GöNÜlden esiNTİler: (6) peygamber (3) Hz. İBRÂHÎm-halîlûllah



Yüklə 0,72 Mb.
səhifə3/8
tarix25.06.2018
ölçüsü0,72 Mb.
#51156
1   2   3   4   5   6   7   8

“ TEVHİD-İ EF’ÂL”


Tevhid-i Ef’âl: Fiillerin birliği, anlamındadır.

Makamı: “Tevhid-i Ef’al.”

Zikri: “Ya FETTAH” dır.

Âlemi: “Âlemi şehadet,” madde müşahede âlemidir.

Peygamberi: “İbrâhim (a.s.)” dır.

Lâkabı: “Halilûllah dır.

Kelimesi: “Lâ fâile illellah Fâili mutlak ancak ALLAH dır.

Seyr-i: “Seyr-i ilâllah” ALLAH’a seyr dir.

İdrâki: Bu mertebenin şuuru ile ileriye doğru gitmeğe gayret etmesidir.

Kûr’ân-ı Keriym; Fussilet Sûresi (41/53) Âyetinde bu mevzua işaret vardır.

40







Senürihim Âyatina fil âfaki vefi enfüsihim hatta yetebeyyene lehüm



ennehül Hakk’u”

Meâlen; 53. “Yakında onlara ufuklarda ve kendi nefslerinde olan âyet-lerimizi göstereceğiz, tâki, onlar için O'nun hakk olduğu ortaya çıksın.”



Hâli: Bu mertebenin hâli ile hallenmektir.

Kûr’ân-ı Keriym; Kasas Sûresi; (28/88) Âyetinde bu hâle işaret vardır.




Küllü şey’in helikün illâ vechehu lehülhükmü ve ileyhi türcaun.”

Mealen: “O nun vechinden başka her şey helâk olacaktır. Hüküm onundur. O na döndürüleceksiniz”



Yaşantısı: Nefis mertebelerini bitirip, Tevhid-i Ef’âl-e varan kişinin sıfatı, evvelâ kendi varlığında tevhid-i oluşturmasıdır.

Nefs-i Sâfiyede beşeri varlığından tamamen


41

soyunmuş olarak, hiçlik, yokluk, renksizlik halinde iken, burada hakikati yönünden tekrar kendi özel ve Hakkani kimliğine ulaşmasıdır. Eski birimsel varlığının başka bir idrâk ve varlıkla değişmesidir.

Bu seyr tamam olunca kişi çalışmasını dış âleme çevirir ve orada Tevhid idrakini oluşturmaya başlar. Bu makamın anahtarı ve yükselticisi “FETTAH” ismidir. İşaretini ehli bilir. Mürşidinin himmeti irşadıdır. “Hakikat mertebesi”nin başlangıcıdır.

Bu hususta kısa bilgi sunmağa çalışalım.

Bu mertebede kişi, daha evvelce görmüş olduğu, “ENFÜSİ” yani kendi nefsinde

yaşadığı hakikatleri bu defa AFAKİ” yani dış âlemde yaşamağa başlar.

KÛR’ÂN-I KERÎM’ de, bu hakikati ilk def’a idrak edip yaşayan kimsenin İbrâhim (a.s.) olduğu bildirilmiştir. “Yakında onlara ufuklarlarda ve kendi nefislerinde olan Âyet-lerimizi göstereceğiz tâki, onlar için O nun Hakk olduğu ortaya çıksın. (41/53)

Kelâmı İlâhisi bunu çok güzel anlatmaktadır.

Bu mertebeye ulaşan kimse ALLAH’ın Âyetlerinin, yani işaretlerinin Hakk olduğunu müşahede eder. Böylece oluşan bütün fiillerin hakk’ın fiilleri olduğunu YAKIYN bir bilgi ile idrak ederek yaşamaya başlar.

Oldukça zor olan bu yaşam halinde kişinin çok dikkatli olması gerekir. Karşısına
42

çıkan her fiilin, her şeyin, müspet veya menfi ne olursa olsun hepsinin Hakk ve Hakk’tan olduğunu bilmesidir. Ancak..... Bu idrak ediş buraya ulaşanlara has bir hükümdür. Buna çok dikkat edilmelidir.

O nun vechinden başka her şey, helâk olacaktır, hüküm onundur, O na döndürüleceksiniz.” (28/88) Kelâmı İlâhisi de, bu mertebede çok açık ifadesini bulmaktadır.

Her ne kadar bu Âyet-i Kerîme’nin gelecekte kıyamet hadisesi ile ilgisi var ise de, yaşadığımız günde de geçerliliğini koruyup bu mertebeye ulaşan kişi yaşantısında ve idrakinde fiillerin ve eşyanın her yönüyle Hakk’ın değişik mertebelerden, ayrı, ayrı zuhurları olduğunu bilmesi anlamındadır.

Böylece bu günden, kendiliğinden âlemin kıyameti kopmuş, yani zâten, zan ettiğimiz, fakat aslında sadece isimlerden meydana gelmiş olan eşyanın hakikati ortaya çıkmış olur. Eşyanın hakikatini arayanlar neticede bu mertebenin idrakine ulaşırlar.

Bu hüküm de Hakk’ın hükmü’dür ve gerçekte görüldüğü gibi her şey O na döndürülmektedir, burada döndürülme kelimesi çok iyi anlaşılmalıdır.

Bu mertebe, kişinin kendi İlâhi varlığı, ile ef’âl âleminin birleştiği, bütünleştiği ilk tevhid mertebesidir.

İşte bu yüzden burası dostluk, yani hullet mertebesidir. İbrâhim (a.s.) mın halil olması bu yüzdendir.

43

Kendinin ve bütün varlıktaki fiillerin Hakk’ın fiilleri olduğunu, dolayısı ile kendi vasıtasıyla Hakk’ın icraatta bulunduğunu idrak etmesidir. Bu mertebenin kemâli (fenâ-i ef’ âl) dir. Bu mertebe de kesin olarak bilinmelidir ki; âfakta ve enfüste hiç bir şeyin faa- liyyeti yoktur, bütün faaliyyet Hakk’a mahsustur.



Kelimesi: (LÂFAİLE İLLÂLLAH) dır.

Mevzuumuz la ilgili bir kaç Âyet-i Kerime ile yolumuza devam edelim.



Kûr’ân- Keriym; Nisâ Sûresi; (4/125) Âyetinde şöyle ifade edilmiştir.






Ve men ahsenü dinen mimmen esleme vechehü lillâhi ve hüve muhsinün vettebea millete İbrâhime hanifen vettehazellahu İbrâhime haliylâ.”

Meâlen: 125. “Ve din itibariyle daha güzel kimdir, o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü “vechini” Allah Teâlâ'ya teslim etmiş, ve hânif olarak İbrahim'in milletine tâbi olmuştur. Allah Teâlâ da İbrahim'i bir dost edinmiştir.”
44

Âyet-i Kerime de belirtildiği gibi bu mertebenin gerçek hâli, İbrâhîm milletine tabi olup, “vechini” mutlak mânâ da Ulûhiyyet mertebesine teslim etmiş olmaktır.

Bu teslimiyyet neticesinde kendisine “haliyl” (Esmâul hüsnâ) dostluk elbisesi giydirilen sâlik bu mertebe de yol almağa başlar, ve varlığını Esmâ-i İlâhiyyeler kaplamış olur. Böylece kendinde zuhura gelen yaşantı, “fiiller” o isimlerin mânâları ve zuhurları olmuş olur.

Kûr’ân-ı Keriym; Nahl Sûresi; (16/120) Âyetinde şöyle ifade edilmiştir.





Meâlen: “İnne İbrâhime kâne ümmeten kâniten lillâhi hanifen ve lem yekü minel müşrikin.”


120. “Muhakkak ki İbrâhim, -başlıca- bir ümmet idi. Allah'a itaat ediyordu, batıldan uzak idi ve müşriklerden olmuş değildi.”

İbrâhîm (a.s.) kendi zamanına kadar gelmiş olan insanlığın en üst idrak seviyesine ulaşmış gönül ehli bir Peygamber idi. İlk def’a kendinde bütün Esmâ-i ilâhiyye toplu olarak zuhurda idi. Her bir isim kendi özelliği ve görevi itibariyle bir ümm’mettir, ve üreticidir,
45

Ef’âli İlâhiyye bu isimlerin mânâlarıyla sûretlenip zuhura çıkmaktadırlar.

Hâl böyle olunca bir kimse varlğında ne kadar çok esmâ-i ilâhiyyeyi faaliyyete geçirebiliyorsa o kadar ümmet-i vardır, demektir.

Yaşadığı devre kadar en geniş şekilde İsimlerin mânâlarını fiiller olarak zuhura çıkarabilen İbrâhîm (a.s.) bu yüzden Esmâ-i İlâhiyye Ümmet-i idi.

Bütün bunları varlığında cem ettiğinden kendisi tek bir ümmet-ti vasfını almış ve

Tevhid-i Ef-âl mertebesinin babası olmuştur.

Âdem (a.s.) ma İsimler öğretildi:

İbrâhim (a.s.) ma ise İsimler giydirildi: Bu yüzden ALLAH-ın dostu oldu.




Ve kâlû künü hüden ev nasâra tehtedü, kûl bel millete İbrâhime hanifen ve mâ kâne minel müşrikin.”
135. “Ve dediler ki: Yahudi veya Hırıstiyan olunuz ki hidayete ermiş olasınız. De ki: Biz hânif olarak İbrahim'in milletine tâbi bulunmaktayız. O müşriklerden değildir.”
46

Kendisinde bütün Esmâ-i İlâhiyyenin zuhuru olduğundan genel mânâ da eşyanın hakikatine vakıftı, her varlıkta Hakk-ı müşahede ettiğinden, Hakk-tan gayrı bir şey göremedi. Bütün varlığı birlediğinden, gayr-a yer kalmadı ki; şirk ihtimali olsun.

Bu anlayış ve idrâke gelen kişilerde ancak şirk-i zâhiri ortadan kalkmış olabilir.

Bu mertebe fiiller şirkinin ortadan kalkıp Tevhid-i Ef’âlin başlayıp, yaşandığı yerdir.



Kâle inni câilüke linnâsi imamen, kâle ve min zürriyyeti.”

Meâlen: Cenâb-ı Hak- dedi ki: Ben seni insanlara İmam kılacağım. O da dedi ki: Zürriyetimden de;

Bu Âyet-i Kerime de İbrâhîm (a.s.) mın Tevhid-i Ef’âl mertebesinin İmam-ı olduğunu açık olarak görmekteyiz. Kendisinin; Zürriyyetimden de; duası bu günlere Hatta; kıyamete kadar gelecek sâliklerin de üzerinedir. Kim ki bu mertebeye ulaştı.

Seyrinde fiili şirkten kurtulmuş, mânen İbrâhîm (a.s.) mın zürriyyetinden olmuş olur.

ALLAH (c.c.) lühü cümlemizin idrakini açsın. Âmin.

47

Bu mevzuda daha geniş bilgi altı Peygamber isimli kitabımızın İbrâhim (a.s.) bölümün de gelecektir.



Bu mertebede yapılacak zikir değişikliğini kısaca belirtmeğe çalışalım.

Bu mertebenin özelliği, âfaki mânâ da Tevhid idrakine doğru yol almağa başlamaktır.

Derse başlarken çekilen (700) adet “Kelime-i Tevhid” (100) adet eksiltilerek (600) e düşürülecek, geçen derslerin idrâki ve hâli ni belirten Âyetler bırakılacak, verilen sayılar da Esmâlar’a devam edilecek, yine verilen sayıda FETTAH zikrine devam

edilecek. Sonra.



(100) adet bu mertebenin kelimesi olan (lâ fâile illâllah) ilâve edilecek

Daha sonra bu mertebenin idrâki ve hâli ni ifade eden Âyetleri en az (33) çer defa çektikten sonra yine üç ihlâs bir fatiha okuyup Peygamber Efendimiz (s.a.v.) min ehli beyt hazarâtının rûhlarına hediye eyleyip, o günkü dersimizi bitirmiş oluruz.



*****

Şimdi biz yine yolumuza genç İbrâhîm-i bıraktığımız yerden devam edelim.





(Felemmâ cenne aleyhilleylü rea kevkeben kâle heze rabb-î felemmâ efele kâle lâ ühibbül âfilîn.)
48

6/76. “Ne zaman ki, üzerine yine gece bastı, bir yıldızı gördü, "bu benim Rabbim" dedi batınca da "ben öyle batanları sevmem" deyiverdi.”


Az dikkatle bakıldığı zaman bu Âyet-i kerîme de iki anlatım yönü olduğunu görmekteyiz. Birincisi bu Âyet-i Kerîme yukarıdaki gibi (Zâtî değil esmâ-î’dir,) yâni esmâ mertebesinden izah edilmektedir. Diğer bölümü ise İbrâhîm’in lisânındandır.
Genç İbrâhîm, mağaradan çıktığında günün akşam üstüsü olup gece her tarafı örttüğünde gök yüzünde (kevkeb) “yıldız” ışımağa başlar. Yukarıda ki Âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi genç İbrâhîm de, hakk’ın lütfuyla görüş kabiliyyet-i gelişmiş idi. İşte onda ilk zuhura gelen de bu âfakî görüş olduğundan başını göğe çevirip görüş ve müşahede yoluyla kıyas yapmaya başlamasıdır. Gece karanlığında gök yüzünde ilk defa gördüğü (kevkeb) “yıldız”ın ışıması ona göre muhteşem bir sahne idi işte bu yüzden, (bu benim rabbım dedi)
Belirli bir süre sonra da yıldız kaybolunca (ben böyle batanları sevmem dedi.) Ve yıldızın rabb olmadığını anladı. Âyet-i Kerîmenin âfakî yönü budur. Aslında ilâve edilecek daha çok hususiyyetleri vardır fakat bu kadarını yeterli görmekteyiz.
Bu bölüme birde enfisü yönden yâni kendi varlığımızdan baktığımızda, anlayışımız şu olacaktır. Bu mertebeye doğru yol almaya başlayan sâlik daha evvelki yedi mertebede nefsini yâni kendini tanımaya çalışmıştı, bu mertebede ise ilk işi gök yüzü ve âlemleri,
49

ayrıca kendi gönül gök yüzünü ve kendi iç âlemlerini tanımağa başlaması olacaktır. Zaman, zaman kendinde beşeri manâda nefis yıldızı kaynaklı olan geçip giden mesnetsiz rabb anlayışlarını ortadan kaldırmasıyla oluşan anlayıştır. Bu mertebenin öncüsü de îbrâhîm (a.s.) dır.








(Felemmâ reelkamera bazigan kâle heze rabb-î felemmâ efele kâle lein lem yehdinî le ekünenne minel kavmiddallîne)
6/77. “Ne zaman ki, ay-" doğar bir halde gördü. "Rabbim bu'dur" dedi. Sonra ay batınca da "and olsun ki, eğer bana Rab'bim hidâyet etmemiş olsaydı, elbette ben sapıklığa düşenler topluluğundan olacaktım" dedi.”
gecenin ilerleyen saatlerinde Ay-ı “kamer” in çıktığını gördü, yıldızdan daha büyük olduğu kıyası ile, (rabb-ım budur) dedi. Nihayet ay seyrini tamamlayıp görünmez hale geldiğinden sabaha karşı gece karanlığı ortalığa gene çöktü, ayda batınca bu da benim rabb-ım değil dedi ve ilâve etti, “andolsun ki, eğer bana Rabb-ım hidayet etmemiş olmasaydı, elbette ben sapıklığa düşenler topluluğundan olacaktım” dedi.
Yukarıda da bahsettiğimiz, âfakî manâda olan bu
50

kıyasın “enfüsî” olanı ise, o mertebe de yaşayan kişinin

kendi nefsî kıyası ile daha geniş ve daha ileri bir görüş ile rabb-ı nı bulmaya çalıştığı anda bunun da hayali ve nefsî olduğunu anlayınca hiç bir değeri olmadığını anlaması o düşüncenin de “uful” batması demektir.
İşte kendisine gerçek olan Rabb-ı nın yardımı ve ilhamı ile kendi ilâhi benliğinin o bölümde faaliyyete geçmesi ile gerçek kıyas ve değerlendirmeyi yapmış olmasıdır.






(Felemmâ reeşşemse bazigaten kâle heze rabb-î heze ekberu felemmâ efelet kâle yâ kavmî innî berîun mimmâ tüşriküne)
6/78. “Ne zaman ki" güneşi doğmaya başlar gördü. Dedi ki: "Bu'dur Rab'bim bu daha büyük" nihâyet o da batınca dedi ki: Ey kavmim!. Ben muhakkak sizin Allah Teâlâ'ya ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.”
Yıldız ve ay gecenin özelliklerindendir, geceyle birlikte gelirler ve geceyle giderler. Yâni, “yıldız ve ayı gece getirir.” Güneş ise gündüzün özelliklerindendir. “Güneşin aydınlığı ise gündüzü getirir, gündüz güneşi getirmez.” Ve aslında gündüzün içinde yıldızda ayda vardır fakat güneşin getirdiği aydınlık onlarında ışığını
51

içine alıp sardığı için görünmezler, görünmedikleri için de aslında var iken yok hükmünde olurlar.


İşte genç İbrâhîm yıldız ve ayın hususiyyetlerini düşünüyor iken daha aydınlık bir fikrin düşüncesi de kendinde oluşmağa başlamıştı. O sırada ufukta madde güneşi yavaş, yavaş ışımağa başladığında getirdiği aydınlık ile her gün olduğu gibi, o gün de aydınlık, yâni gün oluşmağa başladı. Her kes için sıradan bir husus olan bu muhteşem hadiseye İbrâhîm ilk def’a şahit olduğundan onun nazarında güneş gerçek bir ilâh olarak yorumlandı. Bu benim rabb-ım dedi. Nihayet onun da süresi dolup arka tarafa geçip dünya ile perdelenince ve tekrar gece etrafı sarmaya başlayınca buda benim rabb-ım değil dedi. Çünkü yeniden yıldız ve ay ortaya çıkmıştı ve aynı şeyin tekrarı oluyordu o halde tekrar edip duranlardan, “uful” olup gidenlerden, rabb olmaz, kanaatine ulaştı.
Gök yüzünde olan bu yüksek hadiselerin ve varlıkların dahi hükmü yok iken bunların yanında taş ve odun parçalarından yapılan “putların” ise hiç bir hükmü olamayacağını düşünen (İbrâhîm) “sizin Allah’a şirk-ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” dedi. İşte bu kanaat ile fikr-î ve îmân-î yönden içinde bulunduğu topluluktan “îmân-î kat-î” ile ayrı düştü.
Tasavvufta, “yıldız=nefs-î benliği:” “ay-kamer= izâfî benliği” “güneş ise İlâh-î benliği” ifade etmektedir. Bunların eğitimini almayan bir kimsede ise, “yıldız-nefs-i emmâre” yi, “ay-kamar-hayel ve vehmi” “güneş ise nefs-i emmârenin tekebbürünü-gurur ve kibrini” ifade
52

etmektedir. Hayatını bunlardan aldığı kararlara göre yöneten birimin aldığı kararlar hep nefsi istikametinde olur.


(Terzi Baba (1)) kitabımızın ikinci bölüm (Necm Sûresi) nin başında olan (Necm-yıldız) dan bahsederken bu mevzua dikkat çekmiştik, bu hususta daha geniş bilgi isteyenler oraya bakabilirler.
Bir şeyi değerlendirmek için kıyas yaparken, kıyasın. kıyaslanandan daha sağlıklı olması lâzımdır ki, verilen kararlar yerinde ve isabetli olsun. Yâni ölçü aracının, düzgün ölçmesi lâzımdır ki, ölçülen doğru ölçülmüş olsun. Aksi halde netice hep eğri çıkacaktır. İşte yanılma buradadır. Yanlış ölçümler devamlılık üzere olunca bunlar doğru olarak kabul görmeğe başlarlar işte bundan sonra verilen karar ve uygulamalar doğru zannıyla hep hakikate göre yanlış oluşmuş olurlar. Yapılacak şey ölçü ve kıyası asılları ile değiştirip gerçek ölçü ve değer yargılarına ulaşmaktır.
(Ay-Kamer) o mertebede vehim ve hayali oluşturur, özelliği “varı yok” “yoku var” göstermesidir. Aslında hiç olmayan bir şeyi vehm-zan eder ve bunu hayallendirerek kendi, kendinde üretir ve sonra ürettiği şeyi gerçek sanarak ona yönelir ve ona, o hayalen ürettiği şey sevimli gelir, çünkü kendi üretimidir. Nefs-i emmâresi ondan başkasına meyl etmez. İşte hayalî putların meydana gelişi bir bakıma bu anlayış yolundan oluşmuşlardır. Ve bunlarında terki gerekir.

53

güneş” ise nefs-i emmârenin tekebbürünü-gurur ve kibrini ifade eder. Ve verdiği kendi kararlarının en isabetli ve en doğru kararlar olduğu zannıyla başka bir fikri kabul etmez. Böylece tam bir enaniyyet-benlik gurur ve kibir içinde yaşayarak, bu, kendi hükmünün altına girerek, kendi kendini, kendi anlayışına, mahkûm eder, ve sorumlusu da kendisi olmuş olur.


Gece karanlığı, genç İbrâhîm’in daha henüz ilmî varlığını oluşturamadığı sürede gönlündeki sâfiyetidir. Orada parlamaya başlayan küçük bir düşünceyi Allah-ı bilmede ileri bir hal zannetmiştir. Bu tefekkürü devam ederken, daha ileri bir düşünceye ulaşınca eski kıyas ettiği düşünce gitmiş yerine biraz daha genişi gelmiş bu daha güzel demiştir.


Nihayet kendisini tamamen kaplayan aydınlık güneşe ve güne ulaşınca daha büyük bir düşünceye ve tefekküre ulaşmıştır, bu daha isabetli diyerek benim rabb-ım bu aydınlıktır, demiştir. İşte vakti gelip o aydınlıkta tekrar gidince, o düşüncesinin de geçici olduğunu anlayarak güzel bir ölçü ve kıyasla, (uful eden-batanları sevmem,) (...Allah-ü Teâlâ’ya hayelleri niz de üretip ortak koştuğunuz şeylerden uzağım) diyerek, bir sonraki Âyet-i Kerîmenin delâletiyle tefekkür yolculuğuna devam etmiştir.
İşte, gerçek manâ da hakk yolcusu bir sâlik’in daha evvelce geçmiş olduğu nefis mertebelerinden sonra, mertebe-i İbrâhîmiyyet’in başlarında “âfakî” manâ da bu gerçek müşahedeye doğru eski hallerini
54

terk ederek yol alması gerekecektir.







(İnnî veccehtü vechiye lillezî fatarassamavati vel arda hanîfen ve mâ ene minel müşrikîne)
6/79. “Ben muhakkak bir hânif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaradana çevirdim ve ben müşriklerden değilim.”
Yukarıda bahsedilen Âyet-i Kerîme’lerin delâletiyle, İbrâhîm’in yavaş, yavaş o mertebenin müşahedeli hakikat-i olan, kat-i îmân’a doğru yol aldığı açık ve net olarak görülmektedir. (Hanif) lügatlar da, “lekesiz muvahhid” yani tevhid ehli diye ifade edilir.

Ayrıca (Hanif) İslâmiyetten önce Allah’ın birliğine inanan ve “İbrâhîm” (a.s.) ın dinine bağlı olan kimselere denir. Diye de ifade edilmektedir.


İbrâhîm (a.s.) ın kendi zamanına kadar ulaşan, îmân, anlayışından kendisinin, çok daha ilerilere gittiği anlaşılmaktadır. Vechini mutlak “Hakk’a” çevirdiğini söylemesi içindeki samimiyyet’in ne derece yüksek olduğunu göstermektedir, ayrıca “râbıta” (bağ kurma) nın hakikatinin de ne olduğunu ve nereye olması lâzım geldiğini de çok açık olarak göstermektedir. “Tevhîd-i efâ’l” (fiillerin birliği) hakikatini ilk def’a idrak eden ve o şekilde hayatına yol veren kimsedir.
55

Daha gençliğinde bulunduğu topluluğun “Rabb” anlayaşı ile kendi “Rabb” anlayışı nın arasında ne kadar büyük fark olduğu anlaşılmaktadır. Arasında bulunduğu topluluk “vecihlerini” fark âlemine, (kesret) “putlara çevirmiş” ler iken onlardan ve şartlanmalarından hiç etkilenmeden kendisi “vechini” Rabb’ı na (tevhid) e “birliğe” çevirmiştir.


İnsân oğlunun mutlaka yönünü “vechini” çevir- diği bir istikameti vardır. Bu âlemde vech’in hedefi ikidir, biri Hakk diğeri ise “mâsiva” denen halktır. Ancak halk’ta Hakk’ı müşahede eden kişi için “halk” mâsiva hükmünden çıkar, aslında halkıyyet’i mâsiva hükmüne getiren kişinin kendi anlayışıdır. Gerçek manâda “Hanif” olan kişi için (Halkıyyet) kalmaz “her mahalde” Hakk’ın zuhuru müşahede edilir, her mahalde var olan Hakk’ın zuhurudur anlayışına da (Tevhîd-i ef’âl) “fiillerin birliği” denir.
BU âleme, madde âlemi anlayışıyla, bakmak “kesret-çokluk,” “Hakk’ın zuhuru” dur, anlayışıyla bakmak ise “tevhid-birlik” tir. İşte o devrelerde Îbrâhîm in kavmi bulundukları ortamdaki varlıklara kesret gözüyle baktıkları için, onları hep ayrı, ayrı varlıklar olarak gördüler ve hayallerinde oluşturdukları vehim ve onun “musavvire” tasfir- düzenlemeleri ile bazı sûretleri yücelterek ilâh edindiler.
Îbrâhîm’in bakışı ise onların tam tersine, bu âleme “Hakk’ın” isimlerinin zuhurudur anlayışıyla baktığından varlıkların her birerlerinin özünde Hakk’ın bir esmâsının olduğu hakikatini anlayınca “ben vechimi
56

bu âlemleri halk edene çevirdim” diyerek bu hakikati

zamanına göre çok güzel bir anlayışla idrak ederek, hem kendi devresinde hem de kendinden sonra bu mertebeden geçecek gerçek (hanif) lere yol gösterici olarak (Kûr’ân-ı Kerîm, bizlere de bunu bildirilmiştir. Kim bu idrake ulaşırsa işte o zaman o kişi bâtınen (Îbrâhîm-Hanif) dîninden olmuş olur.
Gökte ve yerde gördüğüm Allah’ın (c.c.) nün, zuhuru olan, görüntülerine “ilâhlar” olarak “rabıta” etmem, çünkü onlar “mahlûk” tur’lar. Mahlûk’ta “Hâlık” olmaz, “Hâlık” olmayana da ibadet edilmez, eğer edilirse, hâlik’a ortak koşulmuş olur, bu ise tam anlamıyla şirk, “müşrik”lik olmuş olur. İşte bu yüzden, “ben müşriklerden değilim,” dedi.





(Ve haccehü kavmühü kâle etühaccünnî fillâhi ve kad hedânî ve lâ ehâfü mâ tüşrikûne bihî illâ en yeşae Rabb’î şey’en vesia Rabb’î külle şey’in ilmâ efelâ tetezekkerûne.)
6/80. “Ve ona karşı kavmi delil getirmeye kalkıştı. Dedi ki: Siz Allah Hakkında bana karşı delil getirmeye mi kalkışıyorsunuz?. O halbuki, o bana
57

hidâyet nasip buyurmuştur. Ve ben ona ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Meğer ki, Rab'bim birşey dilemiş olsun. Rab'bimin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Artık siz hiç düşünmez misiniz?.”
Kavmi, akl-ı cüzlerinin hayal ve vehmi ile putlarına ibadetlerinin doğru olduğu hakkında onunla çekişmeye başladılar. O da Rabb’ı mın ilmi her şeyi kaplamıştır, artık siz hiç düşünmezmi’siniz? Diyerek onları düşünceye sevk etmeye çalışmıştır.





(Ve tilke hüccetünâ âteynâhâ Îbrâhîme alâ kavmihî nerfeü derecâtin men neşâu inne Rabb’î hakîmün alîmün)
6/83. “Ve işte o, bizim delilimizdir ki" onu kavmine karşı Îbrâhim'e vermiştik. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. şüphe yok ki, Rab'bin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.”
Cenâb-ı hakk’ın bu mertebedeki “hüccet-delili” tevhid-i ef’âl mertebesinin hakikatini Îbrâhîm’e yaşatarak açması ve idrâk ettirmesidir. Bu hakikat daha evvelce kimseye verilmemişti. İşte bu anlayışla yeryüzü ve gökyüzünde olan her şeyin kendilerine ait bir varlıkları olmadığı oralardan zuhurda olan kendisinin isimlerinin ve sıfatlarının kendi manâlarıyla var olduğunu bildirmesidir.

58

Dikkat edilirse bu Âyet-i Kerîme zâtî’dir, (Bizim delilimiz) dir, demesinden kolayca anlaşılmaktadır. İşte bu hakikat anlayışını, kavmine karşı İbrâhîm’e vermiştik.


Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz.

Görüldüğü gibi Âyet-i Kerîme’nin bu bölümü de Zâtî’dir, bir çok yönden yorum ve izahları vardır. Meâl-inde görülen yorum şeriat mertebesi itibari ile olan yorumdur ve o mertebenin doğru olan gerçeğidir. Ancak dikkatlice bakılınca arkasından bazı soruların çıkacağı düşünülebilir.


Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz” Bâtın-î yönü itibari ile bu Âyet-i kerîmeyi şöyle yorumlayabiliriz.
Bütün âlemde Allah’ın zuhuru olduğuna göre, Allah’ın zuhurlarını da bir birinden ayıramıyacağımıza göre, “dilediğimizi” demek bütün zuhur mahallerini demek olur. “Derecelerle yükseltiriz” demek ise ef’âl âleminde her varlık, doğar, yaşar, kemâle erer ve nihayet müddetini doldurarak tekrar bâtın âlemine iade olunur. İşte bu seyr dolayısı ile varlıklar “derecelerle yükseltilmiş” olurlar.
Diğer bir anlayışla da, “dilediğimiz bir zuhur mahallimizi derecelerle diğerlerinden daha fazla yükseltiriz” Bu bizim irademiz dahilindedir. Ancak varlıkta bizim varlığımızdan başka bir şey olmadığına göre, bir haksızlık’ta söz konusu değildir. Âyet’in bu bölümünde bahsedilen “derece” o güne kadar bildirilmeyen (Hullet-halil-dostluk) mertebesidir.

59

şüphe yok ki, Rab'bin hikmet sahibidir,”


Allah’ın (c.c.) isimlerinden biri de (Hakîm) ismidir. Hakîm’in her zuhura getirdiği de hikmetlerle doludur ve bu ismin hususiyyet-i, ilimde, ilmi derinliklerinin olmasıdır. Zâhiren bakıldığında çok tabii gibi görülen mevzuların (Hikmetli) olması itibariyle ne kadar derinlikli olduğunun bilinmesidir. Sadece zâhir manâsı itibari ile meselelere bakıldığında fark edilemeyen ancak, derinliğinde çok geniş manâlarının olduğu ancak (hikmet) ile anlaşılabilen mevzuları kurgulamak bu ismin özelliği yönünden gelmektedir ki, (işte bu kitap hikmetlerle doludur) Hikmet-i, kısaca bireyler yönünden (vasıtasız kalbe gelen ilham-varidat) olarak tarif edilmiştir.

“Hakîm” isminin sahibi olan Allah (c.c.) kuluna bir şeyi açmayı murat ettiği zaman bu ismin hakimiyyet-i altında ve kontrolunda o kuluna hikmetiyle birlikte gönlüne açar. Ancak bu açılımın oluşması için o kulun çabası ve o sahalarda dolaşması lâzımdır. Ancak bunun çok iyi anlaşılması lâzımdır. Aksi halde kalbe ve gönle gelen her hangi bir şey bu yoldan değil de hayal ve vehim yönünden geldi ise çok tehlikelidir ve insanı sapık fikirlere götürme ihtimali çok yüksektir. Bundan kurtulmanın tek yolu gerçek bir “İrfan” eğitimini almak lâzımdır. Ne yazık ki, insan oğlu bu tür evhâm-î düşünceleri gerçek zannederek çabucak kanabilmekte dir. Cenâb-ı Hakk muhafaza eylesin.


hakkıyla bilendir.”
Dünya yaşantısına göre, “geçmiş, hal ve gelecek”

60

diye bilinen itibari zaman bölümleri vardır, bütün bu zaman süreleri içinde ne olacaksa hepsini “hakkıyla bilendir.”



Diğer taraftan İlmi İlâhîsinde, Ahadiyyet’inden başlayarak Sıfat, Esmâ ve Ef’âl âleminde olan ve oluşacak olan her şeyi de “hakkıyla bilendir.” Diyebiliriz.






Yüklə 0,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə