında yeterince mutlu yaşadı. Kierke
gaard ise asla evlenmedi ve hatta Regine'den
ayrıldıktan sonra bir kız arkadaşı bile olmadı.
Regine onun gerçek aşkıydı ve başarısız olan
ilişkileri, kısa ve ıstırap dolu hayatında yazdı
ğı neredeyse her şeyin kaynağıydı.
Birçok filozof gibi Kierkegaard'ın da değeri
kısa hayatı -henüz
42
yaşındayken öldü- süre
since tamamen"anlaşılmadı. Kitapları, herhan
gi bir rehberin yokluğunda ne yapacağımıza
karar vermenin getirdiği keder üzerine olan
düşüncelerinden etkilenen Jean-Paul Sartre
gibi (bkz.
33.
Bölüm) varoluşçularla birlikte
yirminci yüzyılda ünlü oldu.
Öznel bakış açısı, seçimler yapan bireyin
deneyimi Kierkegaard için çok önemliydi. Karl
Marx ise daha kapsamlı bir görüşü benimse
miştir. Hegel gibi Marx'ın da tarihin ve ona
yön veren güçlerin nasıl açığa çıktığına dair
geniş bir vizyonu vardı. Kierkergaard'ın aksi
ne, din yoluyla herhangi bir kurtuluş umudu
görmüyordu.
2 7 . B O L U M
Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşin!
KARL MARX
On dokuzuncu yüzyılda İngiltere'nin kuzeyin
de binlerce pamuk atölyesi vardı. Uzun bacala
rından çıkan koyu dumanlar sokakları kirletir
ve her yeri is kaplardı. İçerideki erkek, kadın
ve çocuklar, makinelerin dönmesini sürdür
mek için çok uzun saatler -çoğunlukla günde
14
saat- çalışırdı. Köle sayılmazlardı, fakat
maaşları çok düşük, koşullar zor ve çoğunluk
la tehlikeliydi. Eğer dikkatlerini kaybederlerse
makinelere yakalanabilir, uzuvlarını kaybe
debilir, hatta ölebilirlerdi. Bu tür durumlarda
uygulanan tıbbi yardım çok temeldi. Çok az
seçenekleri vardı, çalışmazlarsa aç kalırlardı.
236 1 NIGEL WARBURTON
Ayrılırlarsa, başka bir iş bulamayabilirlerdi.
Bu koşullar altında çalışan insanlar uzun ya
şamazdı ve hayatlarında kendilerinin diyebile
cekleri çok nadir anlar vardı.
Bu süreçte atölye sahipleri gitgide zengin
leşti. Esas kaygıları kar etmekti. Sermayeleri
(daha fazla para kazanmak için kullanabile
cekleri para), binaları ve makineleri, az çok
kendi malları sayılacak işçileri vardı. İşçilerin
ise hemen hemen hiçbir şeyi yoktu. Tüm ya
pabildikleri, çalışma kabiliyetlerini satmak ve
atölye sahiplerinin zenginleşmesine yardım et
mekti. Emekleriyle atölye sahiplerinin satın al
dığı hammaddelere değer katıyorlardı. Pamuk
fabrikaya girdiğinde, çıktığı halinden çok daha
az değerdeydi. �akat satıldıktan sonra pamu
ğa eklenen bu değerin çoğu, fabrika sahipleri
ne gidiyordu. İşçilere gelince, fabrika sahipleri
onlara mümkün olan en düşük ücreti veriyor,
genellikle sadece hayatta kalmalarına yetecek
kadar ödeme yapıyordu. İşçilerin iş güvenliği
yoktu. Eğer yaptıkları şeye olan talep düşerse,
işten atılır ve başka iş bulamazlarsa ölüme terk
edilirlerdi. Alman filozof Karl Marx ( 1 8 1 8-83),
1 830'larda yazmaya başladığında, Sanayi Dev
riminin yarattığı bu sert koşullar sadece İn
giltere'de değil, tüm Avrupa'da etkisini göster
mekteydi. Bu durum Marx'ı öfkelendiriyordu.
Marx bir eşitlikçiydi: İnsanlara eşit davranıl
ması gerektiğini düşünüyordu. Fakat kapitalist
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 237
sistemde -çoğunlukla miras kalan bir servetten
dolayı- parası olanlar, gitgide daha zenginleşi
yordu. Bu sırada, emeklerini satmaktan başka
yapacak bir şeyleri olmayan insanlar sefil ha
yatlar yaşıyor ve sömürülüyorlardı. Marx için
tüm insanlık tarihi, bir sınıf mücadelesi olarak
açıklanabilirdi: Zengin kapitalist sınıf (burjuva
zi) ile çalışan sınıf ya da proletarya arasındaki
mücadele. Burjuvazi ile proletarya arasındaki
bu ilişki, insanoğlunun potansiyeline ulaşması
nı engelliyor, çalışmayı tatmin edici bir etkinlik
yerine acı dolu bir şeye çeviriyordu.
Muazzam bir enerjiye sahip ve sorun ya
ratmasıyla ünlü olan Marx, hayatının çoğunu
fakirlik içinde geçirdi, zulümden kurtulmak
için Almanya'dan Paris'e, sonra da Brüksel'e
yerleşti. Nihayet Londra'yı mesken tutmuştur.
Burada yedi çocuğu, eşi Jenny ve kendisinden
gayrimeşru bir çocuk sahibi olduğu temizlik
çisi Helene Demuth'la yaşadı. Dostu Friedrich
Engels, gazetelerde yazabileceği işler bulması
için ona yardım etti ve hatta Marx'ın gayri
meşru oğlunu, durumu örtbas etmek için evlat
edindi. Bununla birlikte, Marx ailesinin nadi
ren yaşamını sürdürebilecek kadar parası olu
yordu. Çoğu zaman hastaydılar, açtılar ve üşü
yorlardı. Çocuklarından üçü trajik bir şekilde
yetişkinlik çağına gelmeden öldü.
Hayatının sonraki yıllarında Marx, günle
rinin çoğunu, çalışmak ve yazmak için Lond-
238 1
NIGEL WARBURTON
ra'daki British Museum'un okuma odasında
geçirecek, diğer günlerde de Soho'daki kala
balık dairesinde kalıp, kendi el yazısı çok kötü
olduğu, hatta bazen kendisi bile okuyamadığı
için düşüncelerini eşine yazdıracaktı. Bu zor
koşullarda muazzam sayıda, elliden fazla kalın
cildi dolduracak kadar kitap ve makale üretti.
Düşünceleri, kimileri için iyi, pek çok kişi için
ise şüphesiz kötü yönde, milyonlarca insanın
hayatını değiştirdi. Gerçi kendi zamanında ek
santrik bir figür, belki de biraz çılgın biri gibi
görünüyor olmalıydı. Ne kadar etkili olacağını
az insan öngörebildi.
Marx, kendini işçilerle özdeşleştiriyordu.
Toplumun tüm yapıları onları eziyordu. Tam
olarak insanca _yaşayamıyorlardı. Kısa bir süre
sonra fabrika sahipleri, üretim sürecini küçük
birimlere ayırmaları halinde daha fazla ürün
elde edebileceklerinin farkına vardılar. Böy
lece her işçi, üretim hattındaki belirli bir işte
uzmanlaşabilirdi. Fakat bu, işçilerin hayatını,
onları sıkıcı ve sürekli tekrarlayan eylemler
de bulunmaya zorlayarak daha da tatsız hale
getirdi. Bütün üretim sürecini görmüyor ve
ancak karınlarını doyuracak kadar kazanıyor
lardı. Yaratıcı olmak yerine yıpranıyorlar, fab
rika sahiplerinin zenginleşmesinden başka bir
amacı olmayan dev bir makinenin dişlilerine
dönüşüyorlardı. Sanki gerçekte insan değiller
di, sadece üretim hattının devam etmesi ve ka-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
239
pitalistlerin daha fazla kar -işçilerin emeğiyle
yaratılan, Marx'ın "artı değer" dediği şey- ko
parmalarını sağlamak için doyurulması gere
ken karınlar olarak görülüyorlardı: Tüm bun
ların işçiler üzerindeki etkisi, Marx'ın
yaban
cılaşma
dediği ş eydi. Bu sözcükle birkaç şey
demek istiyordu. İşçiler yabancılaşmışlardı
ya da gerçekte insan olarak oldukları şeyden
uzaklaşmışlardı. Yaptıkları şeyler de onları
yabancılaştırmıştı. Ne kadar çok çalışırlarsa,
o kadar fazla üretirlerdi ve kapitalistler için
daha fazla kar sağlarlardı. Nesnelerin kendisi
bile işçilerden intikam alır gibiydi.
Gelgelelim, hayatları sefil ve tamamen eko
nomik koşullarla belirlenmiş olsa da bu in
sanlar için hala biraz umut vardı. Marx, ka
pitalizmin sonunda kendi kendini ortadan
kaldıracağına inanıyordu. Proletarya, eninde
sonunda şiddetli bir devrimle yönetimi devra
lacaktı. Er ya da geç, dökülen tüm bu kandan,
insanların artık sömürülmediği, yaratıcı ve iş
birliği içinde olabildikleri daha iyi bir dünya
doğacaktı. Herkes topluma bir şekilde katkıda
bulunacak ve toplum da bunun karşılığını ve
recekti: Marx'ın görüşü, "herkesten yeteneğine
göre, herkese ihtiyacına göre"ydi. İşçiler fab
rikaların kontrolünü ellerine alarak, herkesin
ihtiyaç duyduğunu almaya yetecek kadar şeye
sahip olduğundan emin olacaklardı. Kimsenin
aç kalmasına ya da uygun giyecek veya barına-
240
1
NIGEL WARBURTON
ğı olmadan yaşamasına gerek olmayacaktı. Bu
gelecek, komünizm, işbirliğinin yararlarının
paylaşılmasına dayanan bir dünyaydı.
Marx, toplumun gelişim yönüne ilişkin ça
lışmasının, bu geleceğin kaçınılmaz olduğunu
gösterdiğine inanıyordu. Tarihin yapısı içerisi
ne inşa edilmişti. Fakat bir parça yardım gere
kebilirdi ve 1 848'de Engels'le birlikte yazdığı
Komünist Manifesto'da,
dünya işçilerini bir
leşmeye ve kapitalizmi devirmeye davet etti.
Jean-Jacques Rousseau'nun
Toplum Sözleş
mesi'nin
(bkz. 1 8. Bölüm) baştaki satırlarını
tekrarlayarak, işçilerin zincirlerinden başka
kaybedecek hiçbir şeyleri olmadığını ilan edi
yordu.
Marx tarihle ilgili düşüncelerinde Hegel'den
(22.
Bölüm) etkilendi. Hegel, görmüş olduğu
muz gibi, her şeyin altında yatan bir yapının
olduğunu ve aşamalı olarak bir şekilde kendi
nin bilincinde olacak bir dünyaya doğru iler
lediğimizi ifade etmişti. Marx, Hegel'den iler
lemenin kaçınılmazlığıyla birlikte, tarihin bir
örüntüye sahip ' olduğu, olayların birbirini iz
lemesinden ibaret olmadığı fikrini aldı. Ancak
Marx'ın yorumunda ilerleme, altta yatan eko
nomik güçler nedeniyle gerçekleşiyordu.
Marx ve Engels, sınıf mücadelesinin yerine,
kimsenin toprak sahibi olmadığı, miras bıra
kılmayan, eğitimin ücretsiz olduğu ve kamu
fabrikalarının herkesin ihtiyacını karşıladığı
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 24ı
bir dünya vaat etmiştir. Din ya da ahlaka da
gerek olmayacaktı. Din, daha sonra meşhur
olan ifadesiyle, "halkın afyonu"ydu: İnsanları,
gerçekte baskı altında olduklarını fark edeme
yecekleri şekilde uyutan bir uyuşturucu gibiy
di. Devrimden sonraki yeni dünyada insanlar,
insanlıklarını gerçekleştirebilecekti. Yapıp et
tikleri anlamlı olacak ve herkese yararlı ola
cak şekilde işbirliği yapacaklardı. Devrim, tüm
bunları başarmanın yoluydu, bu da, zenginler
öylece servetlerinden vazgeçmeyecekleri için
şiddet anlamına geliyordu.
Marx, geçmişteki filozofların dünyayı sade
ce yorumlamış olduklarını düşünüyordu, oysa
onun istediği dünyayı değiştirmekti. Bu, birço
ğu ahlaki ve siyasi reformlar üzerinde durmuş
olan ondan önceki filozoflara bir parça hak
sızlıktı. Ancak onun düşünceleri, birçoğundan
daha etkili oldu. Düşünceleri çabucak yayıldı,
1 9 1
7'de Rusya'da ve başka yerlerde görülen ger
çek devrimlere ilham verdi. Ne yazık ki -Rusya
ve bazı komşularını içine alarak kurulmuş de
vasa bir devlet olan- Sovyetler Birliği'nin, yir
minci yüzyılda Marksist çizgide oluşturulmuş
diğer komünist devletlerin çoğuyla birlikte
baskıcı, etkisiz ve yozlaşmış olduğu anlaşıldı.
Üretim süreçlerini ulusal ölçekte düzenlemek,
hayal edilebileceğinden çok daha zordu. Mark
sistler, bunun, Marksist düşüncenin kendisi
ne zarar vermediğini iddia eder. Bazıları hala
242 1 NIGEL WARBURTON
Marx'ın toplum hakkındaki düşüncelerinin te
melde doğru olduğuna inanır ancak komünist
devletlerin yöneticileri bu devletleri gerçek
anlamda komünist çizgide yönetmemişlerdir.
Başkaları ise insan doğasının bizi, Marx'ın he
saba katmadığı kadar rekabetçi ve kendimiz
için açgözlü yaptığına işaret ederler: Onların
görüşüne göre, insanların komünist bir dev
lette tam anlamıyla işbirliği yapması mümkün
değildir, bizler öyle yaratılmamışızdır.
1 883
yılında veremden öldüğünde, az sayı
da insan Marx'ın kendinden sonraki tarih üze
rindeki etkisini öngörebilmişti. Düşünceleri de
Londra Highgate Mezarlığında onunla birlik
te gömülecekmiş gibi görünüyordu. Engels'in,
mezarı başın
�
_aki "Adı yüzyıllar boyunca yaşa
yacak, eseri del" ifadesi hayal gibi görünüyor
du.
Marx'ın ana ilgi ala�ı ekonomik ilişkilerdi.
Onun görüşüne göre, olduğumuz ve olabilece
ğimiz her şeyi bu ilişkiler biçimlendiriyordu.
Pragmatist filozof William James, bir düşün
cenin "nakit değeri" hakkında yazarken olduk
ça farklı bir şey kastediyordu. James'e göre bu,
basit bir deyişle düşüncenin yol açtığı eylem,
dünyada yarattığı farktı.
2 8 . B O L U M
Ne Olmuş?
C.S. PEIRCE VE WILLIAM JAMES
Bir sincap, büyük bir ağacın gövdesine sıkıca
tutunmuştur. Ağacın diğer tarafında, gövdesine
sokulmuş bir avcı vardır. Avcı ne zaman soluna
doğru hareket etse, pençeleriyle ağaca tutunan
sincap da kendi soluna doğru hareket ederek
ağacın etrafında ilerler. Avcı sincabı bulmaya
çalışır, fakat sincap her seferinde avcının görüş
alanının dışında kalmayı başarır. Aynı durum
saatlerce aynı şekilde devam eder, avcı bir an
bile olsa sincabı göremez. Bu durumda, avcının
sincabın
etrafında döndüğünü
söylemek doğru
mudur? Bunun üzerine bir düşünün. Avcı ger
çekten avının
etrafında dönmüş
müdür?
244 \
NIGEL WARBURTON
C evabınızın "neden bilmek istiyorsun?" ol
ması mümkündür. Amerikalı filozof ve psikolog
William James
(1 842- 1 9 1 0),
aynı örnek üzerine
tartışmakta olan bir grup arkadaşına rastlar.
James, sizin cevabınıza sempatiyle yaklaşırdı.
Arkadaşları cevap üzerinde hemfikir olamasa
lar da meseleye ilişkin ortaya çıkarılabilecek
mutlak bir doğru varmışçasına tartışıyorlardı.
Bazıları "evet, avcı sincabın etrafında dönü
yordu," diğerleri ise, "hayır, kesinlikle dönmü
yordu" diyordu. James'in, cevabı bulmalarına
yardımcı olabileceğini düşündüler. James'in
cevabı kendi
pragmatist
felsefesine dayanı
yordu.
Söylediği şuydu: Eğer etrafında dönmek
ten kastınız, adamın sincabın önce kuzeyinde,
sonra doğusunda, sonra güneyinde ve sonra
da batısında bulunması ise ki bu da "etrafında
dönmek" fiilinin anlamlarından bir tanesidir,
o zaman avcının sincabın etrafında döndüğü
doğrudur. Bu anlamda, avcı gerçekten sinca
bın etrafında dönmektedir. Ancak eğer, avcı
nın önce sincabın karşısında, sonra sağında,
ardından arkasında, en sonunda da solunda
bulunmasını kastediyorsanız, karşımızda "et
rafında dönme"nin başka bir anlamı vardır ve
sorunun cevabı "hayır" dır. Sincabın karnı her
zaman avcıya dönüktür, bu anlamda avcı sin
cabın etrafında dönmemektedir. Aralarında
ağaç, yüzleri sürekli birbirlerine dönük, bir-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
245
birlerini görmeksizin döne döne dans ediyor
gibidirler.
Bu örnekle işaret edilen şey, pragmatizmin
pratik sonuçlarla, düşüncenin "nakit değeri"y
le ilgilendiğini göstermektir. Eğer cevap be
raberinde bir şey getirmiyorsa, o zaman neye
karar verdiğiniz gerçekten de önemli değildir.
Bütün mesele, niye bilmek istediğinize ve bu
nun fiilen nasıl bir fark yaratacağına bağlıdır.
Bu yaklaşımda, soruyla ilgili özel insani ilgi
ve "etrafında dönmek" fiilini farklı bağlamlar
da tam olarak nasıl kullandığımız dışında bir
hakikat yoktur. Eğer pratik bir fark yoksa, me
seleye dair bir hakikat de yoktur. Hakikat, bir
şekilde "orada bir yerde," onu bulmamızı bek
leyen bir şey değildir. James için hakikat, ba
sitçe işe yarayan, hayatlarımız üzerinde yararlı
etkisi olan şeydi.
Pragmatizm, on dokuzuncu yüzyılın sonla
rında Amerika Birleşik Devletleri'nde popüler
olan felsefi bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, fel
sefeyi daha bilimsel kılmak isteyen Amerika
lı filozof ve bilim insanı C.S. Peirce'le ("pörs"
diye telaffuz edilir) başladı. Peirce
(1839- 1 914),
bir ifadenin doğru olması için onu destekleye
cek bazı olası deney veya gözlemlerin olması
gerektiğine inanıyordu. Eğer "cam kırılgandır"
derseniz bu, ona bir çekiçle vurmanız duru
munda ufak parçalara ayrılacağı anlamına ge
lir. "Cam kırılgandır" ifadesini doğru kılan bu-
246 J NIGEL WARBURTON
dur. Cama vurduğunuzda ne olacağıyla ilgili
bu olgu dışında, camın sahip olduğu görünmez
bir "kırılganlık" niteliği yoktur. "Cam kırılgan
dır" ifadesi, bu pratik sonuçlardan ötürü doğru
bir ifadedir. "Cam saydamdır" da doğru bir ifa
dedir, çünkü camdan baktığınızda arkasını gö
rebilirsiniz ve bunun nedeni camın gizemli bir
özelliği değildir. Peirce, pratikte herhangi bir
fark yaratmayan soyut teorilerden nefret eder,
anlamsız olduklarını düşünürdü. Doğru, ide
al olarak yürütmek istediğimiz bütün deney
leri ve soruşturmaları gerçekleştirebilmemiz
durumunda en nihayetinde varacağımız şey
dir. Bu,
32.
Bölümün konusunu oluşturan, A.J.
Ayer'in mantıksal pozitivizmine çok yakındır.
Peirce'ün çalışmaları yaygın bir şekilde
okunmadı, ama William James'inkiler okundu.
O mükemmel bir yazardı - ünlü kardeşi, ro
man ve kısa hikaye yazarı Henry James kadar
iyi, belki ondan da iyiydi. İkisinin de Harvard
Üniversitesinde ders verdikleri dönemde, Ja
mes zamanının çoğunu Peirce'le pragmatizm
üzerine tartışarak geçirdi. James pragmatiz
min, makalelerinde ve derslerinde popüler
hale getirdiği kendine has bir biçimini geliş
tirdi. Onun için pragmatizm şöyle özetlenebi
lir: Doğru, işe yarayandır. Gerçi "işe yarayan"
derken ne demek istediği bir parça muğlaktır.
İlk dönem psikologlardan biri olsa da, sadece
bilimle değil, ahlaki anlamda doğru ve yanlış
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 247
ve dinle de ilgileniyordu. Aslında en çok tartı
şılan yazıları dinle ilgiliydi.
James'in yaklaşımı geleneksel doğruluk
görüşünden oldukça farklıdır. Bu görüşe göre
doğruluk, olgulara uygunluk göstermek an
lamına gelir. Bu uygunluk teorisine göre, bir
cümleyi doğru yapan şey, onun dünyanın na
sıl olduğunu tam olarak betimlemesidir. "Kedi
minderin üzerindedir" cümlesi, minderin üze
rinde bir kedi olduğu zaman doğrudur, olma
dığı zaman, örneğin kedi dışarı çıkmış bahçe
de fare arıyorsa yanlıştır. James'in pragmatik
doğruluk teorisine göre, "minderin üzerinde
kedi var" cümlesini doğru yapan şey, ona inan
manın bizim için pratik olarak kullanışlı so
nuçlar üretmesidir. Bizim için işe yarar. Böy
lece örneğin minderin üzerinde kedi olduğuna
inanmak, kedi başka bir yere gidinceye kadar
evcil faremizle minderin üzerinde oynamaya
cağımızı bilmemiz sonucunu doğurur.
"Minderin üzerinde kedi var" gibi bir örneği
kullandığımızda, bu pragmatik doğruluk teori
sinin sonuçları özellikle şaşırtıcı ya da önem
li
görünmez. Ancak bunu bir de "Tanrı vardır"
cümlesinde deneyelim. James'in bu konuda ne
söylemesini beklerdiniz?
Tanrının var olduğu doğru mu? Ne düşünü
yorsunuz? Başlıca cevaplar "evet, Tanrının var
olduğu doğrudur," "hayır, Tanrının var olduğu
doğru değildir" ya da "bilmiyorum" olur. Bunu
248 1
NIGEL WARBURTON
okumadan önce soruma cevap vermek zorun
da kalsaydınız, muhtemelen bu cevaplardan
birini verirdiniz. Bu konumların adları vardır:
Teizm, ateizm ve bilinemezcilik. "Evet, Tanrı
nın var olduğu doğrudur" diyenler, genellikle
bir yerlerde üstün bir varlığın var olduğunu
ve "Tanrı vardır" ifadesinin, yaşayan hiç insan
olmasa, hatta insanoğlu hiç var olmamış olsa
bile doğru olacağını kasteder. "Tanrı vardır" ya
da "Tanrı yoktur," hem doğru hem de yanlış ifa
delerdir. Fakat onları doğru ya da yanlış yapan
onlar hakkında ne düşündüğümüz değildir.
Onlar hakkında ne düşünürsek düşünelim, bu
ifadeler ya doğru ya da yanlıştır. Onları düşü
nürken, sadece doğru cevabı bulmayı umarız.
James, "Tap.rı vardır" ifadesinin oldukça
farklı bir analizini sundu. Söz konusu ifade
nin doğru olduğunu düşünüyordu. Onu doğru
yapan şey, sahip olması yararlı bir inanç ol
masıdır. Bu sonuca varırken Tanrının varlığına
inanmanın faydalarına odaklandı. Bu onun için
önemli bir konuydu ve bundan dolayı, dinsel
inancın sahip olabileceği geniş kapsamlı et
kileri incelediği
Dinsel Deneyim Türleri
( 1 902)
adını taşıyan bir kitap yazdı. James için "Tanrı
vardır" ifadesinin doğru olduğunu söylemek,
inanan için, ona inanmanın iyi olduğunu söyle
mektir. Bu, benimsenmesi şaşırtıcı bir konum
dur.
1 2.
Bölümde incelediğimiz, bilinemezcile
rin Tanrının varlığına inanmaktan fayda sağ-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 249
layacaklarını söyleyen Pascal'ın argümanını
andırır. Gerçi Pascal, "Tanrı vardır" ifadesinin,
insanlar Tanrıya inanarak kendilerini daha iyi
hissettikleri ya da bu inançtan dolayı daha iyi
insanlar oldukları için değil Tanrı gerçekten
var olduğu için doğru old
u
ğu
na
inanırdı.
Onun
giriştiği bahis, bilinemezcileri kendi düşün
düğü şeyin doğru olduğuna inandırmanın bir
yoluydu sadece. James içinse Tanrıya inancın
"tatminkar bir şekilde işe yaradığı" varsayımı,
"Tanrı vardır" ifadesini de do
ğr
u
kılar.
Bunu daha da netleştirmek için "Noel Baba
vardır" cümlesini ele alalım. Bu doğru mudur?
Gerçekten, kırmızı yüzlü neşeli ve tombul bir
adam her noelde hediye dağıtmak için baca
nızdan içeri girer mi? Eğer bunun gerçek ol
duğuna inanıyorsanız, bu paragrafın gerisini
okumayın. Gerçi gerçekten var olsa güzel olur
du diye düşünseniz bile, Noel Babanın var ol
duğunu
düşünmüyor
olduğunuzu tahmin edi
yorum. İngiliz filozof Bertrand Russell (bkz.
3 1 .
Bölüm), William James'in pragmatik doğruluk
teorisinin, onun "Noel Baba vardır" ifadesinin
doğru olduğuna inanması gerektiği anlamına
geldiğini
söyleyerek bu teoriyle dalga geçmiş
tir. Bunu söylemesinin nedeni, James'in bir
cümleyi doğru kılan şeyin, ona inanmanın ina
nan kişi üzerindeki etkisi olduğunu düşünme
siydi. En azından çoğu çocuk için en azından,
Noel
Babaya inanmak harikadır. Noeli onlar
250
1 NIGEL WARBURTON
için çok özel bir güne dönüştürür; daha iyi
davranmalarını sağlar; noelden önceki günler
de odaklanabilecekleri bir şey verir. Onlar için
işe yarar. Dolayısıyla ona inanmak bir şekilde
işe yaradığı için, bu durum onu, James'in teo
risine göre doğru kılıyor görünür. Sorun şu ki,
doğru olsaydı iyi olacak olan şey ile gerçekten
doğru olan şey arasında bir fark vardır. James,
böyle bir durumda, Noel Babaya inanmak ço
cuklar için işe yarıyor olsa da, herkes için işe
yaramadığını belirtebilirdi. Eğer aileler Noel
Babanın noel arifesinde hediye dağıttığına
inansaydı, çıkıp çocukları için hediye almaya
gitmezlerdi. "Noel Baba vardır" inancında bir
aksaklık olduğunu anlamak için noel sabahını
beklemek yeterli olurdu. Fakat bu, küçük ço
cuklar için N Öel Babanın olması doğru, çoğu
yetişkin içinse yanlıştır mı demek? Bu durum
da doğruyu öznel, dünyanın nasıl olduğundan
ziyade bizim bir şey hakkında nasıl hissettiği
mize ilişkin bir meseleye dönüştürmez mi?
Başka bir örnek ele alalım. Diğer insanların
zihinleri olduğunu nereden biliyorum? Hiçbir
içsel yaşamı olmayan bir çeşit zombiden ibaret
olmadığımı kendi deneyimlerimden biliyorum.
Kendi düşüncelerim, niyetlerim vb var. Bunun
la birlikte, etrafımdaki insanların da düşünce
lerinin olup olmadığını nasıl söyleyebilirim?
Belki de bilinçsizler. Kendilerine ait zihinleri
olmaksızın otomatik bir şekilde hareket eden
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
251
zombiler olamazlar mı? Burada söz konusu
olan, filozofları uzun zaman endişelendiren
Diğer Zihinlerin Varlığı Problemidir. Çözmesi
zor bir bilmecedir bu. James'in cevabı, diğer
insanların zihinlerinin olduğunun doğru ol
ması gerektiğidir. Aksi takdirde, diğer insanlar
tarafından kabul edilme ve takdir edilme ar
zumuzu tatmin edemezdik. Bu tuhaf denebile
cek bir argümandır. James'in pragmatizminin
hüsnükuruntu -gerçekten doğru olup olmadı
ğına bakmaksızın, doğru olması arzu edilen
şeye inanma- olduğu izlenimini verir. Birileri
sizi övdüğünde, sırf hoşunuza gittiği için, on
ların robot değil de bilinç sahibi varlıklar ol
duğunu düşünmek, onları bilinç sahibi varlık
lar yapmaz. Pekala içsel bir yaşamdan yoksun
olabilirler.
Yirminci yüzyılda Amerikalı filozof Richard
Rorty
(1931 -2007)
bu tarzdaki pragmatik dü
şünmeyi devam ettirmiştir. James gibi o da
sözcükleri dünyayı bir biçimde yansıtan sem
bollerden ziyade, bir şeyler yaparken kullan
dığımız araçlar olarak düşünüyordu. Sözcük
ler dünyayı kopyalamamızı değil, onunla başa
çıkmamızı sağlar. "Doğru, çağdaşlarınızın ya
nınıza kar kalmasına izin verdikleri şeydir" ve
tarihin hiçbir dönemi gerçekliği bir diğerinden
daha doğru yakalamaz diyordu. Rorty'ye göre,
insanlar dünyayı tanımlarken, bir Shakespea
re oyununu yorumlayan edebiyat eleştirmenle-
252
j
NIGEL WARBURTON
ri gibidirler: Oyunun, hepimizin kabul etmesi
gereken tek bir "doğru" okuması yoktur. Farklı
insanlar, farklı zamanlarda, metni farklı şe
killerde yorumlarlar. Rorty herhangi bir bakış
açısının daimi doğruluğunu reddetmiştir. Ya
da en azından, benim onun çalışmalarına dair
yorumum budur. Muhtemelen Rorty, avcının
ağacın çevresinde koşturan sincabın etrafın
da dönüp dönmediği sorusunun "doğru" cevabı
olmadığı gibi, bunun da doğru bir yorumu ol
madığını düşünürdü.
Friedrich Nietzsche'nin eserlerinin doğru
bir yorumunun olup olmadığı da ilginç bir so
rudur.
ı/
d
2 9 . B O L U M
Tanrının Ölümü
FRIEDRICH NIETZSCHE
"Tanrı
öldü," Alman
filozof Friedrich
Nietzsche'nin ( 1 844-1 900) en ünlü sözüdür.
Fakat Tanrı nasıl ölebilir ki? Tanrının ölüm
süz olduğu varsayılır. Ölümsüz varlıklar öle
mez. Sonsuza . dek yaşarlar. Bir bakıma mesele
de budur .. . Tanrının ölümü bu nedenle kula
ğa garip gelir. Nietzsche, Tanrının ölemeyeceği
fikriyle oynuyordu. Tanrının bir zamanlar ger
çekten yaşadığını ama artık öldüğünü kastet
miyordu. Tanrıya inanmayı bırakmanın akılcı
olduğundan söz ediyordu. Nietzsche, "Tanrı
öldü" ifadesini
Şen Bilim
kitabında (1 882) elin
de fenerle her yerde Tanrıyı arayan, ama bu-
254 J
NIGEL WARBURTON
lamayan bir karakterin ağzından söylüyordu.
Köylüler bu adamın deli olduğunu düşünür.
Nietzsche olağanüstü bir adamdı. Henüz
yirmi dört yaşındayken Basel Üniversitesi
ne profesör olarak atandığında, önünde onu
saygın bir akademik kariyer bekliyor gibi
görünüyordu. Fakat bu eksantrik ve özgün
düşünür, uyumlu biri değildi, hayatı kendi
si için zorlaştırmak hoşuna gidiyor gibiydi.
Sonunda
1 879
yılında, kısmen hastalığından
dolayı üniversiteden ayrıldı. İtalya, Fransa ve
İsveç' e seyahat etti. O dönemde pek kimsenin
okumadığı ama günümüzde hem felsefi hem
de edebi eserler olarak ün kazanmış kitapla
rını yazdı. Sonrasında ruh sağlığı bozuldu ve
hayatının son zamanlarını bir akıl hastane
sinde geçirdi.
Fikirlerini düzenli bir biçimde sunan Irnma
nuel Kant'ın aksine, Nietzsche okuyucularına
her açıdan yaklaşıyordu. Yazılarının çoğu kısa,
parça parça paragraflardan ve tek cümlelik
yorumlardan oluşuyordu. Bir kısmı ironik, bir
kısmı içten, çoğu ise kibirli ve kışkırtıcıydı. Ba
zen Nietzsche'nin size bağırdığını hissedersi
niz, bazen de kulağınıza fısıldadığını. Sıklıkla,
okuyucularının onunla işbirliği yapmasını is
ter, sanki sen ve ben işleırin nasıl yürüdüğü
nü biliyoruz ama bu aptallar yanılsamalardan
mustarip der gibidir. Sürekli geri döndüğü bir
tema ahlakın geleceğidir.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 255
Eğer Tanrı ölürse, sonra ne olur? Nietzs
che'nin kendine bu soruyu sorar. Cevabı ise,
bizi ahlak için bir temelden yoksun bıraktığı
dır. Doğru ya da yanlışa, iyi ya da kötüye dair
düşüncelerimiz bir Tanrının olduğu dünyada
anlam kazanır. Tanrının olmadığı bir dünyada
anlamsızdırlar. Tanrıyı ortadan kaldırırsanız,
o zaman nasıl yaşamamız, neye değer verme
miz gerektiğine dair açık ilkelerin var olma
olasılığını da ortadan kaldırmış olursunuz. Bu
sert bir mesajdır ve çağdaşlarının çoğu bunu
duymak bile istemez. Nietzsche kendisini bir
"ahlak karşıtı" olarak tanımlar; kasten kötü
şeyler yapan biri değil, ahlakın ötesine geçme
miz gerektiğine inanan biridir: Kitaplarından
birinin başlığı gibi, "iyinin ve kötünün ötesin
de" olmalıyız.
Nietzsche için Tanrının ölümü, insanlık için
yeni olanakların kapısını aralamaktadır. Bun
lar, hem korkutucu hem de heyecan vericidir.
Olumsuz tarafı, insanların nasıl yaşamak ya
da nasıl olmak zorunda oldukları hakkında
güvenlik ağının veya kuralların bulunmama
sıydı. Dinin ahlaki eylemlere anlam verip onla
rı sınırladığı yerde, Tanrının yokluğu her şeyi
mümkün kılıyor ve bütün sınırları ortadan
kaldırıyordu. Olumlu tarafı ise, en azından
Nietzsche'nin bakış açısından, artık bireyle
rin kendi değerlerini kendileri için yaratabil
meleriydi. Kendi yaşam tarzlarını geliştirerek
256
1 NIGEL WARBURTON
yaşamlarını sanat eserlerine dönüştürebilir
lerdi.
Nietzsche, bir kez Tanrının olmadığını ka
bul ettiğinizde, Hıristiyanlığın doğru ya da
yanlış görüşüne sarılamayacağınızı görmüş
tür. Bu kendi kendini aldatmak olacaktır. Kül
türünün miras aldığı, merhamet, iyilik ve diğer
insanların çıkarlarını düşünmek gibi değerlere
bütünüyle meydan okunabilirdi. Nietzsche'nin
bunu yapma şekli, bu değerlerin kökenleri hak
kında tahminde bulunmak olmuştur.
Nietzsche'ye göre zayıf ve muhtaç birine
göz kulak olmak gibi Hıristiyan erdemlerinin,
şaşırtıcı kökenleri vardı. Merhamet ve iyiliğin
kesinlikle iyi olduğunu düşünebilirsiniz. Muh
temelen iyiliği överek ve bencilliği hor göre
rek büyüdünüz·; Nietzsche, sahip olduğumuz
düşünme ve hissetme örüntülerinin bir tarihi
olduğunu öne sürer. Sahip olduğumuz kavram
lara nasıl sahip olduğumuzun tarihini ya da
"soykütüğü"nü bir kez bildiğimizde, onların
tüm zamanlar için sabit ve nasıl davranmamız
gerektiği hakkında bir şekilde nesnel olgular
olduğunu düşünmek güç olur.
Ahlakın Soykütüğü
kitabında Nietzsche,
eski Yunanlarda, çok güçlü aristokrat kahra
manların hayatlarını iyilik, cömertlik ve yanlış
bir şey yapmaktan duyulan suçluluk duygusu
yerine şeref, utanç ve savaşta kahramanlık et
rafında şekillendirdiği durumu tasvir ediyor-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
257
du. Bu hayat, Yunan şair Homeros'un
Odysseia
ve n
yada
'
da tasvir ettiği dünyadır. Bu kahra
manlar dünyasında güçsüz olanlar yani kö
leler ve zayıflar, güçlüleri kıskanırdı. Köleler,
kıskançlık ve hınçlarını güçlülere yöneltirdi.
Bu olumsuz hislerden yeni bir değerler küme
si yaratmışlardı. Aristokratların kahramanlık
değerlerini tersine çevirdiler. Köleler aristok
ratlar gibi gücü ve kudreti kutlamak yerine,
cömertliği ve zayıfa yönelik kaygıyı erdeme
dönüştürdü. Nietzsche'nin deyimiyle bu köle
ahlakı güçlünün eylemlerini kötü, kendisi gibi
olanların hislerini iyi görür.
İyilik ahlakının kökenlerinin kıskançlık
hissinde bulunduğu düşüncesi meydan oku
yucuydu. Nietzsche, zayıflara yönelik Hıris
tiyan merhamet ahlakı yerine, aristokratla
rın değerlerini, güçlü savaşçı kahramanların
kutlanmasını üstün tutuyordu. Hıristiyanlık
ve ondan türeyen ahlak, her bireye eşit değe
re sahipmiş gibi davranır, Nietzsche ise bunun
ciddi bir hata olduğunu düşünür. Beethoven ve
Shakespeare gibi sanatçı kahramanları, sürü
den çok daha üstündü. Görünüşe göre mesajı,
en başında kıskançlıktan doğan Hıristiyanlık
değerlerinin, insanlığı kösteklediğidir. Belki
de ödenmesi gereken bedel, zayıfların ayaklar
altında ezilmesiydi ama bu, güçlünün önünde
açılan zafer ve haşarı uğruna ödemeye değer
bir bedeldi.
258
1 NIGEL WARBURTON
Böyle Dedi Zerdüşt
(1883- 1992) kitabında
Nietzsche,
übermensch
ya da "Üst-İnsan" hak
kında yazmıştır. Kitapta geleneksel ahlaki ku
ralların kendini engellemesine izin vermeyen,
onların ötesine geçip yeni değerler yaratan, ge
lecekteki hayali bir kişiden söz ediyordu. Belki
de Charles Darwin'in evrim teorisinden etki
lenerek,
Übermenschi
insanlığın gelişimindeki
bir sonraki adım olarak görmüştür. Bu bir par
ça endişe vericidir, çünkü kendilerini kahra
man olarak görenleri destekliyor ve başka in
sanların çıkarlarını düşünmeden onların akıl
larına eseni yapmalarını istiyor görünür. Daha
da kötüsü, bu, Nazilerin Nietzsche'nin eserle
rinden aldıkları ve üstün ırk hakkındaki çar
pık görüşlerini desteklemek için kullandıkları
bir fikirdi, ancak birçok araştırmacı Nazilerin
Nietzsche'nin gerçekte yazdığı şeyi çarpıttığı
nı iddia eder.
Ne yazık ki akıl sağlığını kaybettikten son
ra ve ölümünün ardından otuz beş yıl boyunca
Nietzsche'nin eserlerinin kontrolü kız kardeşi
Elizabeth'te kaldı. Kız kardeşi, Yahudi düşma
nı bir Alman milliyetçisiydi. Ağabeyinin def
terlerini gözden geçirirken onayladığı satırları
seçiyor, Almanya'yı eleştiren ya da kendi ırkçı
fikirlerini desteklemeyen her şeyi dışarıda bı
rakıyordu.
Kudret İradesi/Güç İstenci
adıyla
yayımlanan, Nietzsche'nin düşüncelerinin bu
kopyala-yapıştır versiyonu, onun yazılarını
FELSEFENİN KISA TARİHİ
i 259
Nazilerin propaganda malzemesi haline getir
di ve Nietzsche, Üçüncü Reich'ta onaylanan bir
yazar oldu. Eğer daha uzun yaşamış olsaydı,
bununla bir ilgisinin olma ihtimali son derece
düşük olurdu. Bununla birlikte, eserlerindeki
pek çok satırda, güçlünün zayıfı yok etme hak
kını savunduğu da inkar edilemez. Kuzuların
yırtıcı kuşlardan nefret ettiğini söylemesi şa
şırtıcı değildir. Fakat bu, yırtıcı kuşların kuzu
ları kapıp kaçırıp yemesini hor görmemiz ge
rektiği anlamına gelmez.
Aklı kutsayan Immanuel Kant'ın aksine,
Nietzsche her zaman, insani değerleri şekil
lendirmede duyguların ve irrasyonel güçlerin
oynadığı rolü vurguladı. Görüşlerinin bilinçdı
şı arzuların doğasını ve gücünü inceleyen Sig
mund Freud'u etkilediğine kuşku yoktur.
3 0 . B O L U M
Gizlenen Düşünceler
SIGMUND FREUD
Kendinizi gerçekten bilebilir misiniz? Kadim
filozoflar bilebileceğinize inanırdı. Peki, ya ya
nılıyorlarsa? Ya zihninizin, içine giremeyesiniz
diye kapıları sürekli kilitli tutulan odalar gibi,
asla doğrudan erişemeyeceğiniz bazı kısımları
varsa?
Görünüşler yanıltıcı olabilir. Sabahın erken
saatlerinde güneşi izlediğinizde, ufkun öte
sinden yükseliyor gibi görünür. Gün boyunca
gökyüzünü boydan boya kat eder ve sonunda
batar. Bu, bizi, güneşin dünyanın etrafında
döndüğünü düşünmeye iter. Yüzyıllar boyunca
insanlar bunun böyle olduğuna inandı. Ama
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 261
öyle değildi. On altıncı yüzyılda gökbilimci Ni
colaus C opernicus, diğer gökbilimcilerin daha
önce bu konuda şüpheleri olmuş olsa da bunu
fark eden ilk kişiydi. Kopernik Devrimi, yani
dünyanın güneş s.isteminin merkezinde olma
dığı fikri şok etkisi yarattı.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında, daha
önce gördüğümüz üzere (25. Bölüm), bir sürp
rizle daha karşılaştık. O zamana kadar insan
lar, hayvanlardan tamamen farklı ve Tanrı ta
rafından tasarlanmış gibi görünüyordu. Fakat
Charles Darwin'in doğal seçilim yoluyla evrim
teorisi, insanların şempanzelerle ortak atala
ra sahip olduğunu ve Tanrı tarafından tasar
landığımızı varsaymaya gerek olmadığını gös
terdi. Bu tasarımın sorumlusu gayrişahsi bir
süreçti. Darwin'in teorisi, nasıl maymunumsu
yaratıklardan geldiğimizi ve onlara ne kadar
yakın olduğumuzu ortaya koyuyordu. Darwin
ci devrimin etkileri günümüzde hala hissedilir.
Sigmund Freud'a göre (1856- 1 939), insan
düşüncesindeki üçüncü büyük devrim, kendi
keşfiyle bilinçdışı gerçekleşmişti. Yaptığımız
pek çok şeyin içimizde saklı arzular tarafın
dan yönlendirildiğini fark etti. Onlara doğru
dan erişemeyiz, ama bu onların yaptıklarımızı
etkilemesini engellemez. Yapmak istediğimiz,
fakat yapmak istediğimizin farkında olmadığı
mız şeyler vardır. Bu bilinçdışı arzular, yaşam
larımız ve toplumu düzenleme biçimimiz üze-
262 1
NIGEL WARBURTON
rinde derin bir etkiye sahiptir. Bunlar, insan
uygarlığının en iyi ve en kötü yanlarının kay
nağıdır. Benzer bir düşünce Friedrich Nietzs
che'nin eserlerinde bulunur ancak bu keşfin
sahibi Freud'dur.
Kariyerine nörolog olarak başlamış bir psi
kiyatr olan Freud, Avusturya'nın hala Avustur
ya-Macaristan İmparatorluğunun bir parçası
olduğu dönemde Viyana'da yaşadı. Orta sınıfa
mensup Yahudi bir babanın oğlu olan Freud,
on dokuzuncu yüzyıl sonlarında bu kozmopo
lit şehirde, iyi eğitimli ve köklü ailelerden ge
len çok sayıda genç adamdan biriydi. Gelgele
lim, birkaç genç hastayla yürüttüğü çalışmalar
dikkatini gittikçe ruhun bazı bölümlerine doğ
ru çekti. Bu bölümlerin, hastaların davranış
larını yönetti
g
ine ve farkında olmadıkları me
kanizmalar yoluyla hastalardaki problemleri
yarattığına inanıyordu. Histeri ve diğer nevroz
çeşitleri onu cezbediyordu. Çoğunluğu kadın
olan bu histeri hastaları sıklıkla uykularında
yürüyor, halüsinasyonlar görüyor ve hatta felç
geçiriyorlardı. Ne var ki tüm bunlara neyin se
bep olduğu bilinmiyordu. Doktorlar, bu belirti
leri ortaya çıkaran fiziksel bir neden bulama
mıştı. Freud, hastaların kendi problemlerine
dair anlattıklarını ve kişisel hikayelerindeki
bilgileri dikkatle inceleyerek, bu insanların
problemlerinin gerçek kaynağının bir çeşit ra
hatsızlık verici hatıra ya da arzu olduğu sonu-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
263
cuna vardı. Bu anı ya da arzu bilinçdışıydı ve
hastalar ona sahip olduklarından habersizdi.
Freud, hastalarını kanepeye yatırır ve akıl
larına ne gelirse söyletirdi. Bu, düşünceleri
nin açığa çıkmasını tetiklediği için hastaların
kendilerini sıklıkla çok daha iyi hissetmeleri
ne yol açardı. Düşüncelerin akmasına izin ve
ren bu "serbest çağrışım," önceden bilinçdışı
olanı bilinçli hale getirerek şaşırtıcı sonuçlar
ortaya çıkarıyordu. Freud hastcılarından rüya
larını anlatmalarını da isterdi. Bir şekilde bu
"konuşma tedavisi," hastaların sorunlu düşün
celerinin kilidini açıp bazı belirtilerin ortadan
kalkmasını sağlıyordu. Sanki konuşma eylemi,
yüzleşmek istemedikleri düşüncelerin neden
olduğu baskıyı rahatlatıyordu. Bu, psikanali
zin doğuşuydu.
Bilinçdışı arzuları ve hatıraları olanlar,
sadece nevrozlu ve histerik hastalar değildir.
Freud' a göre onlar hepimizde vardır. Bu, top
lumsal yaşamın nasıl mümkün olduğunu gös
terir. Gerçekte ne hissettiğimizi ve ne yapmak
istediğimizi kendimizden saklarız. Bu düşün
celerden bazıları şiddet içerir, pek çoğu ise
cinsel içeriklidir. Açığa çıkarılamayacak kadar
tehlikelidirler. Zihin onları
bastırır,
bilinçdı
şının derinliklerinde tutar. Bunların çoğu, biz
henüz küçük bir çocukken şekillenir. Bir çocu
ğun hayatındaki ilk olaylar yetişkinlikte yeni
den ortaya çıkabilir. Örneğin Freud, erkeklerin
264 1
NIGEL WARBURTON
hepsinin, babalarını öldürmek ve anneleriyle
birlikte olmak gibi bilinçdışı bir isteğe sahip
olduğuna inanıyordu. Bu, adını Yunan mitoloji
sinde kehaneti gerçekleştirerek babasını öldü
ren ve annesiyle evlenen (iki durumda da böyle
yaptığının farkında değildir) Oedipus'tan alan
Oedipus kompleksidir. Erken döneme ait bu
utandırıcı arzu, bazı insanların hayatını onlar
farkına bile varmadan şekillendirir. Zihindeki
bir şey, bu karanlık düşünceleri tanımlanabilir
bir biçimde yüzeye çıkmadan durdurur. Ancak
bu ve diğer bilinçdışı arzuların bilinçli hale
gelmesini engelleyen bu mekanizma, tamamen
başarılı olmaz. Düşünceler kılık değiştirerek
kaçmayı başarır. Örneğin rüyalarda ortaya çı
karlar.
Freud için rüyalar, "bilinçdışına giden kral
yolu"dur. Saklı düşünceleri ortaya çıkarmanın
en iyi yollarından biridir. Rüyalarda gördüğü
müz ve deneyimlediğimiz şeyler, göründükleri
gibi değildir. Rüyaların görünürde olup biten
bir açık içeriği vardır. Oysa rüyanın gerçek
anlamı saklı içeriğinde yatar. Psikanalistlerin
anlamaya çalıştığı şey budur. Rüyalarda kar
şılaştığımız şeyler sembollerdir. Bilinçdışı zi
hinlerimizde gizlenen arzularımıza karşılık ge
lirler. Örneğin içinde yılan ya da şemsiye ya da
kılıç geçen bir rüya, genellikle gizli bir cinsel
rüyadır. Yılan, şemsiye ve kılıç, klasik "Freudcu
semboller" dir - penisi temsil ederler. Benzer
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 265
bir şekilde, rüyadaki para kesesi ya da mağara
vajinayı temsil eder. Bu fikri hayret verici ve
saçma buluyorsanız, Freud muhtemelen, zihni
nizin sizi bu tür cinsellikle ilgili düşüncelerin
farkına varmaktan koruduğunu söylerdi.
Bilinçdışındaki arzulara dair işaretleri
görmenin bir başka yolu da dil sürçmeleridir.
"Freud sürçmesi" diye adlandırılan bu dil sürç
meleri, sahip olduğumuzun farkında olmadı
ğımız arzuları açığa vururlar. Televizyondaki
pek çok haber spikeri, bir adı ya da ifadeyi dile
getirirken takılmış, kazara müstehcen konuş
muştur. Bir Freudcu, bunun bir tesadüf olama
yacak kadar sık meydana geldiğini söylerdi.
Bilinçdışı arzularımızın hepsi cinsellik ya
da şiddet içermez. Bazıları temel bir çatışma
yı açığa çıkarır. Bilinç seviyesinde istediğimiz
bir şeyi bilinçdışı seviyede yapmak istemeye
biliriz. Üniversiteye gitmeniz için geçmeniz
gereken önemli bir sınavınız olduğunu düşü
nelim. Bilinçli olarak, sınava hazırlanmak için
elinizden geleni yaparsınız. Önceki sınavlarda
çıkan sorulara bakarsınız, özet şeklinde soru
ların cevaplarını hazırlanırsınız ve sınav sa
lonuna vaktinde yetişebilmek için alarmı kur
duğunuzdan emin olursunuz. Her şey yolunda
görünür. Zamanında kalkar, kahvaltınızı yapar,
otobüse yetişirsiniz ve sınav saatinden biraz
önce orada olacağınızı fark edersiniz. Tam bu
sırada, otobüste mutlu bir şekilde uyuklamaya
266 1
NIGEL WARBURTON
başlarsınız. Uyandığınızda korkuyla fark eder
siniz ki, otobüsün numarasını yanlış okumuş
sunuz ve şu anda şehrin tamamen farklı bir
yerindesiniz; doğru yere gidip sınava yetişmek
için ise yeterli zamanınız yok. Sınavı geçmenin
sonuçlarına dair korkunuz, bilinçli çabalarını
zı geçersiz kılmış görünür. Daha da derin bir
düzeyde başarmak istememişsinizdir. Kendi
nize bunu itiraf etmek çok korkutucu olurdu,
ama bilinçdışınız bunu sizin için ortaya çıkar
dı.
Freud, teorisini sadece nevrotik davranış
gösteren bireylere değil, ortak kültürel inanç
lara da uyguladı. Özellikle, insanların neden
dine kaydıklarının psikanalitik açıklamasını
sundu. Tanrıya inanıyor olabilirsiniz. Belki de
hayatınızda Tanrının varlığını hissediyorsu
nuz. Ancak Freud'un, Tanrıya olan inancınızın
nereden geldiğine dair bir açıklaması vardı.
Tanrı var olduğu için ona inandığınızı düşünü
yor olabilirsiniz, ama Freud çok küçük bir ço
cukken hissettiğiniz korunma ihtiyacını hala
hissediyor olduğunuz için Tanrıya inandığınızı
düşünüyordu. Freud' a göre bütün uygarlıklar,
bir yerlerde, karşılık bulmamış korunma ihti
yaçlarınıza cevap olacak güçlü bir baba figü
rünün bulunduğu yanılsaması üzerine kurul
muştu. Bu bir hüsnükuruntuydu: Tanrının var
olması gerektiğine dair kalbinizde büyük bir
arzu taşıdığınız için, onun gerçekten de var ol-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
267
duğuna inanırsınız. Bunların hepsi, çocukluğu
nuzun erken döneminde ortaya çıkan, bilinçdı
şı korunma ve bakılma arzusundan ileri gelir.
Hislerinin nereden geldiğini çoğu zaman fark
etmeseler ve dinlerinin, Tanrının var olmasın
dan ziyade tamamen derinde hissedilen tatmin
edilmemiş psikolojik bir ihtiyaçtan kaynaklan
dığını etkin olarak bastırsalar da, Tanrı fikri,
çocukluğundan kalma bu hisleri hala taşıyan
yetişkinler için rahatlatıcıdır.
Felsefi bakış açısından Freud'un çalışma
ları, Rene Descartes gibi düşünürlerin zihin
hakkındaki pek çok varsayımını tartışmaya aç
mıştır. Descartes, zihnin kendi kendisine şeffaf
olduğuna inanıyordu. Eğer bir düşünceniz var
sa, o düşüncenin farkında olabilmelisiniz diye
düşünüyordu. Freud'dan sonra, bilinçdışı zi
hinsel etkinliğin mümkün olduğu kabul edildi.
Gelgelelim Freud'un düşüncelerinin temeli,
bilinçdışı düşüncenin olanaklılığı konusunda
haklı olduğunu düşünenlerin sayısı çok olsa
da, tüm filozoflar tarafından kabul edilmez.
Bazıları Freud'un teorilerinin bilimsel olmadı
ğını iddia etmiştir. En ünlü örnek olarak Karl
Popper (fikirleri daha kapsamlı olarak 36. Bö
lümde tartışılıyor), psikanalize dair düşünce
lerin çoğunu "yanlışlanamaz" olarak tanımla
mıştı. Bu bir övgü değil eleştiriydi. Popper için
bilimsel araştırmanın temeli, sınanabiliyor
oluşudur, yani yanlış olduğunu gösterebilecek
268 1
NIGEL WARBURTON
bazı olası gözlemler olabilmesi. Popper'in ör
neğinde, bir çocuğu göle iten kişinin ve boğul
makta olan bir çocuğu kurtarmak için göle at
layan kişinin edimleri, tüm insani davranışlar
gibi, Freudcu açıklamaya eşit derecede açıktı.
Biri çocuğu boğmaya da çalışsa, kurtarmaya da
çalışsa Freud'un teorisi bunu açıklayabilirdi.
Muhtemelen, ilk kişinin Oedipal çatışmasının
bir yönünü bastırdığını ve bunun onu şiddet
içeren bir eyleme ittiğini; ikinci kişinin ise bi
linçdışı arzularını "iyiye yönlendirdiğini," yani
bu arzuları toplumsal açıdan yararlı eylemlere
dönüştürmeyi başardığını söylerdi. Her olası
gözlem, teorinin doğru olduğunu gösteren baş
ka bir kanıt olarak alınırsa, gözlem ne olursa
olsun ve düşünülebilir hiçbir kanıt da yanlış
olduğunu gösteremiyorsa Popper' e göre teo
ri hiçbir şekilde bilimsel olamaz. Öte yandan
Freud, Popper'in, bastırılmış bir tür arzudan
dolayı psikanalize karşı bu denli saldırgan ol
duğunu ileri sürebilirdi.
Freud'dan çok farklı tarzda bir düşünür
olan Bertrand Russell, insanın mutsuzluğunun
ana kaynaklarından biri olarak gördüğü dine
Freud gibi tiksintiyle yaklaşıyordu.
3 1 . B O L U M
Fransa'nın Kralı Kel mi?
BERTRAND RUSSEl.L
Gençken, Bertrand Russell'ın ana ilgileri ara
sında cinsellik, din ve matematik geliyordu -
tabii, bunların hepsi teorik düzeydeydi. Uzun
yaşamı boyunca (1970 yılında, 97 yaşında öl
müştür), sonuçta ilkinde tartışmalar yarattı,
ikincisine saldırdı, üçüncüsüne ise önemli kat
kılarda bulundu.
Russell'ın cinsellik üzerine düşünceleri ba
şını belaya soktu. 1 929 yılında,
Evlilik ve Ahlak
başlıklı kitabını yayımladı. Bu kitapta, eşine
sadık kalmanın önemi konusundaki Hıristiyan
görüşleri sorguladı. Sadık olmanın gerekme
diğini düşünüyordu. Bu düşüncesi o dönem
270 1
NIGEL WARBURTON
insanları biraz şaşırttı. Elbette bu, Russell'ı
fazla rahatsız etmedi. 1 9 1 6'da, Birinci Dünya
Savaşı'nın aleyhindeki düşüncelerinden dola
yı, Brixton hapishanesinde altı ay geçirmişti
zaten. Sonraları, kitle imha silahlarına karşı
uluslararası bir hareket olan Nükleer Silah
sızlanma Kampanyasının (CND) kurulması
na yardım edecekti. Bu neşe dolu yaşlı adam,
1 960'larda mitinglerde ön saflarda yer alacak
tı; elli yıl önce olduğu gibi hala bir savaş kar
şıtıydı. Onun ifadesiyle, ya insan savaş denen
şeyi ortadan kaldıracaktır ya da savaş insanla
rı. Şu ana kadar ikisi de gerçeklemedi.
Din üzerine konuşurken de bu kadar açık
sözlü ve kışkırtıcıydı. Russell için Tanrının
insanlığı kur�armak için müdahale etmesi
olanaksızdı. Tek şansımız, aklımızın gücünü
kullanmaktı. İnsanların ölmekten korktukla
rı için dine çekildiğine inanıyordu. Din onla
rı rahatlatıyordu. Cinayet işleyen ya da daha
kötü şeyler yapıp dünyada cezasını çekmeyen
insanları cezalandıracak bir Tanrının var ol
duğuna inanmak güven vericiydi. Fakat bu
doğru değildi. Tanrı yoktu ve din neredeyse her
zaman mutluluktan daha çok acı üretiyordu.
Budizmin diğer pek çok dinden farklı olduğu
nu kabul etmişti; ne var ki Hıristiyanlık, İslam,
Yahudilik ve Hinduizmin hesabını vermesi
gereken pek çok şey vardı. Bu dinler, tarihleri
boyunca savaşa, kişisel acıya ve nefrete yol aç-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 271
mıştı. Milyonlarca insan, bu dinler yüzünden
ölmüştü.
Tüm bunlardan Russell'ın bir pasifist ol
masına rağmen, doğruluğuna ve haklılığına
inandığı şeyler uğruna direnip (en azından fi
kirleriyle) savaşmaya hazır olduğunu anlaya
bilirsiniz. Hatta bir pasifist olarak İkinci Dün
ya Savaşı gibi ender durumlarda, savaşmanın
en iyi seçenek olabileceğini düşünmüştü.
Russell İngiliz bir aristokrat olarak doğdu.
Oldukça saygın bir aileden geliyordu: Res
mi unvanı III. Earl Russell'dı. Bir bakışta bile
aristokrat olduğunu söyleyebilirdiniz muh
temelen. Kendine özgü mağrur bir görünüşü,
muzip bir sırıtışı ve ışıldayan gözleri vardı.
Sesi üst sınıfa mensup olduğunu ele veriyordu.
Ses kayıtlarında başka yüzyıla ait biri konuşur
gibidir ki öyleydi: 1 872 yılında doğmuştu, do
layısıyla gerçek anlamda bir Victoria dönemi
insanıydı. Baba tarafından büyükbabası Lord
John Russell başbakanlık yapmıştı.
Bertrand'ın dinsiz "manevi babası," filozof
John Stuart Mill'di (24. Bölümün konusu). Ne
yazık ki onu tanıma fırsatını bulamadı, çünkü
Mill öldüğünde Russell henüz bebekti. Fakat
yine de Russell'ın gelişiminde muazzam bir
etkisi vardı. Mill'in Otobiyografi'sini okuması
( 1 873), Russell'ın Tanrıyı reddetmesine neden
oldu. Bundan önce, İlk Neden Argümanına ina
nıyordu. Diğerlerinin yanı sıra Thomas Aqui-
272 1
NIGEL WARBURTON
nas tarafından da kullanılan bu argüman, her
şeyin bir nedeni olması gerektiğini söylüyordu.
Her şeyin nedeni, neden-etki zincirindeki ilk
neden Tanrı olmalıdır. Gelgelelim Mill "Tanrıya
neden olan nedir?" sorusunu sordu ve Russell,
İlk Neden Argümanındaki mantıksal problemi
gördü. Nedeni olmayan bir şey varsa, o zaman
"her şeyin bir nedeni vardır" ifadesi doğru ola
mazdı. Bir şeyin, başka bir şey ona neden ol
maksızın tek başına var olabileceğine inanmak
yerine, Tanrının bile bir nedeni olduğunu dü
şünmek Russell' a daha mantıklı geliyordu.
Mill gibi Russell da sıra dışı ve mutsuz bir
çocukluk geçirmişti. Anne babası o çok küçük
ken ölmüştü, ona bakan büyükannesi, katı ve
bir parça soğuk biriydi. Özel hocalarla evde
eğitim almış, Kendini çalışmalarına adamış ve
parlak bir matematikçi olarak Cambridge Üni
versitesinde ders vermeye başlamıştı. ama onu
asıl büyüleyen matematiği doğru kılan şeyin
ne olduğuydu. 2
+
2
=
4 neden doğrudur? Doğru
olduğunu biliyoruz. Ama neden doğrudur? Bu
soru, onun hızla felsefeye yönelmesine yol açtı.
Bir filozof olarak gerçek aşkı, felsefe ile ma
tematiğin sınırında duran mantıktı. Mantık
çılar, akıl yürütmenin yapısı üzerine çalışır,
genellikle fikirlerini semboller kullanarak ifa
de ederler. Matematik ve mantığın küme teo
risi denilen alt dalına hayrandı. Küme teorisi,
tüm akıl yürütmelerimizin yapısını açıklama-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 273
nın bir yolunu vaat ediyor görünüyordu ancak
Russell, bu fikrin önüne büyük bir sorun çıkar
dı: Çelişkiye neden oluyordu. Bunu nasıl yap
tığını da kendi adıyla anılan ünlü paradoksta
gösterdi.
İşte Russell paradoksundan bir örnek. Kö
yün birinde yaşayan ve kendisi tıraş olmayan
herkesi tıraş eden bir berber hayal edin. Orada
yaşasaydım, muhtemelen kendim tıraş olur
dum. Her gün berbere gidip tıraş olacak kadar
düzenli biri olduğumu düşünmüyorum, zaten
kendi tıraşımı kendim yapabilirim. Dahası,
muhtemelen benim için çok pahalı olurdu. Di
yelim ki kendi tıraşımı kendim yapmak isteme
dim, bu durumda beni tıraş edecek kişi berber
olurdu. Ama burada berberin durumu ne olur?
Berberin yalnızca kendi tıraş olmayanları tıraş
etmesine izin verilmişti. Bu kural gereğince,
kendini
bile tıraş edemez, çünkü yalnızca ken
disi tıraş olmayanları tıraş edebilir. Bu onun
için zor olacaktır. Genellikle köyde biri kendi
tıraş olmadığında onu tıraş eden berberdir.
Ama kurala göre berber bunu yapamaz, çün
kü bu durumda, kendini tıraş etmiş biri haline
gelir - gelgelelim, berber, yalnızca kendi tıraş
olmayanları tıraş eder.
Bu, doğrudan bir çelişkiye yol açar görü
nen bir durumdur, bir şeyin hem doğru hem de
yanlış olduğunu söylemektir. Bir paradoksun
yaptığı da budur. Çok karmaşıktır. Russell'ın
274 1 NIGEL WARBURTON
keşfettiği şey, bir küme kendinden söz etti
ğinde bu tür bir paradoksun ortaya çıkacağı
dır. Aynı türde başka bir örneği ele alalım: "Bu
cümle yanlıştır." Bu da bir paradokstur. Eğer
"bu cümle yanlıştır"daki sözcükler, kastediyor
göründükleri şeyi kastediyorsa (ve doğrular
sa), o zaman cümle yanlıştır, bu da ifade ettiği
şeyin doğru olduğu anlamına gelir! Cümlenin,
hem doğru hem de yanlış olduğu öneriliyor gi
bidir ama bir cümle aynı anda hem doğru hem
de yanlış olamaz. Mantığın temel bir parçası
dır bu. İşte size bir paradoks !
Bunlar kendi içinde ilginç bulmacalardır.
Kolay çözümleri yoktur, bu da tuhaftır. Ama
Russell için bundan çok daha önemliydiler.
Dünyanın dört bir yanındaki mantıkçıların
küme teorisi Üzerine yapmış oldukları temel
varsayımlarından bazılarının yanlış olduğu
nu açığa çıkarıyorlardı. Mantıkçılar işe baştan
başlamalıydı.
Russell'ın başlıca ilgi alanlarından biri
de söylediklerimizin dünyayla nasıl ilgili ol
duğuydu. Eğer bir ifadeyi doğru ya da yanlış
yapan şeyi çözebilirse, bunun insan bilgisine
önemli bir katkısı olacağını hissetti. Bir kez
daha, tüm düşünmemizin ötesinde yatan çok
soyut sorularla ilgileniyordu. Çalışmaları
nın çoğu, ürettiğimiz ifadelerin altında yatan
mantıksal yapıyı açıklamaya adanmıştı. Dili
mizin, mantıktan çok daha az kesin olduğu-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
275
na inanıyordu. Altında yatan mantıksal şekli
ortaya çıkarmak için günlük dilin -parçalara
ayırarak- çözümlenmesi gerekliydi. Felsefenin
bütün alanlarında ilerleme sağlayabilmenin
anahtarının, dili daha kesin terimlere dönüş
türmeyi içeren bu tür bir mantıksal dil analizi
olduğundan emindi.
Örneğin "Altın dağ yoktur" cümlesini ele ala
lım. Şüphesiz ki herkes, bu cümlenin doğru ol
duğunda hemfikirdir. Bunun nedeni, dünyanın
hiçbir yerinde altından bir dağın olmamasıdır.
Cümle, var olmayan bir şey hakkında bir şey
ler söylüyor görünür. "Altın dağ" ifadesi gerçek
bir şeyden söz ediyor görünür, ama biz onun
var olmadığını biliriz. Bu, mantıkçılar için bir
bulmacadır. Var olmayan şeyler hakkında na
sıl anlamlı bir biçimde konuşabiliriz? Neden
cümle tamamen anlamsız değildir? Avusturya
lı mantıkçı Alexius Meinong bu soruya vermiş
üzerine düşünebildiğimiz ve konuşabildiğimiz
her şeyin anlamlı bir biçimde
var olduğu
ce
vabını verir. Ona göre, altın dağ var olmak zo
rundaydı, ama "kalıcılık" olarak nitelendirdiği
özel bir biçimde. Ayrıca tek boynuzlu atların
ve 27 sayısının da bu şekilde "kalıcı" olduğunu
düşünmekteydi.
Meinong'un mantığa ilişkin düşünme şekli,
Russell' a yanlış geliyordu. Gerçekten de çok
garipti. Dünyanın bir anlamda var olan, ama
başka bir anlamda var olmayan şeylerle dolu
276
j
NIGEL WARBURTON
olduğu anlamına geliyordu. Russell, söyle
diğimiz şeylerin var olan şeylerle nasıl ilgili
olduğunu açıklamanın daha basit bir yolunu
buldu. Bu yol, Tanımlama Teorisi olarak bilinir.
Oldukça tuhaf şu cümleyi (Russell'ın en sev
diklerinden biridir) ele alalım: "Fransa'nın şu
anki kralı keldir." Russell'ın eserlerini yazdı
ğı yirminci yüzyılın başlarında bile Fransa'da
bir kral yoktu. Fransız İhtilali sırasında Fran
sa, tüm kral ve kraliçelerinden kurtulmuştur.
Dolayısıyla bu cümle nasıl anlamlı olabilir?
Russell'ın cevabı, günlük dildeki birçok cümle
gibi bunun da büsbütün göründüğü gibi olma
dığıdır.
Sorun şudur. Eğer "Fransa'nın şu anki kralı
keldir" cümlesi,nin yanlış olduğunu söylemek
istersek, görünüşe göre bu bizi kel olmayan bir
Fransa kralının bulunduğunu söylemek zorun
da bırakır. Ne var ki demek istediğimiz kesin
likle bu değildir. Fransa'da şu an bir kral oldu
ğuna inanmıyoruz. Russell'ın analizi şöyleydi.
"Fransa'nın şu anki kralı keldir" gibi bir ifade,
aslında bir çeşit gizli tanımdır. "Fransa'nın şu
anki kralı"ndan söz ettiğimizde, düşüncemizin
temelinde şöyle bir mantık yatar:
a) Fransa'nın şu anki kralı olan bir
şey vardır.
b) Fransa'nın şu anki kralı olan yal
nızca tek bir şey vardır.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 277
c) Fransa'nın şu anki kralı olan şey
keldir.
Bir şeyi açıklamanın bu karmaşık şekli,
Russell'a "Fransa'nın şu anki kralı keldir" cüm
lesinin, Fransa'nın şu an bir kralı olmasa bile
bir biçimde anlamlı olabildiğini göstermesine
izin vermiştir. Anlamlı olabilir, ama yanlıştır.
Meinong'un aksine, hakkında konuşmak ve
düşünmek için Fransa'nın şu anki kralının bir
şekilde var olmak (ya da kalıcı olmak) zorunda
olduğunu hayal etmesi gerekmiyordu. Russell
için "Fransa'nın şu anki kralı keldir" cümlesi
yanlıştır, çünkü Fransa'nın şu an bir kralı yok
tur. Cümle kralın var olduğunu ima eder, do
layısıyla doğru değil yanlıştır. "Fransa'nın şu
anki kralı kel
değildir"
cümlesi de aynı sebep
ten dolayı yanlıştır.
Russell, filozofların dil ve dilin altında ya
tan mantıksal biçim hakkında düşünmeye
ağırlık verdiği, kimi zaman "dilsel dönemeç"
diye adlandırılan bir felsefi akımı başlattı. Bu
akıma dahil olanlardan biri de A. J. Ayer'di.
3 2 . B Ö L Ü M
Yuuh !/Yaşasıın!
ALFRED JULES AYER
Birinin anlamsızca konuştuğunu bilmeni
zin bir yolu olsa, ne güzel olurdu değil mi?
Bir daha asla kandırılmanıza gerek kalmaz
dı. Duyduğunuz veya okuduğunuz her şeyi,
anlamlı ya da anlamsız ve zaman harcamaya
değmeyen ifadeler olarak ayırabilirdiniz. A.
J.
Ayer ( 1 9 1 0-89) bunun bir yolunu bulduğunu
düşünüyordu. Bu yöntem Doğrulama İlkesiydi.
1 930'lu yılların başlarında Avusturya'da Vi
yana Çevresi olarak bilinen, parlak bilim in
sanları ve filozoflardan oluşan grupla birkaç
ay geçirdikten sonra Ayer, eğitmen olarak ça
lıştığı Oxford' a geri döndü. Henüz yirmi dört
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
279
yaşındayken felsefe tarihinin çoğunun saçma
lıkla dolu ve neredeyse tamamının anlamsız
olduğunu ilan eden bir kitap yazdı. 1 936 yılın
da yayımlanan bu kitabın adı
Dil, Doğruluk ve
Man
t
ık
'tı
.
Bu kitap, bilimi insanın en büyük
başarısı olarak yücelten mantıksal pozitivizm
akımının bir parçasıydı.
"Metafizik" kavramı Kant, Schopenhauer ve
Hegel'in inandığı şekliyle duyularımızın öte
sinde yatan herhangi bir gerçekliği araştır
mayı tanımlamak için kullanılan bir sözcük
tür. Ayer içinse, "metafizik" kirli bir sözcüktür.
Karşı olduğu bir şeydir. Ayer yalnızca mantık
ve duyular yoluyla bilinebileceklerle ilgileni
yordu. Ama metafizik sık sık ikisinin de çok
ötesine geçmiş, bilimsel ya da kavramsal ola
rak soruşturulamayacak gerçeklikleri betim
lemiştir. Ayer' e göre bu, onun yararsız ve terk
edilmesi gereken bir şey olduğu anlamına ge
liyordu.
Tahmin edebileceğiniz gibi
Dil, Doğruluk
ve Mantık
pek çok kişiyi kızdırdı. Oxford'da
ki daha yaşlı filozofların çoğu kitaptan nef
ret etti, bu da Ayer'in iş bulmasını zorlaştırdı.
Ama insanları sinir edip kızdırmak Sokra
tes'le başlayan geleneğe uyarak filozofların
binlerce yıldır yaptığı bir şeydi. Geçmişteki
bazı büyük filozofların eserlerine böyle açık
ça saldıran bir kitap yazmak yine de cesur bir
davranıştı.
280
1 NIGEL WARBURTON
Ayer'in anlamsız cümleleri anlamlı olanlar
dan ayırma yöntemi şuydu: Herhangi bir cüm
leyi alın ve şu iki soruyu sorun:
(1) Tanımı gereği doğru mu?
(2) Empirik olarak doğrulanabilir mi?
Eğer ikisinin de cevabı yoksa, cümle anlamsız
dır. Bu onun anlamlılık için iki yönlü sınama
sıydı. Yalnızca empirik olarak doğrulanabilir
ve tanımı gereği doğru olan ifadeler filozofla
rın işine yarayabilirdi. Bunu biraz açıklamak
gerek. Tanımı gereği doğru ifadelere örnek ola
rak, "bütün devekuşları kuştur" ya da "bütün
erkek kardeşler erkektir" verilebilir. Bunlar
Immanuel Kant'ın terminolojisinde (bkz. 19.
Bölüm)
analitik
ifadelerdir. Devekuşlarının
kuş olduğunu bilmek için araştırma yapmanı
za gerek yoktur, bu devekuşunun tanımının bir
parçasıdır. Açıkça, dişi bir erkek kardeşe sahip
olamazdınız, emin olun bir cinsiyet değişimi
söz konusu olmadığı sürece bir tane bile kadın
erkek kardeş göremezsiniz. Tanımı gereği doğ
ru ifadeler, kullandığımız terimlerde dolaylı
olarak belirtileni ortaya çıkarır.
Buna karşın empirik olarak doğrulanabilir
ifadeler (Kant'ın dilinde "sentetik" ifadeler),
bize gerçek bilgi verebilir. Bir ifadenin empirik
olarak doğrulanabilir olması için, o ifadenin
doğru ya da yanlış olduğunu gösteren bir tür
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 28ı
test ya da gözlem olmalıdır. Örneğin eğer birisi
"Bütün yunuslar balık yer" derse, birkaç yunus
bulup onlara balık verir ve yiyip yemedikleri
ne bakabiliriz. Hiç balık yemeyen bir yunusla
karşılaşsaydık, o zaman yukarıdaki ifadenin
yanlış olduğunu anlardık. Bu hala Ayer için
doğrulanabilir bir ifadedir, çünkü "doğrulana
bilir" sözcüğünü hem "doğrulanabilir" hem de
"yanlışlanabilir" e karşılık gelecek şekilde kul
lanır. Empirik olarak doğrulanabilir ifadelerin
hepsi olgusal ifadelerdir: Onlar, dünyanın ken
disi hakkındadır. Onları destekleyecek ya da
çürütecek birtakım gözlemler olmalıdır. Bilim
onları incelememizin en iyi yoldur.
Eğer bir cümle ne tanımı gereği doğru ne de
empirik olarak doğrulanabilir (ya da yanlışla
nabilir) ise Ayer' e göre anlamsızdır. Bu kadar
basittir. Ayer'in felsefesinin bu küçük parça
sı, doğrudan David Hume'un çalışmalarından
ödünç alınmıştır. Hume, yarı ciddi, bu sına
mayı geçemeyen felsefe eserlerini yakmamız
gerektiğini ileri sürmüştü, çünkü "safsata ve
yanılsama" dan başka bir şey içermiyorlardı.
Ayer, Hume'un düşüncelerini yirminci yüzyıl
için yeniden ele almıştır.
Dolayısıyla "Bazı filozofların sakalı vardır"
cümlesini alırsak, bazı filozofların sakalı ol
ması gerektiği filozof tanımına ait olmayaca
ğından, bu cümlenin tanım gereği doğru olma
dığı oldukça açıktır. Ama empirik olarak doğ-
282 1 NIGEL WARBURTON
rulanabilirdir, çünkü bununla ilgili kanıt bu
labiliriz. Yapmamız gereken tek şey bir grup fi
lozofa bakmak olacaktır. Eğer sakalı olan bazı
filozoflar bulursak ki bulmamız muhtemeldir
kesindir, o zaman bu cümlenin doğru olduğu
çıkarımında bulunabiliriz. Ya da yüzlerce filo
zofa baktıktan sonra sakalı olan tek bir filozof
bulamazsak, o zaman "bazı filozofların sakalı
vardır" cümlesinin muhtemelen yanlış olduğu
sonucuna varabiliriz, her ne kadar bütün fi
lozofları incelemeden bundan emin olamasak
da. İki şekilde de, doğru ya da yanlış olsun,
cümle anlamlıdır.
Bu cümleyi "odam ardında iz bırakmayan
görünmez meleklerle doludur" cümlesiyle kar
şılaştıralım.
B_:u.
da tanım gereği doğru değildir.
Peki, empirik olarak doğrulanabilir midir? Gö
rünüşe göre hayır. Eğer gerçekten iz bırakmı
yorlarsa, bu görünmez melekleri saptamanın
akla herhangi bir yolu yoktur. Onlara dokuna
maz ya da kokusunu alamazsınız. Ayak izi bı
rakmıyor ve ses çıkarmıyorlar. Öyleyse anlamlı
olabilecek bir cümle gibi görünse de anlam
sızdır. Dilbilgisi açısından doğru bir cümledir,
ancak dünyayla ilgili bir ifade olarak ne doğru
ne de yanlıştır. Anlamsızdır.
Bunu kavramak oldukça zor olabilir. "Odam
ardında iz bırakmayan görünmez meleklerle
doludur" cümlesi, bir anlamı varmış gibi görü
nür. Ne var ki Ayer'in söylemek istediği, kulağa
FELSEFENİN KISA T
ARİHİ
1 283
şiirsel gelse de ya da kurgusal bir esere olası
bir katkısı olsa da, bunun insan bilgisine her
hangi anlamda hiçbir katkı sunmayacağıdır.
Ayer sadece metafiziğe saldırmadı: Etik ve
din de hedefleri arasındaydı. Örneğin en id
dialı sonuçlarından biri, ahlaki yargıların ta
mamıyla anlamsız olduğuydu. Bunu söylerken
ölçüyü aşmış gibi görünür. Ne var ki onun iki
yönlü sınamasını ahlaki yargılara uyguladığı
nızda varacağınız sonuç budur. "İşkence yan
lıştır'' derseniz, Ayer' e göre bütün yaptığınız,
"İşkence, yuuh!" demektir. Burada yaptığınız,
yanlış ya da doğru olabilecek bir ifadede bu
lunmak yerine, konuyla ilgili kişisel duyguları
nızı sergilemektir. Böyle olmasının nedeni, "iş
kence yanlıştır"ın tanım gereği doğru olmama
sıdır. Bir olgu olarak kanıtlayabileceğimiz ya
da çürütebileceğimiz bir şey de değildir. Ayer
bu konuyla ilgili bir karar vermek için yapabi
leceğiniz herhangi bir sınama olmadığına ina
nır. Jeremy Bentham ve John Stuart Mill gibi,
ortaya çıkacak mutluluğu ölçecek faydacıların
karşı çıkacakları bir şeydir bu.
Bu sebeple Ayer'in analizine göre "işkence
yanlıştır" demek tamamen anlamsızdır, çünkü
hiçbir zaman yanlış ya da doğru olmayacak bir
cümle türdür. Eğer "merhamet iyidir" derseniz,
tüm yaptığınız nasıl hissettiğinizi göstermek
olacaktır: Tıpkı "merhamet, yaşasıın!" demek
gibi. Duygusalcılık [emotivizm] olarak bilinen
284 1 NIGEL WARBURTON
Ayer'in etik teorisi, beklenebileceği gibi sıklıkla
"yuuh!/yaşasıın!" teorisi olarak da tanımlanır.
Bazıları Ayer'in söylediklerini başka bir yöne
çekerek, ahlaki olan önemsizdir, ne isterseniz
onu yapabilirsiniz dediğini düşünür. Ama Ayer
bunu değil, bu konular hakkında, değerlere
dayanarak anlamlı bir tartışma yapamayaca
ğımızı söylüyordu. Buna rağmen ne yapmamız
gerektiği üzerine birçok tartışmada olguların
tartışıldığına ve bunların empirik olarak doğ
rulanabilir olduğuna inanıyordu.
Dil, Doğruluk ve Mantık
kitabının başka bir
bölümünde Ayer, Tanrı hakkında anlamlı bir
şekilde konuşabileceğimiz fikrine karşı çıkar.
Ayer' e göre "Tanrı vardır" ifadesi ne doğru ne
de yanlıştır. Bu ifade ona göre, kelimenin tam
anlamıyla anlamsızdır, çünkü tanım gereği
doğru değildir (gerçi Aziz Anselmus'un takip
çileri Ontolojik Argümanı kullanarak Tanrının
zorunlu olarak var olması gerektiğini söyle
mişlerdir). Üstelik Tanrının var olduğunu ya
da var olmadığını kanıtlayan bir sınama da
yoktur, çünkü Ayer, Tasarım Argümanını redde
der. Dolayısıyla Ayer ne (Tanrının var olduğuna
inanan) teisttir ne de (Tanrının var olmadığına
inanan) ateisttir. Daha ziyade, "Tanrı vardır"
ifadesinin diğer anlamsız ifadelerden biri ol
duğunu düşünür. Bazıları bu konumu "igteizm"
olarak adlandırır. Dolayısıyla Ayer, Tanrının
varlığı ya da yokluğuyla ilgili olarak tartışma-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 285
nın tamamen anlamsız olduğunu düşünen bir
igteisttir.
Buna rağmen Ayer, ilerleyen yaşlarında bir
başına sarsıcı bir: olay gelmişti. Boğazına so
mon kılçığı kaçmasıyla bilincini kaybetmiş ve
ölüme yakın deneyim olayı yaşamıştı. Kalbi
yaklaşık dört dakika kadar durmuş, bu süre
zarfında kırmızı bir ışık ve birbirleriyle konu
şan "Evrenin İki Efendisi"ni görmüştü. Bu viz
yon onun Tanrıya inanmasını sağlamadı, ama
zihnin ölümden sonra da var olup var olama
yacağına dair kesinliğini sorgulamasını sağla
dı.
Ne yazık ki Ayer'in mantıksal pozitivizmi,
1
kendi yıkımını getirecek gereçleri de sağladı.
Teorinin kendisi kendi sınamasından geçeme
miş görünür. İlk olarak, teorinin tanım gereği
doğru olduğu açık değildir. İkincisi de onu ka
nıtlayacak ya da çürütecek herhangi bir göz
lem yoktur. Böylece kendi ölçütlerine göre, te
ori anlamsızdır.
Felsefeyi, nasıl yaşamalı sorusunu cevapla
malarına yardım etmesi amacıyla kullanan ki
şiler için Ayer'in felsefesi hiç kullanışlı sayıl
mazdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve hemen
sonrasında Avrupa'da ortaya çıkan bir akım
olan varoluşçuluk ise bu konuda umut vaat
ediyordu.
. �
. .
3 3 . B O L U M
Özgürlüğün Istırabı
JEAN-PAUL SARTRE, SIMONE DE
BEAUVOIR VE ALBERT CAMUS
Eğer zamanda yolculuk yapıp 1 945 yılına,
Paris'teki Les Dewc Magots ("İki Bilge Adam")
adlı kafeye gidebilseydiniz, kendinizi ufak te
fek, şaşı bir adamın yanında otururken bulur
dunuz. Pipo içen ve not defterine bir şeyler ka
ralayan bir adam. Bu adam, en ünlü varoluşçu
filozof Jean-Paul Sartre'dır ( 1905-80). O aynı
zamanda roman, oyun ve biyografi yazarıdır.
Hayatının çoğunu otellerde geçirmiş ve kaleme
aldıklarının çoğunu kafelerde yazmıştır. Kült
bir figür gibi görünmüyordu, fakat birkaç yıl
içinde öyle olacaktı.
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
287
Sartre' a çoğu zaman, güzel ve çok zeki bir
kadın olan Simone de Beauvoir ( 1908-86) eş
lik ederdi. Birbirlerini üniversite yıllarından
beri tanırlardı. Hiç evlenmemelerine ve bir
likte yaşamamalarına rağmen Simone de Be
auvoir, Sartre'ın uzun-süreli yoldaşıydı. Baş
ka aşıkları da olmuştu, ama onların ilişkileri
uzun ömürlüydü, aralarındaki ilişkiyi "gerekli"
ve kurdukları diğer tüm ilişkileri ise ("gerekli
olmayan" anlamında) "tesadüf' olarak tanımlı
yorlardı. Sartre gibi Simone de Beauvoir da fi
lozof ve romancıydı. 1 949'da önemli ilk dönem
feminist kitaplardan biri olan
İkinci Cins'i
ka
leme aldı.
İkinci Dünya Savaşının büyük bir bölümün
de Paris, Nazi kuvvetlerinin işgali altındaydı.
Fransızlar için hayat oldukça güçtü. Bazıları
Direnişçilere katılıp Almanlara karşı savaştı;
kimileri de kendini kurtarmak için Nazilerle
işbirliği yapıp arkadaşlarına ihanet etti. Yiye
cek kıtlığı yaşanıyor, sokaklarda silahlı çatış
malar oluyordu. İnsanlar ortadan kayboluyor,
onları bir daha gören olmuyordu. Parisli Yahu
diler toplama kamplarına gönderilmiş, birço
ğu kamplarda öldürülmüştü.
Müttefiklerin Almanları yenmesiyle birlik
te, hayata yeniden başlama zamanı gelmişti.
İnsanlar savaş bittiği için rahat bir nefes al
mıştı, aynı zamanda geçmişin geride bırakıl
ması gerektiği hissi hakimdi. Şimdi nasıl bir
288 1 NIGEL WARBURTON
toplum olunacağını düşünme zamanıydı. Sa
vaş sırasında gerçekleşen korkunç olaylardan
sonra, her kesimden insan kendine filozofların
soracağı türden soruları soruyordu: "Yaşamın
amacı nedir?" "Tanrı var mı?" "Her zaman ben
den beklenen şeyi mi yapmak zorundayım?"
Sartre, savaş sırasında yayımlanan Var
lık ve Hiçlik
(1 943) adında uzun ve kavrama
sı zor bir kitap yazmıştı. Kitabın ana teması
özgürlüktü. İnsan özgürdür. İşgal altındaki
Fransa'da, birçok Fransızın ülkelerinde ken
dini esir hissettiği -ya da gerçekten esir ol
duğu- dönemde oldukça tuhaf bir mesaj ve
riyordu. Sartre bununla insanın, örneğin bir
çakının aksine, belirli bir şey yapmak üzere
tasarlanmış 9lmadığını kastediyordu. Bizi
tasarlamış olabilecek bir Tanrının varlığına
inanmıyordu; dolayısıyla Tanrının bizim için
bir amacı olduğu fikrini reddetti. Ç akı, kes
mek için tasarlanmıştır. Bu onun özüdür; onu
çakı yapan şeydir. Peki ama insan ne yapmak
için tasarlanmıştır? İnsanın bir özü yoktur.
Sartre' a göre burada olmamızın herhangi bir
nedeni yoktur. İnsan olmak için belirli bir yol
da olmamız gerekmez. Bir insan ne yapmak ve
ne olmak istediğini seçebilir. Hepimiz özgü
rüz. Sizden başka hiç kimse, hayatınızla ilgili
olarak ne yapacağınıza karar veremez. Nasıl
yaşayacağınız konusunda başkalarının karar
vermesine izin veriyorsanız, bu da bir seçim-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 289
dir. Diğer insanların olmanızı beklediği tür
den biri olmak da bir seçimdir.
Elbette, yapmayı seçtiğiniz şeyi yapmakta
başarılı olacaksınız diye bir şey yoktur. Başa
rısızlığınız tamamen kontrolünüzün dışında
ki nedenlere bağlı olabilir. Bununla birlikte, o
şeyi yapmak istemek, onun için çabalamak ve
onu yapabilmedeki başarısızlığınıza verdiği
niz tepki sizin sorumluluğunuzdur.
Özgürlükle başa çıkmak zordur ve çoğumuz
özgür olmaktan kaçınırız. Ondan saklanmanın
yollarından biri de gerçekten özgür değilmiş
siniz gibi yapmaktır. Eğer Sartre haklıysa ba
hanemiz yoktur: Her gün yaptıklarımızdan ve
yaptığımız şeyler sonucunda hissettiklerimiz
den tamamen sorumluyuzdur. Sahip olduğu
muz duygulara kadar. Eğer şu anda üzgünse
niz, Sartre'a göre bu sizin seçiminizdir. Üzgün
olmanıza gerek yoktur. Üzgünseniz, bundan siz
sorumlusunuzdur. Bu korkutucudur ve bazıla
rı bununla yüzleşmekten kaçınır; çünkü çok
acı vericidir. Sartre, "özgür olmaya mahkum"
olmamızdan bahseder. İstesek de istemesek de
bu özgürlük üzerimize kalmıştır.
Sartre kafede bir garsonu tasvir eder. Bu
garson, adeta bir tür kuklaymışçasına, son
derece stilize bir biçimde hareket eder. Her
şeyiyle kendini tamamıyla garson rolüyle ta
nımladığı izlenimini verir, başka bir seçeneği
yokmuş gibidir. Tepsiyi tutma şekli, masalar
290
j
NIGEL WARBURTON
arasında hareket edişi, hepsi bir dansın p ar
çasıdır. Bu dans eden kişinin değil, garsonluk
mesleğinin koreografisini yaptığı bir danstır.
Sartre, bu adamın, "kötü inanç"a sahip oldu
ğunu söylemektedir. Kötü inanç, özgürlükten
kaçmaktır. Kendinize söylediğiniz ve neredey
se inandığınız bir çeşit yalandır: Kendi seçim
lerinizi yapmakta özgür olmadığınız yalanıdır.
Oysa Sartre' a göre, isteseniz de istemeseniz de
seçim yapmakta özgürsünüzdür.
Savaşın hemen ertesinde verdiği "Varoluş
çuluk Bir Hümanizmdir" başlıklı derste Sartre,
insan hayatını ıstıraplarla dolu olarak tanım
lıyordu. Istırap, yaptığımız her şeyden sorum
lu olduğumuzu, bu konuda hiçbir bahanemi
zin bulunmad!ğını anlamaktan kaynaklanır.
Gelgelelim, ıstırap çok daha kötüdür; çünkü
Sartre'a göre hayatımla ilgili ne yaparsam ya
payım, bu, başkasının kendi hayatıyla ilgili ne
yapması gerektiğine dair bir tür şablon olacak.
tır. Evlenmeye karar verirsem, herkesin evlen
mesini önermiş olurum; tembel olmaya karar
verirsem, insan varoluşuna ilişkin tasavvurum
doğrultusunda herkes böyle olmalıdır. Haya
tımda yaptığım seçimlerle, bir insanın nasıl
olması gerektiğine dair düşüncelerimin tablo
sunu çizerim. Eğer bunu içtenlikle yapıyorsam,
muazzam bir sorumluluktur bu.
Sartre, seçim yapmanın ıstırabıyla ne de
mek istediğini, savaş sırasında kendisinden
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 291
tavsiye almaya gelen bir öğrencisinin yaşadı
ğı gerçek bir hikaye üzerinden açıklar. Bu genç
adam, çok zor bir karar vermek zorundaydı. Ya
evde kalıp annesine göz kulak olacak ya da di
renişe katılmak ve ülkesini Almanlardan kur
tarma mücadelesi verebilmek için evi terk ede
cekti. Hayatının en zor kararıydı bu ve ne ya
pacağını bilmiyordu. Eğer annesini bırakırsa,
annesi onsuz tamamen savunmasız kalacaktır.
Direnişçilere katılmadan önce Almanların eli
ne düşebilir, böylelikle de asil bir şey yapmaya
yönelik bütün çabası, hayatının ve enerjisinin
boşa gitmesiyle sonuçlanabilirdi. Gelgelelim
evinde annesiyle birlikte oturursa da, kendisi
adına savaşmayı diğerlerine bırakmış olacaktı.
Ne yapmalıydı? Siz ne yapardınız? Ona ne tav
siye ederdiniz?
Sartre'ın tavsiyesi bir parça sinir bozu
cuydu. Öğrencisine özgür olduğunu ve kendi
seçimini yapması gerektiğini söyledi. Sart
re öğrencisine ne yapacağı konusunda pratik
bir tavsiyede bulunmuş olsaydı, öğrencisi her
halükarda buna uyup uymayacağına karar ver
mek zorunda kalacaktı. İnsan olmakla birlikte
gelen sorumluluğun yüklediği ağırlıktan kur
tulmanın herhangi bir yolu yoktur.
Sartre'ın felsefesine "Varoluşçuluk" adı ve
rildi. Bu ad, her şeyden önce dünyada kendi
mizi
var olurken
bulmamız ve ardından yaşa
mımızla ilgili ne yapacağımıza karar vermek
292 1 NIGEL WARBURTON
zorunda olmamız düşüncesinden gelmektedir.
Öbür türlü de olabilirdi: Belirli bir amaç için
tasarlanmış bir çakı gibi olabilirdik. Ancak
Sartre, öyle olmadığımıza inanır. Onun ifade
siyle, varoluşumuz özümüzden önce gelir, oysa
tasarlanmış nesnelerde özleri, varoluşların
dan önce gelir.
İkinci Cins
kitabında Simone de Beauvoir,
kadınların kadın olarak doğmadığını, kadın
haline geldiklerini ileri sürerek bu varoluşçu
luğa farklı bir yön verdi. Bununla, kadınların,
bir kadının ne olduğuna ilişkin erkek bakış
açısını kabul etmeye eğilimli olduğunu söyle
mek istiyordu. Erkeğin sizden olmanızı bek
lediği şeyi olmak, bir seçimdir. Ama kadınlar
özgürdür, ne olmak istediklerine kendi. kendi
lerine karar verebilirler. Bir özleri yoktur, doğa
onlara olmak zorunda oldukları herhangi bir
yön vermemiştir.
Varoluşçuluğun bir başka önemli konusuy
sa, varoluşumuzun saçmalığıdır. Hayatın, biz
ona seçimlerimizle anlam atfedene kadar hiç
bir anlamı yoktur, çok geçmeden ölüm kapıya
dayanır ve hayata verebileceğimiz tüm anlam
lar ortadan kalkar. Sartre'ın buna dair yorumu,
insanı "beyhude bir tutku" olarak tanımlamak
tı: Varoluşumuzun anlamı yoktur. Yalnızca, se
çimlerimiz yoluyla yarattığımız anlamlar var
dır. Varoluşçulukla bağlantılı, roman yazarı ve
filozof Albert Camus ( 1 9 1 3 -60), insanın saçma-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 293
lığını açıklamak için Yunan miti olan Sisifos'u
kullanmıştır. Sisifos tanrıları kandırdığı için,
devasa bir kayayı bir dağın tepesine yuvarla
makla cezalandırılır. Sisifos tepeye her ulaştı
ğında kaya aşağıya doğru yuvarlanır ve bir kez
daha en baştan başlamak zorunda kalır. Sisi
fos, bunu, sonsuza kadar tekrar tekrar yapmak
zorundadır. İnsan hayatı da Sisifos'un görevi
gibi tamamen anlamsızdır. Hiçbir hedefi yok
tur: Her şeyi açıklayacak cevaplar yoktur. Saç
madır. Fakat C amus umutsuzluğa düşmemiz
gerektiğini düşünmez. İntihar etmeye gerek
yoktur. Bunun yerine Sisifos'un mutlu olduğu
nu kabul etmek zorundayız. Sisifos neden mut
ludur? Çünkü amaçsız bir şekilde kayayı tepe
ye yuvarlama çabasında, yaşamını yaşanmaya
değer kılan bir şeydir. Ne olursa olsun ölüme
tercih edilebilir bir durumdur. ·
Varoluşçuluk bir kült haline geldi. Binlerce
genç insan onun cazibesine kapılıp gece geç
saatlere kadar insan varoluşunun saçmalığını
tartışır oldu. Romanlara, oyunlara ve filmle
re ilham kaynağı oldu. İnsanların uyabileceği
ve kararlarına uygulayabileceği bir felsefeydi.
Sartre ilerleyen yaşlarında politikayla ilgilen
di ve sol görüşe kaydı. Marksizme ilişkin iç
görülerini, erken dönemindeki düşünceleriyle
birleştirmeye çalıştı, bu da güç bir işti. Sart
re'ın
l
940'lardaki varoluşçuluğu kendileri için
kararlar veren bireylere odaklanırken, sonra-
294 1 NIGEL WARBURTON
ki eserlerinde daha büyük bir insan grubunun
parçası oluşumuzu, toplumsal ve ekonomik
etkenlerin hayatımızda oynadığı rolü açıkla
maya çalıştı. Ne yazık ki, yazdıklarını anla
mak gittikçe zorlaşır; muhtemelen bir sebebi
de Sartre'ın çoğunu amfetamin etkisindeyken
yazmış olmasıdır.
Sartre, belki de yirminci yüzyılın en tanın
mış filozofudur. Gelgelelim, filozoflara "geçen
yüzyılın en önemli düşünürü kimdir?" diye so
rarsanız, pek çoğu Ludwig Wittgenstein'ın adı
nı söyleyecektir.
� .
. .
3 4 . B O L U M
Dilin Büyüsünde
LUDWIG WITTGENSTEIN
Kendinizi 1 940 yılında Cambridge'te düzenle
nen bir Ludwig Wittgenstein (1889-1951) semi
nerinde bulmuş olsaydınız, çok geçmeden ola
ğandışı biriyle karşı karşıya olduğunuzu fark
ederdiniz. Onunla tanışan birçok insan, onun bir
dahi olduğunu düşünüyordu. Bertrand Russell
onu "tutkulu, derin, ciddi ve baskın" biri olarak
tanımlamıştı. Parlak mavi gözlü ve yoğun bir
ciddiyet havası taşıyan bu ufak tefek Viyanalı
adam, bir ileri bir geri yürür, öğrencilere sorular
sorar ya da zaman zaman düşüncelere dalarak
dakikalarca duraksardı. Kimse sözünü kesmeye
cüret edemezdi. Wittgenstein, önceden hazırla-
296 j NIGEL WARBURTON
dığı notlarla ders vermezdi; konuları dinleyici
lerinin önünde düşünür, verdiği bir dizi örnek
le konuyu derinlemesine yakalamaya çalışırdı.
Öğrencilerine, felsefe kitaplarını okuyarak vakit
kaybetmemelerini söylemişti. Bu tür kitapları
ciddiye alacaklarsa, onları odanın diğer ucuna
atıp ortaya attıkları bulmacalar üzerine yoğun
bir şekilde düşünmeye koyulmalılardı.
İlk kitabı olan
Tractatus Logico-Philosophi
cus
(1 922), numaralandırılmış kısa bölümler
şeklinde yazılmıştır; birçoğu, felsefeden çok
şiir olarak okunabilir. Kitabın ana mesajı, etik
ve din hakkındaki en önemli soruların anlayış
gücümüzün sınırlarını aştığıydı, onlar hakkın
da anlamlı bir şey söyleyemiyorsak, sessiz kal
mamız gerekiy�rdu.
Wittgenstein'ın daha sonraki eserlerinde
ana tema, "dilin büyüsü"dür. Ona göre dil, fi
lozofları her türlü karışıklığa sürükler. Onlar,
dilin büyüsüne kapılırlar. Wittgenstein, üst
lenmesi gereken rolü, tıpkı bir terapist gibi,
dilin yarattığı karışıklığın birçoğunu ortadan
kaldırmak olarak görür. Buradaki düşünce,
Wittgenstein'ın özenle seçtiği çeşitli örnekle
rin mantığının takip edilmesiydi, bunu yapar
ken felsefi problemleriniz ortadan kalkacaktı.
Önceden son derece önemli görünen şeyler,
problem olmaktan çıkacaktı.
Wittgenstein'a göre felsefi karışıklığın bir
nedeni, tüm dillerin aynı şekilde işlediği var-
FELSEFENİN KISA TARİHİ
J
297
sayımıydı, yani sözcüklerin basitçe nesneleri
adlandırdığı düşüncesi. Okuyucularına, birçok
"dil oyunu," sözcükleri kullanırken yaptığımız
farklı etkinlikler olduğunu göstermek istiyor
du. Dilin, ne "öz"ü ne de onun kullanım kap
samını açıklayabilecek tek bir ortak özelliği
vardır.
Birbirleriyle akraba olan bir grup insan gör
düğünüzde, örneğin bir düğünde, aile üyelerini
aralarındaki fiziksel benzerliklerden tanıyabi
lirsiniz. Bu, Wittgenstein'ın "aile benzerliği"yle
kastettiği şeydir. Dolayısıyla bazı yönleriniz
annenize benziyor olabilir -belki ikiniz de aynı
saç ve göz rengine sahipsiniz- ve biraz da bü
yükbabanıza benziyorsunuz, ikiniz de zayıf ve
uzunsunuz. Kız kardeşinizle aynı saç rengine
ve göz şekline de sahip olabilirsiniz, ama onun
göz rengi annenizden ve sizden farklı olabilir.
Aynı genetik yapıya sahip bir ailenin parça
sı olduğunuzu doğrudan gösteren, bütün aile
üyelerinin paylaştığı tek bir özellik yoktur. Bu
nun yerine, örtüşen benzerliklerin oluşturdu
ğu bir örüntü bulunur; paylaştığınız bazı özel
likler, diğerlerinin de paylaştığı farklı özellik
ler vardır. Wittgenstein'ın ilgisini bu örtüşen
benzerlikler örüntüsü çekiyordu. Aile benzer
liği metaforunu, dilin nasıl işlediği konusunda
önemli bir şeyi açıklamak için kullandı.
"Oyun" sözcüğü üzerine düşünün. Oyun de
diğimiz birçok farklı şey vardır: Satranç gibi
298 1 NIGEL WARBURTON
masa oyunları, briç ve pasiyans gibi kart oyun
ları, futbol gibi sporlar vs. Oyun olarak ad
landırdığımız başka şeyler de vardır, örneğin
saklambaç ya da taklide dayalı oyunlar. Aynı
sözcüğü -oyun- tüm bunları kapsayacak şekil
de kullandığımız için pek çok insan, hepsinin
ortak bir özelliği, "oyun" kavramının bir "öz"ü
olması gerektiğini varsayar. Oysa Wittgenste
in böyle ortak bir payda olduğunu varsaymak
yerine, okuyucularını "bakmaya ve görmeye"
zorlar. Oyunların hepsinin bir kazananı ve
kaybedeni olduğunu düşünebilirsiniz, ancak
tek kişilik kart oyunlarında ya da duvara topu
atıp tutarken kazanan ya da kaybeden var mı
dır? Her ikisi de oyundur, ama bir kaybedenin
olmadığı açık�ır. Peki, hepsinin kurallarının
olması ortak özellikleridir düşüncesine ne di
yeceksiniz? Bazı hayali oyunların kuralı yok
görünür. Oyunların ortak özelliği olmaya aday
her özelliğin karşısına Wittgenstein oyun olan
ama oyunların önerilen "özü"nü paylaşmayan
bir örnek çıkartır. Bütün oyunların bir özelliğe
sahip olduğunu varsaymak yerine, "oyun" gibi
sözcükleri, "aile benzerliği terimleri" olarak
görmemiz gerektiğini düşünür.
Wittgenstein, dili bir dizi "dil oyunu" ola
rak tanımladığında, onu pek çok farklı şey için
kullandığımıza dikkat çekiyordu, filozofların
kafasının karışmasının nedeni tüm dillerin
aynı şeyi yaptığını düşünmeleriydi. Bir filozof
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 299
olarak ne amaçladığına ilişkin ünlü açıklama
larından birinde Wittgenstein, yapmak istediği
şeyin, şişenin içindeki sineğe çıkış yolunu gös
termek olduğunu söylüyordu. Tipik bir filozof,
şişenin içinde tutsak kalmış sinek gibi şişenin
kenarlarına çarpıp vızıldar. Felsefi bir prob
lemi "çözme"nin yolu, tıpayı açmak ve sineğin
çıkmasına izin vermektir. Bu şu anlama gelir:
Wittgenstein'ın niyeti, filozofa yanlış sorular
sorduğunu ya da dil yüzünden yanlış yönlen
dirildiğini göstermektir.
Aziz Augustinus'un konuşmayı nasıl öğ
renmiş olduğuna dair açıklamasını ele alın.
İtiraflar
kitabında, etrafındaki daha yaşlı in
sanların nesnelere işaret ettiklerini ve isimle
rini söylediklerini söyler. Augustinus bir elma
görür, biri onu işaret eder ve "elma" der. Augus
tinus, giderek sözcüklerin ne ifade ettiğini an
lamaya başlar ve diğer insanlara ne istediği
ni söylemek için onları kullanabilir hale gelir.
Wittgenstein, bunu, tüm dillerin bir özü ve tek
bir işlevi olduğu varsayımında bulunmanın
örneği olarak görüyordu. Burada dilin tek iş
levi nesneleri adlandırmaktır. Augustinus için
her sözcük, onu karşılayan bir anlama sahiptir.
Dilin bu resmedilişi yerine Wittgenstein, bizi
dilin kullanımını, konuşanların pratik yaşam
larına bağlı bir dizi etkinlik olarak görmeye
teşvik eder. Dili, sözgelimi bir tornavidanın iş
levini yerine getiren bir şey olarak düşünmek
300 1 NIGEL WARBURTON
yerine, onu daha çok, birçok farklı aletin oldu
ğu bir alet çantası gibi düşünmemiz gerekir.
Acı çekerken ve acınızdan bahsederken,
yaptığınız şeyin, sahip olduğunuz belirli bir
duyumu adlandıran sözcükler kullanmak ol
duğu size açık görünebilir. Ancak Wittgenstein,
duyum diline dair bu görüşü yıkmaya çalışır.
Bu, bir duyuma sahip olmadığınız anlamına
gelmez. Mantıksal olarak, sözcüklerinizin du
yumların adları olamayacağı anlamına gelir.
Herkesin, içinde hiç kimseye göstermediği bir
böcek olan bir kutusu olsaydı, birbirleriyle
"böcek"leri hakkında konuştuklarında, kutu
nun içinde ne olduğunun önemi olmazdı. Dil
kamusaldır ve anlaşılır olduğumuzun kamuya
açık kontrol etme yollarına ihtiyaç duyar. Witt
genstein, bir çocuk acıyı "tanımlama"yı öğren
diğinde, ebeveynin çocuğunu, sözgelimi "acı
yor" demek gibi (oldukça doğal bir ifade olan
"Aaah! "a birçok yönden denktir) çeşitli şeyler
yapması için cesaretlendirdiğini söyler. Bura
daki mesajı, "acı çekiyorum" sözcüklerini, kişi
sel bir duyumu adlandırmanın bir yolu olarak
düşünmememiz gerektiğidir. Eğer acı ve diğer
duyumlar gerçekten kişiye özel olsaydı, onları
tanımlamak için özel bir dile ihtiyacımız olur
du. Oysa Wittgenstein, bu düşüncenin mantıklı
olmadığına inanır. Wittgenstein'ın verdiği bir
başka örnek, onun neden böyle düşündüğünü
açıklamakta yardımcı olabilir.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 301
Adamın biri, bir adı olmayan belirli türde
bir hisse, belki de özel bir tür karıncalanma
hissine sahip olduğu her anı kaydetmeye karar
verir. Bu özel karıncalanma hissini ne zaman
duysa, günlüğüne "S" harfi yazar. "S,'' onun ken
di özel dilinde bir sözcüktür, bununla ne de
mek istediğini ondan başkası bilmez. Bu, kula
ğa mümkünmüş gibi gelir. Birinin bunu yaptı
ğını hayal etmek hiç de zor değildir. Ama diğer
yandan biraz daha derinlemesine düşünün.
Bir karıncalanma hissettiğinde, bunun başka
türde bir karıncalanma değil de kaydetmeye
karar vermiş olduğu "S" tipinde karıncalanma
nın başka bir örneği olduğunu nasıl bilebilir?
Daha önceki "S" karıncalanma deneyiminin
anısı dışında, geriye dönüp sınayabileceği bir
şey yoktur. Ancak bu da yeterince iyi değildir
çünkü bu konuda tamamen yanılıyor olabilir.
Bu, bir sözcüğü aynı şekilde kullandığınızı
söylemenin güvenilir bir yolu değildir.
Wittgenstein günlük örneğiyle, sözcükleri
deneyimlerimizi ifade edecek şekilde kullanış
biçimimizin, deneyimle sözcük arasındaki özel
bir bağlantıya dayandırılamayacağını söyle
meye çalışıyordu. İçerdiği kamusal bir şey ol
malıdır. Kişiye özel bir dil olamaz. Bu doğruy
sa, zihnin başka hiç kimsenin içeri giremediği
kilitli bir tiyatro gibi olduğu düşüncesi aldatı
cıdır. O halde Wittgenstein için özel bir duyum
dili düşüncesi anlamsızdır. Bu önemlidir -ve
302 1 NIGEL WARBURTON
kavraması bir o kadar da güçtür- çünkü ondan
önceki birçok filozof, her bir bireyin zihninin
tamamen özel olduğunu düşünmüştür.
Wittgenstein ailesi Hıristiyan olmasına
rağmen Nazi yasalarına göre Yahudi kabul
edilmişti. Ludwig, İkinci Dünya Savaşının bir
dönemini, Londra'daki bir hastanede hademe
olarak çalışarak geçirdi; oysa geniş ailesi, Vi
yana'dan kaçmayı başardığı için şanslıydı.
Şanslı olmasalar, Adolf Eichmann denetimin
de, bir toplama kampına yollanmış olabilir
lerdi. Eichmann'ın Yahudi soykırımındaki rolü
ve sonradan insanlığa karşı işlediği suçlardan
yargılanması Hannah Arendt'in kötülüğün do
ğası üzerine düşüncelerinin odağıydı.
3 5 . B Ö L Ü M
Soru Sormayan Adam
HANNAH ARENDT
Nazi Adolf Eichmann, çok çalışkan bir yöne
ticiydi. 1 942 yılından itibaren Avrupa Yahudi
lerinin Auschwitz dahil, Polonya'daki toplama
kamplarına nakledilmesinden sorumluydu.
Bu Adolf Hitler'in "Nihai Çözüm"ünün Alman
kuvvetleri tarafından işgal edilen ülkelerdeki
tüm Yahudileri öldürme planının bir parçasıy
dı. Eichmann, sistematik bir şekilde işleyen
katliam politikasından sorumlu değildi, fikir
ondan çıkmamıştı. Fakat bu katliamı mümkün
kılan demiryolu sisteminin geliştirilmesinde
büyük katkısı oldu.
Naziler 1 930'lardan itibaren, Yahudilerin
haklarını ellerinden alan yasalar çıkarmaya
304 1 NIGEL WARBURTON
başlamışlardı. Hitler, Almanya'da ters giden he
men hemen her şey için Yahudileri suçluyordu
ve onlardan intikam almak için çılgınca bir arzu
besliyordu. Bu yasalar, Yahudilerin devlet okul
larına gitmesine engel oluyor, onları paralarını
ve mülklerini devretmeye, sarı bir yıldız takma
ya zorluyordu. Yahudiler bir araya toplanmış ve
gettolarda -onlar için hapishane haline gelen,
şehirlerin aşırı kalabalık mahalleleri- yaşama
ya zorlanmıştı. Yiyecek sınırlı, yaşam zorluy
du. Nihai Çözüm, kötülüğün yeni bir düzeyini
gösterdi. Hitler'in, ırkları yüzünden milyonlar
ca insanı katletme kararı, Nazilerin, Yahudileri
toplu olarak öldürülebilecekleri şehir dışındaki
yerlere götürmek için bir yol bulması gerektiği
anlamına geliyordu. Mevcut toplama kampları,
her gün yüzlerce insanın gaz odalarında öldü
rülüp yakıldığı fabrikalara dönüştürüldü. Bu
kampların çoğu Polonya'da bulunduğundan do
layı, Yahudileri ölümlerine taşıyan trenleri biri
lerinin organize etmesi gerekiyordu.
Eichmann, bir büroda oturup önündeki say
faları karıştırırken ve önemli telefon görüşme
leri yaparken, onun yaptıkları yüzünden mil
yonlarca insan öldü. Kimi tifo ya da açlıktan
yaşamını yitirirken, bazıları ölene kadar çalış
tırıldı, ancak büyük çoğunluğu gaz odaların
da öldürüldü. Nazi Almanya'sında trenler her
zaman saatinde çalışırdı, Eichmann ve onun
gibileri bundan emin olurdu. Onların verimli
FELSEFENİN KISA TARİHİ
j
305
çalışmaları, sığır taşıma vagonlarını ağzına
kadar dolu tuttu. İçindeki erkekler, kadınlar
ve çocuklar bazen aşırı sıcak ya da soğukta,
genellikle de aç ve susuz bir halde ölümlerine
doğru uzun ve acılı bir yolculuk yapardı. Pek
çoğu, özellikle de yaşlılar ve hastalar, yolculuk
sırasında ölürdü.
Hayatta kalanlar, zayıf düşmüş ve korkmuş
bir halde kamplara vardığında çırılçıplak so
yulup, duş odaları süsü verilmiş odalara so
kulurdu. Kapılar arkalarından kilitlendikten
sonra Naziler tarafından ziklon gazıyla öldü
rülürlerdi. Cesetleri yakılır ve sahip oldukları
şeyler talan edilirdi. Eğer bu şekilde hızlı bir
ölüm için seçilmedilerse, aralarında daha güç
lü olanlar, çok az yiyecekle acımasız koşullar
da çalışmaya zorlanırdı. Nazi muhafızları sırf
eğlence olsun diye onları döver, hatta onlara
ateş ederdi.
Eichmann bu suçların işlenmesinde önemli
rol oynamıştı. Buna rağmen İkinci Dünya Sa
vaşı sona erdikten sonra Müttefiklerin elinden
kaçmayı başarmış, nihayetinde Arjantin'e gele
rek birkaç yıl burada gizlenerek yaşamıştı. An
cak 1 960 yılında, izini süren İsrail gizli servisi
Mossad'ın ajanları onu Buenos Aires'te yakala
dı.
Eichmann'ı uyuşturduktan sonra yargı önü
ne çıkarılması için uçakla İsrail' e götürdüler.
Eichmann, diğer insanların çektiği acıdan
zevk alan bir sadist ya da korkunç bir canavar
306 1 NIGEL WARBURTON
mıydı? Dava başlamadan önce birçok insanın
inandığı şey buydu. İnsan başka türlü nasıl
soykırımın bir parçası haline gelebilirdi ki?
Eichmann'ın yıllarca yaptığı, insanları ölüm
lerine göndermenin etkili yollarını bulmak ol
muştu. Şüphesiz ki sadece bir canavar, bu tarz
bir işi yaptıktan sonra yatağında rahatça uyu
yabilirdi.
Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmiş bir
Alman Yahudisi olan filozof Hannah Arendt
( 1 906-75),
New Yorker
dergisi için Eichmann'ın
davasının raporunu tutuyordu. Kendiniz adına
düşünmeye çok küçük bir alanın ayrıldığı bir
toplum olan Nazi totaliter devletinin bir ürü
nüyle yüz yüze gelmek, Arendt'in ilgisini çe
kiyordu. Bu a
�
amı anlamak, nasıl biri olduğu
hakkında bir fikir edinmek, bu korkunç şeyleri
nasıl yapabildiğini görmek istiyordu.
Eichmann, Arendt'in tanıdığı ilk Nazi değil
di. Arendt de Nazilerden kaçmış, Almanya'yı
terk ederek Fransa'ya geçmiş, daha sonra ise
Amerika Birleşik Devletleri yurttaşı olmuş
tu. Marburg Üniversitesinde okuyan genç bir
kadınken hocası filozof Martin Heidegger'di.
Heidegger evli, Arendt ise yalnızca 1 8 yaşında
olmasına rağmen kısa bir süre aşk yaşamışlar
dı. O sıralarda Heidegger, bazılarının felsefe
ye büyük bir katkısı olduğunu, bazılarınınsa
kasıtlı olarak anlaşılmaz bir dil kullandığını
düşündüğü, inanılmaz derecede zor bir kitap
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 307
olan
Varlık ve
Zaman'ı (1 962) yazmakla meş
guldü. Heidegger daha sonra, Nazi Partisinin
sadık bir üyesi ve Yahudi düşmanı politika
ları destekleyen biri olacaktı. Hatta eski dos
tu filozof Edmund Husserl'in adını,
Varlık ve
Zaman'daki ithaf sayfasından, Yahudi olduğu
için çıkaracaktı.
Ancak Kudüs'te Arendt, çok farklı bir Na
ziyle tanışıyordu. Karşısında, yaptığı şeyi çok
derinlemesine düşünmemeyi seçmiş oldukça
sıradan bir adam vardı. Düşünmeyi başara
mamasının feci sonuçları olmuştu. Ne var ki,
Arendt'in beklediği türde şeytani bir sadist
değildi. Çok daha sıradan, ama aynı derecede
tehlikeliydi: Düşünmeyen bir adamdı. Irkçılı
ğın en kötü biçiminin yasalaştırılmış olduğu
bir Almanya'da, yaptığı şeyin doğru olduğuna
kendisini kolayca ikna edebilmişti. Koşullar
ona başarılı bir kariyer fırsatı vermiş, o da
bu fırsatı kaçırmamıştı. Hitler'in Nihai Çözü
mü, Eichmann için iyi bir iş çıkarabileceğini
gösterebilme fırsatıydı. Böyle bir şeyi tasav
vur etmek güç olduğu için Arendt'in pek çok
eleştirmeni onun haksız olduğunu düşünür. Ne
var ki Arendt, yalnızca görevini yaptığını iddia
ettiğinde Eichmann'ın samimi olduğunu his
setmişti.
Bazı Nazilerin aksine, Eichmann güçlü bir
Yahudi nefretine sahip görünmüyordu. Hit
ler'in taşıdığı kin onda yoktu. "Heil Hitler" se-
308 1 NIGEL WARBURTON
lamını vermediği için bir Yahudiyi sokak orta
sında öldüresiye dövmekten mutluluk duyabi
lecek birçok Nazi vardı ancak o bunlardan biri
değildi. Buna rağmen resmi Nazi ideolojisini
kabul etmişti, bundan çok ama çok daha kö
tüsüyse, milyonların ölüme gönderilmesine
yardım etmişti. Kendisine karşı ortaya koyu
lan kanıtları dinlerken bile, yaptıklarında bü
yük bir yanlış görmüyor gibiydi. Ona kalırsa,
herhangi bir yasayı çiğnememiş ve doğrudan
hiç kimseyi öldürmemiş ya da başka birinden
bunu kendisi için yapmasını istememiş, makul
davranmıştı. Yasalara itaat etmek üzere yetiş
tirilmiş, emirlere uyması için eğitilmişti, etra
fındaki herkes de kendisiyle aynı şeyi yapıyor
du. Başkaları�dan emir alarak, gündelik işinin
sonuçlarını üstlenmekten kaçınmıştı.
Eichmann'ın insanların vagonlara dolduru
luşunu izlemesi ya da ölüm kamplarını ziya
ret etmesi gerekmediği için bunu yapmamıştı.
Mahkemeye; kan görmekten korktuğu için dok
tor olamadığını söyleyen bir adam vardı. Oysa
kan çoktan eline bulaşmıştı. Kendi eylemleri
ni ve bu eylemlerin gerçek insanlar üzerindeki
sonuçlarını eleştirel bir şekilde düşünmesini
öyle ya da böyle engellemiş bir sistemin ürü
nüydü. Diğer insanların hislerini hayal ede
miyor gibiydi. Tüm dava boyunca, masum ol
duğuna dair olan hayali bir inanç besledi. Ya
böyleydi ya da en iyi savunma stratejisinin
FELSEFENİN KISA TARİHİ
j
309
yalnızca yasalara itaat ettiğini söylemek ol
duğuna karar vermişti. Eğer böyleyse Arendt'i
aldatmıştı.
Arendt, Eichmann'da gördüğü şeyi tanımla
mak için "kötülüğün sıradanlığı" sözcüklerini
kullandı. Eğer bir şey "sıradan"sa, geneldir,
sıkıcıdır, özgün değildir. Eichmann'ın kötülü
ğünün, bir şeytanınkinden ziyade bir bürokra
tın, bir büro yöneticisinin kötülüğü anlamında
sıradan olduğunu iddia etti. Söz konusu kişi,
Nazi görüşlerinin yaptığı her şeyi etkilemesine
izin vermiş, son derece sıradan bir adamdı.
Arendt'in felsefesi, etrafında gelişen olay
lardan esinleniyordu. Tüm hayatını, bir kol
tukta oturup saf soyut fikirleri irdelemekle ya
da bir sözcüğün kesin anlamını durmaksızın
tartışmakla harcayan türde bir filozof değildi.
Onun felsefesi, yakın tarih ve yaşanmış dene
yimlerle ilişkiliydi.
Eichmann Kudüs 'te
kita
bında yazdıkları, bir adama, kullandığı dilin
çeşidine ve verdiği gerekçelere ilişkin gözlem
lerine dayanıyordu. Gördüğü şeylerden, totali
ter devletteki kötülük ve onun düşünce kalıp
larına direnmeyen insanlar üzerindeki etkisine
dair daha genel açıklamalar geliştirdi.
Eichmann, o dönemdeki pek çok Nazi gibi,
olayları başkasının bakış açısından görme
yi başaramamıştı. Kendisine verilen kuralları
sorgulayacak cesareti yoktu: Sadece onları uy
gulamanın en iyi yolunu aramıştı. Hayal gü-
3 1 0 1 NIGEL WARBURTON
cünden yoksundu. Arendt, onu sığ ve beyinsiz
olarak tarif eder, gerçi bu da bir oyun olabilir
di. Bir canavar olsaydı, korkunç olurdu. Ancak
en azından canavarlar nadirdir ve fark edilme
leri oldukça kolaydır. Belki de en korkuncu, Ei
chmann'ın çok normal görünmesiydi. Yapmış
olduğu şeyi sorgulamadığı için, insanlık tari
hindeki en kötü eylemlerden birinin bir parçası
olmuş sıradan bir adamdı. Nazi Almanya'sında
yaşamamış olsaydı, muhtemelen kötü bir adam
olmayacaktı. Koşullar onun aleyhineydi. Fakat
bu onun suçluluğunu ortadan kaldırmıyordu.
Ahlak dışı emirlere itaat etmişti. Nazi emirleri
ne itaat etmek, Arendt açısından Nihai Çözümü
desteklemekle aynı şeydi. Eichmann kendi ba
kış açısından �adece tren saatlerini ayarlıyor
olsa da, ona yap denilen şeyi sorgulamadığı ve
emirleri yerine getirdiği için kitlesel katliamın
bir parçası olmuştu. Davası sırasında bir ara,
emirleri izleyerek doğru şeyi yapmışçasına,
Immanuel Kant'ın ödev ahlakı teorisine göre
hareket ettiğini bile iddia etmiştir. Eichmann,
Kant'ın insanlara saygılı ve onurlu davranma
nın ahlakın temeli olduğu inancını anlamakta
tamamen başarısız olmuştur.
Kari Popper ise soykırımdan ve Eichmann'ın
hep zamanında kalkan trenlerinden kaçmayı
başarabilecek kadar şanslı Viyanalı bir ente
lektüeldi.
3 6 . B Ö L Ü M
Hatalardan Ders Almak
KARL POPPER VE THOMAS KUHN
1 666 yılında genç bir bilim insanı bahçede otu
rurken yere bir elma düştü. Elmanın hareketi
nin neden yukarıya ya da yana doğru değil de,
doğrudan aşağıya doğru olduğunu merak eden
bu bilim insanı Isaac Newton'dı. Bu olay ona
kütle çekim teorisi için esin kaynağı oldu. Bu
teori elmaların hareketini açıkladığı gibi geze
genlerin de hareketini açıklıyordu. Peki, daha
sonra ne oldu? Sizce Newton, bundan sonra te
orisinin doğru olduğunu su götürmez biçimde
ispatlayan kanıtları bir araya mı getirdi? Karl
Popper'e (1 902-94) göre hayır!
Bilim insanları, hepimiz gibi, kendi hatala
rından ders alır. Bilim, gerçekliğe ilişkin belir-
3 1 2
1 NIGEL WARBURTON
li bir düşünce biçiminin yanlış olduğunu fark
ettiğimiz zaman ilerl�r. Bu iki cümle, dünyanın
işleyişi hakkında bilgi edinmek için insanlığın
en iyi umudunun ne olduğuna dair Karl Pop
per'in görüşünü özetler. Popper düşüncelerini
geliştirmeden önce birçok insan, bilim insan
larının dünyanın nasıl olduğuna dair bir ön
seziyle başladığına, sonrasında bu önsezinin
doğru olduğunu gösteren kanıtlar topladığına
inanıyordu.
Popper' e göre bilim insanları teorilerinin
yanlış
olduğunu kanıtlamaya çalışır. Bir teori
nin sınanabilirliği, onun
çürütülebilir
(yanlış
olduğu gösterilmiş) olup olmadığını görmeyi
içerir. Tipik bir bilim insanı, cüretkar bir tah
min veya varsayımla işe başlar, ardından da
bir dizi deney'· ya da gözlemle onu çürütme
ye çalışır. Bilim yaratıcı ve heyecan verici bir
girişimdir, ama bir şeyin doğru olduğunu ka
nıtlamaz. Tek yaptığı yanlış bakış açılarından
kurtulmak ve bu süreçte doğruya yaklaşmayı
ummaktır.
Popper 1 902 yılında Viyana'da doğdu. Ailesi
daha sonra Hıristiyanlığa geçmiş olsa da Pop
per Yahudi soyundan gelmekteydi ve 1 930'lar
da Hitler iktidardayken, yerinde bir kararla,
önce Yeni Zelanda'ya, daha sonra Landon Scho
ol of Economics'te görev yaptığı İngiltere'ye
yerleşti. Gençliğinde çok geniş bir ilgi alanına
sahipti. Bilim, psikoloji, politika ve müzikle
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1
3 1 3
ilgileniyordu, ama felsefe onun gerçek tutku
suydu. Yaşamı boyunca hem bilim felsefesine
hem de siyaset felsefesine önemli katkılarda
bulundu.
Popper, bilimsel yöntemini kaleme almaya
başlayana kadar birçok bilim insanı ve filozof,
bilim yapma yolunun, varsayımları destekle
yecek kanıtlar bulmak olduğuna inanıyordu.
Eğer bütün kuğuların beyaz olduğunu kanıtla
mak istiyorsanız, beyaz kuğuları bol bol göz
lemlemeliydiniz. Eğer baktığınız tüm kuğular
beyazsa, "bütün kuğular beyazdır" hipotezini
zin doğru olduğunu varsaymak mantıklı gö
rünüyordu. Bu tarz bir akıl yürütme, "Şimdiye
kadar gördüğüm bütün kuğular beyazdır" dan
"Bütün kuğular beyazdır" sonucuna gidiyordu.
Fakat gözlemlemediğiniz bir kuğunun siyah
olabileceği açıktır. Örneğin Avustralya'da ve
dünyadaki birçok hayvanat bahçesinde siyah
kuğular bulunur. Dolayısıyla "Bütün kuğular
beyazdır" ifadesi, mantıksal kanıtlamanın so
nucu olamaz. Hepsi beyaz binlerce kuğu göz
lemlemiş olsanız bile, sonuç yine de yanlış ola
bilir. Bütün kuğuların kesin olarak beyaz oldu
ğunu kanıtlamanın tek yolu, her bir kuğuya tek
tek bakmaktır. Tek bir siyah kuğu bile olması
durumunda, "Bütün kuğular beyazdır" sonucu
yanlışlanmış olacaktır.
Bu problem, David Hume'un on sekizin
ci yüzyılda kaleme almış olduğu Tümevarım
314 1 NIGEL WARBURTON
Probleminin bir versiyonudur. Tümevarını,
tümdengelimden çok farklıdır. Problemin kay
nağı da budur. Tümdengelim, öncüllerin (baş
langıç varsayımlarının) doğru olması duru
munda sonucun da doğru olmak zorunda ol
duğu mantıksal bir argüman tarzıdır. Sıklıkla
kullanılan bir örneği ele alalım: "Bütün insan
lar ölümlüdür" ve "Sokrates insandır" öncül
leri, "Sokrates ölümlüdür" mantıksal sonucu
nun takip ettiği iki öncüldür. "Bütün insanlar
ölümlüdür"
ve
"Sokrates insandır"ı kabul edip,
"Sokrates ölümlüdür" ifadesinin doğruluğunu
yadsırsanız, kendinizle çelişmiş olursunuz. Bu,
"Sokrates hem ölümlüdür hem de ölümlü de
ğildir" demek gibi bir şey olurdu. Bunun üze
rine düşünmenin bir yolu da tümdengelimde
sonucun doğrÜluğunun bir şekilde öncüllerde
içeriliyor olduğu ve mantığın onu sadece orta
ya çıkardığıdır. Tümdengelimle ilgili başka bir
örneğe bakalım:
1 .
Öncül: Bütün balıkların solungaçları
vardır.
2.
Öncül: John bir balıktır.
Sonuç: Öyleyse John'un solungaçları
vardır.
Birinci önerme ve ikinci önermenin doğru ol
duğunu, ancak sonucun yanlış olduğunu söyle
mek saçma, tamamen mantıkdışı olurdu.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 3 1 5
Tümevarım bundan çok farklıdır. Tüme
varım, genellikle, seçili gözlemlerden genel
sonuçlara doğru akıl yürütmeyi içerir. Eğer
dört hafta üst üste her salı yağmur yağdığı
nı gözlemlerseniz, bundan böyle her salı yağ
mur yağacağı genellemesinde bulunabilirsiniz.
Tümevarıma ilişkin bir örnek olurdu bu. Her
salı yağmur yağar iddiasını çürütmek için,
yağmursuz geçen tek bir salı günü yeterlidir.
Üst üste dört yağmurlu salı günü örneği, bü
tün olası salı günleri arasından çok küçük bir
örnektir. Bununla birlikte, sayısız gözlem yap
sanız bile, beyaz kuğularda olduğu gibi, genel
lemenize uymayan tek bir örneğin varlığıyla
engellenebilirsiniz: Yağmursuz geçen tek bir
salı veya beyaz olmayan bir kuğu. İşte bu da
Tümevarım Problemidir; bu kadar güvenilmez
görünen tümevarım yöntemine dayanarak doğ
rulama problemi. İçeceğiniz bir sonraki suyun
sizi zehirlemeyeceğini nasıl bilebilirsiniz? Ce
vap: Geçmişte içtiğiniz bütün sular gayet iyiy
di. Dolayısıyla bunun da iyi olacağını varsayı
yorsunuz. Bu tür akıl yürütmeleri her zaman
kullanırız. Ancak onlara bu kadar güvenmek
için yeterli gerekçemiz yoktur. Doğada gerçek
te orada olmayabilecek bir düzenin bulundu
ğunu varsayarız.
Birçok filozof gibi bilimin tümevarımla iler
lediğini düşünüyorsanız, o zaman Tümevarım
Problemiyle yüzleşmeniz gerekir. Bilim, nasıl
316
1
NIGEL WARBURTON
olur da güvenilebilir olmayan bir akıl yürütme
türüne dayanabilir? Popper'in, bilimin nasıl
düzenli bir biçimde geliştiği üzerine yorumu
bu problemden kaçınır, çünkü ona göre bilim
tümevarıma dayanmaz. Bilim insanı gerçek
liğin doğasıyla ilgili bilgiye dayanan bir tah
minle, bir hipotezle işe başlar. "Bütün gazlar
ısınınca genleşir," buna bir örnek olabilir. Bu
basit bir hipotezdir, ama bu aşamada, gerçek
yaşamda bilim, büyük çapta yaratıcılık ve ha
yal gücü içerir. Bilim insanları fikirlerini çok
çeşitli yerlerden alır. Sözgelimi kimyacı August
Kekule'ün rüyasında kendi kuyruğunu ısıran
bir yılan görmüştür. Bu fikirle benzen molekü
lünün yapısının altıgen bir halka olduğu yö
nündeki hipotezini -bilim insanlarının, yanlış
olduğunu kanıtlama çabalarına rağmen hala
ayakta duran bir hipotez- geliştirmiştir.
Bilim insanları sonrasında bu hipotezi sı
namanın bir yolunu bulurlar, bu örnekte çok
sayıda farklı gaz türü alınıp ısıtılır. Fakat "sı
namak," hipotezi
destekleyen
bir kanıt bulmak
anlamına gelmez. Hipotezin, onu
yanlışlama
girişimine dayanabildiğini kanıtlamaya ça
balamak anlamına gelir. Bilim insanları, ide
al olarak, hipoteze uymayan bir gaz ararlar.
Kuğu örneğini hatırlayalım, tek bir siyah kuğu,
bütün kuğuların beyaz olduğuna dair genel
lemeyi çürütmek için yeterliydi. Aynı şekilde,
ısıtıldığında genişlemeyen tek bir gaz, "Bütün
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 3 1 7
gazlar ısıtıldığında genleşir" hipotezini çürüt
meye yeterli olurdu.
Bir bilim insanı bir hipotezi çürütürse -yani
yanlış olduğunu gösterirse- o zaman bu, yeni
bir bilgi parçasının ortaya çıkmasıyla sonuç
lanır: Hipotezin yanlış olduğu bilgisi. İnsanlık,
bir şeyler öğrendiğimiz için ilerler. Isıtıldığı
zaman
genişleyen
pek çok gazı gözlemlemek,
hipotezimiz konusunda belki bize bir parça
güven verir ama bilgi vermeyecektir. Ne var ki
bir karşı-örnek, bize gerçek anlamda bir şey
ler öğretir. Popper için herhangi bir hipotezin
temel özelliği,
yanlışlanabilir
olmak zorunda
olmasıdır. Popper bu fikri, bilim ile "sözde-bi
lim" dediği şey arasındaki farkı açıklamak için
kullanmıştır. Bilimsel bir hipotez, yanlış ol
duğu kanıtlanabilir olandır: Yanlış olabileceği
gösterilebilen tahminler yapar. "Etrafımdaki
görünmez, fark edilmez periler bana bu cüm
leyi yazdırıyor" dersem, o zaman bu ifademin
yanlış olduğunu kanıtlayacak bir gözlem yapa
mazsınız. Periler görünmezse ve hiçbir iz bı
rakmıyorlarsa var oldukları iddiasının yanlış
olduğunu göstermenin yolu yoktur. Bu yanlış
lanabilir-olmayan bir ifadedir, dolayısıyla bi
limsel bir ifade olmaktan çok uzaktır.
Popper psikanaliz (bkz.
30.
Bölüm) hakkında
ortaya koyulan pek çok ifadenin de bu şekilde
yanlışlanamaz olduğunu düşündü. Ona göre
bunlar sınanamazdı. Örneğin eğer biri çıkıp
3ı8
1 NIGEL WARBURTON
da herkesin bilinçdışı isteklerle hareket etti
ğini söylerse, bunu kanıtlamak için herhangi
bir sınama yöntemi yoktur. Bilinçdışı istekler
le hareket ettiğini reddeden insanlar da dahil,
her kanıt parçası, Popper'e göre psikanalizin
geçerli olduğunun başka bir kanıtı olarak alı
nır. Psikanalist şunu söyleyecektir: "Bilinçdı
şını inkar etmeniz, babanıza meydan okumak
için güçlü bilinçdışı bir isteğiniz olduğunu ka
nıtlar." Ancak bu ifade sınanamaz, çünkü hayal
edilebilir hiçbir kanıt bunun yanlış olduğunu
gösteremez. Sonuç olarak Popper, psikanalizin
bir bilim olmadığını iddia eder. Psikanaliz bize
bir bilimin verebildiği şekilde bilgi veremez.
Popper, bütün olası sonuçların, insanlık tarihi
nin aslında bir sınıf mücadelesi tarihi olduğu
görüşüne destek sayılacağı Marksjst tarih an
layışına da aynı şekilde karşı çıkar. Marksizm
de yine yanlışlanamaz hipotezlere dayanmak
taydı.
Buna karşın, ışık güneşin çekimine kapılır
diyen Albert Einstein'ın teorisi yanlışlanabi
lirdi. Bu da onu bilimsel bir teori yapıyordu.
1 9 1 9
yılındaki güneş tutulması esnasında yıl
dızların konumuna ilişkin gözlemler, onu çü
rütememişti. Ama çürütebilirlerdi de. Yıldız
lardan gelen ışık normalde görünmüyordu an
cak bilim insanları tutulmanın nadir koşulları
altında, yıldızların konumlarının Einstein'ın
teorisinde tahmin ettiği yerde olduğunu göre-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 319
bilmişlerdi. Eğer bu yıldızlar başka bir yerde
görünmüş olsalardı, Einstein'ın ışığın çok ağır
cisimlere çekilme teorisi baltalanmış olacaktı.
Popper bu gözlemlerin Einstein'ın teorisinin
doğruluğunu ispatladığını düşünmüyordu. An
cak teorinin sınanabilirliği ve bilim insanları
nın onun yanlış olduğunu gösterememiş olma
sını, teorinin lehine sayıyordu. Einstein, yanlış
da olabilecek tahminlerde bulunmuş, ama tah
minleri yanlış çıkmamıştı.
Popper'in bilimsel yöntem tanımı pek çok
bilim insanı ve filozofu derinden etkiledi. Ör
neğin Nobel Tıp Ödülünü kazanan Peter Me
dawar, "Bence Karl Popper, dünyaya gelmiş tar
tışmasız en büyük bilim filozofudur" demiştir.
Bilim insanları, yaptıkları şeyin yaratıcı ve ha
yal gücü gerektiren bir etkinlik olarak tanım
lanmasından özellikle hoşlandılar. Popper'in,
çalışmalarını nasıl yürüttüklerini anladığını
hissettiler. Filozoflar ise Popper'in zorlu Tü
mevarım Problemini aşma yöntemine bayıl
mıştı. Ne var ki
1 962
yılında Amerikalı bilim
tarihçisi ve fizikçi Thomas Kuhn,
Bilimsel Dev
rimlerin Yapısı
adlı bir kitap yayımladı. Bu ki
tap bilimin nasıl ilerlediği hakkında çok farklı
bir hikaye anlatıyor ve Popper'in olayları yan
lış anladığını öne sürüyordu. Kuhn, Popper'in
bilim tarihini yeteri kadar dikkatli incelemedi
ğine inanıyordu. Eğer incelemiş olsaydı, ortaya
bir kalıbın çıktığını görmüş olurdu.
320 1 NIGEL WARBURTON
Kuhn'un "normal bilim" dediği şey çoğu za
man devam ederdi. Bilim insanları, zamanın
bilim insanlarının paylaştığı bir çerçeve ya da
"paradigma" içerisinde çalışır. Örneğin insan
lar dünyanın güneş etrafında döndüğünü fark
etmeden önce paradigma, güneşin dünyanın
etrafında döndüğü yönündeydi. Astronomlar,
araştırmalarını bu çerçeve içinde yapar ve ona
uymuyor görünen herhangi bir kanıtı da yine
bu çerçeve içerisinde açıklardı. Bu paradigma
içerisinde çalışırken, dünyanın güneşin etra
fında döndüğü düşüncesini ortaya atan Coper
nicus gibi bir bilim insanının hesaplamala
rında yanlışlık yaptığını düşünülürdü. Kuhn'a
göre dışarıda keşfedilmeyi bekleyen olgular
yoktur: Bunun yerine, bir çerçeve ya da para
digma, düşünebildiğiniz şeyi bir ölçüde belir
ler.
Kuhn'un "paradigma değişimi" olarak nite
lendirdiği şey gerçekleştiği zaman, işler ilginç
bir hal alır. Bir paradigma değişimi, bir anla
yış tarzı bütünüyle altüst olduğunda ortaya
çıkar. Bu, bir bilim insanı var olan paradigma
ya uymayan bir şeyler bulduğunda olabilir -
örneğin güneşin dünyanın etrafında döndüğü
paradigması içerisinde bir anlam ifade etme
yen gözlemler gibi. Ama o zaman bile, insan
lar için eski düşünme tarzlarını bir kenara at
mak uzun bir zaman alabilir. Yaşamlarını bir
paradigma içerisinde çalışarak geçiren bilim
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 321
insanları, dünyaya farklı bir yolla bakmayı
genellikle hoş karşılamaz. Sonunda yeni bir
paradigmaya geçiş yaptıklarındaysa, bu sefer
yeni bir çerçeve içinde çalışan, normal bilim
dönemi tekrar başlayabilir. Bu böylece sürüp
gider. Dünya evrenin merkezidir görüşü altüst
edildiğinde de böyle olmuştu. İnsanlar güneş
sistemi hakkında bu şekilde düşünmeye baş
ladıklarında, gezegenlerin güneş etrafındaki
yörüngelerini anlamak için çok daha fazla nor
mal bilim vardı.
Popper, doğal olarak, bilim tarihine dair bu
açıklamaya katılmıyordu; gerçi "normal bilim"
kavramının kullanışlı olduğu konusunda hem
fikirdi. Popper'in modası geçmiş bir paradig
maya sahip bir bilim insanı gibi mi olduğu,
yoksa gerçeklik hakkındaki hakikate Kuhn'dan
daha fazla mı yaklaştığı sorusu ilgi çekicidir.
Bilim insanları gerçek deneyleri kullanır.
Filozoflarsa argümanlarını makul kılabilmek
için düşünce deneyleri bulma eğiliminde
dir. İki filozof, Philippa Foot ve Judith Jarvis
Thomson, ahlakla ilgili görüşlerimizin önemli
özelliklerini açığa çıkaran, dikkatli bir şekilde
oluşturulmuş bir dizi düşünce deneyi geliştir
mişlerdir.
3 7 . B O L U M
Kontrolden Çıkan Tren ve
İstenmeyen Kemancı
PHILIPPA FOOT VE JUDITH
JARVIS THOMSON
Bir gün yürüyüş için dışarı çıktınız ve kontrol
den çıkan bir trenin beş işçiye doğru süratle
ilerlediğini gördünüz. Makinist, muhtemelen
kalp krizinden dolayı, bilincini yitirmiş du
rumda. Eğer bir şey yapılmazsa, işçilerin hepsi
ölecek. Tren tüm işçileri ezip geçecek. Tren o
kadar hızlı geliyor ki, kaçmak için zamanları
yok. Ama bir umut var. Tren beş kişiye gelme
den önce raylar çatallanıyor ve diğer ray üze
rinde yalnızca bir işçi bulunuyor. Trenin ma
kas değiştirip beş işçinin bulunduğu yönden
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
323
sapmasını ve diğer raydaki tek işçiyi öldür
mesini sağlayacak kola yeterince yakınsınız.
Bu masum adamı öldürmek sizce doğru olanı
yapmak mıdır? Sayılar göz önünde bulunduru
lursa doğrudur: Bir kişiyi öldürerek beş kişi
nin hayatını kurtarmış olurdunuz. Bu da mut
luluğu en büyük seviyeye çıkarmalıdır. Birçok
insana bu yapılması doğru olan şey gibi gelir.
Gerçek hayatta treni diğer raya geçirmek ve
bunun sonucu olarak bir kişinin ölümünü iz
lemek oldukça zordur. Ne var ki, tereddüt edip
beş kişinin ölümünü izlemek bundan çok daha
kötü olacaktır.
Yukarıda sözü edilen, ilk başta İngiliz filo
zof Philippa Foot
( 1 920-2010)
tarafından ortaya
konmuş bir düşünce deneyinin bir versiyonu
dur. Onun ilgilendiği, neden raylar üzerindeki
beş kişiyi kazadan kurtarmak kabul edilebilir
bir şeyken, kimi farklı durumda, birçok kişinin
hayatını kurtarmak için bir kişinin feda edil
mesi kabul edilebilir değildir sorusudur. Has
tane koridorlarında yürüyen sağlıklı bir insanı
hayal edin.
Aynı
koridorda, umutsuzca farklı
organlara ihtiyaç duyan beş kişi de var. İçle
rinden birine kalp nakli yapılmazsa kesinlikle
ölecek. Bir başkası karaciğer, diğeri ise böbrek
bekliyor vb. Sağlıklı olan kişiyi öldürüp
vü
cudunu parçalara ayırdıktan sonra, sağlıksız
olanlara bu şekilde organ sağlamak kabul edi
lebilir miydi? Çok zor:. Hiç kimse, sağlıklı biri-
324 1 NIGEL WARBURTON
nin öldürülüp kalbinin, akciğerlerinin, karaci
ğerinin, böbreklerinin alınıp beş kişiye nakle
dilmesinin kabul edilebilir olacağına inanmaz.
Yine de bu, beş kişiyi kurtarmak için bir kişiyi
feda etmeye örnektir. Bununla kontrolden çı
kan tren arasındaki fark nedir?
Düşünce deneyi, belirli bir konudaki hisle
rimizi ya da filozofların dediği gibi, "sezgile
rimizi" ortaya çıkarmak için tasarlanan hayali
bir durumdur. Filozoflar bunu çok kullanır. Dü
şünce deneyleri, bize, söz konusu edilene daha
yakından odaklanmamıza izin verir. Buradaki
felsefi soru şudur: "Daha fazla kişiyi kurtar
mak için bir kişinin feda edilmesi ne zaman
kabul edilebilir?" Kontrolden çıkan tren hika
yesi, bu soru pakkında düşünmemize olanak
sağlar. Düşünce deneyi, temel unsurları yalıtır
ve bize, böyle bir eylemin yanlış olduğunu his
sedip hissetmediğimizi gösterir.
Bazıları bu örnekte makası asla değiştirme
meniz gerektiğini söyler, çünkü onlara göre bu,
"Tanrıyı oynamak" olacaktır: Kimin yaşayıp ki
min öleceğine karar vermek. Gelgelelim birçok
kişi makası değiştirmeniz gerektiğini düşünür.
Bununla ilişkili bir örnek hayal edelim.
Amerikalı filozof Judith Jarvis Thomson, ori
jinal problemin bir başka versiyonunu tasar
lamıştır. Kontrolden çıkan tren bu sefer düz
bir hat üzerinde, eğer bir şey yapmazsanız
kesinlikle ölecek olan talihsiz beş işçiye doğ-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 325
ru
ilerlemektedir. Bir köprünün üzerindesiniz
ve yanınızda çok iri bir adam var. Yeterince
ağır olan bu adamı köprüden aşağı atarsanız,
beş işçiye çarpmadan önce treni yavaşlatacak
ve durduracaktır. Diyelim ki bu adamı trenin
önüne itecek kadar güçlüsünüz, bunu yapmalı
mısınız?
Pek çok insan bunu daha güç bir durum ola
rak görür. Hem bu durumda hem de çatallanan
ray durumunda, eylemlerinizin sonucu beş ki
şinin ölmesi yerine bir kişinin ölmesi gibi si
zin değiştirebileceğiniz noktalar taşısa da, bu
soruya "hayır" cevabını vermeye daha yakındır.
Hatta iri adamı köprüden aşağıya itmek, cina
yet gibi görünmektedir. Oysa iki durumda da
sonuçlar aynıysa, o zaman mesele edilecek bir
şey olmamalıdır. Eğer ilk örnekte makas değiş
tirmek doğruysa, ikinci örnekte iri adamı tre
nin önüne itmek de şüphesiz doğru olmalıdır.
Kafa karıştırıcıdır bu.
Eğer bu hayali durum, yani birini köprüden
aşağıya itme fikri akla fiziksel zorlukları ge
tiriyorsa ya da bir kişiyle boğuşarak onu ölü
müne göndermenin acımasızlığı sizi rahatsız
ediyorsa, bu örnek, köprüde bir kapak olacak
şekilde değiştirilebilir. İlk örnekte makası de
ğiştirerek yaptığınız gibi, benzer türde bir kolu
kullanarak kapağı açıp bu iri adamı asgari ça
bayla tren yoluna düşürebilirsiniz. Tek yapa
cağınız kolu çekmektir. Pek çok insan, bunun
326 1 NIGEL WARBURTON
ahlaki açıdan çatallanan örneğinden uzak gö
rür. Peki bu, neden böyledir?
Çatallanan ray ve iri adam örneklerinin ne
den birbirinden farklı olduğunu düşündüğü
müzün bir açıklaması da Çifte Etki Kuralıdır.
Bu görüş, sözgelimi birine onu öldürecek ka
dar sert vurmanın, niyetiniz sadece kendinizi
korumaksa ve hafif bir darbe sizi korumaya
yetmeyecekse, bütünüyle doğru olabileceğine
inanır. İyi niyetle gerçekleştirilmiş bir edimin
(bu örnekte kendinizi korumanın) öngörülebi
lir kötü yan etkileri kabul edilebilir, ancak kas
ten zarar verme kabul edilemez. Sizi öldürmeyi
planlayan birini zehirlemek doğru değildir. Ka
bul edilebilir bir amacınızın olduğu ilk örnek
te, olayın ilerl�yişi gereği biri ölmüş olacaktır.
İkinci örnekte ise birini öldürmeye niyetlenir
siniz ve bu kabul edilemezdir. Kimileri için bu,
problemi çözer. Diğerleri içinse, Çifte Etkinin
bu ilkesi bir hatadır.
Bu örnekler, zoraki ve gündelik yaşantıyla
ilgisiz görünebilir. Bir b akıma bu doğrudur.
Gerçek örnekler olma amacı taşımazlar. Bun
lar inançlarımızı netleştirmek için tasarlanan
düşünce deneyleridir. Gelgelelim bazen gerçek
hayatta da benzer kararlar almamıza yol açan
durumlar doğar. Örneğin İkinci Dünya Savaşı
sırasında Naziler Londra'nın bir bölümünü
bombalamaktaydı. Bir Alman casus, İngilte
re ile Almanya arasında çift-taraflı çalışmaya
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 327
başlamıştı. İngilizler Almanlara yanıltıcı bil
giler gönderme ve onlara, bombaların gerçek
hedeflerinin kuzeyine, daha uzağa düştüğünü
söyleme şansını bulmuştu. Bu olay Almanların
hedeflerini değiştirmesine yol açacak; böylece
bombalar Londra'nın kalabalık kesimleri ye
rine, güneydeki Kent ve Surrey'de yaşayan in
sanların üzerine düşecekti. Başka bir deyişle,
daha az insanın ölümüne sebep olacak bilgiyi
vermenin olanağı vardı. Bu örnekte İngilizler
Tanrıyı oynamamayı tercih etmişlerdi.
Gerçek hayatın içinden daha farklı bir durum
daysa, olaya müdahil olanlar harekete geçmeye
karar vermişti. 1 987 yılındaki Zeebrugge fela
ketinde, bir arabalı vapur batıp da düzinelerce
yolcu buz kaplı denizden kurtulmaya çalışırken,
genç bir adam bir ip merdivene tırmanarak ken
dini kurtarmış ama korkudan olduğu yerde ka
lakalmıştı. O konumda en az on dakika kalmış
ve denizden çıkacak başka birine engel olmuştu.
Eğer insanlar hızlı bir şekilde denizden çıkmaz
larsa, ya boğulacak ya da donarak öleceklerdi.
Sonunda, denizdekiler onu merdivenden aşağı
çekmiş ve güvenliğe ulaşmayı başarmışlardı.
Genç adam ise denize düşmüş ve boğulmuştu.
Genç adamı merdivenden çekmek çok acı veren
bir karar olmuş olmalıydı, ancak bu aşırı koşul
larda, kontrolden çıkmış trende olduğu gibi pek
çok kişiyi kurtarmak için birini kurban etmek,
muhtemelen yapılacak doğru şeydi.
328 1 NIGEL WARBURTON
Filozoflar halen tren örneğini ve nasıl çö
zümlenmesi gerektiğini tartışıyorlar. Ayrıca
Judith Jarvis Thomson (1 929 doğumlu) tara
fından ortaya atılan bir başka düşünce deneyi
ni de tartışıyorlar. Bu düşünce deneyi, doğum
kontrol hapı kullanan ama buna rağmen hami
le kalan bir kadının, bebeği doğurmak gibi bir
ahlaki ödevinin olmadığını gösteriyordu. Bu
kadın, ahlaki olarak yanlış bir şey yapmadan
kürtaj olabilirdi. Bu koşullarda bebeğe sahip
olmak merhametle yapılmış bir davranıştır,
ödev değil. Kürtajın etik olup olmadığıyla il
gili tartışmalar geleneksel olarak ceninin du
rumuna odaklanmıştı. Thomşon'un argümanı,
kadının bakış açısına daha çok ağırlık vermesi
açısından önemliydi. İşte örnek.
Böbreği has"ta olan ünlü bir kemancı var.
Hayatta kalması için tek şansı, çok nadir bu
lunan kan grubuna sahip bir kişiye bağlı ola
rak yaşaması. Siz de bu kan grubuna sahipsi
niz. Bir sabah uyandığınızda, siz uykudayken
doktorların onu sizin böbreklerinize bağla
mış olduğunu görüyorsunuz. Thomson, böyle
bir durumda, tüpleri çektiğiniz zaman onun
öleceğini bilseniz bile ona bağlı olmayı sür
dürmek gibi bir zorunluluğunuzun olmadığı
nı ileri sürer. Aynı şekilde eğer bir kadın do
ğum kontrol hapı kullanmış olmasına rağmen
hamileyse, rahminde büyüyen ceninin onun
vücudunu kullanma hakkına doğrudan sahip
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 329
olmadığını öne sürer. Cenin bu örnekteki ke
mancı gibidir.
Thomson bu örneği sunmadan önce pek
çok insan can alıcı bir soruyla meşguldü: "Ce
nin bir kişi midir?" Ceninin bir kişi
olduğunu
gösterebilirlerse, kürtajın her durumda açıkça
ahlakdışı olacağına inanıyorlardı. Thomson'un
düşünce deneyi, cenin bir kişi olsa bile, bunun
sorunu çözemeyeceğini ileri sürer.
Elbette herkes bu cevaba katılmıyor. Ki
mileri, böbreklerinize bağlanmış bir keman
cıyla uyansanız bile, Tanrıyı oynamamanız
gerektiğini düşünür. Keman sesini gerçekten
sevmiyorsanız, zor bir hayat olurdu. Bununla
birlikte, ona yardım etmeyi seçmiş olmasanız
bile, kemancıyı öldürmek yine de yanlış olur
du. Aynı şekilde, hamile kalmayı istememiş ve
buna karşı önlemler almış olsanız bile, çok sa
yıda insan sağlıklı bir hamileliği asla kasten
sona erdirmemeniz gerektiğine inanır. Buna
rağmen zekice oluşturulmuş bir düşünce dene
yinin yaptığı şey, bu anlaşmazlıkların altında
yatan ilkeleri ortaya çıkarmaktır.
Siyaset felsefecisi John Rawls da adaletin
doğasını ve toplumu düzenlemenin en iyi ilke
lerini soruşturmak için bir düşünce deneyini
kullanmıştır.
. .
. .
3 8 . B O L U M
Cehalet Yoluyla Adalet
JOHN RAWLS
Belki çok zenginsiniz. Belki Karun kadar zen
ginsiniz. Fakat birçoğumuz değil, hatta bazı
insanlar çok fakir.
O
kadar ki, kısa hayatlarının
çoğunu aç ve hasta olarak geçiriyorlar. Bu pek
de adil ya da doğru görünmez, kesinlikle de
değildir. Eğer dünyada gerçek adalet olsaydı,
bir yanda elindeki çok fazla parayı nasıl har
cayacaklarını bilmeyenler varken, bir yanda da
açlık çeken çocuklar olmazdı. Hasta olan her
kes iyi bir tıbbi tedavi alma olanağına sahip
olurdu. Afrika'daki yoksulların durumu, ABD
ve İngiltere'deki yoksullardan kat be kat daha
kötü olmazdı. Batının zenginliği, doğduğu yer
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 33
ı
konusunda talihsizliği kendi hatası olmayan
lardan, binlerce kat fazla olmazdı. Adalet, in
sanlara adil davranmakla ilgilidir. Çevremizde
hayatları iyi şeylerle dolu insanlar ve kendi
hataları olmamasına rağmen, hayatta kal
mak için pek az seçeneği olan insanlar vardır:
Yaptıkları işi, hatta yaşadıkları şehri seçemez
ler. Bu eşitsizlikleri düşünen kimileri, hemen,
"evet ama hayat zaten adil değil" deyip omuz
silkecektir. Genellikle bunlar, özellikle şanslı
olanlardır; diğerleri ise zamanlarını toplumun
nasıl daha iyi düzenlenebileceğini düşünmeye
harcayacak ve belki de daha adil olması için
değiştirmeye çalışacaklardır.
Kendi halinde mütevazı bir Harvard akade
misyeni olan John Rawls (1921 -2002), insan
ların bu tür şeyler üzerine düşünme şekilleri
ni değiştiren bir kitap yazdı. Yirmi yıla yakın
gayretli düşünmenin sonucu ortaya çıkan ki
tap
Bir Adalet Teorisi
'
ydi ( 1 97 1 ). Aslında bir
profesörün diğer profesörlere hitaben kaleme
aldığı, oldukça kuru, akademik dille yazılmış
bir kitaptır. Ancak bu türdeki birçok kitabın
aksine, kütüphanenin tozlu raflarında kalmak
yerine bir çok satan haline geldi. Bu kadar
çok insanın onu okumuş olması bir bakıma
inanılmazdır. Ama kitabın temel noktalarını
oluşturan düşünceler o kadar ilgi çekiciydi ki
kısa sürede, filozoflar, avukatlar, politikacılar
ve başka pek çok kişi tarafından okunan, yir-
332 1 NIGEL WARBURTON
minci yüzyılın en etkileyici kitaplarından biri
olarak ilan edildi. Rawls bile bunun mümkün
olabileceğini hayal edememişti.
Rawls, İkinci Dünya Savaşında savaşmıştı
ve 6 Ağustos 1 945'te Japon şehri Hiroşima'ya
atom bombası düştüğünde Pasifik'teydi. Savaş
zamanında yaşadıkları onu derinden etkiledi,
nükleer silah kullanımının yanlış olduğuna
inanıyordu.
O
dönemde yaşayan birçok insan
gibi daha iyi bir dünya, daha iyi bir toplum ya
ratmak istiyordu. Ama o değişimi getirmek için
siyasi bir davaya dahil olmak ya da mitinglere
katılmak yerine düşünmek ve yazmayı tercih
etti.
Adalet Teo
ri
si
'ni yazdığı dönemde Viet
nam Savaşı şiddetlenmiş ve Birleşik Devletler
de büyük çaplı savaş-karşıtı gösteriler -bunla
rın hepsi barışÇıl değildi- başlamıştı. Rawls, o
anki sıcak meselelere kapılmak yerine, adalete
dair soyut genel sorunlar üzerine yazdı. Çalış
masının merkezinde, birlikte nasıl yaşadığımız
ve devletin yaşamlarımızı etkileme biçimleri
üzerine açık seçik düşünmemiz gerektiği fikri
yatıyordu. Varoluşumuzun tahammül edilebi
lir olması için işbirliği yapmamız gerekiyordu.
Peki ama bunu nasıl yapacaktık?
Yeni ve daha iyi bir toplum tasarlamak zo
runda olduğunuzu hayal edin. Sorulacak so
rulardan biri, "kim ne alacak?" olabilir. Eğer
içinde yüzme havuzu ve hizmetçilerin olduğu
güzel bir malikanede yaşıyorsanız ve sizi tro-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 333
pikal bir adaya götürmeyi bekleyen özel jeti
niz varsa, pekaıa bazılarının -belki de en çok
çalışanların- çok zengin, bazılarının da çok
fakir olduğu bir dünyayı aklınıza getirmiş
olabilirsiniz. Şu anda yoksulluk içinde yaşı
yorsanız, kimsenin aşırı zengin olmasına izin
verilmeyen, erişilebilir olan her şeyden her
kesin eşit p ay aldığı bir toplum tasarlarsı
nız muhtemelen: Özel jetlere izin verilmeyen,
talihsiz insanlara daha çok şans verilen bir
toplum. İnsan doğası aynen böyledir: İnsan
lar daha iyi bir dünyayı tanımlarken, fark et
seler de fark etmeseler de, kendi konumlarını
düşünme eğilimi gösterirler. Bu önyargılar ve
peşin hükümler siyasi düşünmenin biçimini
bozar.
Rawls'un dahice fikri, hepimizin sahip ol
duğu birtakım bencilce önyargıları önemsiz
gösteren bir düşünce deneyi -buna "İlk Konum"
diyordu- bulmaktı. Temel düşüncesi fazlasıy
la yalındır: Daha iyi bir toplum tasarla; ama
bunu, toplumda hangi konumda olacağını bil
meden yap. Zengin, fakir, engelli, güzel, erkek,
kadın, çirkin, zeki ya da akılsız, yetenekli ya da
yeteneksiz, eşcinsel, biseksüel ya da hetero
seksüel olup olamayacağını bilmeden. Rawls,
sonunda kendinizi nerede bulacağınızı ya da
nasıl biri olacağınızı bilmediğiniz için bu ha
yali "cehalet örtüsü" altında daha adil ilkeleri
seçeceğinizi düşünür. Kendi yerinizi bilmeden
334 1 NIGEL WARBURTON
seçim yapmaya dayalı bu basit yöntemden yola
çıkarak adalet teorisini geliştirir. Teorisi, tüm
mantıklı insanların kabul edeceğini düşündü
ğü iki ilkeye dayanmaktadır: Özgürlük ve eşit-
. lik ilkeleri.
İlk ilke Özgürlük İlkesidir. Bu, herkesin,
ellerinden alınmaması gereken bir dizi temel
özgürlük hakkına sahip olmasıdır; örneğin
inanç özgürlüğü, liderlerine oy verme özgür
lüğü ve geniş çaplı bir ifade özgürlüğü. Bu
özgürlüklerin bazılarını kısıtlamak insanla
rın büyük çoğunluğunun hayatlarını daha iyi
hale getirebilecek olsa bile, Rawls, bu özgür
lüklerin çok önemli olduğunu ve her şeyden
önce bunların korunması gerektiğini düşü
nüyordu. Bütün liberaller gibi Rawls da bu
temel özgürlüR:lere yüksek bir değer veriyor,
herkesin temel özgürlüklere hakkı olduğuna
ve bunların insanların elinden alınmaması
gerektiğine inanıyordu
Rawls'un ikinci ilkesi olan Farklılık İlkesi
tamamen eşitlikle ilgilidir. Toplum, en çok ezi
len gruplara daha fazla servet eşitliği ve fırsat
verebilecek şekilde düzenlenmelidir. İnsanlar
farklı miktarlarda para kazanıyorsa, bu eşit
sizlik ancak en kötü durumdakine doğrudan
yardım ediliyorsa mümkün olabilir. Bir ban
kacı, asgari ücretli bir işçiden
10.000
kat daha
fazla kazanabilir, eğer asgari ücretli işçi bun
dan doğrudan yararlanabiliyorsa ve bankacı-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 335
nın daha az kazanması durumunda kendisinin
alamayacağı kadar yüksek miktarda bir ücret
alıyorsa. Rawls işlerin başında olsa, sonuçta
en fakir olan daha fazla para kazanmadığı sü
rece, kimse yüksek miktarda ikramiye almaz
dı. Rawls, bunun, kendilerinin zengin mi fakir
mi olacaklarını bilmedikleri takdirde, mantıklı
insanların seçeceği türden bir dünya olduğunu
düşünür.
Kimin ne kadar kazanacağı hakkında
Rawls'tan önce düşünen filozoflar ve politika
cılar, en yüksek
ortalama
serveti üretecek bir
durumdan yana taraf almışlardı. Bu, bazı in
sanların aşırı zengin, pek çok kişinin orta zen
ginlikte ve az sayıda insanın çok fakir olabile
ceği anlamına gelebilir. Ancak Rawls için böyle
bir durum, hiçbir aşırı zenginin olmadığı, ama
ortalama gelir daha düşük olsa bile herkesin
daha eşit pay aldığı bir durumdan daha kötü
dür.
Meydan okuyucu bir düşüncedir bu - özel
likle de dünyanın şu anki durumunda yüksek
maaşlar paralar kazanabilenler için. Bir diğer
önemli Amerikalı siyaset felsefecisi ve Rawls'a
göre siyasi açıdan daha sağda yer alan Robert
Nozick ( 1 938-2002) bu konuyu sorgulamıştı.
Mükemmel bir basketbol oyuncusunu izleme
ye gelen hayranlar, bilet paralarının küçük bir
kısmını bu oyuncuya vermekte özgür olmalıy
dı kuşkusuz. Paralarını bu şekilde harcamaya
336 1 NIGEL WARBURTON
hakları vardı. Eğer milyonlarca insan onu iz
lemeye gelirse, o zaman sporcu -Nozick'e göre
adil olarak- milyonlarca dolar kazanacaktır.
Rawls, bu görüşe tamamıyla karşıydı. Rawls'a
göre bu anlaşmanın sonucunda en fakir olan
daha varlıklı hale gelmediği sürece, basketbol
oyuncusunun kişisel kazancının böyle yük
sek seviyelere çıkmasına izin verilmemeliydi.
Rawls, tartışmaya yol açacak şekilde, yetenekli
bir atlet ya da yüksek zekalı biri olmanın, oto
matik olarak bireylere daha yüksek kazanca
sahip olma hakkını vermeyeceğine inanır. Bu
nun bir nedeni de sportif yetenek ya da zeka
gibi şeylerin, şans meselesi olduğuna inanma
sıdır. Çok hızlı bir koşucu ya da muazzam bir
basketbol oyuncusu ya da üstün zekalı biri ol
manız, daha ço'k kazanmayı hak ettiğiniz anla
mına gelmez. Atletik olarak yetenekli olmak ya
da zeki olmak, "doğal piyango"yu kazanmanın
bir sonucudur. Pek çok kişi Rawls'a şiddetle
karşı çıkar ve mükemmelliğin ödüllendirilme
si gerektiğini düşünür. Ancak Rawls, bir şeyde
iyi olmakla daha fazlasını hak etmek arasında
otomatik bir bağlantı olmadığını düşünmekte
dir.
Peki, ya bazı insanlar cehalet örtüsünün
arkasında kumar oynamayı tercih ederse? Ya
hayatı bir piyango olarak düşünüyor ve top
lumda sahip olacakları çok cazip konumlar
olduğundan emin olmak istiyorlarsa? Muh-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 337
temelen kumarbazlar, aşırı zengin olma ih
timalleri varsa, fakir olma riskini de göze
alabilirlerdi. Yani Rawls'un tanımladığı dün
yadansa, ekonomik olanakları daha geniş bir
dünyayı tercih ederlerdi. Rawls, mantıklı in
sanların bu şekilde hayatları üzerine kumar
oynamayacağına inanıyordu. Belki de bu ko
nuda yanılıyordu.
Yirminci yüzyıl filozoflarının büyük bölü
mü, geçmişteki büyük düşünürlerle bağlan
tılarını yitirmişti. Rawls'un
Adalet Teorisi,
Aristoteles, Hobbes, Locke, Rousseau, Hume
ve Kant'ın yazmış olduklarıyla birlikte anıl
maya değer, siyaset felsefesinin yirminci yüz
yılda yazılmış çok az sayıda eserinden biriydi.
Rawls, bu konuda hemfikir olmayacak dere
cede mütevazıydı. Ancak onun örneği Micha
el Sandel, Thomas Pogge, Martha Nussbaum
ve Will Kymlicka da dahil, günümüzde yazan
bir filozof kuşağına esin kaynağı oldu: Hepsi
de felsefenin, nasıl birlikte yaşayabiliriz ve ya
şamak zorundayız konusunda zorlu ve derin
sorularıyla meşgul olması gerektiğine inanır.
Önceki kuşaktan bazı filozofların aksine, bu
soruları cevaplamaya çalışmaktan ve toplum
sal değişimi teşvik etmekten çekinmezler. Fel
sefenin sadece yaşama şeklimizle ilgili tartış
mamıza yön vermesini değil, aslında yaşama
şeklimizi değiştirmesi gerektiğine inanmakta
dırlar.
338 1 NIGEL WARBURTON
Bu tür bir görüşü savunan bir başka filozof,
bu kitabın son bölümünün konusu Peter Sin
ger'dır. Onun düşüncelerine bakmadan önce,
günümüzde önemini artıran bir soruyu incele
yeceğiz: "Bilgisayarlar Düşünebilir mi?"
.
.
. .
3 9 . B O L U M
Bilgisayarlar Düşünebilir mi?
ALAN TURING VE JOHN SEARLE
Bir odada oturuyorsunuz. Odaya açılan bir
kapı, kapıda da bir mektup yarığı var. Ara sıra,
üzerine anlamsız çizgiler çizilmiş bir karton
parçası kapıdan sokulup paspasınıza düşüyor.
Sizin göreviniz, odadaki masanın üzerinde du
ran bir kitabın içinde o anlamsız çizgiyi arayıp
bulmak. Her bir anlamsız çizgi, kitaptaki baş
ka bir sembolle eşleşiyor. Kitapta o anlamsız
çizgiyi bulmalı, onunla eşleşen sembole bak
malı ve sonrasında, odadaki pakette üzerinde
eşleşen sembolün bulunduğu kartı bulmalısı
nız. Sonra da dikkatli bir şekilde, bu kartı kapı
daki yarıktan dışarı itmelisiniz. İşte bu! Bunu
340 1 NIGEL WARBURTON
bir süre yaptıktan sonra neler olduğunu merak
edersiniz.
Amerikalı filozof John Searle ( 1932) tarafın
dan bulunan, Çin Odası düşünce deneyidir bu.
Bir bilgisayarın, düşünebiliyor gibi görünme
sine rağmen, gerçekte düşünemediğini göster
mek üzere tasarlanmış hayali bir durumdur.
Burada olup biteni anlamak için öncelikle Tu
ring Testini anlamamız gerekiyor.
Alan Turing (1912-54), modern bilgisayarın
yaratılmasında rolü olan C ambridgeli seçkin
bir matematikçiydi. İkinci Dünya Savaşı sıra
sında İngiltere'de Bletchley Parkta geliştirilen,
ayrıntılı ve yoğun hesaplamalar yapan maki
nesi, Alman denizaltı komutanları tarafından
kullanılan "Enigma" kodlarını kırmıştı. Mütte
fikler böylece mesajların içeriğini çözebilmiş
ve Nazilerin planlarını öğrenebilmişlerdi.
Bilgisayarların bir gün kodları kırmaktan
daha fazlasını yapacağı ve gerçekten zeki ola
bilecekleri fikri Turing'in ilgisini çekmiş ve
1 950 yılında bu tarz bilgisayarların geçebile
ceği bir test önermişti. Bu, daha sonra, yapay
zekayı sorgulayan Turing Testi olarak biline
cekti, ancak Turing, onu başta Taklit Oyunu
diye adlandırmıştı. Beynin ilginç yönü aslında
onun soğuk püre kıvamında olması değildir,
inancından gelir bu. Önemli olan kafatasından
çıkarıldığında titremeye devam etmesi ya da
gri olması değil, işlevidir. Bilgisayarlar sert ve
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
341
elektronik parçalardan yapılmış olabilir; fakat
yine de beynin yaptığı pek çok şeyi yapabilir
ler.
Bir kişinin zeki olup olmadığına karar verir
ken, beynini açıp nöron hareketlerini izlemek
tense, sorulara verdiği cevapları temel alırız.
Dolayısıyla bilgisayarlar hakkında karar verir
ken de onların nasıl oluşturuldukları yerine,
harici kanıtlara odaklanmamız adil olur. Kan
ve sinirlere ya da kablolar ve iletkenlere değil,
veri girdi ve çıktılarına bakmalıyız. Turing şöy
le bir şey önermişti. Bir odada testi yapan kişi
ekrana bir konuşma yazmaktadır. Ekran aracı
lığıyla farklı bir odada oturan bir insanla mı
yoksa kendi cevaplarını üreten bir bilgisayarla
mı konuştuğunu bilmez. Konuşma sırasında
testi yapan kişi konuştuğunun insanın olup ol
madığını söyleyemezse, bilgisayar Turing Tes
tini geçecektir. Bilgisayar bu testi geçerse, o
zaman onun zeki olduğunu, sadece mecazi an
lamda zeki değil, bir insanın sahip olabileceği
türden bir zekası olduğunu söylemek mantıklı
olacaktır.
Searle'ün Çin Odası örneği -birkaç kart
üzerindeki anlamsız çizgiler senaryosu- bir
bilgisayar yapay zekaya yönelik Turing testini
geçmiş olsa bile, bunun onun gerçekten de her
şeyi anladığını kanıtlamayacağını göstermeyi
amaçlar. Kapıdaki mektup bölmesinden garip
sembollerin geldiği bir odada olduğunuzu ve
342
1
NIGEL WARBURTON
diğer sembolleri bölmeden dışarıya geri gön
derdiğinizi, elinizde de size kılavuzluk eden
bir kitap olduğunu düşünün. Bu sizin için an
lamsız bir görevdir ve neden bunu yaptığınıza
dair hiçbir fikriniz yoktur. Gelgelelim farkına
varmaksızın soruları Çince cevaplarsınız. Sa
dece İngilizce konuşuyorsunuz ve hiç Çince
bilmiyorsunuz. Oysa, içeriye gelen işaretler
Çince sorular ve dışarıya verdiğiniz işaretler
de bu sorulara verilen mantıklı cevaplar. İçin
de bulunduğunuz Çin Odası, Taklit Oyununu
kazanır. Verdiğiniz cevaplar, dışarıdaki birini,
hakkında konuştuğunuz şeyi gerçekten de an
ladığınızı düşündürtmek suretiyle yanıltacak
tır. Dolayısıyla odanın içinde siz de tartışılan
şeyin ne oldl!ğundan tamamıyla habersiz ol
duğunuz için, Turing Testini geçen bir bilgisa
yar da zorunlu olarak zeki değildir.
Searle, bilgisayarların Çin Odasındaki biri
gibi olduğunu düşünür: Gerçekten zekaya
sahip değildirler ve gerçekten düşünemez
ler. Bütün yaptıkları, onları oluşturanların
kendilerine programlamış oldukları kurallar
çerçevesinde sembolleri dağıtmaktır. Kullan
dıkları işlemler bir yazılıma yerleştirilmiştir.
Gelgelelim bu, bir şeyi gerçekten anlamaktan
ya da gerçek bir zekaya sahip olmaktan çok
farklıdır. Bunu ortaya koymanın başka bir
yolu, bilgisayar programlayan insanların ona
bir
sentaks
(sözdizimi) eklemeleridir. Bunlar,
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 343
sembollerin işleneceği doğru sırayla ilgili ku
ralları sağlar. Fakat bunu
semantikle
(anlam
bilim) vermezler: Sembollere anlamlar yükle
memişlerdir. İnsanlar, konuştuğu zaman bir
şeylere
anlam
verirler, düşünceleri dünyayla
çeşitli yönlerden ilişkilidir. Bir şeylere anlam
yüklüyor gibi görünen bilgisayarlar ise biraz
da papağanlar gibi insan düşüncesini taklit
eder. Papağan konuşmayı taklit edebilmesine
rağmen söylediği şeyin ne ifade ettiğini asla
gerçekten anlamaz. Benzer şekilde Searle'e
göre bilgisayarlar, herhangi bir şeyi gerçek
ten ne anlayabilir ne de onun hakkında dü
şünebilir. Yalnızca sentakstan yola çıkarak
semantiğe erişemezsiniz.
Searle'ün düşünce deneyine yönelik eleşti
rilerden biri, deneyin odadaki kişinin olan bi
teni anlayıp anlamadığı sorusuna odaklanma
sıydı. Ama bu bir hatadır. Kişi, bütün sistemin
sadece bir parçasıdır. Kişi neler olup bittiğini
anlamasa bile, sistemin bütünü (oda, şifre ki
tabı, semboller vb) belki anlayabilir. Searle'ün
bu itiraza cevabı, düşünce deneyini değiştir
mek oldu. Odanın içerisinde sembolleri ora
dan oraya götüren bir kişi hayal etmek yerine,
bu kişinin kural kitabının bütününü ezberle
diğini ve dışarıda bir alanın ortasında, uygun
sembol kartlarını geri verdiğini hayal edin. Bu
kişi Çince sorulan sorulara doğru cevap veri
yor olsa da tek tek soruları hala anlamayacak-
344 1 NIGEL WARBURTON
tır. Anlamak sadece doğru cevaplar vermekten
fazlasını içerir.
Gerçi bazı filozoflar, insan zihninin bir bil
gisayar programı gibi
olduğuna
ikna olmuş
durumdadır. Bilgisayarların gerçekten düşü
nebildiklerine ve düşündüklerine inanırlar.
Eğer haklılarsa, o zaman belki de bir gün, in
san beyninin bilgisayara aktarılması müm
kün olacaktır. Zihniniz bir programsa, şu anda
kafanızın içerisindeki beyin dokusunun vıcık
vıcık kütlesinde işliyor olması, onun gelecekte
parlak büyük bir bilgisayarda işleyemeyeceği
anlamına gelmez. Süper zeki bilgisayarların
yardımıyla birisi, zihninizin oluşturduğu mil
yonlarca işlevsel bağlantının bir haritasını
çıkarabilirse, o zaman bir gün ölümden kur
tulmak da mümkün olabilir. Beyniniz bir bil
gisayara yüklenebilir ve böylece vücudunuz
gömüldükten ya da yakıldıktan çok sonra bile
çalışmaya devam edebilir. Bunun iyi bir varo
luş biçimi olup olmayacağı başka bir mesele
dir. Eğer Searle haklıysa, yüklenen zihin, görü
nüşte bilinçli olduğunu gösteren tepkiler verse
de, şu an sahip olduğunuz türden bir bilince
sahip olacağının garantisi yoktur.
Altmış yıl kadar önce yazan Turing, bilgisa
yarların düşünebildiğine çoktan ikna olmuştu.
Eğer haklıysa, yakın bir gelecekte onları fel
sefe yaparken bulabiliriz. Bu, bilgisayarların
zihinlerimizin ölümden sonra yaşamasına izin
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
345
vermesinden daha yakın bir ihtimaldir. Belki
de bir gün bilgisayarlar, nasıl yaşamamız ge
rektiğine ve gerçekliğin doğasına dair temel
sorular -filozofların binlerce yıldır boğuştu
ğu türde sorular- hakkında ilginç şeyler bile
söyleyebilirler. Ama şimdilik bu alanlardaki
düşüncelerimizi netleştirmek için kanlı canlı
filozoflara güvenmemiz gerek. Peter Singer, bu
filozoflar arasında en etkili ve tartışmalı olan
lardan biridir.
. .
. .
4 0 . B O L U M
Modern Bir Atsineği
PETER SINGER
Bir göletin bulunduğunu bildiğiniz bir bahçe
desiniz. Bir anda bir şıpırtı ve çığlık duydunuz.
Küçük bir çocuğun suya düşmüş ve boğulmak
üzere olduğunu fark ettiniz. Ne yapardınız?
Öylece yürüyüp gider miydiniz? Buluşmak için
bir arkadaşınıza söz vermiş olsanız ve dur
mak sizi geciktirecek olsa bile, sizin için bir
çocuğun hayatı vaktinde orada olmaktan daha
önemli olacaktır. Gölet epey sığ, fakat çok ça
murludur. Yardım ederseniz en güzel ayakka
bınız mahvolacak, ancak suya atlamazsanız,
diğer insanların bunu anlayışla karşılamala
rını beklemeyin. İnsan olmakla ve hayata de-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 347
ğer vermekle alakalıdır bu. Bir çocuğun hayatı,
bir çift ayakkabıdan, hatta çok pahalı bir çift
ayakkabıdan çok daha değerlidir. Bunun aksini
düşünen bir çeşit canavardır. Suya atlardınız
değil mi? Elbette atlardınız. Öte yandan büyük
olasılıkla, Afrika'daki bir çocuğun açlıktan ya
da tedavi edilebilir tropikal hastalıklardan öl
mesini engelleyebilecek kadar da zenginsiniz.
Muhtemelen bu, göletteki çocuğu kurtarmak
için mahvetmeye hazır olduğunuz ayakkabıla
rın fiyatından çok daha fazla değildir.
Diğer çocuklara neden yardım etmediniz?
Doğru hayır kurumuna küçük miktarda bir ba
ğış en az bir hayat kurtarabilir. Nispeten ma
liyeti düşük aşılar ve diğer ilaçlarla pek çok
çocuk hastalığı kolayca önlenebilir. Bununla
birlikte, önünüzde boğulan çocuk için hisset
tiklerinizi neden Afrika'da ölmekte olan bir ço
cuk için hissetmiyorsunuz? Aynı şeyi
hissedi
yorsanız,
sıra dışı birisinizdir. Çoğumuz, Afri
ka gerçeğinden sıkıntı duysak da, yine de ikisi
için aynı şeyi hissetmeyiz.
Avustralyalı felsefeci Peter Singer ( 1 946),
önünüzde boğulmakta olan çocuk ile Afrika'da
açlıktan ölen çocuk arasında çok da fark olma
dığını ileri sürer. Dünyanın dört bir yanında
kurtarabileceğimiz insanları şu an yaptığımız
dan daha çok önemsemeliyiz. Böyle yapmazsak,
yaşayabilecek olan bir çocuk şüphesiz genç
yaşta ölecektir. Bu bir tahmin değil. Doğru ol-
348 1
NIGEL WARBURTON
duğunu biliyoruz. Yoksullukla ilgili nedenler
den dolayı her yıl binlerce çocuğun öldüğünü
biliyoruz. Gelişmiş ülkelerde yaşayan bizler,
biz yiyemeden çürüyen yiyecekleri buzdolabın
dan atarken, bazıları açlıktan ölüyor. Bazıları
içmek için temiz su bile bulamıyor. Dolayısıyla
doğdukları yer konusunda talihsiz olan insan
lara yardım etmek için, gerçekten ihtiyacımız
olmayan bir ya da iki lüksü bırakmalıyız. Sin
ger'in felsefesi uygulanması güç bir felsefedir.
Ancak bu, onun yapmamız
gereken
konusunda
haksız olduğu anlamına gelmez.
Yardım kuruluşuna ben bağışta bulunma
sam bile başkası bulunur, diyebilirsiniz. Bura
daki tehlike her birimizin, gerekli olanı yapa
cak başka biri. olduğunu varsayarak olanlara
seyirci kalmasıdır. Dünyada aşırı yoksulluk
içinde yaşayan ve her gün yataklarına aç gi
ren o kadar çok kişi vardır ki, bir avuç kişiye
bırakarak ihtiyaçlarını karşılamak çok zordur.
Önünüzde boğulmakta olan çocuk olayında,
çocuğun yardımına başka birinin koşup koş
madığını görmek çok kolaydır, doğru. Uzak
ülkelerde acı çeken insanlar söz konusu oldu
ğunda, yaptığımız şeylerin ve diğer insanların
eylemlerinin etkilerini bilebilmek daha zor
olabilir. Fakat bu, hiçbir şey yapmamanın en
iyi çözüm olduğu anlamına gelmez.
Bu noktayla bağlantılı olarak duyulan bir
korku vardır. Denizaşırı ülkelerdeki yoksul
. FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
349
insanlara yardım etmenin onları zenginlere
bağlı hale getireceğinden, kendi yiyecekleri
ni üretmenin, kendi kuyularını ve yaşayacak
ları yerleri inşa etmenin bir yolunu bulmayı
bırakacaklarından korkulur. Zamanla bu, du
rumu hiçbir şey vermemekten daha kötü bir
hale getirebilir. Dünyada tamamen dış yardı
ma bağımlı hale gelmiş ülkeler vardır. Ancak
bu, yardım kurumlarına katkıda bulunmama
mız gerektiği anlamına gelmez. Bu kurumla
rın sunduğu yardım şekillerini dikkatlice dü
şünmemiz gerektiği anlamına gelir. Bundan
çabalamamızın ve yardım etmemizin gereği
yoktur gibi bir düşünce çıkarmamak gerekir.
Kimi temel tıbbi yardım türleri, yoksul insan
lara, dış yardıma bağımlı olmamaları için fır
sat verebilir. Yerel halkın kendi kendini çekip
çevirmesi için onları eğitme, temiz içme suyu
sağlayan kuyular inşa etme ya da sağlık eğiti
mi sağlamada çok başarılı yardım kurumları
bulunmaktadır. Singer'ın argümanı, başkala
rına sadece parasal yardım anlamında kat
kı sağlamamız yönünde değildir. Dünyada en
kötü şartlarda yaşayan insanlara bağımsız
yaşamalarını sağlayacak gücü verecek şekilde
yardım etmesi muhtemel kurumlara katkıda
bulunmamız gerektiğini söyler. Onun mesajı
açıktır: Diğer insanların hayatına, neredeyse
kesin bir şekilde, somut bir etkiniz olabilir ve
olması da gerekir.
350 1 NIGEL WARBURTON
Singer, yaşayan en tanınmış filozoflardan
biridir. Bunun bir nedeni de Singer'ın birkaç
yaygın hakim görüşe meydan okumuş olması
dır. Singer'ın savunduğu bazı düşünceler son
derece tartışmalıdır. Pek çok kişi, insan haya
tının mutlak kutsallığına inanır, yani başka
birini öldürmenin her zaman yanlış olduğuna.
Singer buna inanmaz. Sözgelimi, geri dönüşü
olmayan kalıcı bitkisel hayata girmiş -yani an
lamlı bilinç durumundan yoksunsa, gelecekte
kurtulma şansı ya da umudu olmadan sadece
bedeni canlı tutuluyorsa- biri için ötanazi ya
da merhametli öldürme uygulanabileceğini
ileri sürmüştür. Bu durumdaki bir insanı ha
yatta tutmanın çok da anlamı olmadığına ina
nır, çünkü bu ip.san, hayattan zevk alma ya da
nasıl yaşayacağına karar verme gücüne sahip
değildir. Yaşamını sürdürmek için güçlü bir
arzusu yoktur, çünkü arzulama yeteneğinden
tamamen yoksundur.
Bu tür görüşler, Singer'ın bazı kesimler ta
rafından kınanmasına yol açtı. Hatta, belirli
koşullarda ötanaziyi savunduğu için ona Nazi
bile dendi - ailesinin, Nazilerden kaçan Viyana
Yahudilerinden olmasına rağmen. Bu ismi ona,
Naziler, hasta ya da fiziksel ve zihinsel engelli
olan binlerce insanı yaşamaya değer görmeyip
öldürdüğü için takmışlardı. Gelgelelim, Nazi
programını "merhametle öldürme" ya da "öta
nazi" diye adlandırmak yanlış olurdu; zira ge-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 351
reksiz yere acı çekmeyi engellemek anlamına
gelmiyordu. Çalışamayacak durumda oldukla
rından ve Ari ırkı kirlettikleri varsayıldığından
Nazilerin "yararsız boğazlar" diye reddettikleri
insanlardan kurtulmaları anlamına geliyordu.
Burada "merhamet"ten eser yoktur. Singer ise,
aksine, söz konusu insanların hayat kalitesiyle
ilgileniyordu ve -karşıtlarından bazıları, onun
görüşlerinin Nazilerinkilerle çok benzer oldu
ğunu göstermek adına bu görüşleri karikatü
rize etse de- Nazilerin politikalarını herhangi
bir düzeyde asla desteklemeyeceği kesindir.
Singer, ilk ününü, hayvanlara karşı muame
le üzerine yazdığı etkili kitaplarıyla, özellikle
de 1 975 yılında yayımlanan
Hayvan Ôzgürleş
mesi'yle kazandı. On dokuzuncu yüzyılın baş
larında Jeremy Bentham, hayvanların acı çek
mesi konusunun ciddi bir biçimde ele alınması
gerektiğini ileri sürmüştü. Singer'ın bu konu
hakkında ilk yazmaya başladığı 1 970'lerde ise
birkaç filozof konuyu bu şekilde görüyordu.
Singer, Bentham ve Mill gibi (bkz. 2 1 . ve 24.
Bölümler) bir sonuççu idi. Bu, onların, en iyi
eylemin en iyi sonucu üreten eylem olduğuna
inandığı anlamına gelir. En iyi sonucu bulmak
için de hayvanlarınki de dahil, ilgili herkesin
en iyi çıkarı neyse onu hesaba katmamız ge
rekmektedir. Bentham gibi Singer da birçok
hayvan için asıl belirleyici olanın acıyı hisset
me kapasiteleri olduğuna inanır. İnsan olarak,
352 1 NIGEL WARBURTON
akıl yürütme ve bize olanları anlama yeteneği
ne sahip olduğumuz için, bazen benzer durum
daki bir hayvandan daha büyük acıları dene
yimleyebiliriz. Bu da dikkate alınması gereken
bir şeydir.
Singer hayvanların çıkarlarına yeterince
ağırlık vermeyenleri "türcü" diye adlandırmış
tır. Irkçı ya da cinsiyetçi olmakla aynıdır bu.
Irkçılar kendi ırklarından olanlara farklı dav
ranır: Onlara özel muamele yapar. Diğer ırklar
dan kişilere ise hak ettiklerini vermez. Örneğin
beyaz bir ırkçı, iş için başvuran daha nitelikli
bir siyahi olsa da, işi başka bir beyaza verir.
Bu açıkça haksızlıktır ve yanlıştır. Türcülük de
ırkçılık gibidir. Sadece kendi türünüzün bakış
açısından görmekten ya da sadece onun lehine
kuvvetli önyarğılara sahip olmaktan ileri ge
lir. Birçok insan, yapacağı şeye karar verirken
sadece diğer insanları düşünür. Oysa bu yan
lıştır. Hayvanlar da acı çekebilir ve acıları dik
kate alınmalıdır.
Eşit saygı göstermek, her hayvan türüne
tam olarak aynı şekilde muamele etmek anla
mına gelmez. Bu hiç de mantıklı olmazdı. Eğer
bir atın kıçına şaplak atarsanız, muhtemelen
çok da acı çekmesine sebep olmazsınız. Atların
kalın derileri vardır. Oysa aynı şeyi bir bebeğe
yapsaydınız, şiddetli bir acı duymasına sebep
olurdunuz. Ancak ata bebeği tokatladığınızda
çektirdiğiniz acıyı verecek kadar sert vurur-
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1 353
sanız, bu da ahlaki açıdan, bebeği tokatlamak
kadar yanlış olacaktır. Elbette ikisini de yap
mamalısınız.
Singer insanların hayvanları yemeden de
sağlıklı yaşayabileceği gerekçesiyle, hepimi
zin vejetaryen olması gerektiğini ileri sürer.
Hayvansal gıdaların çoğu, hayvanların acı
çekmesine sebep olur ve bazı çiftçilik türle
ri öylesine acımasızdır ki, hayvanların yoğun
bir acı çekmesine yol açarlar. Sözgelimi, fab
rika çiftçiliğinde tavuklar küçücük kafeslerde
tutulur, bazı domuzlar o kadar küçük bölme
lerde yetiştirilir ki etraflarında dönemezler,
büyükbaş hayvanların kesimi onlar için çoğu
zaman aşırı stresli ve ıstıraplıdır. Singer, bu
çeşit çiftçiliğin devam etmesine izin vermenin
ahlaki açıdan doğru olamayacağını ileri sürer.
Gelgelelim, et yemeden de yaşayabileceğimiz
için çiftlik hayvanlarına ilişkin daha insancıl
düzenlemeler gereksizdir. İlkelerine sadık bi
çimde Singer, okuyucularını et yemek dışında
alternatifler aramaya teşvik etmek için, kitap
larından birinde Hindistan'a özgü bir çeşit
mercimek tarifi bile vermiştir.
Çiftlik hayvanları, insanların ellerinde acı
çeken yegane hayvanlar değildir. Bilim insan
ları da araştırmalarında hayvanları kullanır.
Laboratuvarlarda yalnızca fareler ya da Hint
domuzları değil kediler, köpekler, maymunlar
ve hatta şempanzeler de bulunabilir; bunla-
354
1
NIGEL WARBURTON
rın pek çoğu uyuşturulduğundan ya da elekt
rik şoku verildiğinden dolayı acı çekmekte
ve stres yaşamaktadır. Singer'ın herhangi bir
araştırmanın ahlaki kabul edilip edilmediği
ni belirleme testi şudur: Aynı deneyleri, beyni
hasar görmüş bir insana yapmaya hazır olur
muyduk? Eğer olmazsak, Singer, benzer bir zi
hinsel farkındalık düzeyinde olan hayvan üze
rinde deney yapmanın da doğru olmayacağına
inanır. Bu zorlu bir testtir ve pek çok deney
onu geçemez. O zaman pratikte Singer, araştır
malarda hayvanların kullanılmasına oldukça
güçlü bir biçimde karşıdır.
Singer'ın ahlaki sorunlara dair tüm yakla
şımı tutarlılık düşüncesine dayanır. Tutarlılık,
benzer olaylara benzer şekilde ele almayı ge
rektirir. Bu bir ··mantık meselesidir, insanlara
zarar vermek acıya sebep olduğu için yanlıştır,
o halde diğer hayvanların çektiği acı da nasıl
davranmamız gerektiğini etkilemelidir. Eğer
bir hayvan zarar verildiğinde bir insandan
daha fazla acı çekecekse, o zaman birinden
birine zarar vermeniz gerektiğinde insanı seç
mek daha mantıklıdır.
Ondan yüzyıllar önce yaşayan Sokrates gibi,
nasıl yaşamamız gerektiği hakkında kamusal
açıklamalar yaparken Singer da birtakım teh
likeleri göze alıyor. Derslerinin bazıları pro
testo edilmiş, hatta ölüm tehditleri almıştır.
Yine de felsefedeki en iyi geleneği temsil eder.
FELSEFENİN KISA TARİHİ 1
355
Yaygın bir şekilde kabul görmüş varsayımlara
meydan okumayı sürdürür. Felsefesi yaşama
biçimini etkiler ve diğer insanlarla anlaşmaz
lığa düştüğü vakit, etrafındaki kişilerin fikir
lerine, kamuya açık tartışmada cevap vermek
için meydan okumaya daima hazırdır.
En önemlisi de elde ettiği sonuçları, iyi
araştırılmış olguların yardımıyla gerekçelen
dirilmiş argümanlarla destekler. Bir filozof
olarak samimiyetini görmek için elde ettiği
sonuçlarla hemfikir olmak zorunda değilsiniz.
En nihayetinde felsefe, tartışmayla gelişir. İn
sanların karşıt görüşler öne sürmesiyle, akıl
yürütmesiyle, mantık ve kanıt kullanmasıyla
büyür. Singer'ın hayvanların ahlaki statüsü ya
da ötanazinin ahlaken kabul edilebilir olduğu
konusundaki görüşlerine katılmasanız bile, ki
taplarını okumak büyük olasılıkla neye inan
dığınızı, inandığınız şeyin olgular, nedenler ve
ilkelerle nasıl desteklendiğini enine boyuna
düşünmenizi sağlayacaktır.
Felsefe, tuhaf sorularla ve zorlu meydan
okuyuşlarla başladı; çevremizde Peter Singer
gibi atsineği filozoflar oldukça, Sokrates'in
ruhunun felsefenin geleceğini şekillendirmeye
devam edeceğini söyleyebiliriz.
Di Z i N
Adalet Teorisi
337
331, 332,
Bilimsel Devrimlerin Yapı
sı
3 1 9
Ahlakın Soykütüğü
256
Anselmus
75, 76, 77, 78, 79,
8 1 , 1 08, 284
a priori
76
Aquinas, Thomas
79, 271
Arendt, Hannah
302, 303,
306, 307, 309, 3 1 0
Aristoteles
2 1 , 2 2 , 2 3 , 24,
25, 26, 27, 28, 2Q, 30, 3 1 ,
39, 58, 67' 79, 1 76, 182,
337
Atina Okulu
24
Augustinus
55, 57, 58, 59,
60, 6 1 , 62, 63, 64, 1 1 1 ,
299
Ayer, A. J.
192, 246, 277,
278, 279, 280, 281 , 282,
283, 284, 285
Bentham, Jeremy
1 83, 1 84,
1 85, 186, 1 87, 1 88, 1 89,
1 90, 208, 2 1 0, 2 1 1 , 283,
351
Berkeley, George
133, 1 35,
1 36, 1 37, 138, 1 39, 140,
1 4 1 , 142
Boethius, Ancius Manlius
Severinus
66
Borgia, Cesare
84, 86, 90
Böyle Dedi Zerdüşt
258
Camus, Albert
292
Candide
145, 1 50
Cicero, Marcus Tullius
5 1 ,
52, 66
cogito ergo sum
1 06
Copernicus, Nicolaus
261
Çin Odası
340, 341 , 342
Darwin, Charles
1 , 2 1 7 ,
2 1 8, 2 1 9, 220, 2 2 1 , 222,
224, 225, 226, 227, 258,
261
de Beauvoir, Simone
287,
292
Descartes, Rene
32, 98, 99,
1 00, 1 0 1 , 1 02, 1 03, 1 04,
1 05, 1 06, 1 07, 1 08, 1 09,
1 1 3, 1 20, 1 72 , 267
Devlet
18, 19
Dil, Doğruluk ve Mantık
279, 284
Diogenes Laertios
32
doğa durumu
93
Doğal Din Üzerine Diyalog
lar
1 54
Düşünceler
1 1 1 , 1 1 3
Eichmann, Adolf
302
Eichmann Kudüs 'te
309
Einstein, Albert
1 2 5, 1 25-
360, 3 1 8 , 3 1 8-360
Eliot, George
1 2 5
empirik
280, 2 8 1 , 282, 284
Engels, Friedrich
237
Epiktetus
50, 69
Epikuros
39, 4 1 , 42, 43, 44,
45, 46, 47, 59, 1 58
esse est percipi
139
Ethica
1 20, 1 2 1 , 1 2 5
Farklılık İlkesi
334
Faydacılık
185, 188
Felsefenin Tesellisi
66, 68,
70
Foot, Philippa
3 2 1 , 323
Formlar Teorisi
1 7
Galapagos Adaları
223
Genel İrade
163, 1 64
Güç İstenci
258
Hayvan Özgürleşmesi
351
Hegel,
George
Wilhelm
Friedrich
169, 1 90, 1 9 1 ,
192, 193, 1 94, 195, 1 96,
1 97, 1 98, 1 99, 201, 234,
240, 279
Heidegger, Martin
306
FELSEFENİN KISA TARİHİ
1 357
Hitler, Adolf
90, 303, 304,
307, 3 1 2
Hobbes, Thomas
9 1 , 9 2 , 93,
94, 95, 96, 97, 98, 1 20,
163, 337
Hume, David
1 50, 152, 1 53,
1 6 1 , 220, 28 1 , 3 1 3
Husserl, Edmund
307
İbn -i Sina
58
idealist
1 36
İkinci Cins
287, 292
İlk günah
64
İlk Konum
333
İlk Neden Argümanı
79
İnsanın
Anlama
Yetisi
Üzerine Bir Soruştur
ma
153
İrade ve Tasarım Olarak
Dünya
202, 203, 204,
206
İtiraflar
58, 299
James, William
242, 244,
246, 249
Jansenizm
1 1 3
Johnson, Samuel
136
Kadınların Boyun Eğmesi
2 1 6, 2 1 7
Kant, Immanuel
1 66, 1 67,
1 75, 1 88, 1 94, 20 1 , 254,
259, 280, 3 1 0
kartezyen dualizm
1 07
kartezyen koordinat siste
mi
32, 98, 100, 1 1 3, 120,
267
358 1 NIGEL WARBURTON
Kekule, August
3 1 6
Kıbrıslı Zenon
49
Kierkegaard, S0ren
227,
229, 230, 232, 233, 234
Komünist Manifesto
240
Korku ve Titreme
229, 232
kötü inanç
290
Leibniz, Gottfried Wilhelm
1 22 , 144, 145, 146, 147,
148
Leviathan
95, 96, 97
Locke, John
1 25 , 1 27, 137,
208
Machiavelli, Niccolo
8 1 ,
82, 83, 84, 85, 86, 87, 88,
89, 90, 9 1 , 93, 1 62
Maimonides
58
makinedeki hayal�t
1 07
Marmoutiers'li Gaunilo
77
Marx, Karl
1 92, 234, 236
Meinong, Alexius
275
Mill, John Stuart
1 66, 1 90,
207, 208, 2 7 1 , 283
Nietzsche, Friedrich
252,
253, 262
Nikhomakhos'a Etik
22
noumenon
1 69, 203
Nozick, Robert
189, 335
özgür irade
62, 123, 1 24
Özgürlük Üzerine
2 1 2, 2 1 7
panoptikon
185
Paternalizm
2 1 2
Peirce, C.S.
245
Platon
1 5, 1 6, 1 7, 18, 1 9, 2 1 ,
23, 24, 25, 3 1 , 36, 58, 59,
63, 67, 70, 1 98, 209
Popper, Karl
267, 3 1 0, 31 L
3 1 2 , 3 1 9
Pragmatizm
245
Prens
83 , 85
Proslogion
75
Pyrrhon
30, 32, 33, 34, 35,
36, 37, 38, 39
Rasyonalizm
1 2 1
Rawls, John
329, 33 1 , 332,
333, 334, 335, 336, 337
Reid, Thomas
1 3 1 , 132
Robespierre,
Maximilien
1 6 1
Rousseau,
Jean-Jacques
1 59, 1 6 1 , 162, 1 63, 1 64,
1 65, 1 66, 1 98, 2 1 5, 240,
337
Russell, Bertrand
1 92 , 249,
268, 269, 295
Ryle, Gilbert
107
Saf Aklın Eleştirisi
1 70
1 69,
Schopenhauer, Arthur
1 99,
200, 201 , 202, 203, 204,
205, 206, 207 , 279
Searle, John
340, 341 , 342,
343, 344
Seneca, Lucius Annaeus
5 1 , 52, 53, 54, 55, 66
Singer, Peter
42, 189, 1 92,
338, 345, 347, 355
Sokrates
1 1 , 1 2 , 1 3 , 14, 1 5,
1 6 , 19, 20, 2 1 , 23, 25, 29,
32, 39, 209, 2 1 1 , 2 29,
232, 279, 3 14, 354, 355
S0ren Kierkegaard
2 27,
229, 233
Spinoza, Baruch
1 1 8, 1 1 9,
1 20, 1 2 1 , 1 22, 123, 1 24,
1 25
Summa Theologica
79
Şen Bilim
253
Tann Devleti
59
Tasarım Argümanı
1 52,
1 53, 1 54
Thomson, Judith Jarvis
32 1 , 324, 328
Tin
195, 1 96, 1 97, 1 98, 1 99
Tinin Fenomenolojisi
1 97
Toplum Sözleşmesi
1 6 1 ,
1 62, 240
FELSEFENİN KISA TARİHİ
J 359
Tractatus Logico-Philosop-
hicus
44, 296
Turing, Alan
340
Turing Testi
340
Türlerin Kökeni
2 1 7 , 2 1 9,
220, 225
Übermensch
258
Varlık ve Hiçlik
288
Varoluşçuluk
290, 291 , 293
Viyana Çevresi
278
yabancılaşma
239
Ya/Ya da
230, 233
Yeter Neden İlkesi
144
Yöntem Üzerine Konuşma
1 0 1
Zarar İlkesi
2 1 3 , 2 1 5
NIGEL WARBURTON
F E LSEFENİ N
KISA TARİHİ
Felsefe gerçekliğin doğası ve nasıl yaşamalıyız sorularıyla
başlar. Felsefenin Rısa Tarihi, görünüş ve gerçek. benliğin
doğası, tanrının varlığı ve hem birey hem de toplumun
bir üyesi olarak nasıl yaşamamız gerektiği gibi felsefenin
ana temalarına odaklanıyor.
2000
yıllık Batı felsefesini
Sokrates'ten hayvan hakları hareketine kadar ana hatlarıyla
sunuyor. Warburton çoğumuzun gözünü korkutan ve
anlaşılmaz bulduğu felsefeyi herkesin anlayabileceği ve
günlük hayatında kullanabileceği bir konu haline getiriyor.
Batı felsefesinin büyük düşünürlerini kronolojik sırayla
tanıyacağınız. zevkle okunacak mükemmel bir giriş kitabı.
Batının düşünce tarihiyle ilgilenmek isteyenler
için en uygun başlangıç noktası.
Publishers Weekly
Felsefe öğrenmek isteyenler için paha biçilmez bir klasik.
Felsefenin sanıldığı kadar karışık ve zor olmadığını,
tam tersine güzel bir zihin alıştırması olduğunu kanıtlıyor.
Oxford Times
Batı felsefesi tarihinde bir gezinti, öğretici ve eğlenceli.
ALFA
www.alfakitap.com
f /alfakitap
'# /alfa kitap
l!ll /alfakitap
Sacramento News and Review
ISBN 978·605·17H 17·1
. lltl!IJIJlllll/llJl,11,11,llJl,lll
Document Outline 3>
Dostları ilə paylaş: |