GöNÜlden esiNTİler: ÎMÂn ve îKÂN: necdet ardiç terzi BABA necdet ardiç İrfan sofrasi tasavvuf seriSİ (72)


Âmenerrasûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihi vel mü’minûn küllün âmene billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusulih”



Yüklə 0,99 Mb.
səhifə7/10
tarix25.06.2018
ölçüsü0,99 Mb.
#51702
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10
Âmenerrasûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihi vel mü’minûn küllün âmene billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusulih” diye devam eden âyet-i kerîme zat mertebesi îmânını diğerlerinden farklı yönüyle, bize bildirmektedir.

Özetle meal olarak ne deniyor bakalım. “ O elçi rabbinden kendisine indirilene inandı. Müminlerde inandılar. Allaha meleklerine ve kitaplarına ve elçilerine inandılar. ila ahir... devam ediyor âyet. .

Amenerrasülü, bunu bilmeyen bir müslüman olmasa gerek. Camiye gidenlere de namazdan evvel sonra hep okunur. Evlerde de en çok okuduğunuz dualardan birisidir bu. Ve onun Hakk’ında mümkün olsada başlı başına sohbet mevzuu olsa, devam eden âyetlerinde . .

lâ yükellifullahe nefsen illâ vüsahê lehê mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet” ne kadar muhteşem ifadeler.

Cenâb-ı Hakk gücünden fazlasını kimseye yüklemez. ”Lâ yükellifu” teklif etmez “İllâ” eder ama şartlı eder, nasıl? “Vüs’ahê” Kendi gücünün çekeceği kadarını teklif eder o kadarını verir. Bu kadar açık olan âyet-i kerîmeyi duyduktan bildikten îmân ettikten ve rabbımızada mutlak ma’nâ da güvendikten sonra, artık bizim başımıza gelenlerin dengeli geldiğini, gücümüzün üstünde rabbımızın bize bir şey yüklemeyeceğini çok iyi idrak etmemiz gerekmektedir.

Eğer yüklemiş ise herhangi bir yük üzerimizde görüyor isek, bunun karşılığı bizde var demektir. Çekme gücümüz var demektir. Ama ağır geldi efendim... . Ee olacaktır neden? Çünkü biz çekme gücümüzü kullanmıyoruz da onun için ağır geliyor.

Diyelim ki yüzde yüz verilen bir gücümüz var. Bunu yüzde elli kullanırsak, yüzde altmış gibi verilen ağırlık bize fazla gelir. Ama bizim yüzde yüz gücümüz var. Yüzde kırk daha çekecek gücümüz de var. Ama biz onu faaliyete geçirmemişsek, bu Hakk’ın bize fazla yüklemesinden değil, Hakk’ın bize verdiği gücü kullanmamamızdandır. İşte bu bana çok ağır geldi çok fazla geldi gibi, ya rabbi hep benimi buluyorsun gibi nefsimiz başlıyor konuşmaya. Tabi böyle konuşmakta kolay, yani ateş düştüğü yeri yakar derler ya oda ayrı bir konudur.

Ancak bunlar bilincimizde olursa hâdiseleri karşılamamız daha kolaylaşıyor. Ve kendimizdeki gücü arttırmaya çalışıyoruz. Dayanma gücünü arttırmaya çalışıyoruz. O zaman tabiki anlayışımızda büyük değişim oluyor hadiseye bakışımızda. Şikâyet etmeyi artık ortadan kaldırıyoruz. Ya rabbi bu senin rahmetindir, lütfundur mutlaka diye öyle bakıyoruz.

Bir gün bu şekilde beni israilden bazı kimseler Musa (a.s.) gelmişler. Ya Mûsâ bizim anlamadığımız bir şey var, bize bunu anlatırmısın? O da kavmine nedir diye soruyor.

Diyorlar ki biz sana inandık, rabbına inandık, bu kadar yollara düştük, bu kadar eziyetler çekiyoruz, başımız dertten kurtulmuyor. Ama falan kişi var, sende tanıyorsun, evlât var çoluk çocuk var mal mülk var sağlık var sıhhat var herşeyi yerli yerinde, bir tek derdi yok. Biz sana îmân ettik rabbına inandık dertten kurtulamıyoruz.

Mûsâ (a.s.) da düşünüyor durun ben rabbıma sorayım diyor. Akşam olunca gece namazını kılınca Ya rabbi böyle, böyle kulların diyor ben cevap veremedim nedir bu diye niyaz ediyor.

Rabbınden cevap geliyor. Ya Mûsâ ben ona öyle bir dert verdimki farkında değil. Ya rabbi diyor nasıl bir dert bu. Hiç bir derdi yok fiziki anlamda evlât çoluk çocuk herşey var yerli yerinde yok yok.

O zaman diyor ki Ya Mûsâ, ben ona öyle bir dert verdim ki o dert “dertsizlik derdidir.” Demek ki dertsizlik dertlerin en büyüğüdür. Neden? Çünkü insan gaflette kalıyor. Şimdi bir kişinin paraya ihtiyacı yoksa, sağlığı yerinde ise, şikâyet-i yoksa, çoluk çocuk işi gücü hepsi yerinde ise o kişi aman demesi mümkün değildir. Allahı hatırlaması da mümkün değildir, ihtiyacı yok o işleri yürütmek için daha çoğu, daha çoğu olsun diye Hakk’tan uzaklaştıkça uzaklaşıyor

İşte bir nimetki Hakktan uzaklaştırıyorsa o nimet değil nikmettir. Yani nimetin karşılığı olan zorluktur. Ama o anda nimet gibi gözükür. ( N. A. söze giriyor, cevaben T.B. Senin hâlin başka, sen nimeti alnının teri ile kazanı-yorsun onların ise dertleri yok, sorumlulukları yok tamamen nefsani ma’nâ da, kazanç üzere yaşam üzere kullanıyorlar, ve rahat ediyorlar.) Gerçi onların rahatı hiç bir zaman mutlak ma’nâ da rahat olmaz.

Bir insanın yatakta yatması hasta olmasa bile o rahatlık değil gaflettir. Ve yatakta yatmanın birçok anlamları vardır. Kişilere göre de değişmekte orda onun yatakta yatması gaflet üzere iptal olmuş olması demektir. Yani gaflet üzere kayıtlanmış olmasını gösterir.

Ama diğer ma’nâ da yatakta yatmak, tevhid yolunda olan kimseler için, yeri geldi onuda söyleyelim. Yatak bir bakıma kişinin teslim olduğu yerdir. Çünkü yatağa yatıyorsun teslim oluyorsun değilmi? Rahmani ma’nâ da bakın tam teslimiyettir. Uykuya dalmak şuurunun dahi teslim edilmesidir.

İşte bir kimse belirli bir yerde yatakta yatıyorken kendini gördüğünde o kişi Hakkta fani olmuş demektir. Ama diğer bir kişi aynı rüyayı gördüğünde nefsinde fani olmuş yani gaflette yok olmuş ve hakikatini bulmasıda mümkün değildir.

Bakın iki kişi aynı rüyayı görüyor. Biri kendisine ebedi hayatı rahmeti gösteriyor. Diğeri de ebedi zülmü gafleti gösteriyor. Nerden oluyor bakın? Kişinin kendi idrak ve anlayışından kaynaklanıyor. Yani bir bakıma neticeyi biz oluşturuyoruz yaptığımız fiillerle. Yani biz hâkim değil biz mahkum olmuş oluyoruz. Evet buda işin bir başka yönü idi. Buraya kadar anlaşıldı herhalde değil mi? Şimdi gelelim zat mertebesi îmânını incelemeye. .

Amenarrasûlü Bakın bazılarında yü’minune bilgaybi “ dedi diğerinde “vüdden muhabbet ehli olur dedi. Rahman sevgili kılar dedi. Diğerinde de “Münadiyyen yünadîlil” Ya rabbi bizi îmâna davet eden birisini duyduk dedi. Bunları ancak dikkat ettiğimizde ayırmamız mümkün oluyor. Aksi halde ezbere düz okuduğumuzda ne îmânımızın farkındayız Ne de hangi mertebeden Cenâb-ı Hakk’ın bize hitab ettiğinin farkında değiliz.

Burada bakınız değişti îmân. Ne kadar farklı bireyin yani ümmetin îmânından bahsetmiyor. Buraya kadar gelen üç mertebe ümmetin îmânından bahsediyordu.

Âmenarrasûlü” Şimdi buraya dikkat çekilmemiş olsa bunun farkında olabilirmiyiz acaba? Peygamberin îmâna ihtiyacımı var idi ama âyet-i kerîme açık Âmene” İman etti. Kim? ErrasûlüRasül îmân etti. Eyvaaah! O zaman işimiz zorlaşıyor.

Daha evvel buraya kadar ümmetin îmânından bahsediliyorken, burada rasülün îmânından bahsediliyor. Az buz bir şey değildir.

Raşul îmân etti. Peki rasulün îmâna ihtiyacı varmıydı ki? Akla gelebilecek sorular bunlar. Eksi ma’nâ sında çürütme ma’nâ sında değil. O zaman tekrardan biz îmânımızı bu mertebeye geldiğimiz halde, biz beşeriyet ve ümmetlik halinden o îmânı anladık ve buraya geldik. ”Vüdden” muhabbetli sevgili kılar mertebesine kadar geldik.

Ama burada rasülün îmânından bahsediyor. O rasül de bizim rasülümüz. Bütün insanların ancak hasseten özel olarak rasüle îmân etmiş olanlara bir hitap oluyor. Bütün insanlara bu hitap var ama tatbik etme zorunda olanların önceliği vardır. İşte biz hemen bu îmânın hakikatini anlamamız gerekiyor. Ve ya ilgilenmemiz gerekiyor.

Yukarıdaki âyette belirtilan bu husus çok mühimdir. Çünkü Âdem (a.s.) bu günlere kadar gelip geçen hiç bir mü’min, peygamberler dahil, böyle yüce bir îmânı idrak etmiş değildirler. O yüzden bu bize hususi olarak belirtiliyor.

Her peygamber ve tabiileri kendi bulundukları mertebeleri kadar Hakkı idrak ettiklerinden îmânları o düzeydedir. Museviyet mertebesinin îmânı tenzihtir. Teşbih ve tevhid onlarda yoktur çünkü mertebeleri olmadığı için, isteseler de yoktur. Ancak bugün onlar yani muhammediyet mertebesi zuhurda olduğu için onlarda gerçek ma’nâ da mü’min olmaları için İslâmiyeti kabul etmeleri gerekiyor.

Çünkü İseviyet de Museviyet de ibrahimiyet de nesh oldu. Yani bugün bunlar artık hükümsüz. Ama onlar kendilerini ayırıyorlar biz hıristiyanız museviyiz şeklinde o kendi zan ve hayalleridir. Böyle bir hukuk yoktur. Peygamber efendimize peygamberlik geldikten sonra onların hepsi nesh oldu. Ancak böyle bir yaşam onların hayellerinde devam ettiği için siyasi iktisadi ve milliyetçilik yönü ile onları sürdürüyorlar. Yoksa Cenâb-ı Hakk’ın hukukunda onlar bir şey değiller. Neler peki! Daha evvel konuşulduğu gibi onlar ümmeti davet, yani davet ediliyorlar. Bakın nasıl ezan-ı muhammedi dünyanın her tarafında her an beşi ile birlikte okunuyor. Beşi de her an, bir yerde sabah ezanı, bir yerde akşam ezanı, teker teker okunuyor değil, aynı anda beşi de hiç kesilmeden okunuyor.

Şu anda bakınız, bir yerde akşam ezanı oldu, bir yerde ikindi oldu, bir yerde öğlen oldu bir yerde sabah oldu bir yerde yatsı oldu. Bütün namazlar şu anda okunuyor. Anlaşılıyor mu.

Yani beş vakit ezan her an okunuyor şekliyle bir saat evvel sabah ezanı okundu bir saat sonra ikindi bir saat sonra akşam yatsı değil, her an beşi ile birlikte hiç kesilmeden okunuyor. Ama biz duyamıyoruz neden? Dünyanın çevresi geniş olduğundan, ama bütün dünyada müslümanlar olduğundan, insanlar yaygın bir halde olduklarından, dünyanın dönmesi dolayısıyle hareket halinde olduğundan, dünyanın her bir yerinde her an akşam var, her an ikindi, öğlen sabah yatsı var. O halde her an ezanı muhammedinin beşi bir yerde, durmadan okunmaktadır. Biri bitiyor diğeri başlıyor. Hatta bitmeden başlıyor. Düşünebiliyormusunuz ne kadar büyük ve muhteşem bir davet.

İşte bu kadar büyük bir davete daha hâlâ batılılar kulak tıkıyorlar. Ve onların şehirlerinde cami yapılırsa dışarıda ezan okumayıda yasak ediyorlar. Ama Türkiyede çanlar serbest çalıyor. Anlaşılıyor mu ? Şimdi yukarıdaki paragrafı bir kere daha okuyalım.

Yukarıdaki âyette belirtilen bu husus çok mühimdir. Çünkü Âdem (a.s.) dan bu günlere kadar gelip geçen hiç bir mü’min peygamberler dahil böyle yüce bir îmânı idrak etmiş değildirler. Her peygamber ve tabiileri kendi bulundukları mertebeleri kadar Hakkı idrak ettiklerinden îmânları o düzeydendir.

Museviyet îmânı, yukarıda olan Allaha îmân eder, onlarında kendine göre ilmel yakîn ve aynel yakînleri olur. Hakkal yakînleri oluşmaz çünkü. O düzeydendir.

Hz Rasûlüllah (s.a.v.) ise, bütün İlâhi mertebeleri câmi, yani kendinde toplamış olduğundan, onun îmânı bütün îmânlara badel ve onlardan üstündür. Burada îmân aslında îkândır. Zat mertebesi itibarıyle ve idrakiyle yaşamaktır.

Bimâ ünzile ileyke” Kendisine indirilene: O güne kadar yeryüzüne indirilmemiş olan ilahi hakikatler Allah zat isminin zuhuru kendisine indirildiğinden hiç şüphede kalmayıp kabul etmiştir.

İkra bismi rabbikellezi halak” Geldiği zaman bakın onu bile kabullenmesi, yeni bir hadise olduğundan kâinatta veya bizim güneş sistemimizde ilk olan bir hadise olduğundan ne kadar zorlanmıştır başlarda.

Neden zorlandı? Müşahedesini geliştirmek için. Müşahededen sonra îmân yani kabullenme başladı. Gelir gelmez kabul etse idi peygamber efendimiz için bu biraz ihtiyatsızlık olurdu.

Çünkü daha henüz kaynağını tespit edememişti. Neden ? Cebrâîli tanımıyordu çünkü. Bu tür hayat kendisinde başlamadığı için tereddütleri vardı. Daha neye tereddütleri vardı kendisine ilhami ma’nâ da belirtilen vahyin öncüleri, tevhid anlayışları, bütün âlemde Hakk’ın varlığından başka bir şey yoktur. Allah zat ismi ile bütün âlemlerde zuhurdadır. Bu ve buna benzer tevhidi anlayışlar hira dağında efendimize zuhura gelmekte idi.

Ama daha evvelden hiç bir insana hiç bir varlığa bu tür tecelli olmadığından ilim olarak yeryüzüne inmemiş olduğundan bilinmiyordu. Acaba böyle bir şey var mı olur mu diye. İşte bu hakikatler içerisinde bu anlayışlar içerisinde cebrâîl (a.s.) İkra- oku dedi. Gönül kitabını oku yani bunları oku. Düşündüğü anlayışları tasdik etti. Yani düşündüğü anlayışları tasdik ederek oku dedi.

Mantıklı olanı cebrâîl (a.s.) mın evvelâ bir sure getirip, yani yazılı bir metin getirip “İkra” bunu oku demesi idi. Bakın mantıklı olan bu. Ama, hiç bir şey vermeden oku dedi.

Şimdi bizim bir çocuğumuz olsa ona durup dururken oku bakalım desek, bakıcak neyi okuyayım diyecektir. Ama eline bir kitap versek oku dediğimizde o zaman şaşırmaz makulu budur.

Elde verilen bir metin yok oku emri var. Yahut tavsiyesi var. İşte burası şaşırtıyor insanları nedir bu okunacak diye...

İşte orada okuyacağı kendi gönlüne ilhami olarak gelen şeylerin okunmasıdır. Ve okuyamam nasıl okuyayım diyor. Anlatmak gerekirse nasıl neyi anlatacağım kadir değilim diyor, Efendimiz ve bu üç defa devam ediyor biliyorsunuz

İşte o zaman daha evvel kendisine ilhami olarak gelen bilgiler bu sefer vahyi tasdikli olarak geliyor. Vahiy olarak geliyor. Neden? Çünkü o zaman daha vahiy peygamber efendimizde faaliyete geçmemişti. Ama öncüleri ilham olarak gelmeye başlamıştı tevhid hakikatleri olarak.

İşte böylece nerden oku diyor Bi ismi rabbikerabbının ismiyle oku bakın orada da yolunu gösteriyor. İşte müslümanların ilk besmeleside bu “Bi ismi rabbik” Rabbının ismi ile oku. Sonra bu zat mertebesi olarak “Bismillâhirrahmânirrahîm” kuruluyor.

Kendisine indirilene: O güne kadar yeryüzüne indirilmemiş olan İlâhi hakikatler Allah zat isminin zuhuru kendisine indirildiğinden hiç şüpheye kapılmayıp kabul etmiştir. Ve o kısa bir tereddütten sonra onun ne olduğunu anlamış, hatta biliyorsunuz Hatice validemizin evine giderek örtün beni demiştir. Bu dünya âlemler çapında bir iş ki sarsılacak o kadar. Bu şurdan 10 kilo peynir al değil yada 10 metre bez al değil alış veriş değil, tabi sarsılacak.

Min rabbihi Rabbinden oku ma’nâsına yani rabbani hakikatlerden. İslâmiyetin ilk başlangıç sahası rububiyet mertebesi. Neden? Çünkü o güne kadar museviyet mertebesi geldi iseviyet mertebesi de geldi. Niye Rahmaniyetten başlatılmıyor da rububiyyetten başlatı-lıyor. Yani iseviyetin bir üstü anlatılmıyor da iseviyetin bir altı museviyetten bağlantı kurduruyor. Neden? İseviyet hakikatleri karıştığından yenilenmesi için bakın genel ma’nâ da bizlerin eğitim sahası rububiyyetten başalyıp rahmaniyet ve ulûhiyet sistemi içerisindedir. Âyet-i kerîmenin işareti ile...

Ancak bizler bunun farkında olmadığımızdan, ve rububiyyete kadar gelen mertebeyi daha evvel idrak etmediğimizden eğitimini almadığımızdan Cenâb-ı Hakk getiriyor bizi tekrar Âdemiyetten başlatıyor.

Evet kaldığımız yerden devam edelim vaktimizde daralıyor. “Bimâ ünzile ileyhi kendisine indirilene îmân etti. O günlere kadar yeryüzüne indirilmemiş olan İlâhi hakikatler Allah zat isminin zuhuru kendisine indirildiğinden hiç şüphede kalmayıp kabul etmiştir.

Peygamber efendimizin îmânı, kendisine zat mertebesinden gelen bilgilere îmân etmiştir. Nereden? “Min rabbihiRabbinden... Ancak burada rabbinden kelimesini biraz incelememiz lâzımdır.

Her varlığın kendi özel rabbı hassı vardır. Ve onun terbiyesi altındadır. Ve her bir esmâi ilahiyye bir rab, terbiye edicidir. Hz rasulullah (s.a.v.) efendimizin rabbı ise, rabbül erbab olan Allah c. c. dür.

Bakın orada rabbından gelene îmân etti demesi esmâ mertebesinden bir rabbı has değil, rabbül erbab olan Allah (c.c.) ismidir. Bu dilek içerisinde rabbından demesi Allahtan olur. Bütün isim ve sıfatlar Allahındır. Fakat hepsinin ifade ettiği ayrı, ayrı mertebeleri vardır. Bunları tanıyıp idrak ettiğimiz kadarıyla Allahü taalâyı tanımış olabiliriz. Aksi halde hayel ve zannımızda var ettiğimiz bize ait, sadece bizim olan bir hayali rab ile ünsiyet etmiş oluruz. Yani herkes kendi ürettiği rabbı hassıyla ünsiyet etmiş olur. İşte onun için kendi rabbı sevimlidir. Benim rabbım çok güzel der. Neden, çünkü kendi ürettiğidir. Hani halk arasında konuşulur bütün akıllar pazara çıksa herkes kendi aklını alırmış dediği bir bakıma budur.

Vel mü’minûneVe mü’minlerde böyle îmân etti. Bakın iş şimdi bize düştü. Eğer biz gerçek ma’nâ da peygamberimizin ümmeti isek, o nasıl îmân etmişse bizde ona yakın bir anlayışta îmâna sahib olmamız gerekiyor.

Şimdi burada Cenâb-ı Hakk mü’minlerde öyle îmân etti diyor. Bakın Âmenarrasûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihi vel mü’minûnMü’minlerde böyle îmân etti.

Hak yolunda her peygamberin bir mertebesi ve o mertebeninde bir îmân düzeyi vardır. Bunlara îmân edenlerede mü’min denir. Buradaki mü’minlik ise, Hakikati Muhammedi idraki ve anlayışı ile zat mertebesi îmânı yani mü’minidir. Diğerleri sıfat esmâ af’al mertebesi mü’minidir.

Küllün âmene billâhi Tüm mertebelere îmân ettiler. Yani Allahın bütün mertebeleriyle îmân ettiler.

Ve melâiketihiMelek ismiyle belirtilen bütün ma’nâ ve güçlerin Hakk’tan olduğuna îmân ettiler. Hani kanatlı melekler varda, onlara îmân edelim değil. Meleklerin hakikati olan Allahın kuvvetleri, ve kudret sıfatının zuhuru olan Melâikeyi Kirâmı bu şekilde tanıyarak îmân ettiler.

Hani kanatlı gök yüzünde uçan latif varlıklar diye melekler bilinir ya, işte melek kuvvet demek. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin sıfatlarının kuvvet sıfatıyla zuhura gelmesinden başka bir şey değildir.

Ve kütübihiManevi ilimlerle donatılmış aslı bozulmamış olduğu haliyle, bütün kitaplara îmân ettiler.

Ve rusulihiMertebesi itibarıyle kendilerine verilen ma’nâ ve ilimleri bâtın âleminden zâhir âlemine çıkararak hakikati İlâhiyye’nin en iyi şekilde anlaşılmasını sağlamaya çalışan uluhiyyet bilgilerini irsal eden rasüllerine îmân ettiler.

Bakın burada îmânın şartlarından bahsederken aşağıya doğru da okuduğumuzda îmânın şartlarını 6 şartında , Allahın dinlerine îmân şartı yoktur. Meleklerine kitaplarına peygamberlerine var ama dinlerine diye bir îmân yok. Böyle bir şey olsaydı evvelâ Allaha îmân dinlerine îmân sonra meleklerine îmân yani dinin uzantısı olan diğerlerine olurdu.

Diyelim ki ağacın gövdesinin varlığı belirtilmeden bu ağacın dalları var, yaprakları var, gibi dal yaprağı tanıtmaya benziyor. Evvelâ gövdenin tanıtılması lâzım çünkü dallar yapraklar çiçekler gövdeye bağlıdır gövde olmadan, onlardan bahsetmek mümkün değildir. Gövde olmadan bu uzantıların varlığını şuur etmek mümkün değildir. Ama bakın gövdeye îmânı istemiyor, dal yapraklara îmânı istiyor. Neden? O zaman dinler yok. En büyük ispatı budur. Dinler yok, din var sadece. Amentü billâhi, Allaha îmân dediğimiz zaman Allahın dini de tek din İslâm olduğundan aynı zamanda Allaha îmân ve dinine îmân ikisi bir arada olmaktadır.

İşte Allahın dininin ki ismi de “İnneddiyne indallahil İslâm” Allahın indindeki din İslâm dinidir. İşte onun melekleri o dinini ulaştıran kuvvetleri, ve o dinin kitapları merhale merhale mertebe mertebe , zaman içersinde gelen kitapları çoğul olarak da peygamberleri var.

Çoğul olarak, irsal edici yani görevli, melekler vardır.. Kitaplar vardır peygamberler vardır. Yani semâvi kitaplar semâvi melekler semâvi peygamberler vardır, ama semâvi dinler yoktur. Yahudi dini Îsâ dini Mûsâ dini İbrâhîm dini (a.s.) diye çoğul olarak dinler yoktur.

Peki Âdem (a.s.) dan peygamberimize kadar gelen İslâm dini ve onların bölümleri vardır. İşte amentü billâhi dendiği zaman bu dine îmân da onun içerisinde ve diğer dinlerde zâten bir oluşum olmadığından îmânın şartına konmamıştır. Eğer konsaydı Amentü billahiden sonra amentü diynillahi (dinlere îmân ) ile îmânın şartı yedi olması gerekirdi.

Hani bazen mevzu olduğunda, nasıl olur diye bir soru çıkıyor. Fakültelerde olsun büyük profösörlerimiz olsun, semâvi dinler diye, büyük, büyük cilt, cilt kitaplar yazıyorlar. Ama bakın bu kadarcık şeyin farkında değiller. İlk yapılması lâzım gelen şey îmânın şartı, Allaha, meleklere, kitaplara, peygamberlere, îmân var. Ama, dinlere îmân yoktur. Cenâb-ı Hakk unutmuş tam olmamış. Hâşâ böyle bir şey yoktur. O zaman neden yok. Çünkü yok olduğu için de, zâten çoğul olarak dinler yoktur.

Var gibi batılılar o şekilde kendilerini kabul görmüşler. Kendilerini ayırmışlar. İslâmın dışına nasıl çıkacaklar. Mûsâ (a.s.) ayrı bir din getirmiş gibi gördüler. Ayrı değil o İslâm dininin bir mertebesi, olan tenzih mertebesini getirdi. O güne kadar insanlık tarihinde yaşanan putlara tapma şu gibi bu gibi hadiselerden kurtarmak için Mûsâ (a.s.) mertebesi tenzihte, Allahı göğe çıkardılar. Yerdeki putlardan, yani tapınmaktan kurtarmak için. Ama orada bir başka mahsur ortaya çıktı, neden çünkü rablar hayelleşti. Her kişi kendi hayalinde rablar kurmaya başladı. Buda insanlık için yeterli bir Allah anlayışı olmadı. Cenâb-ı Hakk bunu müşahhaslaştırmak için tekrar yere indirdi. Yani teşbih hakikati için.

Yani Allah şurada şurada vardır. Bunun gibidir diye. Ama insanlar yine bunu anlayamadılar. O külli olarak bahsedilen varlıkların cüz olarak Allahın orada olduğuna insanlık tekrar döndü. Bu durumda “tenzih ve teşbih” hakikatleri ancak, Hazreti Muhammed (s.a.v.) in kimliğinde Tevhid edilerek gerçek haline ulaştı.

Cenâb-ı Hakk’ın, hakikati Muhammedi tevhidi gerçek ma’nâ da işte budur diğerleri lâfzı tevhiddir.

Tenzih, yani yukarıda olan Allahla aşağıda olan Allahın (teşbih) her iki yerde mevcudiyetini ve hangi hususiyette olduğunu belirtti ve açık olarak bunu getirdi.

Ne dedi Vel evvelü-vel âhiru-Vezzâhiru-Velbâtinu. . Yani göktede o var aşağıda da o var. Görünende o görünmeyende o. Yü’minune bilgaybi-gayba îmân istedi.

Şimdi burası gelmişken o mertebenin bir özelliğinden daha bahsedelim. Gayba îmân da mutlak ma’nâ da geçerli ve gereklidir ama hangi mertebede?

Şimdi ikinci mertebede esmâ mertebesinde, îmânın gaybe olacağını âyet-i kerîme yü’minune bilgaybi ile anladık gördük. Ancak buradaki îmân mertebesinin şuhud mertebesi olduğunu anladık. Gayba derken aslında şuhuda îmân demek olduğunu anladık Neden? Şuurumuzla anladık. Aklımızı fikrimizi nefsimizi duygula-rımızı ruhumuzu nurumuzu göremediğimiz halde, elle tutamadığımız halde, madde müşahedesi yapamadığımız halde faaliyetlerini müşahede ediyoruz.

Aklımız var işte akıllıyız. Akıllıyız derken evin yolunu biliyoruz. Ekmek almayı biliyoruz. Ruhumuzun varlığını biliyoruz hayatımız var. O halde bunlar gayb değil şahadettir Görülmüyor ama fiilleri görülüyor. Yani uygulaması görülüyor. Bu şekilde bilinç içine inmiş olan bilince gelmiş olan bir şeye gayb denmez. Gayb ismi verilmiş şekliyle. İzafi gayb denir.

Şimdi bu âyet-i kerîmenin zat mertebesinden zuhuru var. Daha evvel onu belirttim ama belki farkında değildik. Orayı geçerken sonradan dedim burasını tekrar ele alacağız. İşte buradaki gayb mutlak gayb. Âyet-i kerîme bir yönü ile, izafi gaybtan bahsetmekte ki, esmâ mertebesi az evvel bahsettiğimiz izafi gayb izafi yokluk, ama bir yönü ile de mutlak gayb vardır.

İşte oraya ne duygularla ne hislerle, ne akıllarla ne herhangi bir şekilde ulaşılması mümkün olmadığından âyet-i kerîme zat mertebesi yönüyle oradan da bahsediyor. Gaybı mutlak dedikleri yer burasıdır. İşte. Diğer ismiyle ahadiyet mertebesi diyelim.

İşte bakın yü’minune bil gaybinin hakikati zat mertebesi itibarıyle orasıdır. Esmâ mertebesinden zuhura çıkması izafi gayb, yani idrak edemeyene göre gayb idrak edene göre müşahededir. Şimdi bakın burada esmâ mertebesinde akıl fikir duygular hissedilebiliyor bilinebili-yor. İşte bunlar bilindiğinden şehadet oluyor. Ama yukarıda böyle bir hâdise olmadığından zat mertebesi itibarıyle gaybına inanırlar. Varlığına inanırlar ama ne olduğunun bilinmesi mümkün değildir. İki gaybın arasındaki fark budur.

Gaybların gaybı denen yer burası olmakta buraya ne akıl ne fikir ne ruh ne nur ulaşamadığından burası mutlak gayb olmakta, işte tenzihi bu itibarlada anlayabiliriz. Bir tenzihi kadim var ki, buranın tenzihidir.

Biz tenzihi Allahı yukarıdadır onu yapmaz şunu etmez bunu etmez derken lafzi tenzih yapıyoruz. Bu tenzih değil bu Allahı sınırlamaktır. Ve afedersiniz küstahlıktır. Yani Hakk’ın işine karışmaktır.

Allah onu yapmaz efendim bunu yapmaz. Kardeşim nerden biliyorsun yapıp yapmadığını. Allahla beraber mi yaşıyorsun bütün âlemde. Bedeninde yaşıyorsun da bu senin şartlanmış halin. Ama gerçek Allahla beraber mi yaşıyorsun da onu yapmaz bunu yapmaz diyorsun. Bakın museviyet mertebesinin zâhiri bu ve burası kullanılıyor.

İslâmiyetin zâhirî şeriatı da museviyet hakikati üzere binadır. Bakın idrak edin meselelerle yapılan tatbik edilen soruları ve anlayış ma’nâları İslâm dininin zâhiri mûseviyet hakikati üzere, tenzih hakikati üzeredir. şeriat dediğimiz museviyet şeriatının hakikatini kullanıyoruz biraz daha geliştirilmişi diyelim. Ancak itikad ve anlayış olarak aynı. “Len terani” (7/143) “sen beni görenezsin” var bakın surette olmaz Allah görülmez diyorlar.

Zâhir hukukta öyle doğru, “len terani” ayakkabıları çıkarmamış ki. . Nerden o sahaya ayak basacak. Eymen vadisine nerden ayak basacak. Eymen vadisine tuva vadisine gelmemiş ki nereden ayak bassın. Yolumuzun üstünde onların hepsi vardır.

Ve İslâmiyetin batını teşbih üzeredir. İseviyet mertebesi bizlere bâtını ruhbanlık. Zâhiri ve bâtını tenzihi ve teşbihi tümünü Hakk’ını vererek kullanmak tevhidi İslâm işte budur.

Tevhid dedikleri de bu. Yoksa kelâm olarak Lâilâhe illâllah söylemek tevhid değil kelâmi tevhid dir.

Tenzih ile kayıtlanmak ta bir kayıt. Teşbih ile kayıtlan-mak ta o da bir kayıttır. Ama tevhid bütün bu kayıtları kendisinde bulundurduğundan hiç bir şeyle kayıtlanma-mış gibi zannedilir. Neden? Bütün kayıtları kendi bünyesinde bulundurduğundan bir kayıtla kayıtlanma-mıştır.

Ve bir vasıflada vasıflanmamıştır. Onun için tevhid ehli vasıfsızdır. Bütün vasıflar kendisinde bulunmak süretiyle ama o vasıfların birisiyle kayıtlanmamak şekliyle vasıfsız denir. Nerde ki bir silüet bir görüntü var bir vasıf var o orayla kayıtlıdır. Kendisi de ispat ediyor ben buyum buraya kayıtlıyım diyor.

İşte bilindiği gibi bazı gurupların başında olan kişiler, cüppesi sakalı poturu gibi, tamam işte kayıtlı. İstediği kadar ben allemeyim şuyum buyum desin. Kayıtlı kayıt içinde sınır içinde yani hapis içinde olduğunu gösteriyor.

Şimdi özet olarak bu âyet-i kerîmeye baktıktan sonra bu mevzu üzerinde başka bir âyet-i kerîmeye geçiyoruz. Bir son paragraf var onu bir daha okuyalım.

Ve rusulihi Mertebesi itibarıyle kendilerine verilen ma’nâ ve ilimleri bâtın âleminden zâhir âlemine çıkararak hakikati İlâhiyye’nin en iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışan uluhiyet bilgilerini irsal eden rasüllerine îmân ettiler.

Kurân-ı Kerîm Râd suresi 13/28 âyetinde. .

Ellezîne âmenû ve tatmeinnü kulûbühüm bizikrillâhi elâ bizikrillâhi tatmeinnül kulûb”

Onlar ki inanmışlardır. Ve kalpleri Allahı anmakla huzura kavuşmuştur. İyi bilin kikalpler ancak Allahı anmakla huzura kavuşur. ”

Bu âyet-i kerîmenin ifade ettiği gerçek ma’nâ Allah esmâsının mutlak ma’nâ da mutmain ettiği. Râziye merziyye var ya mutmainne var ya daha evvel

İşte Allah esmâsının zuhuru o kişide meydana geldiğinde Allah esmâsı ondan râzı olmakta ve o kişide o rıza neticesinde merzi olmakta yani kendisinden rıza olunmuş olmakta ve bu hakikat içerisinde de bu mertebeyi idrak ettiğinden kalbinin tatmin olmuş yani huzur bulmuş olmasıdır.

Diğer esmâi İlâhiyyelerde de böyle zuhur bulmuş olması olacaktır, ancak her esmâ kendi mertebe itibarıyle huzurda olur. Diğer mertebelerde huzursuz olabilir. Ama Allah esmâsının zuhuru içerisinde olursa bütün mertebelerdeki huzuru bulmuş olur. Çünkü Allah esmâsı hepsine câmidir. Allah esmâsının en büyük zuhuru Efendimizdir. Yani âlem kitabının en büyük âyet-i Hz rasulüllah (s.a.v.) ve âlemi şehadette ki ismi a’zâm da Muhammed’tir

Bakın hani hamd geçmişti ya, işte o hamd tır. Bâtın âleminde ismi a’zâm hûû ismi, zâhir âlemde ismi a’zâm Muhammed’tir. Âlem kitabının en büyük âyet-i âyetel kübrâ dediği Muhammed (s.a.v.) dır. Ve mirac gecesi gördüğü en büyük âyet de bu âyettir. Yani efendimiz mirac gecesi hakikati muhammedi halini idrak ettiğinde o gece bunu idrak etti. Oraya kadar gelen hep kendisindeki gelişimiydi.

Mirac ve ikra gecesi çok büyük bir inkılâptır, insanlık tarihinde. Kendi varlığının hakikatini bütün âlemlerde yaygın halini gördü, ve âyetel kübra bu âyet gösterildi kendi hakikati ve orada oluşan şey bu hâli idrak ettiğinde, gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı. Ve gözü ne şaştı ne aştı. Ne de kendisinde bir değişiklik bir başkalaşma olmadı. (53/1-18) Ne de kendisinde olağan üstü bir hâdise olmadı.

Ama ikra geldiğinde bir olağan üstü hadise oldu. Bu arada geçen süre içerisinde kendiside oturuştu. Artık kendi zuhurunun Hakk’ın zuhuru olduğunu “attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı” (8/17) hükmüyle bütün hayatının böyle geçtiğini idrak etti ve o muhteşem geceyi çok sıradan bir hâdise imiş gibi döndüğü zaman anlattı. Abartılı hiç bir şey yok sadece şunu gördüm bunu gördüm şeklinde ne bir heyecan vardı ne abartı ne de herhangi bir şey vardı.

Bizler veya diğer insanlar, Burak denilen cisme bir binsin insin, ne akıl kalır ne beyin kalır, ne kafası kalır bunu çok büyük şeyler gibi anlatır. Ama işte o yüce peygamberimizin gücü ne kadar yüksek .

Hani denilir her peygamberde kırk insan gücü vardır. Bizim peygamberimizde kırk peygamber gücü vardır diye belirtirler. Yani 1600 insan gücü olmaktadır. aslında 1600 insan gücü bile bunu çekmez o mirac hakikatini kaldıramaz. İşte gittiydi de gidecekti de zahiriyle mi gitti bâtınıylâmı gitti, nasıl gitti diye üzerinde konuşulan bir sürü konular vardır.

Aslında bir bakıma gidilen gelinen yer yoktur. Eğer olmuş olsa bu kadar kısa sürede o yerlerin gezilmesi mümkün değildir. Gerçi bâtın âlemiyle zâhir âlemi arasında zaman farkı vardır. Çok kısa sürede çok büyük hadiseler olması ayrı konudur. Onun izahı mübarek geceler kitabımızın “isra mi’rac” bölümünde vardır.

Özetle şöylece diyelim. Minicik bir çekirdek o toprağa dikildiği zaman, belli rutubeti havası suyu, olduğu zaman, o bir müddet sonra bakıyoruz ki, ölçülemeyecek, sayılamayacak kadar, adet meydana getirmekte, yani yapraklar çiçekler meyveler ve koskocaman bazı ağaçlar var iki, üç kişi saramıyor. Bir çok yere sığmayacak kadar büyük olan bir cüsse mibicik olan çekirdeğin içindedir.

O çekirdeğin içersinde o dal yaprak meyveler ve kaç sene 20 sene 40 sene ömrü ne kadar varsa hepside onun içindedir o ağacın hakikati çekirdeğin içindedir. Gördüğü-nüz çekirdeğin içinde, ağacın fiziki olarak kendisi vardır. Ama nerede? Gaybte a’demde bu a’dem izafi a’dem izafi yokluktur, mutlak yokluk değildir. Mutlak yokluk diye zâten bir şey yoktur.

Yok diye bir şey olsa, oraya bir şey vermek lâzım, istiklâl vermek lâzımdır. Allahın mülkünde de istiklâl verilecek bir mahal yoktur. Yokluk izâfi yokluktur, geçici yokluk ma’nâ sınadır.

İşte o çekirdeğin içindeki koskocaman kütle, çok uzun ömrü olan kütle, işte onun içinde hepsi vardır. Canıda var, varlığıda var, kazasıda var, kaderide vardır.

İşte peygamber efendimizi, böyle bir çekirdek olarak düşündüğümüzde, ve bu çekirdeğin çok kısa bir sürede açılıp kemâle erdiğini düşündüğümüzde, Kısmen de olsa miracı çözebiliriz.

Peygamber efendimiz, hakikati muhammediyenin özü, ve çekirdeğidir, ama programı içinde olan bütün âlemi kaplamış bir çekirdektir. Allah esmâsının mi’racı, bu cami-i cemi esmâ ve sıfatın mi’racıdır.

Kim kendi varlığının hakikatini idrak ettiğinde o esmâ yönünden miracını yapmış olmakta. Yoksa gökyüzüne çıkacakta Allahın sarayına ulaşacak değil, kendindekine ulaşacak.

Bir bakıma evvela rabbül erbabına veya bir başka esmâya, çünkü sadece rabbül erbaba ulaşması tek yönlü bir rab anlayışı olur. Ama rab hususiyeti olan birçok esmâi İlâhiye var. İşte yaşantısının hangi devresinde kimlerle münasebette ise, dünyevi uhrevi alışveriş yapıyorken çarşıda bir rabbıyla karşılaşıyor işte yani orada o rabbin tecellisi oluyor. Onu idrak ettiği zaman o yönden de karşıdakini tanıdığı zaman, o zaman bile mi’rac yapmış oluyor, kişi farkında bile olmadan.

Bunları böyle idrak ettiğinde, her esmânın hakikatini idrak ettiğinde bir tecrübe sahibi olmuş oluyor. Böylece yavaş, yavaş rububiyet mertebesinden rahmaniyet mertebesine intikal etmiş oluyor. Ve neticede de peygamber efendimizden bize olan ruhaniyetin aktarılmasıyla, kişilerde kendi bünyelerinde genel miracını yapmış oluyorlar. Ama peygamber efendimiz gibi değil, tabiki onun ki müstesna o âlemler mertebesi kapsamında bir mirac yaptı, bizlerinde beden mülkümüz kapsamında miracımız olacak, yani kendi hakikatimizi idrak etmek süretiyle miracımız olacaktır.

Ellezîne” O kimseler ki, “âmenû” îmân ettiler “ve tatme-inne kulûbühüm bizikrillâhi” Allahın zikriyle kalpleri mutmain oldu.

Elâ” bakın dikkat çekiyor. Yani bu hakikate âgah olmayanlara dikkat çekiyor. İyi biliniz ki “ bizikrillâhi tatmeinnül kulûb” kalpler ancak Allah zikriyle mutmain olur.

Âyet-i okuduğumuz zaman alıyoruz tesbihi elimize Allah-Allah-Allah çekiyoruz da kalbimiz mutmain oldu diyoruz. Bu işin suri tarafıdır, tabi buda olacak bu işten vazgeçelim demiyoruz.

Burada Allah zikrinden kasıt, Allah esmâsının hakikatini idrak ederek anlamaktır. Eline tesbih alıp sadece on bin, yirmi bin, sayı ile zikretmek değildir. Eğer bu zikirle Hakka ulaşılmış olsaydı, bizlerden çok daha fazla zikir çeken kardeşlerimiz, aldıkları daha ilk zikirlerinin başında, Allaha ulaşırlar ve miraclarını yaparlardı.

Ama bakıyoruz ki ömürlerinin sonlarına kadar günde 90 bin 100 bin tane Allah esmâsı çekiyorlar ama bakıyorsunuz gözleri toprakta, yani tefekkür cihetinden, Allahla ilgileri yoktur. Yani bu şekilde zikir Allaha götürmüyor. Sadece sevap kazandırmaktadır.

Ancak eksi kötü bir şey mi? Hayır çok güzel ne kadar çekmişse o kadar sevap kazanıyor. Kendileri sayısal bir hesaplama ile bin tane zikir yaparsan on bin tane sevap kazanırsın. Ama on bin değil, milyar kere sevap kazansa, insan cennetteki yerini artırır, ama onun/Hakk’ın yanındaki yerini artıramaz. Yani mesafeyi kısaltamaz.

Eğer tenzihi anlayışla, o zikiri yapıyorsa, daha da acaibi o kadar onu Hakk’tan uzaklaştırır. Yaptığı zikir kadar Hakk’tan uzaklaşır. Buda işin bir başka tarafıdır. Çünkü ede, ede, farkında olmadan Hakk’tanda kendisini tenzih ediyor uzaklaştırıyor.

Allah şunu yapmaz bunu yapmaz, şekliyle bir taraftan Allah zikrini çekerken bir taraftan da, Allah onu yapmaz bunu yapmaz gibi, Allaha elbise biçerken Allah onu yanına sokar mı? Tabi yanlış anlaşılmasın bunların hepsi güzel şeylerdir, hiç yapmamaktansa bir tanede Allah çekmek, bin tane on bin tane çekmek, tabiki çok güzel bir şeydir. Bizim bahsetmeye çalıştığımız işin bir başka ufku dur, bu husus herkese lâzım değil gibi deniyorsa da, herbirerlerimiz Allahın kulu ve esmâlarının zuhuru olduğumuzdan, aslımızı bilmek hepimize lâzım olan bir gerçek hâdisedir. aslımızı bilemeyişimiz şuna benzemekte ki, Ailemizi tanımayıp hangi anadan babadan geldiğimizi bilemeden yaşamak, yani Allahı bilmeden yaşamak gibi olur.

Onlar ki inanmışlardır ve kalpleri Allahı anmakla huzura kavuşmuştur. İyi bilin ki gerçekten kalpler ancak Allahı anmakla huzura kavuşur 13/28

Kelâmi olsa da huzura kavuşur, ama kısmen kavuşur. Allah esmâsını çektiği zaman kişi en azından içine bir güvence huzur gelir. Neden? Dedikodudan kıylü kâl, gereksiz, dış şeylerden bunları düşünmekten uzaklaşmış olur.

Ama bir de Allah esmâsının hakikatini bilerek bu zikri çekmek var ki, işte o miraca götürür.

Ellezîne âmenû” o kimseler ki, af’al, esmâ, sıfat ve zat, mertebeleri idraklerini oluşturup bu anlayış içinde îmân edip îkân ederler.

Ve tatmeinne kulûbühüm” bu anlayışla evvelce kendilerinde var olan, hayali ve vehmi, îmânlarından arınır. Kâlpleri gerçek îmân-îkân ile mutmain olup îlâhi huzuru bulurlar.

Bizikrillâhi” ne ile bulurlar ? Allah zikri ile. Allah ismi celâli bütün mertebe ve esmâi İlâhiyyeyi bünyesinde bulunduran, câmi bir isimdir. Hehangi bir isim zikredildiğinde sadece o ismin ma’nâ sının açılımları olur. Yani hangi esmâyı çekiyorsak o isim açılır.

Allah ismi ise, kişide bütün ma’nâların ortaya çıkmasını sağlar.

Elâ bizikrillâhi” iyi bilin ki, yukarıda bahsedilen oluşumlar, ancak Allah isminin gerçek anlamda zikriyle meydana gelir.

Tatmeinnül kulûb” kalplerin mutlak tatmini Allah zikrine bağlanır.

Zikir iki yönlü olarak izah edilebilir. Birinci yönü, kişi herhangi bir esmâi İlâhiyyeyi, veya duayı, belirli veya belirsiz sayıda, tekrar etmektir ki buda iki türlüdür. Yani zikir 2 türlüdür, birinci tür de 2 türlüdür.

Birincisi, kişinin kitaplardan veya çevresinden aldığı bazı tavsiyelerle kendi başına çektiği zikirlerdir. Bundan ahirette sevap beklemektedir. İyi niyetle yapılan bu çalış-malar kişiye az da olsa huzur sağlar şeriat mertebesi dir.

İkincisi, yani birinci bölümün ikinci zikri izinli zikirlerdir. Bunlarda üç kısımdır. İzinli zikirlerin birinci kısmı, esmâ tarikat mertebesinde şeyh diye vasıflandırı-lan, bazı kimselerin kendi sistemleri içerisinde belirli sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyelerdir. Bunlar kişide azda olsa muhabbet ve iyi ahlâkın artmasına sebep olurlar. Ancak, burası oldukçada tehlikeli bir yerdir. Zikir veren kişinin mutlaka o yerin/mertebenin ehli olması lâzımdır. Aksi halde psikolojik ma’nâ da istenmeyen haller meydana gelebilir, kişinin sosyal dengeleride bozulabilir.

İzinli zikirlerin ikinci kısmı, sıfat hakikat mertebesi itibarıyle, Ârif diye isimlendirilen bazı kimselerin kendi sistemleri içersinde belirli bir sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyelerdir. Bakın birincisini şeyh efendi diye belirtilen kişi yapıyor diğerini ise Ârifler yapıyor. Arada büyük fark vardır. Ancak genelde bu vasıflar ayrılamadığından şeyh efendiler, aynı zamanda Ârif-Ârif-i billâh mürşid gerçek ma’nâ da zannediliyor. Halbuki şeyhlik başka, âriflik başka, ârifi billahlık başka, mürşidlik başka, başkadır. Ama bir kimsede bunların hepsi olurmu? Olur. Ama bütün şeyh efendilerde bunların hepsi olacak diye bir şart yoktur. Ancak iyi niyetli işe bakıldığından zannediliyor ki, bunların hepsi vardır. İş burada karışıyor.

Onlar dahi bunların farkında olmadığından almış oldukları şeyhlik vasfını ve görevini bütün mertebelere şâmil olduğunu zannedip, o şekilde hareket etmeleri ve bunları kabullenmeleridir. Bu da işi kısmen de olsa zora sokmaktadır.

İzinli zikirlerin ikinci kısmı sıfat hakikat mertebesi itibarıyle Ârif diye isimlendirilen bazı kimselerin kendi sistemleri içerisinde belirli sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyelerdir. Bunlar kişide çok daha geniş ufuklar açarak kendi gerçek ilahi kimliğini bulmasına ve kendini yakinen tanımasına sebep olur.

Daha evvelki mertebelerde çektiği zikirlere hayal ve duygular kısmen de olsa karıştığı halde burada kendi gerçek kimliğini bulmaya başladığından, hayal ve vehmin burada pek etkisi kalmaz. İlk irfaniyet mertebesidir. Ehlini bulmak ta oldukça zordur.

İzinli zikirlerin üçüncü kısmı zat marifet mertebesi itibarıyle Ârifi billâh diye isimlendirilen bazı kimselerin İlâhi sistem içerisinde, belirli sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyeledir. Bunlar kişide daha da yeni ufuklar açarak, kendi İlâhi kimliğinin bulduktan sonra oradan yola çıkarak hakikati İlâhiyyeyi Allahın gerçek hakikatini bulmaya başlarlar. Burası oldukça gerçekten güç, güç olduğu kadar da mühim ve değerli bir saha epey de yüksek bir irfaniyet ufkudur. Ehlini bulmak çok daha zordur.

Ancak Kurân-ı Kerîm Sâd suresi 38/72 âyetinde ”Ve nefahtü fîhi min rûhi”

Mealen Ona ruhumdan üfledim hakikati ve nefhayı İlâhiyye bunlardan meydana gelir. Her söyledikleri sözlerle dinleyenlere yeni yeni bâtıni yaşam, hay esmâsının zuhurunu meydana getirirler.

Nefsini bilen rabbını bilir” hükmüyle en geniş ma’nâ da kendi nefsinde bulunan rububiyet hakikatleri ile rabbül erbâbı idrak ederek, Allah ismi câmisini olabildiğince her mertebesi itibarıyle, en geniş ma’nâ da idrak etmiş olurlar.

Hani zikrin iki yönü var demiştik. Birinci yönü 4 merhale olarak anlatıldı. Zikrin ikinci yönüne gelince, lugat ma’nâ sı itibarıyle anma anılma hatırlama gibi kelimelerle ifade edilmektedir. Bu yöndeki zikrin ma’nâ sı elde tespih dilde lâfız değil, kendinde bulunan İlâhi hakikatleri ve esmâi ilahiyyeleri hatırlayarak zuhurda faaliyete geçirmektir.

Bakın zikir kelimesi ma’nâ sı iki türlü birirsi elde tespih zikir çekmek, diğeri ise lugat ma’nâ sı itibarıyle anma hatırlama ve anılma ma’nâ sındadır.

Bu yöndeki zikrin ma’nâ sı elde tespih dilde lâfız değil kendinde bulunan İlâhi hakikatleri ve esmâi ilâhiyyeyi hatırlayarak zuhurda faaliyete geçirmesidir.

Bakın “zikir ona derler ki fikri aça” hükmü ile yapılan tespihi zikirler sonunda, ama baştaki zikirler olmadan buda olmuyor, tespihi zikirler sonunda açılmaya başlayan idraki gelişmeler neticesinde, kişi kendini ve kendinde bulunan hakikatleri ortaya çıkararak “Tahallaku bi ahlâkillâh” hükmüyle Allahın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlar. Bütün bu oluşumlar neticesinde zâten gaye o anlayışa gelmektir gelebilmektir.

Neden Allahın ahlâkıyla! Bütün esmâi İlâhiyye zuhura çıkmaya başladığından, Alllahın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlar ki bu ahlâk-ı Kurâniyyedir.

İşte yukarılarda kısaca ifade etmeye çalıştığımız Allahın zikriyle kalpler gerçekten huzur bulur. Çünkü zikir-zâkir-mezkûr birleştiğinde arada gayri kalmadığın dan mutlak huzur meydana gelmiş olur.

Buraya ulaşmak daha evvelce belirtilen mertebelerden geçip yükselmekle olur. Bu yaşantı Hakkal yakîn mertebesi ile zat merteebsi îmânı diğer ifade ile îkân- yakîn halidir.

Şimdi devam ediyoruz. Îmânın diğer özellikleri diye ama süremiz de bitmek üzere bir iki dakika kalmış. Îmânın diğer özellikleri, haliyle bu îmân daha devam ediyor. Arkadan îmânın “elif, lam, mim,” hakikatlerinin açılması vardır. Arkalarda bir kardeşimizin îmân ile ilgili bir zuhuratı vardır. Zuhurat derken rüya ma’nâ sında zuhurat değil gelişim ma’nâ sında yazıları vardır. Herhalde çoğunuzda vahiy ve cebrail kitabı vardır. Oradan bunların devamını okuyabiliriz. Vaktimiz olursa burada iken devam ederiz, olamaz isek artık kişiler buradan devam edeceklerdir.

Îmânın diğer özellikleri, şimdi buraya kadar îmânın oluşumunu, mertebelerini gördük, ama bu kadar değildir, İnsanlığın seyrinde, îmânın daha başka hususiyetleri de vardır. îmânın da seyr mertebelerini görmek gereklidir. Âdem (a.s.)ın îmânı, bakın şimdi burada peygamberlerin îmânı ile neyi ifade ettiğini görüyoruz.

Âdem (a.s.) mın îmânı günahlarından arınmaları için rablarına yalvarmaları yolunda idi. “Rabbenâ zâlemnâ….” (7/23) buranın îmân budur.

İbrâhîm (a.s.) ma kadar îmân, dua niyetinde geçti. İbrâhîm (a.s.) ile tevhid hakikatleri ortaya çıkmaya başladı. Onun mertebesi tevhidi af’al kendisi de tevhidin babası ünvanını aldı. Onun îmânı tevhidi af’al mertebesi îmânı oldu. Mûsâ (a.s.) da tenzihi ma’nâ da îmân anlayışını getirdi diye devam etmekte, inşallah vaktimiz oldukça bizde devam ederiz. Cenâb-ı Hakk cümlemize kolaylıklar idrakler, geniş gönül huzuru ve muhabbeti versin. En iyi şekilde anlamaya çalışalım inşallah.


Yüklə 0,99 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə