Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə52/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55

"Vay canına," dedi Richard. "Burası yıkılmış hemen hemen."

Jack, Richard'ı çifte kapılara götürdü, onun güneşe aç gözlerle bakışını seyretti.

"Buna gerçekten hazır mısm, Richard?"

"Evet."

"Baban dışarda."



"Hayır, değil. O öldü. Oradaki onun... nesi diyordun? İkizlisi."

"Ya?" -7


Richard başını salladı. Tılsım'ın yakınlığına rağmen yine yorgun görünmeye başlamıştı. "Evet."

"Müthiş bir çatışma olacağa benzer."

"Eh, elimden geleni yaparım."

"Seni seviyorum, Richard."

Richard gülümsedi. "Ben de seni seviyorum. Jack. Şimdi sinirlerim çökmeden gidelim."
9

Sloat gerçekten de her şeyi kontrolü altına aldığına inanıyordu. Durumu tabii. Ama en önemlisi, kendini. Buna inanmayı tâ oğlunu görene kadar sürdürdü. Oğlu besbelli zayıftı, besbelli hastaydı ama sağdı. Kolu Jack Sawyer'in omzunda, kara otelden çıkıyor, Jack'in göğsüne yaslanıyordu.

Sloat, Phil Sawyer'in piçi konusundaki duygularına da hâkim olduğunu sanmaktaydı. Daha önce Jack'i elinden kaçırmasına, öfkesi yol açmıştı. Önce kraliçenin pavyonunda, sonra da ortabatı bölgesinde. Tanrım, velet Ohio'yu bir yeri sıyrılmadan geçmişti. Oysa Ohio Orris için avuç içiydi. Güçlü kalesiydi onun. Ne var ki öfkesi kontrolsuz davranmasına yol açmış, çocuk da aradan sıyrılmıştı. Sonunda bastırmayı başarmıştı öfkesini. Başarmıştı ama, şimdi yine kabarmıştı işte. Biri sobaya benzin atmış gibi.

Onun oğlu, hâlâ sağ. Kendisinin dünyaları bırakmak istediği oğlu ise düşmemek için Sawyer'e dayanıyordu.

Hepsi o kadar da değildi. Sawyer'in elinde dünyaya düşmüş bir yıldız gibi, Tılsım da vardı. Sloat buradan bile hissedebiliyordu onu. Yerçekimi birden artmış, onu aşağıya çekiyor, çarpıntılara uğratıyor, zamanı hızlandırıyor, etini kurutuyor, görüşünü donuklaştınyormüş gibiydi.

"Acıyor!" diye bağırdı Gardener yanıbaşında.

Depreme göğüs gerip Morgan'ın yanına gelmiş olan Wolf lann çoğu şimdi sendeleyerek uzaklaşıyor, ellerini yüzlerine kapıyorlardı. Birkaçı kusmaya başlamıştı.

Morgan bir anlık bir korku hissetti... sonra öfkesi, heyecanı ve patron olma hayallerini besleyen çılgınlığı çığrından çıktı, kontrolünü yerle bir etti.

Baş parmaklarını kulaklarına soktu, acıtacak kadar bastırdı. Sonra dilini çıkardı, yakında ölecek Jack Sawyer piçine parmaklarını salladı. Az sonra üst dişleri indi, dilinin ucunu kesti. Sloat farkına bile varmadı. Gar-dener'i yeleğinin yakasından yakaladı.

Gardener'in suratı korkudan berbattı. "Çıktılar, onu almış, Morgan... Efendim... kaçmamız gerek, hemen kaçmamız gerek..."

"VUR ONU!" diye haykırdı Morgan, Gardener'in suratına, "VUR ONU; SERSEM; O SENİN OĞLUNU ÖLDÜRDÜ! HEM ONU VUR, HEM DE TILSIM'I! KOLLARINDAYKEN VUR VE KIR!"

Sloat, Gardener'in karşısında dansetmeye koyulmuştu. Yüzü durmadan kıpırdıyordu. Baş parmaklarım tekrar kulaklarına soktu, öbür parmaklarını oynattı, dili yine dışarı uğradı. Cinayet işlemeye hazır bir çocuğa benziyordu. Gülünç ve bir o kadar da korkunç.

"OĞLUNU ÖLDÜRDÜ! ÖCÜNÜ AL OĞLUNUN! ONU VUR! TILSIMI DA VUR! BABASINI VURMUŞTUN, ŞİMDİ NE OĞLUNU VUR!

"Reuel," diye mırıldandı Gardener düşünceli bir sesle. "Evet. Reuel'i o öldürdü. Dünyanın en kötü orospu çocuğu o. Bütün çocuklar. Aksiyoma-tik. Ama o... o..."

Kara otele doğru döndü, Weatherbee'sini omzunda doğrulttu. Jack'le Richard kıvrılmış ön merdivenlerin dibine varmışlardı. Az öncesine kadar düzgün olan geniş tahta kaldırımda yürüyorlardı. Dürbünde iki çocuk kamyon kadar kocamandı.

"VUR ONU!" diye uludu Morgan. Kanayan dilini tekrar çıkardı, ana okulu çocukları gibi bağırdı. Ayaklarını da yere vurup duruyordu.

"ONU VUR' ONU DA VUR!" diye haykırdı.

Weatherbee'nin namlusu milim milim kayıyordu. Tıpkı Gardener'in lastik atı vurmaya hazırlandığı zamanki gibi. Sonunda durdu. Jack Tılsımı göğsüne bastırmış, öyle taşıyordu. Dürbünün kesişen hedef çizgileri o parlaklığın üzerindeydi. Mermi ona çarpacak, parçalayacak, güneş siyah olacaktı... ama olmadan önce, o en kötü çocuğun göğsünün patladığını göreceğim, diye düşünüyordu Gardener.

"Öldü bil," diye fısıldadı, tetiğe basmaya hazırlandı.
10

Richard başını büyük bir çabayla kaldırdı, gözleri güneş ışığının bir noktadan'yansımasıyla kamaştı."?

iki adam. Biri başını hafif yana eğmiş, öteki dansediyor gibi. Yine o ışık yansıması. Ricfiard birden anladı... Jack yanlış tarafa bakıyordu. Jack, Speedy'nin yatmakta olduğu kayalara doğru bakmaktaydı.

"Jack dikkat et!" diye haykırdı.

Jack şaşırarak döndü, "Ne..."

Her şey hızla oldu. Jack hemen hemen hepsini kaçırdı. Richard gördü, anladı, ama Jack'e hiçbir zaman anlatamadı. Işık nişancının tüfeğinden bir daha yansıdı, ışını Tılsım'a değdi. Tılsım da onu gerisin geri nişancıya yansıttı. Richard sonradan Jack'e bunları söylemişti. Ama bu da, Empire State binasının yalnızca birkaç katlı olduğunu söylemeye benziyordu. Azımsayıcı bir anlatımdı.

Tılsım yalnızca güneş ışığını yansıtmakla kalmamış, onu her nasılsa çok büyütmüştü. Geriye kapkalın, kurdele gibi bir ışın demeti yollamıştı. Uzay filmlerindeki gibi bir şey. Işın yalnızca bir saniye gözükmüştü ama, Richard bir saat sonra bile onu hâlâ görebiliyordu. Önce beyaz, sonra yeşil, sonra mavi, ve en sonra da, solarken limonumsu sarı güneş ışığı rengi-
11

"Öldü bil," diye fısıldadı Gardener. Ve bir daha dürbün capcanlı alevlerle doldu. Kalın camı parçalandı. Dumanı tüten dürbün füzesi geri tepip Gardener'in sağ gözüne girdi. Weatherbee'nin haznesindeki kurşunlar patladı, tüfeğin orta kısmı parçalandı. Uçan parçacıklardan biri Gardener'in sağ yanağını hemen hemen baştanbaşa yok etti. Başka parçalar da uçuyordu. Sloat'un çevresinde bir fırtına gibiydiler. Ama o bu işten inanılmaz biçimde sağlam kurtuldu. Üç Wolf kalmıştı sonunda yanlarında. İkisi hemen kaçmaya başladı. Üçüncüsü sırtüstü yere devrilip öldü. Weatherbee'nin tetiği iki gözünün arasına saplanmıştı.

"Ne?" diye kükredi Morgan. Kanlı ağzı açık duruyordu. "Ne? Ne?"

Gardener çizgi film tiplerine benziyordu.

Tüfeği yana attığı zaman Sloat onun sol elinin tüm parmaklarının kopmuş olduğunu gördü.

Gardener'in sağ eli gömleğini kadınsı, zarif hareketlerle çekiştiriyordu. İç kemerine bir bıçak sokmuştu. Deriden bir kılıf içinde. İnce uzun, krom çerçeveli fildişi kını çıkardı, bir düğmesine bastı, yirmi santim boyunda sustalı dışarı fırladı.

"Kötü," diye fısıldadı. "Kötü!" Sesi yükselmeye başlıyordu. "Bütün çocuklar! Kötü! Aksiyomatik bu! AKSİYOMATİK!" Kumların üzerinden Agincourt'un kaldırımına doğru koşmaya başladı. Jack'le Richard'a doğru. Sesi yükseldi, yükseldi, sonunda tiz bir çığlık oldu.

"KÖTÜ! KÖTÜ! İİİİİ..."

Morgan olduğu yerde bir an daha durdu, boynundaki anahtarı kavradı. Onu tuttuğu anda kendi paniğe kapılmış düşüncelerine de hakim oldu.

İhtiyar zenciye gidecek. Ben onu orada avlayacağım.

"İİİİİİİ..." diye haykırıyordu Gardener. Koşarken bıçağını da öne uzatmıştı.

Morgan döndü, sahile koştu. Wolf lann hepsinin kaçtığını pek farke-demiyordu bile. Ziyanı yoktu zaten.

Jack Sawyer'i haklayacaktı. Tılsım'ı da. Tek başına yapacaktı bunu.

Bölüm: 45

PEK ÇOK SORUNUN ÇÖZÜMLENDİĞİ KUMSAL
1

Sunlight Gardener deliler gibi Jack'e doğru koşuyor, yaralı suratından kanlar akıyordu. Korkunç bir çılgınlığın merkezi haline gelmişti. Pırıl pırıl güneş altındaydı. Point Venuti'de belki de yıllardır güneş parlamamış-tı. Kasaba yıkık binalardan, kırık borulardan, kıvrık kaldırımlardan oluşmuş bir enkazdı. Jack'in arkasında Agincourt oteli bir ses çıkardı. İnleme sesine benzer bir ses. Sonra Jack binlerce tahtanm birbiri üzerine yıkılmakta olduğunu duydu. Duvarlar devriliyor, toz duman birbirine karışıyordu. Çocuk kumsalın ilerisinde Morgan Sloat'un an kadar gölgesini gördü, onun Speedy Parker'a doğru gitmekte olduğunu anlayıp yüreği burkuldu. Ya da Speedy'nin cesedine.

"Bıçağı var, Jack," diye fısıldadı Richard.

Gardener'in yaralı elinden bembeyaz gömleğine kanlar akıyordu. "İİİİİİ..." diye bağırdı.

"Ne yapacaksın?" diye sordu Richard.

"Nereden bileyim?" dedi Jack. Verebileceği en iyi, en doğru cevap buydu. Bu deliyi nasıl yenebileceği hakkında zerre kadar fikri yoktu. Ama yenecekti. Bundan emindi. Kendi kendine, "Ellis kardeşlerin ikisini de öldürmeliydin," diye mırıldandı.

Gardener bağırarak kumların üzerinden yaklaşıyordu. Ama hâlâ epey uzaktaydı. Yüzünü kızıl bir maske kaplamıştı. İşe yaramaz sol eli kumlara da kanlar saçıyordu. Aralarındaki uzaklık bir saniyede yarıya inmiş gibi oldu. Morgan Sloat oraya varmış mıydı acaba? Jack, Tılsım'ın itmesi gibi bir dürtü duydu. Onu ileriye iten bir dürtdü.

"Kötü! Aksiyomatik! Kötü!" diye haykırdı Gardener.

Richard yüksek sesle, "Geçiş yap," dedi.

ve Jack de

yaptı

otelin içindeyken yaptığı gibi.



Kendini Diyar güneşin kavurucu sıcağı altında, Osmond'un karşısında durur buldu. Güveni birden kayboldu. Her şey aynıydı ama her şey farklıydı. Başını çevirmese bile, arkasında Agincourt'dan çok daha beter bir şeyin durmakta olduğunu biliyordu. Diyar'daki kara şatoyu dışından hiç görmemiş olmakla birlikte, kocaman kapılardan bir dilin kendisine doğru uzanmakta olduğunu biliyordu... Osmond'un Jack'i gerisin geri oraya süreceği de kesindi.

Osmond sağ gözünü bir bantla kapatmıştı. Sol elinde lekeli bir eldiven vardı. Kırbacının o garip eklemlerle dolu ucu omzunun kıpırtısıyla oynadı. "Ya, evet," diye tısladı. "Bu çocuk. Yüzbaşı Farren'in yanındaki çocuk." Jack, Tılsım'ı korurcasına karnına doğru çekti. Kırbacın uçları yerde kıpırdadı. "Bir çocuk dünyayı kaybederse, bir cam top ona ne kazandırır?" Kırbaç canlıymış gibiydi. Adamın her ufacık hareketinde oynuyordu. Kendi kendine yerden kalkar gibi oluyordu. "HİÇBİR ŞEY! HİÇBİR ŞEY!" Osmond'un gerçek kokusu, o çürük ve pislik kokusu yükseldi, incecik deli yüzü garip şekilde buruştu. Sanki altında bir yıldırım çatlamıştı teninin. Kırbacını omzu üzerine kaldırdı.

"Yılan piç!" dedi Osmond. Kırbacın ucu Jack'e doğru indi, o geriledi ama yeterince gerileyemedi. Birden paniğe kapılmıştı.

Tekrar geçiş yaptığında Richard'ın eli omzuna sarıldı, kırbacın iğrenç sesi de yokoldu.

"Bıçak!" diyordu Speedy'nin sesi.

Jack içgüdüleriyle savaşarak kırbacın eskiden bulunduğu yerin iç tarafına doğru adım attı. Oysa tüm benliği geriye kaçmak istiyordu. Richard'ın eli onun omzundan kaydı, Speedy'nin sesi bağırdı, silindi. Jack ışıldayan Tılsım'ı karnına yasladı, sol eliyle tuttu, sağını kaldırdı. Parmaklan sihirliy-miş gity, kemikli bir bileğe saqldilar.

Sunlight Gardener kıkırdadı.

"JACK!" diye. haykırdı Richard arkasından.

Yine bu dünyada duruyordu. Güneş ışıklan altında. Sunlight Gardener de bıçak tutan elini indirme çabasındaydı.

Gardener'in yaralı suratı Jack'inkinden birkaç santim uzaktaydı. Çöp kokusuyla hayvan leşi kanşımı bir koku geldi, üstlerini örttü. "Hiçbir şey," dedi Gardener, "Haleluya diyebilir misin?" Zarif, öldürücü bıçağını zorla-tıp itti, Jack de onu geri tutmayı başardı.

"JACK!" diye bağırdı Richard tekrar.

Sunlight Gardener parlak kuş gözleriyle ona bakıyordu. Bıçağı itmeye devam ediyordu.

Sunlight ne yaptı bilmiyor musun ? dedi Speedy'nin sesi. Hâlâ mı bilmiyorsun ?

Jack, Sunlight'ın deli deli danseden gözüne baktı. Evet.

Richard koştu, Gardener'in ayak bileğine bir tekme savurdu, sonra şakağına zayıf bir yumruk indirdi.

"Babamı öldürdün," dedi Jack.

Gardener'in tek gözü yine parıldadı. "Oğlumu öldürdün, kötü piç!"

"Morgan Sloat sana babamı öldürmeni emretti ve sen de öldürdün."

Gardener bıçağını beş santim kadar yaklaştırdı. Eskiden sağ gözünün bulunduğu yerde yarı irin ve bir kan topağı vardı.

Jack haykırdı... korkuyla, öfkeyle, nice zamandır içine attığı duygularla haykırdı. Terkedilme, çaresizlik, ihmal... hepsi de babasının ölümüyle gelmiş duygulardı. Bu arada Gardener'in bıçaklı elini tâ yukanya kadar itmiş olduğunu farketti. Tekrar bağırdı. Gardener'in parmaksız sol eli Jack'in sol koluna vurup duruyordu. Jack tam bıçaklı eli kıvırmayı başaracağı sırada koluyla göğsü arasına sokulan et parçasını hissetti. Richard hâlâ Gardener'in çevresinde döneniyordu ama Gardener de parmaksız elini Tılsım'a yaklaştırmaya devam ediyordu.

Gardener yüzünü Jack'inkine yanaştırdı.

"Haleluya," diye fısıldadı.

Jack tüm vücudunu kıvırdı, sahip olduğuna inandığından çok daha fazla kuvvet harcadı, Gardener'in bıçaklı eline yüklendi. Parmaksız el yana doğru fırladı. Jack bıçaklı elin bileğini sıktı. Pençesinde ip gibi ten-donlar oynadı. Sonra bıçak yere düştü. Artık Jack'in kaburgalarına durmadan sokulmaya çalışan parmaksız el kadar zararsızdı. Jack tüm vücuduyla dengesini kaybeden Gardener'e yüklendi ve onu geriletti.

Tılsım'ı Gardener'e doğru uzattı. Richard, "Ne yapıyorsun?" diye bağırdı. Yaptığı doğruydu, doğruydu, doğruydu. Jack, Gardener'e doğru yürüdü. Adam hâlâ ona bakıyordu. Ama güvenini bir dereceye kadar yitirmiş gibiydi. Tılsım yine yaklaştı. Gardener sırıttı, gözünde yeni bir kan topağı daha belirdi, adam kendini vahşice Tılsım'a doğru attı... Sonrada yerdeki bıçağı almak üzere dalış yaptı. Jack atıldı, Tılsım'ın ılık yüzeyini Gardener'in tenine değdirdi. Ha Reuel, ha Sunlight, diye düşünüyordu. Sonra geri sıçradı.

Gardener yaralı bir hayvan gibi böğürdü. Teninde Tılsım'ın değdiği yer kapkaraydı. Yavaş yavaş sıvılaştı, akmaya başladı, altından kafatası göründü. Jack bir adım daha geriledi. Gardener dizleri üzerine düştü. Başının bütün derisi mum gibi olmuştu. Yarım saniye içinde geriye yalnızca pırıl pırıl kemikler kaldı yakasının yukarısında.

Sen eksildin, diye düşündü Jack. İyi de oldu!


2

"Pekâlâ," dedi Jack. İçi güvenle doluydu. Delice. "Haydi, ona gidelim, Richie..."

Richard'a baktığında arkadaşının yine yıkılma durumuna geldiğini gördü. Kumların üzerinde sallanıyordu. Gözleri yan kapalıydı.

"Belki sen bu sefer burada oturup beklesen daha iyi," dedi Jack.

Richard başını iki yana salladı. "Geliyorum, Jack. Seabrook Adası. Sonuna kadar... yolun tâ sonuna."

"Onu öldüreceğim," dedi Jack. "Yani... becerebilirsem."

Richard başını inatla salladı. "Babamı değil. Söyledim sana. Babam öldü. Beni bırakırsan emekleyerek izlerim seni. Şu herifin bıraktığı pisliğin içinden... mecbur kalırsam."

Jack kayalara doğru baktı. Morgan'ı göremiyordu ama orada olduğundan da hiç kuşku duymuyordu. Speedy hâlâ hayattaysa, Morgan şu anda o durumu değiştirmek için tedbir alıyor olabilirdi.

Jack gülümsemeye çalıştıysa da başaramadı. "Sana bulaşabilecek mikropları düşün." dedi, bir an daha kararsız kaldı, sonra Tılsım'ı isteksiz bir hareketle Richard'a uzattı. "Seni taşırım. Ama sen de bunu taşımalısın. Düşürme Jopu, Richard. Eğer düşürürsen..."

Ne demişti Speedy?

"Düşürürsen hejr şey kaybedilir."

"Düşürmem."

Jack, Tılsım'ı Richard'ın ellerine tutuşturdu, Richard yine o dokunmayla iyileşir gibi oldu... ama pek fazla da iyileşmiş sayılmazdı. Yüzü çok solgundu. Tılsım'ın parlak ışığında, polis fotoğrafçısının resimlediği çocuk cesetleri gibiydi.

Otel yapıyor. Zehirliyor onu.

Ama otel değildi. Yani tümüyle o değildi. Morgan'dı. Morgan zehirliyordu onu.

Jack döndüğünde, Tılsım'dan gözünü bir dakikalığına bile ayırmak istemediğini farketti. Sırtını eğdi, ellerini üzengi gibi kıvırdı.

Richard tırmandı. Bir eliyle Tılsım'ı tutuyor, ötekiyle Jack'in boynuna sarılıyordu. Jack, Richard'ın oyluklarını kavradı.

Tüy gibi hafif. Onun da kendi kanseri var. Hayatı boyunca olmuş. Morgan Sloat kötülük radyoaktivitesi yayıyor. Richard da bundan ölüyor.

Speedy'nin arkasında yattığı kayalara doğru koşmaya başladı. Tepesinde Tılsım'ın ışığını ve sıcaklığını her an hissediyordu.
3

Sırtında Richard'la kayaların soluna doğru koştu. İçi hâlâ o çılgın güvenle doluydu... Bunun çılgınlık olduğunu da birdenbire, kötü bir sarsıntıyla anladı. Kahverengi pantolon giymiş tombul bir bacak kayalann ardından uzandı, çelme taktı.

Alla/ı kahretsin! diye zihinsel bir çığlık attı Jack. Bekliyordu tabii. Salak.

Richard da bir çığlık attı, Jack toparlanmaya çalıştı, yapamadı.

Morgan onu okulda küçük çocukları deviren büyük sınıf öğrencisi kadar kolay devirmişti. Smokey Updike'la Osmond'dan. Gardener'den, Elroy'dan sonra, onu devire devire bir kayanın arkasından ayağını uzatan şişko Morgan Sloat devirmişti.

Jack düşerken Richard, "Yiyy!" diye bağırdı. Birleşik gölgelerinin sola ve ileriye devrildiği görüldü. Hindu tanrıları kadar bol kolu vardı gölgenin. Tılsım'ın psişik ağırlığının değiştiğini... sonra tekrar değiştiğini hissetti.

"ONU KOLLA RİCHARD!" diye bağırdı Jack.

Richard, Jack'in kafası üzerine düştü. Gözleri kocaman ve üzgündü. Boynunun tendonlan piyano telleri gibi dikilmişti. Düşerken Tılsım'ı havada tutuyordu. Ağzı iki yana doğru çekilip gerilmişti. Yere önce yüzü çarptı. Bozuk bir roketin burnu gibi. Burada kum pek ince değildi. İri kumdu. Arada taşlar da vardı. Richard depremin fırlattığı iri bir taşa iniş yaptı. Kötü bir ses çıktı. Richard bir an için kafasını kuma gömmüş bir devekuşuna benzedi. Poposu havada sağa sola sallanıyordu. Yanında o kötü ses olmasa, bu poz komik bir poz olurdu. Resmi çekilecek bir poz. "Mantıklı Richard Plajda Çılgınlaştı". Ama şu anda hiç komik değildi.

Richard'ın elleri yavaşça açıldı... Tılsım hafif meyilde bir metre ileriye yuvarlandı, orada durdu, gökyüzünü ve bulutlan, yüzeyinde değil de, ışıklı içinde yansıttı.

"Richard!" diye bağırdı Jack tekrar.

Morgan arkasında bir yerdeydi ama Jack onu bir an için unutmuştu. Güveni de tümüyle kaybolmuştu. Çocuk gibi kandırılmış hissediyordu kendini. Richard da... Richard...

"Rich..."

Richard yuvarlanarak döndü, Jack onun zavallı yorgun suratını kanlarla kaplı gördü. Başının derisinden bir kapak kalkmış, hemen hemen gözüne kadar sallanıyordu. Yırtık bir yelken gibi. Jack o derinin alt yüzündeki saçlann Richard'ın yanağına değdiğini görüyordu... saçlı derinin kalktığı yerde de Richard Sloat'un kafatası kemiği pınl pırıldı.

"Kırıldı mı?" diye sordu Richard. Sesi çığlık gibi tizdi. "Düştüğümde kırıldı mı?"

"Sağlam, Richie... ora.."

Richard'ın kenarlan kanlı gözleri Jack'in arkasındaki bir şeye bakarak açıldı. "Jack! Jack, bak ark..."

Tuğla gibi bir şey... Morgan Sloat'un Gucci papucu... Jack'in bacaklarının arasına, husyelerine bir tekme savurdu. Tam hedefe bir vuruştu. Jack öne büküldü, ömrünün en büyük acısını duydu. Bağıramadı bile.

"O kırılmadı ama sen pek iyi görünmüyorsun, Jacky, yavrum," dedi

Morgan Sloat. "Hem de hiç!"

Adam ağır ağır Jack'in üstüne geliyordu. Tadım çıkarmak istediği için yavaş geliyordu. Jack onunla hiçbir zaman resmi olarak tanıştırılma-mıştı. Bazı anlarda o yüzü kocaman bir arabanın penceresinde bembeyaz bir surat olarak görmüştü. Jack'in varlığını anlayan kara gözleri vardı. Wolf un sürüsüniLotlattığı çayırda durmadan şekil değiştiren bir varlıktı. Anders'in gözlerinde bir gölgeydi.

Ama Orris'li Morgan'ı şu ana kadar hiç görmemiştim, diye düşündü Jack. Jack'in üstünde solmuş, kirli bir kısa pantolon vardı. Asya köylülerinin giydikleri gibi bir şey. Ayağındaki sandaletler bilekten bağlıydı. Ama kendisi Jason değildi, Jack'di. Kasığı donmuş bir sancının tâ kendisiydi.

On metre ilerde Tılsım duruyordu. Kara kumlu plaja ışığını boşaltmaktaydı. Richard yoktu orada. Ama Jack bunu daha sonra farkedecekti.

Morgan lacivert bir pelerin giymişti. Yakasından gümüş bir klipsle tutturuluyordu. Pantolonu Sloat'unki gibi yumuşak yönlüydü. Tek farkı çizmelerin içine sokulmuş olmasıydı.

Morgan hafif topallayarak yürüyordu. Aksak ayağı kumlarda çizgi halinde iz bırakıyordu. Kıpırdayınca pelerinin yakasını tutan klips aşağıya kaydı. Jack birden o klipsin pelerinle hiçbir ilgisi olmadığını anladı. Pelerin bağla bağlanıyordu. Bu boynundaki bir tür madalyondu. Jack önce onu minik, minyatür bir glof sopası sandı. Kadınların bileziklerine taktıkla-n gibi bir şey. Lâf olsun diye. Ama Sloat yaklaşınca, baktığı süsün fazla ince olduğunu anladı. Ucu da golf sopası gibi değildi. Sivri bitiyordu.

Yıldırım âletine benziyordu.

"Yo, hiç iyi görünmüyorsun, çocuk," dedi Orris'li Morgan. Jack'in inleyerek yatmakta olduğu yere geldi. Çocuk dizlerini bükmüş, elleri kasığında, yatıyordu. Morgan eğildi, ellerini dizlerine dayayıp Jack'i inceledi. Arabasının ezdiği bir hayvana bakıyordu sanki. İlginç olmayan bir hayvana. "Hiç değilsin."

Morgan daha dayaklaştı.

"Benim için epey sorun oldun," dedi. "Çok zarar verdin. Ama sonunda..."

"Galiba ölüyorum," diye fısıldadı Jack.

"Henüz değil. Biliyorum, insan öyle hisseder ama, inan bana, henüz ölmüyorsun. Beş dakika sonra anlarsın ölmenin nasıl bir duygu verdiğini."

"Yo... gerçekten... İçim kırık..." diye inledi Jack. "Eğil... söylemek istiyorum... rica... yalvarırım..."

Morgan'm kara gözleri solgun yüzünde parladı. Belki de Jack'in yalvarması hoşuna gitmişti. Yüzü Jack'inkine neredeyse değecekti. Jack'in bacakları acıdan bükük duruyordu. Birdenbire onları fişek gibi savurdu. Bir an kasığından karnına bir şey batırılıyormuş gibi hissetti ama sandaletlerinin Morgan'ın suratına çarpması, dudağını patlatması, burnunu yana bükmesi, acıyı değer gösterdi.

Orris'li Morgan geriye sendeledi, ıstırap ve şaşkınlıkla kükredi, pelerini kocaman bir yarasanın kanatları gibi açıldı.

Jack ayağa kalktı. Bir an karşıda kara şatoyu gördü. Agincourt'dan çok daha büyüktü. Dönümlerce alan üstüne kurulmuş gibi görünüyordu. Bir yandan da kendinden geçmiş (ya da ölmüş) olan Parkus yatıyordu. Jack kumlarda uslu uslu duran Tılsım'a doğru atıldı ve koşarken.

geçiş yaptı

kendini yine Amerika'da buldu.

"Ah, seni piç!" diye bağırdı Morgan Sloat. "Seni sefil piç! Sumtım! Suratım! Mahvettin suratımı!"

Ozon kokusu gibi bir koku duyuldu, Jack'in sağından mavimsi beyaz bir yıldırım geçti, kumlarda çatırtılı bir ses çıkardı.

O sırada Jack, Tılsım'ı tekrar yakaladı! Kasığındaki acı bir anda dinmeye başladı. Cam küreyi elinde tutarak Morgan'a döndü.

Morgan Sloat'un dudağı kanıyor, eli yanağından ayrılmıyordu. Jack içinden, inşallah birkaç dişini de kırmışımdır, diye düşündü. Sloat'un öbür elinde yıldırım âleti vardı.

Yeni bir yıldırım gelirken Jack sağa kaydı. Ellerini öne uzatmıştı. Tılsım durmadan renk değiştiriyordu. Sloat'un yakında olduğunu anlamış gibiydi Tılsım. Kürenin içinden bir uğultu geliyor, Jack bunu çok iyi duyuyordu. Duymaktan çok, elindeki titreşimden anlıyordu. Tılsım'ın içinde bir beyaz ışık şeridi açıldı. Ortasından gelen bir ışık şaftı gibiydi. Sloat kendini yana attı, anahtarını Jack'in kafasına uzattı.

Alt dudağından kanlan sildi. "Canımı yaktın, pis velet," dedi. "O cam topun şimdi sana yardıma olabileceğini sanma. Onun ömrü seninkinden biraz daha kısa olacak."

"O halde neden korkuyorsun ondan?" diye sordu çocuk küreyi tekrar uzatarak.

Sloat yine kendini yana attı. "Sanki Tılsım da yıldırım atabilirmiş gibi. Jack içinden, Tılsım'm neler yapabileceğini bilmiyor, diye düşündü. Tılsım hakkında hiçbir şey bildiği yok. Bir tek, onu istediğini biliyor.

"At elinden onu," dedi Sloat. "At dedim, küçük sahtekâr. Yoksa kafanın tepesini şu anda uçururum. At dedim."

"Korkuyorsun." dedi Jack. "Şimdi Tılsım'ı karşında görünce gelip almaya korkuyorsun."


"Gelip almak zorunda değilim, sahtekâr seni. At elinden. Kendi elinle kırdığını görelim, Jacky."

"Gel kendin al. Sloat." Jack öfkenin içinde kabardığını hissediyordu. Jacky. Annesinin kullandığı o takma adı Sloat'un ıslak ağzından duymak deli etmişti onu. "Ben kara otel değilim, Sloat. Çocuğum ben. Cam bir topu bir çocuktan alamaz mısın?" Çünkü Jack elinde Tılsım'ı tuttuğu sürece ikisinin başabaş olduklarını biliyordu. Koyu mavi bir kıvılcım fırladı, Tılsım'm ortasında, merkezinde öldü. Bir ikincisi onu izledi. Jack hâlâ Tılsım'm o güçlü mırıltısını hissedebiliyordu. Kendisinin yazgısında vardı Tılsım'ı almak. Ondan bekleniyordu bu. Tılsım da onun varlığını dünyaya geldiğinden beri biliyordu. Jack bunu yeni yeni anlamaktaydı. Tılsım onun gelip kendisini kurtarmasını beklemişti. Bir tek Jack Sawyer'e ihtiyacı vardı, başka kimseye yoktu. "Gel, bir dene," diye takıldı Jack.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə