GöNÜlden esiNTİler: (6) peygamber (3) Hz. İBRÂHÎm-halîlûllah



Yüklə 0,72 Mb.
səhifə5/8
tarix25.06.2018
ölçüsü0,72 Mb.
#51156
1   2   3   4   5   6   7   8

Dînimizde göz zinâsı diye bir husus vardır. İşte o hâdiseyi bu anlayış içerisinde yorumlamaya çalışırsak vehametinin çok daha iyi anlaşılacağı aşikârdır. Bu hadiseyi, (kişiye zâhir ve bâtın, ait olmayan bir mahalle izinsiz nefs-î mânâ da tahallüldür ve tahallülün hükmü altına girmektir,) diye ifadelendirebiliriz. Burada tahallül tahallül edenin kendi hükmünü tahallül ettiği kimseyi zannen hükmü altına aldığının düşüncesidir. Suç unsuru budur.




(2) İkinci hâl ise maddî bir menfeat gözetmek-sizin karşıdan mahbubuna, hissen tahallül etmektir. Buradaki tahallül ise kendi, tahallül ettiği mahallin hükmü altına girmiştir bu yüzden kendine ait bir iradesi kalmadığından ve tahallül ettiği sevdiğinde fânî olduğundan sorumluluğu yoktur. Sorumluluk varlık hakkında hüküm olur. olmayan bir varlığın sorumluluğu nasıl olur.
(3) üncüsü ise daha yukarıda belirtilen gerçek mânâ da hiçbir beşerî kayıd olmaksızın, Hakk’ın varlığında Hakk’ ile Hakk olarak tahallül etmektir. Bunun kemâli ise Hakikat-i Muhammediyyenin tahallülü dür. Gerçek Muhammed-î ümmet-i olmak, (Habîbin hakikatinin “hulül ve ittihad” olmaksızın o beden de tahallül eymesiyle mümkündür.) diyebiliriz. (İşte böylece, bu habîb’in tahallül ettiği habibtir.) Yâni habîbin habibidir. Diyebiliriz. Bu hususta (Risâle-i Gavsiyye)de şöyle bir ifâde vardır.
Yâ Gavs-ı â’zam. Muhabbet sevenle sevilen arasın da perdedir. (Seven sevilende yok ”tahallül” olduğunda, sevende, sevilen varolduğunda, vusûl hâsıl olur.)

112


Yâ, İlâh-î bizi ve evlâtlarımızı zât-î ihsânından rızıklandır ve zâtınla tahallül eyle. Evet biz yine yolumuza devam edelim.

(Rabb’î heblî minessâlihîne)
37/100. “Yarabbi!. Bana sâlihlerden -bir çocuk- ihsân buyur.”
Bu Âyet-i Kerîme ile İbrâhîm (a.s.) ın hayatında bir mertebe daha ileriye gitmek istediğni anlamış oluyoruz. Bilindiği gibi buna “seyr-ü sülûk” ta (veled-i kâlb) derler Kişinin kendi bünyesinde ki gelişiminin seyridir. İçinde gelişen kendi gerçek İlâh-î kimliğidir, (Hıllet) ile bütünleşen vücüd birliğinden sonra meydana gelen yeni bir idrak seyridir. İşte bu hakikat onun kendi varlığından doğan yine kendinin yeni varlığıdır. İşte bu yeni varlığı yetiştirip Hakikat-i Muhammed-î yolunda onu ilerletmeye çalışmaktır.
Yukarıda belirtilen şartı, sadece bir çocuk değil, “Sâlih” bir çocuk talebidir. Çünkü ameli Sâlih, “Sâlih” bir bedende meydana gelir. Ameli Sâlih ise, mânâsı Hakk’ tan fiili kuldan olan ameldir ki, Hakk’tan gelir Hakk’a gider, yâni aslına döner. Nafisten gelen amel ise nefse gider. Aslında bütün işler Hakk’a gider amma Hakk’ın mertebeleri vardır. Fiilin işlendiği mertebe neresi ise oraya gider ve arkasından o fiili işleyicisi de aynı yere

gider. Fiili o varlıktan çıkan oğuldur oğul nereye giderse


113

babasını, yâni kendini meydana çıkaranıda yanına çeker babanın bundan ayrı kalması mümkün değildir.



(Febeşşernâhu bi gulâmin halîmin)
37/101. “Biz de onu pek yumuşak tabiatlı bir oğul ile müjdeledik.”
Görüldüğü gibi bu Âyet-i Kerîme de zâtîdir, yâni Cenâb-ı Hakk, zâtından “Biz müjdeledik,” diyerek müjdeyi zâtına bağlamıştır, bu hâdise sıradan bir olay değil İlâh-î eğitimin zât-î bir seyridir. Yumuşak tabiatlı oğlu müjdeleyen Hakk’ın zâtıdır. Allah’ın (c.c.) Zâtından gelen ise tabii ki, zât-î olacaktır. İşte bir Hakk yolcusunda bu hakikat ortaya çıkmıyor, ve hep kesrette kalınıyor ise bu hususun tekrar incelenmesinin gereği ortaya çıkmış olması lâzım gelecektir, demektir.





(Elhamdü lillâhillezî ve hebelî alâl kiberi İsmâîle ve İshâka inne Rabb’î le semîudduâi)
14/39. “Hamdolsun o Allah'a ki, bana ihtiyarlık çağında İsmâil'i ve İshâk'ı ihsân buyurdu. şüphe yok ki Rabb’im, elbette duayı hakkıyla işiticidir.”
114

Görüldüğü gibi bu Âyet-i Kur’âniyye, İbrâhîm (a.s.) ın lisânından zuhur ettiğinden Âyet-i İbrâhîmiyye’ dir. Ve “Hamd” ile başlamaktadır, hamd ise içinde bir çok mertebeyi bulundurmaktadır. Bu mertebede’ki “hamd” (halktan hakka’) dır, halk için çok güzel bir edep ve idrak örneğidir. Hamd’ın (8) mertebesini (salât) isimli kitabımızın hamd bölümünde, (on üç ve hakikat-i ilâhiyye) kitabımızın da Muhammed (s.a.v.) bölümünde daha başka yönleriyle de belirtmiş idik, daha fazla bilgi edinmek isteyenler oralara bakabilirler.


Âyet-i Kerîmede ilk zikredilen isim ve o ismin içinde ki, mertebe öncelik kazanmaktadır. İşte bu yüzden Muhammed-î yön hem öncelik hem de, sonralık kazanmıştır. Çünkü Âhır zamâna uzanan koldur. Bu yüzden Âhır, önceliği yönündende başlangıçtır.
Bilindiği gibi aslı itibariyle, İbrâhîm (a.s.) iki ana dallı bir kök’e (sak) a benzer önceliği olan kolundan İsmâiliyyet-i, diğerinden de İshakiyyet-i oluşturmuştur. İsmâîliyyet bâtından yürüyüp, Muhammediyyet’te, kemâle ulaşmıştır. İshâkiyyet ise İsevîlik ile sona ermiştir. Yâni o taraftan gelen kol tepeye Yâni mi’râc’a-“Esrâ” ya ulaşamamış “isr” de kalmıştır. İşte onlara “Esrâ” dan bir dalın, yâni bir kolun uzanması lâmdır ki o dala-kola tutunarak onlarda “Esrâ” ehli olsunlar. Aslında bu dal-el onlara her zaman uzanmış haldedir ki, Ezân-ı Muhammed-î ile ardı arkası kesilmeksizin her an onlar da davet edilmektedirler. Ancak şartı Allah-ı kabul etmekle birlikte Hakikat-i Muhammedîyye’nin zuhur mahalli olan (Sûret-i Muhammediyye) nin de kabul edilmesi lâzım gelmektedir.
115

Kendilerinin de varlık kaynağı olan Hakikat-i Muhammediyyenin zuhur mahalli olan, (Sûret-i Muhammediyye) yi kendilerine gelen “benî İsrâil” peygamberlerine kıyasen onlar gibi sâdece bir mertebenin zuhur mahalli olduğunu zan etmelerinden ve böyle dar anlayışlı bir kıyas yapmalarından, kendilerinin dahi hayat kaynağı, varlıklarının sebeb ve varoluş hakikat-i olan hakikat-i muhammediyye yi kabul etmediklerinden kendilerini “Rûhsuz kalıplar” haline dönüştürüp sadece dış - madde varlıklarıyla yaşayan, rûhen yaşamayan sûretler olarak kalmalarına sebeb olmaktadırlar.


Aslında onların bu rûhsuz kalıpları dahi Hakikat-i Muhammediyye nin rahmetiyle varlıklarını sürdürmek-tedirler. Çünkü sûret varlıkları dahi Hakikat-i Muham-mediyyenin kapsamında olduğundan onlara olan rahmeti de, sûretleri yönünden’dir. Kendileri de, (Rahmetenlil âlemîn) in kapsamı içinde olduklarından bâtınlarına dönebilmeleri için kıyamet-e kadar izin verilmiştir. Yoksa ibadet-i olmayan bir kulun yaşaması veya yaşamaması Hakk için bir kayıp değildir.
Böylece cenâb-ı Hakk duasını güzelce kabul edip isimleri belirtilen evlâtlarını kendisine lütfetmiştir. Ve İbrâhîm (a.s.) aşağıdaki ifadelerle de duasına devam etmiştir.





116

(Rabbic’alnî mukîmessalâtî ve min zürriyet-î Rabbenâ ve tekebbel duâi)
14/40. “Ey Rabbim!. Beni ve neslimden olanı da namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rab'bimiz!. Ve duamı kabul buyur..”
Görüldüğü gibi bu Âyet-i Kûr’ân’iyye de lisân-ı ibrâhîmiyye’den zuhur ettiğinden “halkıyyet” Âyetlerin-den’dir. Zâhir ve bâtın evlâtları için ne kadar güzel bir temennî’dir, belki aramızda ibâdet ehli olanlarımız bu duanın bereketiyle ibadetlerimize devam ediyor olabiliriz. Bilindiği gibi bu dua da “tahiyyat” ta salâvat-lardan sonra okunan duâlardan biridir. Ve hükmü çok geniştir. İşte bu duâyı her ibâdet ehli okuduğunda kendi evlâtlarını da Hakkın huzurunda hatırlatmış olmaktadır. Böylece evlâtlar kendi kendilerini hakk’ın huzuruna şimdilik çıkaramıyorlar ise de büyükleri tarafından hatırlatılmış olunmaktadırlar. Ondan sonra gelen duâ da ise, evlâtların ebeveyinleri hakkında ki duâsı gelmektedir. Böylece nesiller birbirlerine duâlar ile bağlanmaktadırlar. İşte bu sistem de Rabb’ı mızın bize tavsiye ederek “hillet” yönüyle mertebe-i İbrâhîm iyyet’ten bizlere hîbe ettiği bir lütuftur. Ve kabul edilmesi içinde dua etmiştir.








117

(Felemmâ belega meahüssagye kâle yâ büneyye innî erâ filmenâmî innî ezbehuke mâzâ terâ kâle yâ ebetif’âl mâ tü’merû setecidûnî İnşeallah minessâbirîne)
37/102. Vakta ki onunla beraber yürümek çağına yetişti, dedi ki: Oğulcağızm!. Ben, şüphe yok rü’ya-da görüyorum ki, muhakkak seni boğaz-lıyorum. Artık bak, sen ne görürsün, dedi ki: Ey babacığım! Emr olunduğun şeyi yap. İnşeallah beni sabr edenlerden bulacaksın.”
* * *
Deniliyor ki Hazreti İbrâhîm, bunu Zilhiccenin sekizinci, dokuzuncu, onuncu yâ'ni
Sh:»4062
Terviye Arefe, Nahir geceleri sıra ile üç gece görmüş idi. Peygamberin rü'yası vahiy, ta'birleri vahiy olduğundan Hazret-i İbrâhîm böyle görmüş ve böyle ta'bir eylemiş ve binaenaleyh böyle vahiy almış olmakla bu, icrası vâcib bir emri hakk olmuş oluyordu. Bunun üzerine onu cebren icrâya kalkışmayıp evvelâ sûret-i icrâsını müşavere etmek üzere böyle re'yini sorarak tebliğ eyledi, ki bununla ilk önce onun itaat ve inkıyad ile ecr-ü sevaba nailiyyetini te'min etmek istedi.
Düşünmeli bunu söylerken ey yavrucuğum, diye hitab eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir şefekat hissi çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah muhabbeti hâkim bulunuyordu. Düşünmeli de

118


duymalı ki bu ne büyük bir belâ, ne dehşetli bir İmtihân-ı ilâh-î idi. işte bunun böyle bir emri ilâh-î olduğunu anlıyan ve Allahın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o halîm oğul, ey babacığım! Dedi ne emrolunuyorsan yap, beni inşeallah, sabredenleden bulacaksın.
* * *
Bu bölüm Elmalılı hamdi yâzır’ın (Hakk dîni Kûr’ân dili) tefsirinden bir misâl olmak üzere alınan küçük bir kısımdır.
Bu hususta kaynaklarda pek çok izâhat vardır, en güzellerinden birisi ise “Füsûs-ül Hikem” in (ishak) fass-ı nda, marîfet mertebesi itibarı ile yapılan izahlardır.
Biz gene yolumuza devam edelim.

Kaynaklardan bazıları kûrb’ân edilecek “gulâm” çocuğun (İsmâil) olduğunu bazıları ise, (İshâk) olduğunu belirtmektedirler. Genelde İslâmî kaynakların çoğunda kûrb’ân edilecek çocuğun (İsmâil) olduğu yönündedir. Batılı kaynaklar ise, kûrb’ân edilecek çocuğun (İshak) olduğunu yazarlar, “Tevrat” ta dahi “İshak” olduğu yazılıdır. Kûr’ân-ı kerîm’de ise isim belirtilmeksizin hâdise anlatılmaktadır. Bundan anlaşılan şudur ki, iki kanalda bu hâdiseyi sahiplenmişlerdir. O halde bu hâdisenin tatbikâtı her iki yol içinde “vâcip” tir. İşte Kûr’ân-ı Kerîm’de isim belirtilmemiş olmasının sırrı budur. Yâni her iki kanalda da bu tatbikat vardır. İşte batılıların İslâmı küçük düşürmek için kullandıkları


119
(kurb) ân kesmek vahşettir, dedikleri husus aslında kendilerinde bulunan Tevrât-î bir hükmü inkâr etmek olduğunun farkında bile olmadan kendi kendilerini aldatma ve inkârlarıdır.
Vakta ki onunla beraber yürümek çağına yetişti,
Yâni belirli bir yaşa erişti, veled-i kâlb-i olan “gulâm” ı kendinle beraber hareket edecek hâle geldi, gönlünle istişare etmeye başladı. Ona olan sevgisi artmağa başladı bu yüzden bu sevgisinin bitirilmesi gerekiyordu.
dedi ki: Oğulcağızım!. Ben, şüphe yok rü’ya-da görüyorum ki, muhakkak seni boğaz-lıyorum.
Bu mevzu da bir çok yazı ve değerlendirmeler vardır. Haddimiz değil ama. Bizde bu hususta birkaç kelime yazmağa çalışalım. Bilindiği gibi (rû’ya) zuhurat-ların “Rahmân-î” gerçek olanları, (keşfi mücerret) “ayniyle vâki” ve (keşfi muhayyel) “tabir gerektirenler” olmak üzere iki türlüdür.
Diğeri ise (hayâli mücerret) olmak üzere insân’ın kendi nefsinden kaynaklanan sırf insân’ın hayâlinden meydana gelen “hiçbir ifadesi olmayan” kargaşa hayâlî görüntülerdir. (adgasu ahlâm) denir.
İbrâhîm (a.s.) bu zuhûrât-ı üç gün üst üste görünce (keşfi mücerret) olduğunu düşünerek, gördüğü şekliyle tatbik etmeye karar verdi. Ve azîmete yöneldi.

120


Eğer yorum yaparak o yorum üzere tatbik etmeye kalksaydı oğlunu ve kendini kayırma ihtimâli olabileceğinden bu yöne yönelmedi ve gördüğü şekliyle tatbik etmeye karar verdi. Oluşmuş ve bitmiş bir hâdise hakkında yorum yapmak doğru olmaz çünkü o hâdiseyi o günün şartları içinde değerlendirmek gerekir aksi halde yapılacak bir değerlendirmenin tam isâbetli olması zordur. Ancak bir şeylerde söylemek gerekmektedir. Bu yüzden hâdiseyi seyr-u sülûk yönünden incelemeye ve kendimizde de bulmaya çalışarak yolumuza devam edelim.
Yukarıda belirtildiği gibi, bu rû,ya-nın, üç gece, üst üste, zilhicce’nin (8/9/10) uncu, Kurb’ân bayramı arefesinden bir gün evvel, “tevriye” gününün gecesi “arefe” gününün gecesi ve “nehar” Kurb’ân bayramının birinci gününün gecesi, görülmüştür. “Zilhicce” nin (11) i Kurb’ân bayramının ikinci günü, (12) si Kurb’ân bayramının üç’üncü günü, (13) ü ise Kurb’ân bayramının dörd’üncü günüdür.
İşte bu dörd’üncü gün, kurb’ân bayramının sonu, son günü, olmakla birlikte, bir senelik seyr-u sülûk’un da son günüdür. Bilindiği gibi (6) türlü şekil ve tatbikat ile seyr-u sülûk vardır, bunlardan (3) üncüsü her sene Muharremin (1) inde, Hicrî sene başıyla birlikte başlayıp, Zilhicce’nin (13) ünde son bulan seyr-u sülûk’tur. Bu hususta geniş bilgi (İrfan mektebi) isimli kitabımızın sonlarında mevcud’tur dileyen oraya bakabilir.
Az yukarıda belirtilen günlerin sayı değerleri ve
121

sıralanmaları, her halde dikkatinizi çekmiştir. Tekrar sıralayalım. (1/….8/9/10/11/12/13/) görüntüleri ve mânâları itibarı ile de, ne kadar güzeller değimli?


Şimdi özetle bunları incelemeğe çalışalım. Dinimizin bizlere bildirdiği, bir senede (4) adet çok feyizli (10) günler vardır. Bunların birincisi Muharremin ilk (10) u ikincisi Mûsâ (a.s.) ın Tûr-u Sînâ’ da ki (40) gününün son (on) günü üçüncüsü Ramazan ayının son (10) günü Dördüncü’sü ise Zilhiccenin ilk (10) günüdür.

Bilindiği gibi (1) başlangıç, “Âdemiyet” (8) İbrâ-hîmiyyet, (9) Mûseviyyet, (10) İseviyyet, (11/12/13) ise Muhammediyyet’tir. Görüldüğü gibi seyr-u sülûk’ta ki, bütün İlâh-î mertebeler burada cem olmuşlardır. Senenin içinde bulunan (7) aylar nefis mertebelerini, (3) aylar, Hazarât-ı hamse’nin, İbrâhîmiyyet, Mûseviyyet, İseviyyet mertebelerini son iki ay ise Muhammediyyet mertebelerini temsil etmektedirler.

Bilindiği gibi bu süre içinde, “Ramazan ve Kurb’ân” olmak üzere, iki bayram vardır. Ramazan bayramının hakikat-i, bâtın âleminde o sene içinde “Hakikat-i Mûseviyye” yi “tenzîh hakikatini” ve o mertebenin işareti olan “Mûseviyyet” in (m) “mim” inde ki sırrı “Muhammediyye”yi, idrâk etmiş ise, işte o kimseler o sene gerçek bayramı yapmış olurlar çünkü Halife-i şahsiye olmuşlardır. Yâni kendi beden mülklerinin “Halife” si olmuşlardır.
Bunun devamı ise o kimselerin veya daha başka kimselerin yollarına devam ederek ulaşmış oldukları
122

kurb’ân bayramında o sene içinde derslerini bitirenlerin ve içlerinde kabiliyyetli olanlarının, meşreb-i Muhammediyye üzere “Halife-i cemeat”a yükseltilme leridir. Yâni, “Halife-i şahsiyye” dışa dönük görev yapamaz belki küçük yardımcı görevler verilebilir. “Halife-i cemeat” ise lüzüm görüldüğünde yine bulunduğu yere bağlı olmak üzere dışa dönük olarak vazifelendirilir. Uzun çalışmalardan sonra o da tecrübeli bir eğitici olur. Ve o nu bu hale getiren “Mürşîd”-i İrşâd ehli dünyasını değiştirdikten sonra, Mürşidine vekâleten, kendine asâleten eğiticiliğini sürdürür.


İşte yukarıdan beri kısaca anlatmaya çalıştığımız husus burasıdır. Bir mürşidin yetişmesi yolumuzda bu sistem üzeredir ve bir hayli uzun zaman alır. Mürşid-i Kâmile intisab eden bir “sâlik-yol ehli” nin ilk yapacağı şeyler kendisine telkin edilir. Bunların başında gelen evvelâ nefsini “ahlâk-ı zemime” kötü ahlâklarından temizletmektir. Bu oldukça zor bir olaydır, en büyük yardımcısı o na gayret ve kuvvet vercek olan şey derslerine ciddiyetle eğilmesi, tavsiyelere uyması, gayretli olması ve bağlı olduğu yerdeki gönlün himmetidir. İşte bütün bunların birliği ile kendi bireysel iç dünyasında mânevî mücâdele gücünü toplayıp arttırmaya başlar.
Nihâyet zuhuratlarında, daha evvelce hep yenik düştüğü, korktuğu, kaçtığı varlıklarla savaşmağa başlar ve belirli bir müddet sonrada onlara üstün gelmeye başlar ve nihayet onları öldürmeye muvaffak olur, ancak böyle bir zuhurat farkında olmadan o nu üzüntüye sokar, çünkü zâhirî mânâ da hayvan öldürmek suçtur, bu kıyas üzüntü sebebi olur. Halbuki

123
mîsal âlemi ile “his-şehâdet” âleminin hükümleri bir değildir. Zuhurâtında böyle bir sahnede herhangi eti yenmez bir hayvan öldürülürse, Dersi “Emmâre”den “Levvâme” ye geçirilir.


Zaman geçer devran döner, eğer “sâlik” yoluna ve kendine sadık ise görevlerine de devam ediyorsa gayret ve kabiliyetine göre zuhuratları değişmeye başlar bu sefer eti yenen hayvanlarla mücadelesi sürer, zaman gelir onlardan da bir tanesini zuhuratında öldürür bu sefer, “levvâme” neftsen “mülhime” nefs-e terakki ettirilir. Yine samimiyetle derslerine devam eden sâlik’in karşısına zuhuratlarında bu sefer insânlar çıkıp ona her türlü mâni olmaya çalışırlar. İşte sâlik bu haller içinde mücadele ile yoluna devam ederek gayretli çalışmaları neticesinde mürşidinin himmet ve telkinleriyle zuhurâtında gördüğü, kendisini yaralamaya veya öldürmeye çalıştığı kimseleri kendi alt eder ve öldürürse o dersini de geçmiş nefs-i “mutmainne” ye ulaşmış olur.
Şimdi, yukarıdaki özet bilgilerle bu mevzuun ne ilgisi vardır.? Diye bir soru akla gelir ise, cevevâb-ı budur.
Yukarıda özetle bahsedilen eğitim sistemi yer yüzünde ilk def’a İbrâhîm (a.s.) şahsında faaliyyete geçmiştir ve o mertebenin kemâlidir. Ve bizlere de o mertebenin sünneti ve hediyesidir. Daha henüz kendinden sonraki peygamberân hazarât-ı zuhurda yok olduğundan onların mertebeleri de tabii ki olamazdı, işte bu yüzden yukarıda bahsedilen mertebeler seyr-ü sülûk yolunda o günlerin kemâl mertebeleri idi.
124

Hatırlanacağı gibi daha yukarılarda bahsedilmişti.


21/51. “Ve andolsun ki, İbrâhim'e de bundan evvel rüşdünü vermiştik ve biz onu bilenler idik.”
İbrâhîmiyyet mertebesinde verilen (Rüşd) ise daha henüz, (Kûr’ân ve Hz. Muhammed (s.a.v.) gelmediği için. Buranın (Rüşd) ü “10 suhuf” “Hanif” “Hullet” ve o mertebenin “İmâmet” hakikatleri’ dir diyebiliriz. Demiştik.
Rüşd’ü veren Hakk olduğundan bu durumda kendisi (fâil) “Râşîd” olmaktadır. Verilen yer ise (mef’ul) “mürşîd” olmaktadır işte bu yönüyle, “rüşd” ün verilmesiyle “İbrâhîm” (raşîd) bunu kavmine aktardığı zaman da onların mürşid’leri olmuştur, ve kıyamete kadarda bu mertebenin bâtındaki gerçek mürşid’i zâhiren başka bir sûret olarak gözükse bile bâtınen mertebe-i İbrâhîmiyyet olmaktadır.
Bu kısa hatırlatmadan sonra tekrar yolumuza devam edelim. O günün kemâlât-ı, İbrâhimiyyet merte besi olduğundan, zilhiccenin (8/9/10) uncu gecelerinde görülen “oğlunu boğazlama” zuhurat-ı nı, seyr-ü sülûk yönünden şöyle değerlendirebiliriz. Aslında bu sayıların seyri “Hakikat-i Muhammed-î” itibarîyle’dir. O günün hükmü ile ise hilhicce’nin (4) ü itibariyle nefs-i mutmainne mertebesidir. İşte bir gerçek mürşîd, talebesini bu nefs-e doğru yola çıkarmış ise ona kendi nefsinin o mertebesini kurb’ân ettirecek gücü aktarır yâni yollarını gösterir o talebe de bu güç, ve faaliyyete geçireceği kendi gücü ile de güçlenip, varlığında mevcud olan nefsinin sevdiği nefs-î beşeriyyetini mânâ

125


âleminde hükümsüz bırakma-öldürme gücüne ulaşır ve böylece, oldukça mühim bir aşama daha elde etmiş olur. Böylece daha evvelce kendinde bulunan iki tip insân karakterinden kurtulmuş, sadece Hakk’ın istediği istikametteki “Halîl” ahlâklı insân yönü ile hayatına devam etme imkânı bulmuş olur. İşte ondan sonra eğer nefsine geri dönmez ise yolunda oldukça başarı ile devam eder. İşte böylece nefs-i ni kurb’ân eden sâlik, bayram yapar buna da kurb’ân bayramı denir ve her mertebenin kendine özgü “kurb’ anları” ve bunların da bayramları vardır.
Zilhicce’nin (1/2/3)-(10/11/12) inci günlerinde zâhiren bu kurb’an lar, kesilir, fakat (4) üncü yâni, (13) üncü günde kesilmez, (Zât-î) gündür ve bu günde de sadece (Zât-î) hüküm olduğundan zâten faaliyyet olamayacağından zâhiren (kurb’an) diye bir hükümde olamamaktadır, ve bu yüzden kurb’an kesilemez. İşte sayısal değerlerin bizlere gösterdiğ yol hep “Hakîkat-i Muhammediyye ye” çıkmaktadır bütün bu mertebeler oraya bağlı ve oradan kaynaklanmaktadırlar.

(Felemmâ eslemâ ve tellehü lilcabîni)
37/103. “Vakta ki, ikisi de boyun eğdiler ve onu alnının bir yanı üzerine yatırdı.”
Yukarıda özetle, tarikat ve hakikat mertebeleri itibari ile verilen bilgilerden sonra biz yine o devrede
126
İbrâhîm (a.s.) ın kendinde oluşan halin hakikatini anlamaya çalışalım. Genel tefsirlerde bu hadise beşeriyyet gereği duygusal bir yaşantı içerisinde anlatılmaktadır. Mutlak olmamakla birlikte şöylede bir yorum yapabiliriz. Yukarılarda da bahsedildiği gibi.
Cenâb-ı Hakk mertebe-i ibrâhîmiyyet’in zuhur mahalli olan (İbrâhîm) (a.s.) a hullet dostluk elbisesini ilmî mânâ da -giydirdiği- yâni idrak ettirdiğinde esmâ-î hakikatlerin İbrâhîm (a.s.) da “tahallül” ve tahakkuk etmesiyle “Halîl” lâkabını almıştı. İşte bu tahallul neticesinde sûret-i ibrâhîmiyye de zuhurda olan esmâ mertebesi itibâriyle İbrâhimiyyet mertebesinin “rabb-ı hası” olan “vedûd” ismi başta olmak üzere bütün Esmâ-i ilâyye onda zâhir olmuştu. Zât-ı İlâhi zuhur seyri içerisinde Halillik hakikatinin zuhura çıkmasını o mertebede murad etti. Yâni görünen o bedende Esmâ-i İlâhiyye yi her mertebesi itibariyle faal olacak hâle getirdi. İşte o mahalde faaliyette olan dışarıdan bakıldığında “sûret-i İbrâhîm” olmakla birlikte, fiilin fâili o fiili meydana çıkaracak olan o Esmâ-i İlâhiye idi ve zâhirde mertebe-i İbrâhim bu fiilleri “tevhid-i ef’âl” hakikat-i içerisinde kendi bünyesinde de toplamış idi.
Şimdi bu hakikat ve anlayış içinde hadiseye bir daha bakalım. “Vakta ki, ikisi de boyun eğdiler” bu boyun eğiş İbrâhîm (a.s.) da isimlerin hükmüne tâbî oluş, “gulâm-çocukta” ise örfe, babaya tabî oluş idi. Zât-ı İlâhî yukarıda bahsedildiği gibi bu zuhurat-ı üç gece göstermesi “ilmel-aynel-hakkal yakîn” mertebe lerinden gösterilmesi ve o günlerin ehemmiyyetleri idi.
127

Bu İlâh-î görüntüyü yorum yapmadan tatbikata koyan o sûretteki “Mumit” ismi idi. Aslında “Muhyi ve Mumit” Zât-ı İlâh-înin kendine izâfeten kullandığı Esimleridir. Yâni, öldüren ve dirilten Hakk’ın kendisidir, bu hususu Kûr’ân-ı Kerîm’in haber vermesiyle biliyoruz. ondan başkası bu fiilin oluşturduğu hâli meydana getiremez. O halde bu Hadise de sûret-i İbrâhîm görüntüde olmakla birlikte kendi yok bâtında idi onda faaliyette olan “Mumit” ismi idi. Onun yaptığı ise suç unsuru olmaz görevi olurdu, eğer görevini yapmaz ise işte o zaman suçlu olurdu ki böyle bir şey de söz konusu zâten değildir. Pekî! Bütün “katl” şeklinde olan fiiller böylemidir.? Hayır böyle değildir. Çünkü genelde insânlar “nefs-î“ benlikleri üzere zâhir olup, onunla yaşarlar, kendilerini var kabul ederler, İlâh-î benlıkleri bâtındır. Hüküm zâhire göre olduğundan fiil kimden çıkmış ise sorumluluk ona bağlanır ve tabii ki, yine o oluşum Hakk’ın sistemi içerisinde olur.


İşte bu haller içerisinde rû’ya-ya uygun bir halde olan İbrâhîm ve “gulâm-cocuk” a Zât-ı İlâh-î seslenir.

(Venâdeynâhu en yâ İbrâhîmu)
37/104. “Ve O'na: Yâ İbrâhîm!. Diye nidâ ettik ki:”
Görüldüğü gibi bu Âyet-i Kerîme de, Zât-î dir, ve cenâb-ı Hakk ne kadar halkın ve olayların içinde olduğunu böylece açık olarak bildirmektedir.
128




(Kad saddakterru’yâ innâ kezâlike neczilmuhsinî-ne)
37/105. “Sen muhakkak rüyâyı tasdik ettin. Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız.”
Görüldüğü gibi bu Âyet-i Kerîme de Zât-î dir, Cenâb-ı Hakk yine zâtından, rû’yâ-nın tasdik edildiğini, yorum yapılmadığını ve bunun neticesinde de kendisine Zât-î ihsânda bulunulduğu ifâde edilmektedir. Görüldüğü gibi burada ki, “İhsân” da hâdisenin hakikatinin bildirilmesi, İbrâhîmiyyet diye yeni bir mertebenin kurulması ve bu mertebenin yer yüzünde kıyamete kadar bâkî ve geçerli olacağı hükmüdür. Ayrıca Zât-ı İlâhiyyenin bizzat bir olay ile meşgul olması da aslında oraya olan bir Zât-i ihsân ve ikram’dır.

Yüklə 0,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə