GöNÜlden esiNTİler: ÎMÂn ve îKÂN: necdet ardiç terzi BABA necdet ardiç İrfan sofrasi tasavvuf seriSİ (72)


Sohbet (6) Euzü billâhimineşşeytanirracîm



Yüklə 0,99 Mb.
səhifə5/10
tarix25.06.2018
ölçüsü0,99 Mb.
#51702
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Sohbet (6)

Euzü billâhimineşşeytanirracîm

Bismillâhirrahmanirrahîm

Bu gün (22/05/2008) Perşembe gecesi. İzmir hatay’dayız. Kardeşlerimizin evinde sohbetimize devam etmeye gayret edelim. Cenâb-ı Hakk bakalım neler lütfedecek. Onları anlamaya çalışalım. Bu gecenin sohbet mevzû daha evvelce başladığımız îmân Hakk’ında idi ona devam edeceğiz.

Bu akşamki mevzû’un kaynağı Vahy ve Cebrâîl kitabı sayfa 4 ten itibaren yolumuza devam edelim. Bilindiği gibi evvelâ mesnevi yi şeriften alınan bir hadîs-i şerif vardı. O hadîs-in izahı yapıldıktan sonra îmân Hakk’ında, burada da kitabımızdan îmânın mertebelerini anlamaya ve araştırmaya çalışalım.

Îmân bilindiği gibi kendi içerisinde mertebeleri olan bir oluşumdur. İslâmın her halinde bu mertebeler olduğu gibi, îmân oluşumunda da bu mertebelerin varlığı açık olmakta, eğer bu mertebelerin varlığı olmamış olsa her mevzuda olduğu gibi tek düze bir hayat sistemi olur idi. Yani mertebeler olmasa, İslâm dini sadece tek düze fıkhi meseleleri belirten bir sistem olurdu. Fıkıh ise insanın sadece sosyal yaşantısını düzenlemekte, ibadetlerini yönlendirmektedir. Ama, kendini tanıtamamakta, yani kişiye kişiliğini bildirememekte, rabbını bildirememekte, sadece, Allahın varlığına îmân etmeyi inandırmayı sağlamakta, yani şeriat mertebesinden yaşanan İslâmın hali olmaktadır.

Ancak İslâmiyet sadece zahiri yaptırımlar düzenlemeler değil, ma’nevi hayatımızı da düzenleyen, ebedi hayatımızı da düzenleyen, bir sistemi bünyesinde bulundurmaktadır. İşte bu manevi hayata İslâmi hayata girmenin ilk şartı îmân olmakta, îmân olmassa zâten İslâm dışı gayri müslim olarak sistem dışında kalmış oluyoruz. Ve bu yaşam içerisinde dünyada İslâma ulaşamadığımızdan, büyük bir hüsran içerisinde ahiretini geçirmeleri açık olarak, yani keşif gerektirmeyecek bir hadisedir.

Peygamber Efendimiz geldiğinden itibaren, kendisine peygamberlik verildiği andan itibaren, bütün geçmiş kanunlar, geçmiş hükümler nesh edildi yani kaldırıldı. Sadece ümmeti muhammed olarak, kur’an olarak, İslâm olarak. Âdem (a.s.) itibaren, zâten diğerleride sonradan takılmış isimlerdir, museviyet iseviyet gibi.

Peygamber Efendimize peygamberlik verildiği andan itibaren, iseviyet nesih olundu. Peki mutlak olarak kaldırıldı mı?. Mutlak olarak kaldırılmadı. Hayali olan isevilik zâten olmadığından nesh edildi, o kaldırıldı. Ve iseviyetin aslı, kur’anın içine konuldu. Yani İslâmın bir mertebesi olarak kaldı. Bakın yeni bir hüküm olarak değil, kendi bünyesinde müstakil bir hüküm olarak değil, zâten hiç bir zaman müstakil bir hüküm olmadı. Ne Îsevilik, ne Mûsevilik, ne İbrâhîmilik bunlar zâten İslâm dininin bölümleri idi.

Ama ne yazık ki, insanlar bunun farkında olmadan Mûsâ (a.s.) Getirdiği Tevrât-ı ve onun şeriatını ayrı bir din olarak, Mûsâ (a.s.) Ayrı bir din getirmiş zan ettiler. İsa (a.s.) Ayrı bir din getirmiş zan ettiler. Böyle bir şey olmadı olması da mümkün değildir.

Yani yeryüzünde ne yazık ki, kabul görmüş bu anlayış ancak çok yanlış bir anlayış ki, şu semâvî dinler anlayışı. Yeryüzünde semâvî dinler çoğul olarak yoktur. Semâvî olan bir şeyler vardır, nedir onlar? Kitaplar semâvî kitaplar vardır. Semâvî dinler yoktur yeryüzünde. Semâvî tek din vardır, o da İslâm dinidir İnneddîne indallahil İslâm” (3/19) Çok açık olarak Allahın yanında/indinde tek din İslâm dinidir.

Bu âyet gelmiş iken ve söz konusu olmuş iken, bunun da iki özelliği vardır bu âyet-i kerîmenin iki hali vardır. ”İnneddîne” muHakkak ki din Allahın indindeki din İslâm dinidir. Şimdi o halde, bir din var ki Allahın yanında. Yanında dır, tefsirler bunu böyle kabul etmezler, sadece Allahın kabul ettiği din islâm dinidir derler. Halbuki Allahın indindeki din diyor “İnneddîne indallahil İslâm” Allahın yanındaki dindir İslâm dini. Yani diğer şekliyle İslâm dini Allahın indindedir deniyor. İslâm dini Allahın yanındadır.

Peki bizim kullandığımız din, “İnnedînel insan” Yani beşerin yanındaki dini kullanıyoruz. Bakın bu farkı bilmemiz gerekiyor. Beşerin yanındaki, beşerin anladığı dini kullandığımızdan. daha ötesinin varlığından haberimiz olmadığından, “inneddîne indallahil İslâm’a” ulaşamıyoruz. Bakın Allahın indindeki yanındaki İslâma ulaşamıyoruz

Bakın çok mühim bir hadisedir bu, kopukluk var arada. Biz beşerin yanındaki fıkıh dinini kullanıyyoruz. Yani şunu şöyle yapıcan ayağını böyle kulağını böyle yıkayıcan, tabi buda dinin içerisindedir ama beşerin yanındaki dinin içerisinde bedenin dinidir. Ama bir de ilâhi varlığımız var. İlahi varlığımızın dini ise, o Allahın indinde Allahın yanındadır

O halde yapılması lâzım gelen iki şey vardır. Beşeri dinimizi anlayıp, bunun yetersiz olduğuna müdrik olup, idrak edip, Allahın indindeki dine yönelmek, işte araştırılmalarımız hep bu dinin hakikatlerini araştırmak oluyor. İki yolu vardır, ya o din indimize inmesi gerekiyor yani beşerin yanına gelmesi gerekiyor, Ve ya , beşer olan bizlerin oraya yükselmemiz gerekiyor. İkisinden biri. İşte zaman zaman beşer oraya yükselir belirli halleriyle, zaman zaman da, orası nüzül ederek beşere bu dini getirir, anlatır. Tabi buda özel bir çalışma gerektiren bir sahadır.

Şimdi bu İslâmın anlaşılması için evvela îmân gerekmektedir. îmân dışı olunduğu zaman bunların hiç bir geçerliliği yoktur, o kişiler Hakk’ında, yani o kimselere bir değer arzetmiyor. Ama işin hakikati de, değeride budur. Dinin îmân bölümü vardır. İşte sadece beşeri anlamda dini kabullenip faaliyete geçmek sadece o düzeyde kalmak, yani kurban bayramında kurban kestik, camiye gittik gibi, işte bu tamamen beşerin indindeki dindir.

Ama bunun karşılığında nefsimizi kurban etmek, Allahın indindeki dindir. Yani zâhirinden batınına geçirmektir. Bize de orası lâzımdır. Ama girişi de orasıdır beşeri dinden ilahi dine geçme yolunu da açmışlardır.

Şimdi bu îmân hakikatine gelince, başta da yazıldığı ve bilindiği gibi, îmân’ın hakikati diye bahsedilen “Dil ile ikrar kalb ile tasdik” dır. Biz onu dil ile tasdik ediyoruz, dil ile söylüyoruz da, kâlb ile tasdik bölümüne gelindiği zaman, orada da sadece lisanını söylüyoruz. Kâlb ile tasdik demenin hakikatinde ne vardır, bu sahaya girmeden kelâmını yapıyoruz.

Şimdi kâlb ile tasdik lâfla oluşacak bir şey değildir. Evvelâ kişi görecek, onu görecek, müşahede edecek, içine sinecek, nasıl bir şey aldığımız zaman, içimize sindi deniyor, işte kalbimiz tasdik ediyor onu bu basit bir benzetme. Âleme bakıp göreceğiz, bu âlemin hakikatini idrak edeceğiz. Cenâb-ı Hakk’ın her varlıktaki olan zuhurunu isimlerini sıfatlarını fiillerini göreceğiz, ondan sonra da tasdik edeceğiz bu Allahın zuhurudur kendi varlığının zuhura çıkmış halidir diye ve mutmain olacağız.

İşte bu tasdiki yapmak için Allahı tüm mertebelerde bilmemiz gerekiyor. İşte bu anlayış içinde biz “Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah” dediğimiz zaman kalbimiz bunu tasdik ediyor. Ama biz ne yapıyoruz sadece ikrarın tasdikini yapıyoruz. Yani dil ile söyledik ya, o söylediğimize şahit olduk diyoruz. Kelimeye şahit ediyoruz yaşantıya değil. Yaşantısına şahit olabilmemiz için ne gerekiyor?. Hakikati gerekiyor müşahedesi gerekiyor.

İşte bu îmân mertebelerinin de dört hali vardır. Birincisi, tevhidi ef’al. ef’al mertebesi îmânı onu görmüştük daha evvel. . İkincisi esmâ mertebesi îmânı. Birincisi ef’al mertebesi şeriat mertebesi îmânıdır. Hani “münâdiyyen yünâdiylil îmân” diye geçiyor ya, işte onlar diyorlar biz davetçiyi gördük, o davetçiye inandık îmân ettik bizi çağırdığı yere îmân ettik diye... Bu kısaca herkesin anlayacağı bir tarzda bir tatbikat oluşmakta, Ve onlar sonunda “Ve teveffenâ meal ebrar” Yani bir üst mertebenin ehli olan kişilerle bizi vefat ettir, diye o mertebede kendilerini yükseltmeye çalışıyorlar. Ölümlerine kadar en azından ef’al mertebesinden esmâ mertebesine geçelim. ”Ebrar” ne demek “ebrar”... iyiler ma’nâsına orasıda tarikat mertebesidir.

İşte buraya geldiğimizde, burayı okumuştuk ama özetle tekrar okuyalım. Esmâ tarikat mertebesi îmânı Kur’ân-ı Kerîmde bakara suresi 3 ve 4 . ncü âyet-inde “esteîzübillâh” Ellezîne yü’minûne bil gaybi ve yukîmunessâlâte ve mimmâ razeknâhum yünfikûn. bakara 3. . ”Velleziyne yü’minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablik ve bil âhiratühüm yûkinûn. . bakara 4. ”

Onlarki gayba görünmeyene inanırlar namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler. Onlar sana indirilene de senden önceki indirilen-lere de inanırlar. ve onlar ahireti de yakîn’en tanırlar” Buraları daha önce konuştuk ama özet olarak geçiyorum.

Şimdi burada 2 âyet arasında çok mühim fark vardır. Takdim farkı, yahut bildiriliş farkı. Birinci îmân mertebesinde yani ef’al mertebesinde çoğul olarak talepleri var insanların, aşağıdan yukarıya rablarına doğru.

Rabbenâ innenâ semi’nâ” ey bizim rabbimiz “fe âmennâ zünübenâ ve teveffenâ fağfirlenâ seyyiâtinâ” Kelimelerin sonları NÂ, biz olarak geçmektedir işte biraz arapça bilmenin ne kadar faydası var. Yoksa onu anlayamazlar

Biz diye bir talep var. Birinci ef’al mertebesi îmânını belirten âyetlerdeki yaşantı biz olarak. Yani birey kendi kendine bu işi başaramayacağını anladığından, bir guruba iltihak ederek o gurupla birlikte biz hükmünü almakta. biz deyince en az iki kişi ve daha yukarıya doğru çoğalmaktadır

Bu âyet-i kerîmenin böyle bir talep arz ediyorken, kuldan ya da kullardan bu talep geliyor iken esmâ mertebesindeki îmândaki ifade çok değişiktir. Nasıl?” Ellezîne yü’minune bilgaybi” O kimseler ki gayba yani görülmeyene inanırlar. ” Ve yükıymunessalâte” namazlarını dosdoğru kılarlar ”Ve mimma razeknahüm yünfikun” Kendilerine verilen rızıklardan infak ederler.

Vellezîne yü’minune” Yine o kimseler ki sana indirilene de îmân ederler. ”Ve ma ünzile min kablik” Senden evvel indirilenlere de îmân ederler “Ve bil ahiratühüm yukînun” Ahirete de yakîn olarak inanırlar.

Bakın şimdi iki âyet arasındaki takdim farkına yahut ifade farkına. . Çok büyük fark var. Birincisinde yani ef’al mertebesi îmânında kişiler de rabbenâ yâ rabbenâ bize ver bize ver talebi var iken, esmâ mertebesinde o kişiler “meal ebrar” bizi iyilerle birlikte öldür dendikten sonra bunu kabul ettikten sonra yavaş yavaş fenâ haline doğru geçmeye başladıklarından aynen Âdem as gibi; Nasıl Âdem (a.s.) üzerinde döndü bütün hadise. Âdem (a.s.) sakindi hiç konuşmadı. Melekler konuştu şeytan konuştu Rububiyet olarak Rabları konuştu ve hâdise Âdem (a.s.) mihraklı olduğu halde Âdem (a.s.) mın sesi hiç çıkmadı. Ne zaman çıktı. Dünyaya indikten sonra çıktı. ”Rabbena zâlemnâ” bak o da işte af’al mertebesi îmânı anlayışı içerisindedir.

İşte o kimseler biraz kendilerini bulmaya başladıkların dan sükûn haline geldiler. Ama o hadisenin de belirtilmesi anlatılması gerekiyor, işte o zaman Cenâb-ı Hakk onların halini anlatıyor burda bakın ifade ne kadar değişik. Kişiler biz böyle istiyoruz böyle olsun demiyor.

Elleziyne yü’minune bil gaybi” O kimseler ki gaybe îmân ederler. Bakın başkası vasfediyor. Başkasından kasıt “Hak” onları belirtiyor bakın ne kadar açık değil mi... Bunlara dikkat çekmemiz gerekiyor.

Ve burada “Yü’minûne bil gaybigaybe îmân ederler kelimesi de çok mühim. ”B” yi niye koymuşlar oraya tabi ki orada onun bir ifadesi var. Yosa aslında gaybe îmân ederler cümlesinin ifadesinin “yü’minûne el gaybi” olması lazım yani kelimenin öyle gelmesi lazım.

Ama “Be” ilave ediliyor yü’minûne bil gaybi diyor. İşte oradaki”Be” harfi cer olarak düşünülüyor aslında harfi cer görevini de yapıyor sonunu ii okutuyor ama orda yaptığı çok büyük bir görev var. İşte bizler gaybe îmân ederler dendiği zaman bu gaybe îmân etmek nasıl olur, gaybi bir şeye nasıl îmân edilir. Elimizde müşahhas bir süliet bir tablo olmadığı için, o sahneyi biz hayalimizden üretiyoruz Biz ürettiğimiz sahneye îmân ediyoruz.

Ama âyet-i kerîme açık gayba îmân ederler diyor. Bunu yok saymak yada yersiz saymak mümkün değildir. O zaman bir sistem var ki, böyle söyleniyor, o sistemi bulmamız gerekiyor. Şimdi bütün âlemde bir gayb vardır âmennâ. Peki ama bunu nasıl anlayacağız, ve nasıl müşahede edeceğiz, ve mutmain nasıl olacağız.? O zaman kendi gaybımıza yöneleceğiz. Çünkü kendi gaybımızı, kendi şehadetimizi bilmez isek, dışarıdaki gaybı, şahadet âlemini bilmemiz mümkün değildir.

Yine kısaca bir özetler isek, aklımız var mı? Var. Görebiliyormuyuz? Göremiyoruz. Ancak aklımızın varlığını müşahede ediyormoyuz? Ediyoruz. O halde şuhud müşahede. Gözümüz görmüyor ama aklımız aklımızın varlığını faaliyetini ve bize hakim olduğunu müşahede ediyoruz. Ne ile? Fiillerimizle. O zaman aklımız dahi müşahede âlemidir. Fiziken göremediğimiz, ama hâl ile müşahede âlemi olmaktadır.

Ayrıca ruhumuz var mı? Var. Olmazsa hayatımız olmuyor. Göz ile görüyormuyuz? Göremiyoruz. Göreme-diğimiz için gayb ama göremediğimiz halde fiillerini gözümüzle gördüğümüz için müşahede ettiğimiz için yaşadığımız için şehadet âlemi olmaktadır.

Nurumuz varmı? Var. Aynı şekilde. Hislerimiz duygularımız var mı? Yemek yedik, tattık, birisine kızdık, sevindik bunlar elle tutulan gözle görülen şeyler mi? Maddi ma’nâ da ispatı mümkün mü? Değil. O halde gayb Ama yemeği yediğimiz zaman erik armut şeftali neyse bir tat aldık mı? İşte şehadet âlemi. Ne oldu bakın “Alimül gaybi veşşehadeh” Şehadet âlemi ile gayb âlemi birleşti işte gayb diye bir şey kalmadı.

İşte “Yü’minûne bil gaybi “ dediği kişilerde olan kişinin kendi varlığında gaybi olarak bildiği zan ettiği şeylerin aslında şehadetinde olduğunu idrak etmesi ve bu idrak ile âlemlere bakması, âlemin gayb-ı’nı bu şekilde müşahede etmesi ne oluyor? “Yü’minûne bil gaybi” Onlar gaybe îmân ederler. Nasıl? Oradaki “Be” kendi gaybları ile, kıyas edip böylece müşahedeli olarak idrak ederler.

İşte oradaki küçücük bir “Be” noktası oraya kendi gaybları ile âlemin gaybına kıyas yaparak îmân ederler. Bu îmân gaybi bir îmân olmaz şuhud îmânı olur. İkinci derece esmâ âleminin îmânı da bunu ifade etmektedir.

Şimdi bunları okuyalım “Ellezîne yü’minûne bil gaybi” bu âyet-in çevirisi genel olarak meal ve tefsielerde yukarda da belirtildiği gibi, onlar ki gayb’a görünmeyene inanırlar şeklindedir. Ancak bu ifade ef’al mertebesi itibarıyle zâhir anlamına göredir. Buradaki îmân hakikati esmâ mertebesi asıllı olmakla birlikte, ama genelde âyet-i kerîmeleri ef’al mertebeli anlayışa indirildiğinden, ef’al mertebesinde bu şekilde anlaşılmakta, yani onlar gaybe îmân ederler. Hayal kurdukları hayallerine îmân ederler.

Eğer gayb mutlak bilinmeyen bir yokluk olsaydı ona îmân sadece hayali olurdu. O îmân da zâten istenmezdi. Bu âyet-i kerîmenin gerçeğini daha iyi anlayabilmemiz için “Bil gaybi” de ki “Be” ye ulaşmamız gerekecektir. “Be” bilindiği gibi ile ve birlikteliği ifade etmektedir.

Hal böyle olunca verilecek diğer ma’nâ, onlar ki kendilerinde var olan gaybları ile, kendi dışlarında olan gabyb’a, yani görünmeyene îmân ederler olur. Her kişinin bir içi bir de dışı vardır. Diğer ifadeyle bilse de bilmesede, şehadeti ve gaybı vardır. Bazı insanlar bunu düşünür veya düşünmez. Ama onun düşünüp düşünmemesi bir şey teşkil etmemekte, ve asli olan gayb-ı’nın da şehadeti’nin de olmasıdır. Kim bunu idrak ederse, bu idraki ile de gayb-ı’nı şehadete dönüştürmüş olmaktadır. İşte biz gayb-ı’mızı şahedete dönüştürdüğümüz zaman, bakın 2 defa verimli kazanç elde etmiş oluyoruz.

Bir zâhirimizle yaptığımız ibadetlerimiz, çalışmalarımız bir de, buna akıl nur ve ruh duygularımız ile de değer kattığımızdan, bakın ne kadar köklü bir anlayış ortaya çıkmakta ve hacim genişlemekte, idrak etme anlayışı da gelişmekte, meselelere vukuf gelişmektedir. Aksi halde bakın, biz akılsız, ruhsuz, nursuz, bir bilgiyi, aktarmış oluyoruz. Bir bakıma bu bilgi hayat vermeyen, hareket ortaya getirmeyen, bir bilgi, tabiri caiz ise, kusura bakılmasın ama, ölüden ölüye bilgi nakli yapmaktan öteye gitmemektedir.

Yani bir âza var çalışıyor ama, o âza kendini bilmeden çalışıyor. Makinenin arabanın tekerleğinin dönmesi pistonlarının inip çıkması gibi. Bir iş görüyor ama kendinden haberi yok, ne yaptığını bilmiyor. Motor biliyor mu ne yaptığını, tekerlek biliyor mu, nereye gittiğini? bilmiyor. Ama onun içinde akıl ile düşünebilen insan, tekerleğin nereye gittiğini, nereye götürdüğünü biliyor, neden? Çünkü kendi direksiyona hakimdir.

İşte o araba beden arabamız, şöförü de aklımızdır. Akıl, nefs, ruh, ve duygularımız, bütün varlığımızı kaplamış olduğu halde, gayblarımızı oluştururlar. Fakat görünmezler. Cesedimizde zahirimizi oluşturduğundan görünür. Eğer kişi kendinde var olan gayb-ı’nın hakikat-lerini idrak edememiş ise, âlemin gayb-ı’nı hiç idrak edemez. Çünkü kendi varlığında mevcudu anlayamayan kişi dış geniş âlemdeki varlığı nasıl anlar.?

Laf olarak söylenir akıl var ruh var âlemlerde diye ama bu sadece kelami olarak dile getiriş ama hakikatini bilemeyiştir. Eğer kişi kendinde var olan gayb-ı’nın hakikatlerini idrak edememişse âlemin gayb-ı’nı hiç idrak edemez. Kendini tanıdığı kadar âlemi ve gayb-ı’nı idrak edebilir. Kendi gayb-ı’n da olan gerçek hakikatleri idrak ettiğinde ancak daha gerçekçi olarak gaybe îmân hakikatinide idrak etmiş olacaktır.

Kişi gerçek varlığında esmâi İlâhiyye’nin zuhurundan başka bir şey olmadığını anladığında âlemlerde de esmâi İlâhiyye’nin zuhurundan başka bir şey olmadığını anladı-ğın da bahsedilen âyet-i kerîmenin gerçek ma’nâ sı ortaya çıkmış olur. Bu anlayış ilmel yakîn hâli ile esmâ mertebesi îmânıdır.

Şimdi diyoruz ya, “ne var âlemde o var Âdemde” diye, kısaca ifade edilir. Varlığımızda Cenâb-ı Hakkın esmâsının zuhurlarından başka bir şey yoktur. Yani her birerlerimiz birey olarak, Cenâb-ı Hakk bize bir terkip vermiş, ama bütün meyvelerden içine belirli miktarlarda koymuş. Bazılarımızda elma fazla ağırlıklı, bazılarımızda armut, bazılarımızda ayva, ağırlıkta diyelim. Yani her insanda bütün esmâi İlâhiyye mevcudtur, ama bu bir ilaç terkibi gibidir, her birerlerimiz, bu hususta, başka şeyler sergilemekteyiz, değişik hayat anlayışları gibi. Ama bunların hepsi birbirine yakın anlayışlardır. İnsan anlayış-ları, terkipleri çok başka olmuş olsa, insanlar birbirine ünsiyet edemezler. Yani her birerlerimizde hepimizde olandan var. Ama kimimizde binde iki buçuk, diğerinde üç var, birinde beş var, iki var bir var gibi.

İşte kendi varlığımızda Hakk’ın esmâi İlâhiyye’sinin mevcudiyetini idrak ettiğimizde, kendi değerimizi çok daha iyi anlamış olacağız, saman çuvalı gibi, af edersiniz bir varlık olmadığımızı, bu et kemik olan arabamızın içinde, mevcudunda var olan ruhu İlâhi, nuru İlâhi sıfatı İlâhiye, nefsi İlâhiyye’nin, vucudumuzda, varlığımızda, mevcud olduğunu anladığımızda, o zaman âlemde de, Allahın isimlerinden başka bir zuhurun olmadığını, yakîn bir bilgi ile idrak ettiğimizde, o zaman “Âlimül gaybi veşşehadeh” in anlaşılması çok kolaylaşmış olur. Ve gayba îmân da gerçekçi bir îmân olmuş olur. Hayali bir îmândan gerçekçi bir îmâna geçiş olur. İşte bu anlayış ilmel yakîn hali ile esmâ mertebesi îmânıdır.

Birinci mertebedeki îmânın tarifi ilse bilmel yakîn yani bilimle bir şeyi aktarmaktır. İlimle bilim arasında biraz fark vardır. Her ne kadar aynı şey gibi gözüküyorsa da fark vardır.

Bilindiği gibi Namaz salat İslâmın 5 şartından biri uygulaması en çok sürekli olan dinin direği ve mü’minin miracıdır. “Ve yûkıymûnessâlete” geçmişti ya âyette hani îmân ehlinin vasıflarını anlatıyor şimdi burada.

Hangi îmân ehli? Esmâ mertebesindeki. ”Yü’minûne bil gaybi” Gaybe îmân ederler ve namazlarını dosdoğru kılarlar.

İslâmi uygulamanın her mertebesinde, kişinin içsel bâtın âlemindeki değişik uygulamaları vardır. Bu mertebede namaz kılmaya çalışan kişinin hâli, kendi varlığından beşeriyetinden çıkmaya, saflaşmış olmaya başlamasıdır.

Biz af’al mertebesinde namaz kılıyorken, tam saf bir namaz kılamıyoruz. Neden? Nefsimizin içersinde bir sürü dünya vardır. Kafamız oraya takılıyor, buraya takılıyor, daha henüz tam saf berraklık yoktur. Ama gayretli olan kişi bu safiyete doğru yol almaya başlıyor. Beşeriyetinden çıkmaya saflaşmaya başlamış olmasıdır. İşte af’al mertebesinin îmânıyla esmâ mertebesinin îmânı arasında ki fark da bu dur.

Ve mimmâ razeknâhum yünfikûn” Kendilerine verdiğimiz madde ve ma’nâ rızıklarından da başkalarını da faydalandırırlar. Bakın bunları hep bizlere yukarıdan bir mertebe tanıtıyor. O îmân halinde olan, biz böyleyiz biz şöyleyiz demiyor.

Ama af’al mertebesinde ne idi? Talep vardı. Biz istiyoruz. Ya rabbi böyle yap diye . ”Ve teveffenâ meal ebrâr” En sonunda bizi iyilere ulaştır diye. Bakın orda o talep bitiyor, kişi sakinleşiyor kendi gönlüne yönelmeye başlıyor, sesi çıkmadığından Cenâb-ı Hakk onların hallerini anlatıyor. Bakın vasıfları başka yerden başkası tarafından, yani Hakk tarafından bildiriliyor.

Ve mimmâ razeknâhüm yünfikûn” Onlara verdiğimiz rızıklardan infak ederler. Bakın Ya rabbi sen bize bunları verdin bizde infak ediyoruz demiyorlar. Hakk onların vasıflarını anlatıyor ki, bu oldukça ileri bir haldir.

Yukarıda onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, hükmünün altında şeriat ehli olarak af’al mertebesinde, dosdoğrudan kasıt tadili erkâna uyuyorlar hükmündedir. Yani ruküya varırken, secdeye varırken, tahıyyata otururken, âdabı neyse yani gerçek edebi neyse, ona uyuyorlar demektir ki, o şeriat mertebesinin âdabıdır.

Burada namazlarını dosdoğru kılarlar, şu demek; Kendi varlıklarındaki nefsaniyetlerini çıkarırlar, rahmâni hakikatleri ile namazlarını kılarlar. Aksi halde biz eğriyiz. Zâhir ma’nâ da tadili erkâna ne kadar riâyet edersek edelim, onlar etin kemiğin riâyetidir. Arabanın riâyetidir. Tabi ki tadili erkâna onun riâyet-i lâzımdır ancak dışında doğruluk içinde eğrilik varsa, buna ne deniyor? Münafık diyorlar değil mi. Ancak kasıt olmadığından suç unsuru değildir.

Hâ şâ yanlış anlaşılmasın onu demek istemiyorum, (münafık) Tabi ki Cenâb-ı Hakk her türlü hal içinde kılınan namazları kabul eder, İyi niyetle olduktan sonra. Mesele her halükârda namazın kabul edilmesi değil, âyet-i kerîmede bahsedilen dosdoğru namazını kılarlar, tarifi içinde biz namazımızı eda etmemiz gerekiyor.

İşte dosdoğrudan kasıt da, zâhir ve bâtın düzgünlü-ğünün gereğini yerine getirerek kılmaktır. Zâhir namazın düzgünlüğü tadili erkâna, yani rükûnlarına riâyet etmek, secdeye giderken kalkarken, rükuya Hakkı ile gitmek secdeler tesbihler arasındaki Kur’an tilâvetini okurken düzgün, kelimeleri yutmadan okumak, fiziğimizin dosdoğruluğudur. Ama Bâtınımızın dosdoğruluğu ise düşüncede ve irfaniyette olması gerekiyor. O da varlığımızda Hakk’ın varlığından başka bir şey olmadığını anlayıp, esmâi İlâhiyye cemaati içerisinde namaz kıldığımızı bilmemiz gerekmekte, veya esmâi İlâhiyyeyi hullet, olarak giymiş halde namazımızı kılmamız gerekmektedir.

İşte namazlarını dosdoğru kılarlar, ve kendilerine verilen rızıklardan infak ederler. ( madde ve ma’nâ rızıklarından ) Eğer biz sadece maddi olarak imkânımız dahilinde yardımcı oluyorsak ki, bu para mal mülk yönündedir. Bu af’al mertebesinin infakıdır.

Esmâ mertebesinin infâkı ise, kişinin öğrenmiş olduğu bâtıni ma’nâ da esmâ-i İlâhiyye’nin insan üzerindeki tesirlerini idrak edip, bunları aktarması da o mertebenin manevi infâkıdır. Bu da irfaniyet demek, yani irfaniyetle infak etmektir. Yine bilindiği gibi maddi ve manevi olarak rızık 2 türlüdür. Maddi olan yeme içime gibi maddi ihtiyaçlar ve zevklerdir. Manevi olan ise din ilimleri ve onun içinde olan irfaniyet ilimleri ruhâni rızıklardır. Kim de, bunların her ikisinden de fazlaları varsa, onlardan başkalarınıda faydalandırırlar. Maddi rızık infâkı ile bu günün geçimine, ma’nevi rızık infâkı ile de âhiretin geçimine faydalı olmaya çalışırlar.

Maddi infak yapıldığı zaman, bunun âhirete o kişi için faydası yoktur, veren kişi için var, alan kişi için yoktur. Neden?. Onu burada yiyor, burada tüketiyor. Gerçi şükretmesiyle o da âhirete intikal ediyor ama, gıda olarak âhiret yurdunun gıdası olmuyor. Veren kişi iyi niyetle sevap kazanıyor alan kişi de teşekkür bâbında şükretmiş oluyor.

Ancak yemek (maddi gıda) burada tüketiliyor. Burada bitmiş oluyor. Öyle bir gıda olmalı ki âhirette kulanı-lacak, âhirette yenilecek tüketilecek bir şey olsun. O da ma’nevi bilgi irfaniyet bilgisi ve yaşantısı, kendimizi tanıma yolundaki bilgilerdir.

Vellezîne_yü’minûne_bimâ_ünzile_ileyke_ve_mâ_ünzile_min_kablik”'>Vellezîne yü’minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablik” Ve onlar zat mertebesi itibarıyle rabbından sana indirilene ve senden önce sıfat esmâ af’al mertebeleri itibariyle indirilmişlerede inanaırlar.

Burda bakın ne ayrıldı?. Diyebilirdi indirilen bütün kitaplara bakın öyle demiyor. ”Vellezîne” yine tarif ediliyor, o kimselerin hususiyetleri “ yü’minûne “ îmân ederler. “ Bimâ “ Neye îmân ederler. Şuna îmân ederler ki, “Ünzile “ indirildi. nereye indirildi? “İleyke “ sana indirilenede îmân ederler. Bakın burada bir ayırım yapıyor. “Vemâ ünzile min kablik “ Ve senden evvelki-lere de îmân ederler. Bunu burada ayırmayıp bütün indirilenlere îmân ederler de diyebilirdi. Yuvarlak toparlak olarak diyebilirdi. Ama âyet-i kerîme öyle demiyor.

Bimâ ünzile ileyk” Sana indirilenden kasıt, zat mertebesinden indirilenedir. Çünkü diğer kitaplar incili şerif, sıfat mertebesinden tevratı şerif esmâ mertebesin den, İbrahim (a.s.) indirilen suhuf ta, af’al mertebsinden indirildi. Gerçi hepsi Allahtan indirildi ama, indirildiği mertebe af’al mertebesi, esmâ mertebesi, sıfat mertebesi idi. Ama Kurân-ı Kerîm zat mertebesinden indirildi. Zat mertebesi de, zâten bütün mertebeleri bünyesinde bulundurduğundan bütün mertebelerle birlikte, ama en üst mertebesi de mevcut olmak üzere indirildi.

Sana indirildi dediği ki orada, muhatap alıyor bundan kasıt efendimizedir, ve ardından onu okuyanadır. Bakın sana da indirildi, tahsis yok orada. Eğer tahsis olsaydı Muhamme de indirildi derdi. Ya Muhammed sana indirilene de, inanırlar derdi. Tabi ki, başta efendimiz olmak üzere, bizlerde onun nurundan olduğumuza göre ona ne indirilmişse, bize de indirilmiştir. Ancak aradaki fark şu olmakta, ona indirilen kendisine farz olmakta bize indirilen ise müstehab, veya vacib olmaktadır. Ona olduğu gibi bize de farz olmuş olsaydı, efendimize hususide indirilen şeyler için, o zaman biz altından kalkamazdık. ( teheccüd namazı gibi )

Ve minelleyli fetehecced bihi nafileten lek” (17/79) Sana nafile olarak bildirilen namazına, gecenin bir vaktinde kalk.” Nafile olarak ona indiriliyor. Eğer bütün ümmeti kapsayacak bir hükümle gelmiş olsaydı hepimize farz olurdu. Ama ümmetine rahmeten efendimizin ismi muhatab olarak geçtiğinden, ve dolaylı olarak bizde ondan gayri şeyler olmadığımızdan, bizim de zaman, zaman kılma yolumuz açıktır. Aynı âyet-in hükümleri bizim beden mülkümüz içinde “Umulur ki rabbin seni makamı mahmuda ulaştırır” bizede kendi makamı mahmudumuza ulaşmanın yolu açıktır.

Yani burada “İleyke” Sana indirilene dediği Kur’âna yani zâti mertebede indirilenede inanırlar. Ve ondan sonra indirilenler de sıfat mertebesi esmâ mertebesi ve af’al mertebesi olarak indirilenlerede inanırlar, îmân ederler ma’nâ sındadır.

Âdem (a.s.) itibaren gelmiş olan bütün seyir mertebelerini idrak etmeye çalışarak, her peygamberin hayatından hisseler çıkartarak, böylece ilimlrini imkânlarını geliştirerek, irfaniyet yolunda hergün biraz daha ilerleme kaydederler.

“Ve bil âhiratühüm yûkinûn” Ve onlar âhirete de ilmel yakîn idraki ile canlı ve içten îmân ederler.

Sadece îmân etmekle kalmayıp yaşadıkları sürece dönüş yapacakları âhiret yurdu için gerekli malzemeyi tedarik etmeye çalışırlar. Bu âyetlerde dikkatimizi çekmesi gereken bir husus vardır o da şudur. Evvelki îmân mertebesinde kişiler bireysel kişilikleri ile istekte bulundukları halde burada ise bu mertebenin ehilleri rahmaniyet mertebesinden rububiyyet mertebesi özellikleri ile ifade edilmektedirler.

Af’al mertebesinde kişiler talep etmekte, bu mertebede ise, rahmaniyet mertebesi rububiyyet mertebesi özellikleri ile onları anlatmaktadır. Kendilerinden bir talepleri olmamaktadır. Çünkü yokluğu ve hiçliğe doğru kanat açmışlar “mûte kable ente mût”ölmeden evvel ölünüz” hükmü ile ve nefislerini terbiye etmek için, ölüm vadisine gitmişlerdir, ama daha ölmüşler değildir. Ama o yolun yolcularıdır. Bu yaşantı ilmel yakîn hâli ile esmâ mertebesi yaşantısıdır.

Af’al mertebesinde kişiler talep etmektedirler, esmâ mertebesinde ise onlar yavaş, yavaş yola çıktıklarından onların vasıfları Hakk tarafından yapıldı. Ve Kurân-ı Kerîmde bakara suresi başında o 5 muhteşem âyette. Onun o başlangıcı daha devam ediyor sonuna kadar devam ediyor biz bir bölümünü aldık.

Ve Sıfat hakikat mertebesi îmânı; Bu îmânı belirten âyetlerden bir tanesi bu hususlarla ile ilgili bir çok âyet var, ama onların hepsini yazmaya kalkılacak olursa müstakil bir kitap olması lazım gelecektir. Biz de kitabımızın bir bölümünde özetle bunları vermeye çalışmışız.

Kurân-ı Kerîm Meryem suresi 19. sure 96. âyet-inde Bismillâhirrahmenirrahîm. . ”İnnellezîne âmenû ve amilussâlihati seyec’alü lehümürrahmânü vüddê”

Burada mertebe biraz daha yükseldi. Hususiyet de yükseldi Hakka yaklaşma da yükseldi tamamen değişti. Birinci âyet başka sahadan bahsetti ikinci âyet başka sahadan bu âyet ise daha yukarıdan bahsetmektedir.

Kurân-ı Kerîmin hangi âyet-i hangi mertebeden başlatıyor, anlamını biz eğer idrak edemez isek, Kurân-ı Kerîmi Hakkıyla anlamış olamayız. Kur’an okumuş oluruz sevabınıda kazanırız. Ama mertebeler gereği meratibi İlâhide, hangi mertebeden bahsettiğini bilemezsek irfaniyetimiz olmamış, olur yazık olur. Yazık olur derken anlayamamış oluruz. Anlamamız için bu mertebeleri bilmemiz lâzım ki af’al mertebesi, esmâ mertebesi, sıfat mertebesi, zat mertebesi, olarak yani şeriat tarikat hakikat ve marifet mertebesi olarak bilmemiz gerekiyor. İşte burada üçüncü îmân mertebesi, hakikat mertebesinin îmânıdır.

İman mertebelerinde üçüncü merhale sıfat hakikat mertebesi îmânı Meryem suresi (19/96) âyetinde “İnnellezîne âmenû ve amilussâlihâti seyec’alü lehümürrahmânü vüddê”

Bakın farkında da değiliz, çok açık olarak belirtiliyor aynı kelimeleri, aynı ma’nâları kendi asli harfleriyle yazıldığında o kadar çok ma’nâ çıkıyor ki o kadar olur.

Ama aynı ma’nâlar lâtin harfleriyle okunduğu zaman hiç bir şey çıkmıyor. Bu çok mühim bir hâdisedir, neden öyle? Çünkü arapça aslındaki harflerin şekilleri itibarıylâ da ma’nâları var. Bakın bir elifin ne kadar yüce ve nasıl bir varlığa sahib olduğunu gördük. La’mın neyi ifade ettiğini Rı’nın Ze’nin neyi ifade ettiğini kendi şekli içerisinde gördük.

Bir Rı ve Ze harfleri, bunun lâtin harflerindeki şeki o ma’nâyı verememektedir. Neden? Çünkü onlar genelde beşer kaynaklı şekillendirmelerdir ama, arapça Kurân harfleri Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği şekiller, yani ma’nâyı daha geniş aksettiren şekiller semboller ve elbiselerdir. Bunların hepsi birer elbisedir.

Bakın “İnne” diye bir şekil var. Elif-Nun ve şedde. Bu bir sembol bir şekil inne ma’nâ sının elbisesi o. Bakın burada gördüğümüz kâlem ile yazılmış ( hani bir şiir vardı mürekkeb ile kâlem arası) bunları hep yazdık, ne ile yazdık kağıt ile kâlem arası. . Bu yazıların hepsi kağıt ile kâlem arasında oluşmaktadır. Kâlemi aklı küll kağıdı nefsi küll olarak düşündüğümüzde aklı küll ile nefsi küllün izdivacından da genel olarak bu âlemler meydana gelmektedir.

İşte kâlem ile kağıdın izdivacından çocukları olan harfler yazılar sayılar rakkamlar meydana gelmektedir. Düşünüldümü hiç düşünülmedi. Ama işin aslı budur.

Kâlem bahsedildiği gibi “Nûn Vel Kâlem vemâ yesturûn” (68/1) Kâlem kağıt ve yesturun yani satırlar yazılnış olan âyetler, bütün âlem yazılmış olan âyetler hükmündedir. İşte şunu belirtmek istiyorum, arapçayı biraz bilmenin bunlar hep faydalarıdır, bunun “İnne” olduğunu okuyamazsak, ma’nâ sını bilmez isek, bakın burada bulunanların hepsi birer haldir. Ölü gibi gözüküyor sanma mürekkep yakarsın yanar. Ateş yakar âyet mâyet diye bakmaz. Bu Allah kelâmıdır diye bakmaz. Neden Allah kelâmını da yakıyor, diğer yerleri de yakıyor? Ateş te Allahın gücü de ondan. Başka bir güç olsa kendine ait bir güç olsa bu âyetleri yakamaz mümkün değil. Ama o da onun celâl sıfatından olduğundan, celâl sıfatınında önünde hiç bir şeyin durması mümkün olmadığından onları da yakmaktadır.

Yani şunu demek istiyorum, bunlar hay yani hayat sahibi, yaşayan kur’an bunlar. Biz bunları duran Kur’an olarak bakıyoruz ya, işte mushaf alıp açıyoruz. Bin sene aynı yerde dursa beni neden tuttun demiyor. Niye beni açıp okumadın demiyor. O haliyle ölü Kur’an, ama maddesi itibarıyle ölü Kur’an. Ama içindeki, içerisi kaynıyor âdeta hayat kaynıyor. Ama biz göremiyoruz.

Hani öyle demişler ya dündü sanırım geçti bir yerde

Hep kitâbı Haktır eşya sandığın



Yüklə 0,99 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə