GöNÜlden esiNTİler: ÎMÂn ve îKÂN: necdet ardiç terzi BABA necdet ardiç İrfan sofrasi tasavvuf seriSİ (72)


Îmân; dini kitaplarımızda çok geniş şekilde izâh edilmiştir. îmân, özet olarak; Allah’ı ve gönderdiklerini “dil ile ikrar, kalb ile tasdik etmektir, ”



Yüklə 0,99 Mb.
səhifə4/10
tarix25.06.2018
ölçüsü0,99 Mb.
#51702
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Îmân; dini kitaplarımızda çok geniş şekilde izâh edilmiştir. îmân, özet olarak; Allah’ı ve gönderdiklerini “dil ile ikrar, kalb ile tasdik etmektir, ” diye belirtilmiştir. Yani dilimizle kelime-i şehâdeti getirdiğimiz zaman ve inandığımız zaman dilimizle kelime-i şehâdeti getirip kalbimizle de tasdik etmemizdir. Ancak bu husus kelâmi olarak söylenmektedir. Dilimiz ile ilgili olan bölümü şuhudi olarak dilimizle söylüyoruz, ancak kalb ile tasdik bölümü meçhulde kalıyor.

Neden meçhulde kalıyor? Kendi hakikatimizi bilmiyoruz. Bilmiyorsak kendi hakikatimizdeki bir varlığın tasdikini nasıl yapacağız. Kendimizi bilmiyoruz ki! bilmediğimiz bir şey, İnsan bilmediği bir şeyi nasıl tasdik etsin.

Efendim, işte Allah var yukarıda. Hz. Peygamber de var bunları biliyoruz. İyi, biliyoruz da! lâfzi biliyoruz, kelâm olarak kelime olarak biliyoruz, ezberden biliyoruz.

Kendimizi bilmiyoruz, kendimizi bilmiyorsak nasıl tasdik edeceğiz. Allahı bilmiyoruz, Peygamberimizin hakikatini bilmiyoruz. Zannediyoruz ki o da Mekke Medine de yaşamış bizim gibi bir beşer.

O da öyle diyor zaten, tevazu ederek, ”Ene beşerün mislüküm” “Ben de sizin gibi beşerim.” (41/6) Ama bana, “Vahiy gelirdeniyor. Allahın birliği Hakk’ında bana vahiy gelir deniyor. İşte orasını bilmiyoruz. Beşer olduğunu biliyoruz. Mekke de dünyaya geldi, orada yaşadı, Medine ye hicret etti gibi, beşer tarafını biliyoruz ama vahyi Îlâhi tarafını bilmiyoruz. Bize de, aslında orası lâzımdır.

Zâhir dilimizle onu tasdik ediyoruz. Yani beşeriyeti yönüyle peygamberdir diye tasdik ediyoruz . Ama batını yönüyle tasdik ettiğimizi zannediyoruz, ama tasdik edemiyoruz, etmemiz de mümkün değildir, çünkü tanınmayan bilinmeyen bir şeyi tasdik etmek mümkün değildir.

Şimdi şu kitabı birisi alıp açsa dese ki bunun içerisinde çok güzel şeyler var. Bakın bu hayalidir. Okuyacak içine nüfuz edecek, bilecek yaşayacak kendi tasdik edecektir, işte o zaman içindekini tasdik etmiş olur. Yoksa hayalen iyi niyet veya ezbere bir tasdiktir.

Ya bunun (kitabın) dış görüntüsü cildi böyleyse de, içerisinde olmayacak, fücur dolu mevzular olsa, o zaman neyi tasdik edecek. Bakın ne kadar yanlış bir iş yapılmış olunuyor.

Ama içini açar bakar okursa, ya da bir aşçıya gider de oranın yemeğini yerse, o zaman bu aşçının yemeği çok güzelmiş diye tasdik eder. Ya aşçı zehir veriyorsa, o zaman zehiri, yanlışı tasdik etmiş oluyor.

İşte “dil ile ikrar kâlb ile tasdik” Kalbin tasdik etmesi demek, evvelâ o kalbin kendini bilmesi, tasdik edecek vasfı kendinde bulması, ve sonrada tasdik edeceği kişiyi de, bilmesi lâzımdır. Hani nasıl bazı şirketlerde anlaşma yapılıyor, yanındaki görevli sekreterler onları yazıyorlar, sonrada mes’uliyet sahibi olana getiriyorlar şirket sahibine, müdürüne o da onu tekrar okuyor ve bend, fasıl içeriğinde bir yanlışlık varmı, diye kontrol ediyor. Ondan sonra mührünü basıp tasdik ediyor.

Her önüne gelen şey tasdik edilmez. Ya fazladan bir şey koydularsa, eksik bir şey bıraktılarsa, ne olur? İşte küçük bir dünya işi için, bu kadar araştırmacılık gerekiyor iken, biz ise ebedi hayatımızın tasdikini yapıyoruz . Ebedi hayat tasdiki yapıyoruz.

Bizim önümüze amel kitabımızla bunu koyacaklar, sen tasdik ettin ama o anda bizim beynimizde olan filmi çekiyorlar, ve senin tasdik ettiğin buydu diyorlar. Yani gönlümüzde ne var ise biz onu tasdik ediyoruz. Yani Allahı değil de gönlümüzde ne varsa onu tasdik ediyoruz. Bakın sevdiğimiz şey ne ise o anda rabbımız da o oluyor. Bir başka zaman geldi ertesi gün gönlümüz bir başka şeye takıldı, farkında olmadan rabbımız o oluyor.

Bakın hangi muhabbet, o gün veya saat itibarıyle ya da dakika itibariyle Hakk muhabbetinin önünde ise, bizim putumuz rabbımız odur.

Ve söylediğimiz her şey ona dönüktür. Çünkü ilk aynamızda o var. Yani beynimizde güncel itibariyle o var. İşte tasdik meselesi çok mühim bir meseledir. Efendim diyor, benim şeyhim gavsül A’zâm, nereden biliyorsun be kardeşim? Tasdik ediyor, hayalini tasdik ediyor. Keşke olsa da hep tasdik etsek. .

Meselâ geliyor birisi diyor ki, benim şeyhim zamanın kutbu, zamanın gavsı, zamanın mehdisi, diyor ve böyle tasdik ediyor. Ama Allah onu ben gönderdim o benim mehdim demiyor. Yok böyle bir şey. Allahın gönderdiği mehdi geldiği zaman onu Allah tasdik edecek, başkalarının tasdikine de gerek kalmayacak. bunu kıyas olarak düşünebiliriz.

Şimdi böyle bir girişten sonra şuhudi îmân mertebe-leri, bakın anlatmak istediğimiz lâfzı kelâmi, ağızda olan boğazdan aşağıya geçmeyen dilin ucunda olan îmân değil. Şuhud yani müşahede hali ile yapılan îmândır.

Bunun da 4 mertebesi vardır. Bir çok mertebeleri vardır ama, asıl olarak 4 mertebesi vardır. Bu 4 mertebe den birisi “ef’âl mertebesi” îmânıdır. Ef’âl yani şeriat mertebesindeki îmân anlayışıdır.

Şeriat mertebesindeki îmân derken, burası hafife alınacak bir îmân yeri değildir. Kendsini müslüman zannedip te îmân etmiş olanların sahası değildir. Onların anlayışından çok ileri olan bir sahadır.

Ef’âl mertebesi bilinci içinde olan îmân, kısmen de kendini tanıma bilincinde olan kişinin yaptığı îmândır. Yoksa hiç bir tevhid bilgisiyle ilgisi olmayan, hayali ve vehmi olan Cenâb-ı Hakk-ı yukarılarda kabul eden kuru bir îmân değildir. Bakın tevhidi ef’âl îmân-ı gerçek îmânının başlangıcıdır.

Bu aynı zamanda şeriat mertebesinin hakiki ma’nâ daki îmânı-dır. Diğer varlıklarda şeriat mertebesi itibarıyle îmân ettiklerini söylerler, ancak şeriat mertebesinin farkında olmadıklarından, aslında orası hayal mertebesidir. Şeriat mertebesi derken fiziki fiili ma’nâ da yapılan çalışmalar vardır buna şeriat mertebesi denir. Bunu bir, bilinçli olarak kullanmak vardır. Bir de hayali olarak kullanmak vardır. İşte elhamdülillah namazımızı kıldık, orucumuzu tuttuk, diyerek yapılması vardır. Bir de yavaş, yavaş kendine dönük olarak, yola çıkmış kimsenin şeriat mertebesi îmânı vardır. Diğerlerinin küçük görüldüğü zannedilmesin. Hepsinin başımızın üstünde yeri vardır. Onların hepsi zâten bizden daha iyi îmân ehlidir o ayrı bir konudur, bizim yaptığımız eleştiri değil de araştırıdır.

Bakın bir resim ortaya konmazsa, bir başkada resim ortada yoksa, hayaldeki o resim mutlak resim olarak görülür bilinir. Başkası olmadığı için o bilinir. O resmin bir başka yönden çekilmişini yanına koyarsak işte o zaman bunların içinden misal yaparak nispet yaparak en güzel resmi ayırabiliriz.

Ama karşımızda ayıracak ölçü yoksa, o zaman bu budur der geçer gideriz. İşte yapılmasına çalışılan şey, bazı resimler, bazı sahneler göz önüne getirerek, ne yaptığımızı, o sahnelerdeki ölçülere göre değerlendirelim. Kendi sahnemizin elemanlarını ona göre uyduralım. Kendi sahnemizde, hangi eleman eksik ise, onu oraya koyalım ki faaliyet sahası gelişmiş olsun. Şimdi burada.

-------------------

(11-Vahy ve Cebrâîl) İsimli kitabımızın, ikinci sayfasından, îmân bölümünden, ilgisi dolayısıyla, şerhleriyle birlikte, yolumuza devam edelim. Gerçi bu bölümü bir sefer daha okuduk ama, o sohbette herkes yoktu, dinleyenlere de bir tekrar olmuş olur.

-------------------



Şeriat (ef’âl) mertebesi îmânı.

Kur’ân-ı Kerîm de âli imran suresi 193 âyetinde açık olarak îmânın oluşumu bize gösterilmektedir ki şuhudi îmânın başlangıcı bu âyet-i kerîme ve benzerleridir.

-------------------

Rabbenâ innenâ semi’nâ münâdiyen yünâdîlil îmâni en âminü birabbiküm fe âmennâ, rabbenâ fağfirlena zünübenâ ve keffir anne seyyiâtinâ ve tevveffenâ meal ebrar”

Mealen= “Rabbimiz gerçekten biz rabbimize îmân edin diye îmâna çağıran bir çağırıcıyı duyduk îmân ettik. Rabbimiz bizler için günahlarımızı bağışla. Bizden çıkmış kötülüklerimizi ört ve bizi iyilerle öldür.”

Bakın her bir kelimede, bir varlık bir şuurlanma vardır. Ve de asli olarak ne lâzımsa onun talebi vardır.

Rabbimiz biz gerçekten rabbinize îmân edin diye çağıran bir çağırıcıyı duyduk.”

Bakın evvelâ, kulak faaliye geçmiş, duyduk diyor. Daha henüz gördük demiyor da, duyduk diyor. İşte mesnevi şerifin ilk kelimesi “bîşnev” dinle ma’nâsında’dır. Birde dinledik, ma’nâsında duyduk diyorlar.

Kur’ân-ı Kerîmin ilk kelimesi “ikra’” bakın... söyle, peki! söyle hangi mahalle hitab ediyor.? Kulağa hitab ediyor. Söyle dediği zaman, gözümüze hitab etmiyor elimize hitab etmiyor. Çünkü “sözün müşterisi kulaktır.” Kulağımız olmasa, on bin defa söyle ikra, ikra, ikra, yok duymayız. Neyle duyarız? Kulakla duyarız.

Bakın burada da duyduk diyor. Demek ki bu kişilerin kulakları açılmış, yavaş yavaş duyucu hâle gelmişler. Neyi duyuyorlar?. Hakikati duyuyorlar. Şimdi bizde dışardan bir sürü sesler sözler duyuyoruz. Ama duymuyoruz. Neden duyduğumuz, hayel duyuyoruz, kendimize intikal ettirmiyoruz. Duyduğumuzun ne olduğunun farkında değiliz. İşte bütün mesele, fark etmek fark edebilmektir. Hak sözü ile batıl sözü ayırabilmek farkına varabilmektir. İşte bu kişiler Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, Cenâb-ı Hakk onların lisanından konuşturuyor.

Nakın ne kadar açıkRabbenâ innenâ semi’nâ” Ey bizim rabbimiz, ”innenâ” muHakkak ki biz demek suretiyle, burada çok dikkat çeken bir hadise, ben yok biz vardır. Birliktelik ve cem’iyyet vardır. Yani bu ma’nâ da olan bazı kişiler kendi aralarında istişare etmek suretiyle, îmânın hakikatini anlamaya çalışan, bir guruptan söz ediliyor. Ve bunlarda çok saf temiz iyi niyetli halleriyle, bunu araştırıyorlar. Ve duyduk diyorlar. “Duyduk” yani müşahedeli dir.

Eğer böyle bir şey olmamış olsa idi âyet-i kerîme böyle bahsetmezdi. Kur’anı Kerîmin birçok âyet-i kerîmesinde, “onların kulakları perdelidir duymazlar, gözleri perdelidir görmezler.” (2/18) Bakın burada da diyebilirdi, îmâna çağırıldıkları halde duymadılar. Bakın îmâna çağırıldılar, seslenicinin sesini duydular ”ve semi’nâ” duyduk dediler.

Nerden duydular? Kulaktan alarak gönüllerinde duydular. Kulak kanalından giren sesi gönüllerinde duydular Akıllarına da tespit ettiler ve şahid oldular.

Münadiyen yünadiylil îmânİmâna davet eden birinin sesini duyduk.” . fe âminûve “îmân ettik” diyorlar. İşte bu hakiki îmânın başlangıcı ve dil ile ikrarın başlangıcı dilin kulağın ne olduğunu bilerek yapabilmedir. Evvelâ kulaktan duyuyor ve hemen rablarına îmân ettiler.

Ve bunun üzerine devam ederek, ”fağfirlenâ zünubenâ” Îmânından evvel, bazı eksik olan şeylerin de farkına varmaları ve eksik olan şeyi istiyorlar. Olmayacak bir şey istemiyorlar. İşte ilk istenmesi lâzım gelen şey “fağfirlena” sen bizi mağfiret eyle. ”zünubenâ” yani günahlarımızdan sen bizi mağfiret eyle.

Bunu da ilk yapan zâten ceddimiz olan, Âdem babamız ile havva validemizdir.

Rabbenâ zâlemnâ enfüsenâ ve in lem tağfirlenâ ve terhamnâ lenekünenne minel hâsirîn” (7/23)

Bunu ilk yapan bizim ceddimizdir. Ne yapıyor bakın nefsimize zülm ettik diyor. İşte gerçek ma’nâ da îmân ehli yolunda yol almaya çalışan kimse bu âyet-i kerîmenin izniyle demektedir.

Rabbena fağfirlenâ zünubena ve keffir annâ seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr(3/193)

Talebi ise bizi son nefesimizde ebrar ile birlikte öldür. Yani bulunduğumuz mertebeden, yerden değil bir üst mertebeden canımızı al deniyor.



Sohbet (5)

Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahıym

Bu akşam 21-05-2008 Çarşamba akşamı yine İzmirde göztepedeyiz. Sohbetimize başlıyalım. Cenâb-ı Hakk neler lütfedecek, bu akşamın sohbet mevzû, daha evvelki günlerde başladığımız, îmân mevzû idi. Devam ederek geldiğimiz vahiy ve cebrail kitabında îmân bölümünde idik. Geçen sefer şeriat mertebesi ef’âl mertebesi îmânı olan, aynı zamanda ef’âl mertebesinin îmânını belirten, âyet-i kerîmeyi okumuştuk. Onun üzerinde konuşmalar yapıyorduk. Yine kaldığımız yerden devam edelim. Cenâb-ı Hakk cümlemize islâmın îmânın hakikatini bildirsin.

Taklidi îmândan tahkiki (hakiki) îmâna, hakiki îmândan müşahedeye, müşahededen de, bizi îkâna geçirtsin inşallah. . Gönül âleminin yollarında sağa sola sapmadan mi’râc yolunda ilerlemeye devam edelim.

Hatırlatma babından söylüyorum. “Rabbenâ innenâ semi’nâ münâdiyen yünâdiylil îmâni en âminü birabbiküm fe âmennâ, rabbenâ fağfirlenâ zünübenâ ve keffir annâ seyyiâtinâ ve tevveffenâ meal ebrar” (3/193)



Mealen “Rabbimiz gerçekten biz rabbimize îmân edin diyeîmâna çağıran bir çağırıcıyı duyduk îmân ettik. Rabbimiz bizler için günahlarımızı bağışla. Bizden çıkmış kötülüklerimizi ört ve bizi iyilerle öldür.”

Veteveffenâ meal ebrâr.Bizi iyilerle öldür. Bunlar kendi mertebelerinde etmiş oldukları duaların bir mertebe üzerine ulaşmayı taleb etmekteler. Ebrar onun üzerinde bir mertebedir. Ebrar-bêr bereata uğramış iyiler ma’nâsı-nadır. İyilerden kasıt ise esmâ mertebesinde yaşayan kimselerdir. Hani beraat etti, mahkeme beraat kararı verdi deniyor ya, suçlu bulunmadı ma’nâ sına, bêr, suçsuzluk, ebrâr ise, beraat etmişler ma’nâsınadır.

İşte daha evvel “fağfirlenâ zünübenâ” denilen günah-lılık mertebesinden, günahsızlık mertebesine yükselmeyi taleb ediyorlar. Yani birinci îmân mertebesinin hakikati, günahlı olmaktan günahsız olmaya doğru yola çıkmaktır.

Lafzi ve taklidi îmândan müşahedeli îmâna geçişi gösteren bu âyet-i kerîmeyi incelemeye çalışalım.

Başta da diyor ya “Rabbenâ” ey bizim rabbimiz “İnnenâ” muHakkkak ki biz. . ”Semi’nâ” muHakkak ki biz içten ve gönülden işittik.

Şimdi bu âyet-i kerîmeyi ee canım bizde bir şeyler duyduk ama! Ne olduğunu anlayamadık, şeklinde zâhiri bir duyum ile geçirtebiliriz. İşte bu îmânın bize bir faydası olmaz. Lâfızda olan, ee îmân ettik işte canım gibi, olur.

Ama gereği yerine getiriliyor mu? Getirilmiyor mu? Îmân etmekten kasıt îmân edilen şartların yerine getirilmesidir. Yoksa bir kişi istediği kadar ben müslümanım desin. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı-yım desin. Bu kişi vergi vermesin, kötülük yapsın, adam öldürsün, onun Türkiye Cumhoriyeti vatandaşlığı nerede kalır. Lâfta kalır uygulanmamış olur.

İşte îmân etmiş bir kimse de, îmânın şartları neyse, onu zuhura getirmesi lâzımdır, getirmemiz lâzımdır. İslâmın 5 şartı vardır, “İmân etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermektir.” Îmân edip te bunları yerine getirmeyen kimse, aslında îmân etmiş sayılmamaktadır. Îmânın hakikati, tatbikatıyle mümkün-dür, tatbikatı yapılmayan bir sözleşmenin geçerliliği yoktur. İki şirket, iki firma, birbirleri ile bir anlaşma yapsın, ben senden şu kadar mal alıcam, şu kadar mal satıcam, şeklinde bütün anlaşmaları yapsınlar, ama anlaşmalar uygulanmadı ise, ne o ona mal gönderdi, ne diğeri ona para gönderdi, o îmân yani o sözleşme geçerli olmaz.

İşte zâhiri olarak yapılan îmânların hükmü bunun gibidir. İmânların çoğunluğu bu hükümdedir, îmân etmiş ama, hükmünü yerine getirmemiş ise, bu hükümde sayılmaktadır. Diğer birisi de diyor, îmân etmişse lâfzi de olsa geçerlidir, ama yapmadığından ahirete sorumlu gider, o da böyle düşünüyor. Tabi bizler işin o durumunu çoktan aşmamız gerekiyor. Yani îmânın gereği olan ibadetleri çoktan yapmış olmamız gerekiyor ki, zâten yapmasak buralarda işimiz olmaz. Bu işlerle uğraşmayız, uğraşamayız.

Münâdiyen yünâdiylil imânGerçek îmâna ulaşmak için batından gelen bir çağrıcıyı duyduk.” Bakın ezanı muhammedi bütün İslâm ülkelerinde okunmakta, ezan da davettir. Her yönüyle her kiişiyi bir üst mertebesine davettir.

Ezân-ı Muhammed-i her mertebede olana, her ayrı yolda olana davettir. Müslüman olmayan gayri Müslimleri, Îslâmiyete davettir. Eğer bir kişi müslüman ama ibadeti yoksa, ibadete davettir. Eğer bir kimse evini ihmal edip akşamcılık yaparak, şuraya buraya gidiyorsa, evine davettir. Şer’i olarak sokakta olanı evine davettir

Eğer bir kişi, şer’i olarak ibadet ehli ise, bir üstü olan tarikata onu davettir. Eğer tarikat ehli ise hakikate davettir. Hakikat ehli ise marifete davettir. Yani mutlaka bir üst derece vardır. Dereceleri sonlandırmak mümkün değildir.

Zâhirdeki Ezân-ı Muhammed-i bâtındaki hakikati muhammediye ye davet etmektedir. Bütün yönleri ve mertebeleri ile birlikte, davet etmektedir. Bakın zâten işin özü de budur.

-------------------

Ezân-ı Muhammed-i yer yüzünde, beş vakti ile, birlikte her an, hiç kesilmeden, kıyamete kadar da’vetine devam edecektir. Dileyen uyar dilemeyen uymaz zorlama yoktur.”

-------------------

Ezân-ı Muhammed-i Hakkında (5-Salât-Namaz ve Ezân-ı Muhammed-i de bazı hakikatler,” isimli kitabımızın “Ezân-ı Muhammed-i” bölümünde özet bilgiler vardır dileyen oraya da bakabilir.

-------------------

Ve bunu duyanlar, çünkü bu davet nereye hitap ediyor? Kişinin saçına başına ayağına değil tabiki. Bu daveti kabul eden neresi, anlayan duyan faaliyete geçiren. “Kulak” tır. Bakın Allahu ekber dendiği zaman kulağımız duyuyor. Yani davet kulaktan oluyor. Bu kulaktan iç bünyemize giren davet, içeride dolaşıyor seyrini tamamlayıp gönlümüze iniyor. Yani muhabbet oluşuyor. Oradan aklımıza ulaşıyor, irademiz meydana geliyor ne yapacağımızı tatbik ediyoruz. Bakın farkında olmadan iç bünyemizde neler çalışıyor.

İşte en âminû birabbiküm sizin rabbinize inanın diyor. Gerçek îmâna ulaşmak için, bâtından gelen bir çağrıcıyı duyduk. Sizin rabbinize inanın, her ne kadar şuhuden idrak edemiyorsanız da îmânen kabul edin dendiğinde “fe âmennâbizde duyduk, inandık, deniyor. Bakın gereğinin ne yapılması lazım geldiği söyleniyor. Davetçiye olan güvenden dolayı hemen îmân ettik derler.

Şimdi, îmân edin de, neye îmân edelim.? Allahın varlığına birliğine, ettik dedik de, gerçek ma’nâ da, Allahın Varlığının birliğinin ne olduğunu bilmiyoru ki, bilmeden îmân ediyoruz, niçin? îmân edin, diye bize tavsiyede bulunan kişiye güvencimizden dolayı, îmân ediyoruz. Peygamberimize olan güvencimizden itimadımızdan Allaha îmân ediyoruz. Çünkü o diyor Allaha îmân edin diye, Allah birdir “Lâilâhe illâllah” ona îmân edin diyor. Çünkü bizim ve insanlığın, Efendisi ve senedidir.

İşte baştaki îmânın oluşumu böyledir. Îmân hadise-sinin faaliyet sahası böyle olmaktadır. Bunun üzerüne “rabbenâ fağfirlenâ zünubenâ” “Ey rabbimiz kendimi-ze benlik vermemizden dolayı işlediğimiz günahlarımızı bağışla.”

Yani ayrıca, Efendimiz günah için sana vücudun yeter demiş. Yani başka günah işlemene gerek yok, senin vucudun benlik vucudun sana günah olarak yeter de artar bile, hadîs-i şerifte “vücudike zenbike/vucudun en büyük günahtır.” Neden? Bu varlığa sahip olupta, kişi benim dediği zaman, Hakk’ın karşısına benlik ile çıkmış oluyor. Hakkın karşısına benlik ile çıkması şirk oluşturmakta, şirk ise suçun günahların en büyüğüdür.

Gerçi kişi bunun farkında değil, kasti olarak böyle bir şey yapmaz îmân ehli ama farkında olmadan bir suç unsurudur. O zaman bundan kurtulmanın yolu “Rabbenâ” ey bizim rabbimiz fağfirlenâ zünübenâ” günahlarımızı af et bağışla demek gerekiyor. Bakın, îmân ile ilgili âyet gereğinin nasıl yapılacağını bize talim ettir-mekte öğretmektedir.

Ey rabbimiz, kendimize birer varlık vermemiz dolayısıyle işlediğimiz benlik günahlarımızı bağışla.

Ve keffir annê seyyiâtinâ Beşeriyetimizden kaynaklanan kötü hallerimizi settâr isminle ört ve bize ait bir şey kalmasın.

Ve tevveffenâ meal ebrâr Ve bizi beratını almış olan iyilerle birlikte vefat ettir. Arzuyu beşerin, ilk îmân nertebesinde olan kişinin, istediği şey, kendisinden bir mertebe üstte olan kişilere ilhak olunmaktır. Yani ebrar ile birlikte ölümünü istemektir

Veteveffenâ Bizi vefat ettir, yani sonumuzu getir. Ne ile, “meal ebrâr” ebrar tâifesi ile birlikte bizi âhirete intikal ettir. Ve bizi beratını almış olan iyilerle birlikte vefat ettir. Dünya hayatımızı sonlandır. Bu âyet-i kerîme de açık olarak gözüken şu ki, kişi kendi nefsi ve bireysel benliği içerisinde lâfzi ve taklidi îmân ile hayatını sürdürüyorken, (not. buradaki îmân görsel, aileden çevreden anadan babadan kardeşlerinden vb, kişilerden gördüğü şeklinde kendi bireysel varlığı içerisinde sürdürüyor) herhangi bir vesile kendisinde meydena getirdiği muhabbet ile halinin değişmeye başlaması ile îmânın daha ileri hal ve mertebelerini araştırmaya başlamasıdır.

diye âyetlerin sonunda geçen” inne- semi’- fağfirle- zünube feâmen- veteveffegibi kaç tane var, biz ma’nâsına işaret etmektedirler.

bilindiği gibi arapçada “biz” sözcüğünü ifade etmektedir. Görüldüğü gibi âyet-i kerîme içerisindeki talepler ben ile değil , hep biz ile belirtilmektedir.

Özellikle bireysel kişinin îmânından bahsederken yani onu anlatmaya çalışıyorken âyet-i kerîme, biz diye bunu ifade ediyor. Yani biz-bizi-bizim, öldür iyilerle birlikte gibi...

Buradaki yaşam daha henüz gerçek kimliğini bulamamış, fakat beşeriyet kimliğinden de çıkmaya çalışan, ve kendi değerlendirmelerine uygun bir topluluğa iltihak ederek, böylece inançlarına daha çok destek bulmaya ve onlarla birlikte rabbine niyaz etmeye çalışan kimseleri belirtmeye çalışmaktadır.

Yani şeriat mertebesinde gaflet halinde hayatını sürdüren ve îmân ettiğini zan ederek böylece yaşamaya devan eden kişiler, böylece yalnız başına bu işleri yapamayacaklarını anlıyorlar. Araştırmaları veya bir raslantı neticesinde, bir guruba vaya bir cemeate intisab etme zorunluluğu hasıl oluyor. İşte burası da tarikat mertebesi oluyor. Yani bunlar yapılan araştırmalar şeriat mertebesinden tarikat mertebesine geçme vesilesidir.

diyor bakın, birlikte neden? Çünkü o mertebede olanlar birbirine destek vermekte, birbirlerini harekete geçirmektedirler.

Ve bunlarvetevveffenâ meal ebrâr Ve bizi ebrar ile öldür talebinde bulunmaları ise, bulundukları îmân mertebesinin üzerinde bir ebrâr, yani iyiler, kendilerin den daha iyiler, yani bireysel benliklerinden kurtulup beratlarını alan kimselerin varlıklarından haberdar olmalarıdır.

Çünkü bir şeyi talep etmeleri, onun da varlığının bilincinde olmaları gerekiyor. Eğer ebrâr diye bir gurubun varlığından haberleri olmasalar, onu taleb edemezler. Bulundukları halde ölmelerini isterler. Onlardan haberdar olmakla, onların halleriyle hallenerek hayatlarının son bulmalarını taleb etmeleridir. Bu anlayış saf temiz bir muhabbet ile yapılan şeriat mertebesi îmânıdır.

Şimdi bu îmân yeterli mi değil mi? Evvela onu bilmemiz lâzımdır. Kişi bu mertebede kaldığı sürece bu îmânı kendisine yeterli olur. Ama kişi daha ileriye gitmek istiyorsa îmânın hakikatlerine doğru yol almayı istiyorsa, o zaman yoluna devam ederek, ikinci kısım yahut ikinci bölüm, ikici mertebe olan esmâ mertebesi, diğer ifadeyle tarikat mertebesi îmânına doğru yola çıkması gerekiyor. Yapmaya çalıştığımız şeyler bunlar zaten. Her mertebenin îmâni anlayışı yani Allah anlayışı değişik olmaktadır. Neye göre, kendi mertebesine göre oolmakyadır.

Eğer bu mertebeler olmamış olsa, İslâm dini içerisinde de, ilerleme mümkün olmazdı. Ve İslâm dini sadece şeriat mertebesi itibarıyla vâz edilen bir sistem olur. Yani sadece fıkıh mertebesi olur. Yani bedensel olarak deminde denildiği gibi, saçını şöyle yapıcan ayağını böyle yapıcan, dizini böyle yapıcan kolunu böyle yapıcan, vb, gibi sadece bu mertebede kalır. Yükselme imkânı ve Allaha ulaşma ihtimali olmazdı. Çünkü Allaha, kalıp kıyafetle ulaşılmıyor. Allaha ilimle sevgiyle muhabbetle ulaşılıyor. İşte bize lâzım olan ilmi irfaniyeti muhabbeti artırmak çoğaltmaktır. Yoksa kaç rek’at namaz, kıldın üstünde toz mu vardı, gibi bunlar değildir. Onlar olabildiği kadar, ihmâl olmayacak şekilde ya rabbi Allahu Ekber dedim, senin huzuruna girdim beni böyle kabul et, ne yapayım başka imkânım yok. Allah bilmiyor mu, bizim nasıl olduğumuzu imkânımızın olup olmadığını.

Evet bu hadiseyi böyle yaşadıktan sonra, kişi “veteveffenâ” dediği mertebeye geçiyor. Yani esmâ mertebesi tarikat mertebesi ebrâr mertebesi bêr yani berâtini almış kişilerin mertebesidir, ama, gerçek tarikat mertebesi olması gerekir. Yoksa onunda taklidi îmân olduğu gibi taklidi tarikat mertebesi de vardır. Taklit edenlere ne diyorlar? Mukallit diyorlar. Mukallitin halini herkes biliyor, taklitçi diye. Hani sahneye çıkıyor ya, bazı mukallitler, ciddiye alınmayan hareketler yaparlar, mu-kallitler ciddiye alınmazlar. Ancak bunlarında içinde ibret alınmak için yaptıkları taklitler, mukallitlikler vardır bunlar güzel örneklerdir.

Bu mertebenin de taklitleri vardır, Kur’ânı Kerîm de baktığımızda bakara suresi (2/ 3- 4-) âyetleri, yani bakara suresi ikinci suredir, bu surenin (3-4) üncü âyetleri, esmâ mertebesinin zâhiren îmânından bahset-mektedir. Ama âyet-i kerîmenin zâhiridir, ancak bir de âyet-i kerîmenin bâtını vardır, vakit bulursak ona daha sonra bakarız inşallah... “Esteîzü billah”

ellezîne yu’minune bilğaybi ve yükıymunes-salâte ve mimmâ rezaknahüm yünfikun” (3)

vellezîne yu’minune bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablike ve bil âhiretihüm yukînun”(4)

Meâlen :

Onlar ki, gaybe (görünmeyene) inanırlar”Şimdi birincide îmân, edin lâfzi îmân, Allaha ve onun paygamberine îmân edin dendi, sadece lâfzen îmân edilmektedir. Ama burda bakın, îmânın şekli değişmekte gayba îmân ederler, olmaktadır. Yani birincide lâfzen, ama gayba mı şahadete mi belli değil, yani bir Allah var ona îmân ediyor. Ama burada yol göstererek, ayırarak, neyi, îmân edilecek hangilere îmân edilecek tarikat mertebesinde gayba îmân gerekiyor.

Bakın şimdi, Onlar ki, görünmeyene inanırlar (gaybe) ve namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” (3)

Bakın, İslâmın şartlarını yerine getirirler diyor. İslâmın şartları ne idi.? Namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermek. Ve verdiğimiz şeylerden de infak ederler nafaka verirler. Demek ki îmânın şartı, îmân edilen şeyi tatbik etmekte oluşuyor.

onlar sana indirilene de senden önceki indiril-mişlere de inanırlar ve onlar âhireti de yakînen tanırlar. ” (4)

Bakın îmânın ikinci faslı gaybe îmân etmektir. Ve burada bir değişiklik var. Şeriat mertebesindeki îmânı, bireyler taleb ediyorlarken,

Rabbenâ innenâ semi’nâ münadiyyen yünadiylil îmânü en âminü birabbikim fe amennâ, rabbenâ fagfirlenâ zünübenâ vekeffir seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr”

Âyet sıralamasına dikkat edersek, bireyler taleb etmekte, bizim günahlarımızı af eyle, biz îmâna çağıran birisini duyduk ona yöneldik, bizi ebrar ile iyiler ile ahirete gönder ruhumuzu al, sonumuzu getir diye taleb bireyden geliyor.

Ama burada iş çok değişik. . neden? “Ellezîne yü’minune bil gaybi” O kimseler ki gaybe îmân ederler. ”Ve yukîmunessalâte” Namaz kılarlar... . ”Ve mimmâ razeknâhum yunfıkûn” Kendilerine verilen rızıklardan infak ederler. Bakın aradaki ifade farkı çok büyük. Burada o mertebenin insanları bir şey talep etmiyorlar. Taleb eden kimse yok. Bu mertebenin insanlarının tavrını Cenâb-ı Hakk bizlere bildiriyor, o hayattan bilgi veriyor.

Ellezîne” O kimseler ki, yani tarikat mertebesi itibarıyla yaşayan kimselerin îmânlarını belirtmek için, O kimseler ki “yu’minûne bil gaybi” gaybe îmân ederler.

Bakın birincide ya rabbi bizi buraya buraya indir buraya, buraya götür diye bireyler, haktan talep ediyorlar. Ama burada talep yok, Cenâb-ı Hakk onların vasıflarını anlatıyor. Anlaşılıyor değil mi. İşte Kurân-ı Kerîmin bölümlerini böyle anlayabilirsek, âyetleri daha iyi değerlendirmiş oluruz. Yoksa hiç bunların farkında olmadan okuyalım, okuyalım geçelim Kur’an okumuş oluruz ama, aslında Kurân-ı okuyamamış oluruz. Yani sureta okumuş, ama içini özünü okuyamamış oluruz.

Bir daha okuyalım “Ellezîne” O kimseler ki “Yu’minune” îmân ederler “bilgaybi” gaybe îmân ederler. Daha sonra “Ve yukîmunessalâte” namaz-larını kılarlar. ”Ve mimmâ razeknâhum yunfikûn” kendilerine verilen rızıklardan infak ederler. Yani zekât verirler nafaka verirler. Yardımda bulunurlar.

Vellezîne” Yine o kimseler ki, ”yü’minûne” îmân ederler, ”Bimâ ünzile ileyke” sana inene îmân ederler. Yani peygamberimize gelen Kur’an-ı Kerîme de îmân ederler. ”Ve mâ ünzile min kablik” senden önce gelen kitaplara da îmân ederler. ”Ve bil âhiratühüm yûkînûn” Ahirete de yakîn olarak îmân ederler. Bakın yukarıdan aşağıya kadar âyet-i kerîme anlatıyor ki, o halleri Cenâb-ı Hakk bizlere bildiriyor.

Yani tarikat mertebesi düzeyinde olan kişilerin îmânlarını artık kendileri ifade etmiyorlar. Yani oldukça güzel bir îmân haline ulaşmışlar. Bu yaşantıyı Cenâb-ı Hakk onların halleri böyledir diye bizlere bildiriyor.

Meselâ diyelim ki, okulda iki talebe var, iki talebenin de ailesi babaları var. Talebenin bir tanesi, babasına yahut öğretmenine, öğretmenim bize şunları şunları ver, şöyle yapalım diye talep, talebeden geliyor. Ama diğerinde de talebe çok güzel çalışmış, hocasından istediği bir şey yok. Neden yok? Çünkü talebe daha evvel hocasının verdiklerini zaten almış. Öğrenmiş talep gerekmiyor. Öğretmeni yahut babası benim oğlan şöyle şöyledir diyerek tasdik ederek anlatıyor. İşte aradaki fark bunun gibidir.

Cenâb-ı Hakk burada, o kimselerin îmânını, kendisi bizlere aktarıyor. Burada îmân talebi yada diğer şekilde bireyden gelen talep yok. Îmân talebi yada bir başka isteme talebi yok. Burayı anladık değil mi? “Nâ” demek suretiyle oradaki kişiler îmânın yükselmesini talep ediyorlar. Oraya gelen ebrar kişilerin hallerini ise Cenâb-ı Hakk bizlere anlatıyor. Onlardan bir ses çıkmıyor. Neden çıkmıyor. Görevlerini yapmışlar zâten, yaptıkları içinde başka bir şeye gerek kalmıyor. Onların da hallerini Cenâb-ı Hakk bizlere aktarıyor.

Özet yorum. . Esmâ Tarikat mertebesi îmânını ifade eden bu âyet-i kerîmeleri incelemeye çalışalım. ”Ellezîne yü’minune bil gaybi” Onlar gaybe îmân ederler. Bu âyet-in çevirisi genel olarak meal ve tefsirlerde yukarıda da belirtildiği gibi, onlar ki gaybe yani görünmeyene inanırlar şekliyledir. Tefsirleri açtığımız zaman ittifakla budur. ”Onlar ki gaybe de îmân ederler yani görünme-yene îmân ederler yani görmediklerinede îmân ederler” şeklindedir.

Ancak bu ifade ef’âl mertebesi itibarıyle zâhir anlamına göredir. Fakat âyet-i kerîme gayba îmândan bahsetmektedir. Eğer gayb mutlak bilinmeyen görülme-yen bir yokluk olsa idi, ona îmân sadece hayali olurdu. Ve îmân şartı koşulmazdı. Gayb dediğimiz şey mutlak ma’nâ da yok olsa idi ona îmân şartı koşulmazdı.

Ancak gayba îmân dendiği zaman, bir gaybında varlığı ispatlanmaktadır. Gayb varki îmân isteniyor. Bu âyet-i kerîmenin gerçeğini daha iyi anlayabilmemiz için, ”Bil gaybi” deki, ”Be” ye ulaşmamız gerekiyor. Bakın yü’minune bil gaybi orada bir be harfi var.

Eğer “Be” harfi orada olmasa idi “yü’minunel gaybe” olarak o âyet-in okunması gerekecekti. Ama bize “yü’minune bil gaybi” olarak okutuyorlar. Araya be harfi konmuş. Normalde olmaması gerekiyorken, yani mutlak gaybe îmân olsa, ”yü’minunel gaybe” olması gerekiyor.

Ama orada “yü’minune bil gaybi” el gaybi-lâm-ı tarifli değil, bil gaybi be harfi var. İşte “Be” harfi de “ile” birlikteliği ifade ediyor. Ve bağlantıyı kurmuş oluyor. Be’ ye ulaşmamız gerekecek. Yani oradaki o be harfini okuyoruz, ama ma’nâsı na ulaşamıyoruz. Farkında olmuyoruz. İşte ulaşmaktan kasıt oradaki o be nin varlığını tespit etmek ve ne olduğunu anlamaya çalışmaktır.

Yü’minune bil gaybi” diye ezbere geçiyoruz ama, ezbere geçmeden o sahada yavaş yavaş dolaşarak “be” harfi iskelesine geldiğimiz zaman, o iskelede biraz durmamız gerekiyor. Hızlı geçersek anlayamıyoruz sahaya seyretmeden geçmiş oluyoruz. Oradaki be farkedilmiyor, harfi cer, olarak görülüyor, harfi ma’nâ, olarak görülmüyor. Bakın “bil gaybi” dendiği zaman oradaki be sondaki i sesini verdiriyor. İşte o iskeleye uğranılmadığı için, sadece cer ifadesi sonunu i okutacak, esre okutacak, diye gelip geçiliyor. Halbuki sadece öyle değil. Tabi o görevide yapıyor. Eğer onun altında arkasında batınında başka bir ma’nâ olmamış olsa, ”yü’minun el gaybe” gelmesi gerekiyor. O zaman gaybe îmân ederler. Tamam açıktır.

Ama bil gaybi “be” girdiği zaman ile îmân ederler. Peki ne ile îmân ederler? Evvela kendilerinden yola çıkarak, kişi önce kendi gayb-ı’nı araması gerekiyor. Orada be kendi gaybıdır. . Naıl ki kıstas yapmak suretiyle bizim bir aklımız var mı? Açık olarak var inkârı mümkün mü değil, ama gaybta, ama şuhutta

Neden şuhut da, varlığını müşahede ettiğimiz için âlemi şahadette, gözle fiziken aklımızı göremediğimizden gayb ta yani batında oluyor. Yani hem gayb hem bâtın , hem gayb hem şuhud...

Ruhumuz böyle değilmidir. Ruhumuzun varlığından şüphemiz var mı yok.? İşte o zaman hayatımızdaki etki-sini görmemiz müşahededir, çünkü her şeyi ruhumuzla yapıyoruz. Bunu müşahede ediyoruz. Kalktık tuttuk ettik hep bunları, ruhumuzun enerjisi ile yapıyoruz müşahede oluyor, ama elle tutamıyoruz o zaman gayb oluyor. Yani hem gayb hem şahadet

Nurumuz duygularımız böyle değilmidir. Duygu diye bir şeyi elle tutabiliyormuyuz. Ama bütün hayatımız duygularımızla geçiyor. Yemek yerken o duygu müşahede halinde tadıyoruz, ama elle tutalım derken de. Elle tuttuğumuz elmanın tadını elle tutamıyoruz. Tat hissiyle onun içindeki tadı alıyoruz, acı yada tatlı şeklinde işte, o tadı tattığımız zaman, müşahede oluyor hissedip varlığını yaşıyoruz. Ama elle tutmaya geldiği zaman gayb oluyor.

İşte ne oluyor “Âlimül gaybi veşşehadeh” (59/22) gayb ve şehadet âlemini ortaya getirdik. Bu yoldan hareketle âlemin gayb-ı’nı anlamamız çok kolay olacaktır. İşte oradaki “be” kendi gaybımızla, âlemin gaybına îmân ediyoruz. Yani kendi gaybımızdan misal alarak, âlemin gaybına îmân ediyoruz. Yoksa başka şekilde “yü’minune bil gaybi” sadece kelimede kelâm da kalır.

Şimdi bir daha tekrar edelim. Varlığımızı oluşturan iki tarafımız görünen ve görünmeyen taraflarımızdır. Görünen tarafımız şahadetimiz, görünmeyen kısmımız gaybımız olmaktadır. Ancak görünmeyen tarafımız gaybımız derken, akıl fikir bunlar hep gayb ta olan şeyler başlıcaları ruh, nur ve duygular, göremediğimiz halde zuhurlarıyla varlığını müşahede ediyoruz, şeksiz ve şüphesiz olarak faaliyetleriyle, zuhurlarıyla bunları müşahede ediyoruz.

Kendimizde, bu gayb âlemi nasıl şiddetli şekilde zuhur ediyorsa, ve varlığını tasdik ediyorsa, buradan yola çıkarak, âleminde bir ruhunun olduğunu, âleminde bir aklının, aklı küllünün olduğunu, âleminde bir nurunun olduğunu, âleminde hislerinin duygularının olduğunu, bu yolla anlamamız ve bu yolla dış âlemi anlamamız güç olmayacaktır. İşte oradaki “be” kendi gaybınla âlemin gaybına îmân edebilirsin diyor.

Kişi bir üst mertebeye doğru seyirde olduğundan ilmel yakînden aynel yakîne doğru yolu açılmış oluyor. Burası anlaşıldı mı? “Onlar kendi gayblarından yola çıkarak âlemin de gaybına böyle îmân ederler.” İlimle ve tahakkunu da müşahede ederek.

Bakıyoruz mesela bu âlemin aklı varmı? Neresinde bu akıl. Bakın bütün sene baharda meyveler bir sene öncesinin aynısını zuhura getiriyorlar. İşte bu bir aklın neticesidir. Eğer orada bir akıl sistem program olmamış olsa, bu sene çıkan kırmızı kirazlar, seneye sarı kiraz çıkar, siyah çıkar. Aynı ağaçlar kirazları daha büyük yapar yahut ekşi yapar. Binler onbinler senedir, kiraz aynı kiraz, ayva aynı, elma aynı, gözümüzün önünde olan bu muhteşem hadiseleri, devamlılık arzettiği için sıradan işler olarak zannediyoruz.

İşte âlemde külli bir akıl olmasa, bütün mevcudatı her zerresine kadar yöneten akıl olmasa, bu âlem karma karışık olur. Sabah kalktığımızda kimse kimseyi tanımaz. Hiç bir şey yerinde kalmaz. Yani akıl ile bunlar korunma-mış olsa her şey bozulur.

Sadece bu türkiyede, sadece bir şehirde oluşan bir sistem değil, dünyanın neresine giderseniz gidin, uygun iklimde kiraz aynı kiraz, ama ne diyor napolyon kirazı diyor, bilmem ne kirazı diyor. O kendi içinde aşılar dna lar tarafı yönüyle onlara daha müdahele edilerek daha verimli hale getirilmesidir. Bu müdahelelerin yapılmadı-ğını düşünelim ki, bu müdaheleler 15 20 senelik bir süreçtir. Ondan önce hiç müdahele olmuyordu ve hiç birinde de bir şaşma yoktu. Dünyanın neresine giderseniz Sarı kiraz, sarı kiraz, erik aynı erik, patlıcan aynı patlıcan soğan aynı soğandır.

Hadi bir bölgede onlar birbirinden gelerek hiç değişim olmadı. Hiç birbirleriyle ilgisi olmayan arazilere ekilen, sahipleride ekerken hiç bir şey bilmeyen, yani kasıtlı bir şey yapmayan her yerde dünyanın her yerinde aynı şey çıkmaktadır. Yani soğan mercimek pirinç dediğimiz zaman, Çin de de aynı pirinç çıkıyor ege de trakya da da aynı pirinç çıkıyor. Tabi vasıf değişiklikleri oluyor. Ama özü itibarıyle pirinç sınıfı içerisinde, ve o hangi pirinç ise o pirinç devam ediyor. Baldo pirincinden bir başka pirinç çıkmıyor. Yahut diğerinden baldo çıkmıyor.

Kolayca denildiği gibi, ne ekersek onu biçiyoruz. Peki bu neyi ifade ediyor ? Bir aklı ifade ediyor. Bir akıl neticesinde bunlar aynı şekilde üretiliyor. Diyelim fabrika konfeksiyon türü 100 tane takım çıkardı. Ondan sonra formunu değiştiriyor 100 tanede başka model çıkarıyor. Niye hep aynı çıkartmıyor neden? İdare edildiği için form değişiyor. İşte Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemlerde kudret tecellisini gösteriyor. Müdahele ediyor değişmemesi yönünde müdahele ediyor. Eğer müdahele edilip de o gıdaların içindeki terkipler değişmiş olsa, bugün yediğimiz pirinç değişe, değişe 5 sene sonra bize zehir olarak gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti bu ki, binlerce yıl evvel yapılan şu ot, şu hastalığa iyi gelir, binlerce yıl evvel yapılan, şu meyve bu hastalığa iyi gelir, diye söylenen reçeteler hep geçerlidir. Eğer değişiklik olsa idi bu reçeteler tutmazdı. Bütün kitaplar atılması lâzım gelirdi. Değişken hale göre yazılır, 3-5 sene sonra onlarda geçer, çünkü meyve sebze değişken olunca faydalarıda değişken olacağından, o zaman evvelki tespit edilen, faydaları da geçeceğinden o kitaplarda hükümsüz kalırdı.

Ama yüzlerce binlerce yıl öncesinden gelen, tıp kitapları, faydalı olan o otun kökün baharatların bugünde aynı faydayı verdikleri açık olarak bilinmektedir. Bu da bütün bu âlemde, bir aklı küllün olduğunu ve her şeyin o akla tabi olduğunu görmekteyiz. Ayrıca bu aklın çalışmasına bu âlemin faaliyetine sebep olan bir enerjinin olduğunu da biliyoruz bilmemek zâten söz konusu değildir, bu dünyayı hangi enerji döndürüyor, güneşin yakıtını hangi enerji sağlıyor hem de hiç bitmek tükenmek bilmeyen şekliyle. İşte o bütün âlemlerde mevcut olan ruhu azam. Bu âlemleri ne aydınlatıyor? Allahın nuru aydınlatıyor. İşte bütün bunları düşündüğümüz zaman âlemin gayb-ı’nı anlamamız çok zor olmayacaktır.


Yüklə 0,99 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə