H firat küçük-Burjuva Popülizmi ve Proleter Sosyalizmi


C- TDKP VE GEÇMİŞİN BAZI TAKTİK SORUNLARI



Yüklə 0,87 Mb.
səhifə7/10
tarix06.02.2018
ölçüsü0,87 Mb.
#26154
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

C- TDKP VE GEÇMİŞİN BAZI TAKTİK SORUNLARI

Biz, TDKP’nin devrimci taktiğe ilişkin genel kavrayışını ve(144)somut sorunlardaki taktik tutumunu, Marksizm-Leninizm ve devrimci proletaryanın sınıf tutumu açısından eleştiriyoruz. TDKP taktiklerinin, siyasal ve örgütsel pratiğinin yanlışlığı-doğruluğu, başarısı-başarısızlığı bundan koparılarak ele alındığında sorun ve tartışma anlamsızlaşır. Z. Ekrem böyle bir tutum içerisinde.

İdeolojik-sınıfsal yönü saklı tutulduğunda TDKP’nin genel devrimci mücadele içindeki yeri ve önemini, Türkiye devrimci hareketine katkısını kim, nasıl inkar edebilir? TDKP, devrimci-demokrasinin ideolojik açıdan en ileri, politik bakımdan en tutarlı kesiminin, en kitlesel ve etkin temsilcisi olmuştur. Bu gerçek yadsınabilir mi? Fakat sorunumuz ve tartışmamız bu değildir. Biz sorunu proleter sosyalizmi açısından tartışıyoruz. Bu unutuldu mu, sonuçta her şey karmakarışık hale gelir; taktik alanda, hiç mi doğru söylemedik, hiç mi doğru yapmadık, feveranı başlar.

TDKP, örneğin gençlik hareketine önem vermiş, içinde etkin bir şekilde yer almış ve önemli katkılarda bulunmuştur. Genel devrimci ölçüler içinde, bunu TDKP’nin bir başarısı saymak, onun olumluluk hanesine yazmak mümkündür. Fakat aynı TDKP’nin, bu işi, Türkiye işçi sınıfının sınıf partisini yaratma iddiasıyla yola çıktığı bir dönemde ve uzun bir süre işçi sınıfı hareketini bir yana bırakacak şekilde yaptığı düşünüldüğünde, bu aynı başarıyı TDKP’nin bir kusuru saymak da mümkündür.

Bir başka örnek, CHP’nin şahsında reformizme karşı tutumdur. Denilebilir ki, 12 Mart sonrası esen ve esintisi 12 Eylül günlerine kadar süren reformizm rüzgarına karşı açık, net ve kararlı bir tutum alanların başında TDKP geliyordu. TDKP, devrimci-demokratik hareketi ve yığınları reformizm konusunda sürekli uyardı; reformizmin faşizmin alternatifi değil, koltuk değneği olduğunu vurguladı. Fakat aynı TDKP’nin; yılların reformist ideoloji ve politikalarının yığınları faşizmin saldırıları karşısında örgütsüz ve dağınık bıraktığı, CHP Merkez Yönetimi’nin cuntanın işini kolaylaştırmak üzere kararlar alarak ihanetlerine yeni bir halka ekledikleri bir dönemde, 12 Eylül’ün hemen sonrasında, Ecevit’in demagojik girişim ve şovlarını ciddiye alması, onu “işçi-köylü ittifakı içinde yer almaya” çağırarak reformist hayaller yayması, proletaryanın(145)devrimci tutumunun değil, küçük-burjuvazinin teslimiyet eğiliminin ifadesiydi. Bu, TDKP’nin, reformizme karşı 12 Eylül öncesinde aldığı devrimci tavrın ideolojik-sınıfsal içeriğini tartışmalı kılıyor. Nitekim bu tartışma yapıldığında görülmektedir ki, gerek genel devrim kavrayışı, gerekse orta burjuvazi tahlili, bu istikrarsızlığın temel nedenidir. Üçüncü bir örnek olarak, daha önce başka vesilelerle sözü edilen devrimci-demokrasinin diğer güçleriyle birlik sorunu verilebilir.

Taktik sorunlarda doğru ve başarılı oluşun bu sınıfsal niteliği ve göreceliği teorisyenimizi pek ilgilendirmiyor. O her şeyi karmakarışık ediyor. Seçtiği ve kendince TDKP’nin taktik çizgisinin başarılı örnekleri olarak gördüğü çeşitli sorunları heyecanla tartışıyor. Biraz da eski görkemli günleri hatırlıyor olmanın verdiği bu heyecanla, ölçüsüz abartmalara, yer yer çarpıtmalara girişiyor. Bu, ona Aralık 1986 tarihli yazısında ifade ettiği bir takım gerçekleri bile unutturabiliyor. Fakat tüm bunlara rağmen bir sürü yanlış ve saçma şey yapıldığını da görmemezlikten gelemiyor. Dönüp bunun ideolojik-sınıfsal nedenlerini araştıracağına, seçmeci bir mantıkla ve ÇKP’nin “üç yanlış beş doğru” tekerlemeleri türünden, şu şu konularda doğru, şu şu konularda yanlıştık vb. açıklamalara girişiyor.

Z. Ekrem’in ele aldığı örnekleri yakından görelim. “Örgütümüz, bu dönemde (CHP hükümeti dönemi-H. F.) kitle mücadelesindeki durgunluğun geçici olduğunu, CHP reformizminin yoğunlaşan sivil faşist terörün ve sıkıyönetimin, derinleşen ekonomik ve siyasi kriz koşullarında, kitle mücadelelerinin tekrar yükselmesinin engellenemeyeceğini saptadı. Ve buna uygun bir taktik izledi... Sınıf mücadelesinin pratiği neyi gösterdi? Kısa bir durgunluktan sonra kitle mücadelesinin yükseldiğini...” (Broşür, s.32-33)

Z. Ekrem haklıdır; gelişmeler TDKP’nin tahmin ettiği gibi gerçekleşti. Fakat bunu, TDKP’nin taktik kavrayışının doğruluğuna bir kanıt göstermek tartışma götürür. Bir değerlendirmenin, sonuçları itibarıyla doğru çıkması, isabet kaydetmesi, her zaman onun temelindeki kavrayışın doğruluğuna kanıt olmaz. TDKP, aynı ekonomik kriz sürüyor mantığıyla, bir önceki bölümde ele aldığımız(146)değerlendirmeyi de (12 Eylül sonrası) yapmıştır. Ama gelişmeler çok başka türlü olmuştur. Sıkıyönetim ilan edildiğinde, “sıkıyönetim sökmeyecek” denmiş, gelişmeler bunu doğrulamıştı. 12 Eylül’den sonra ise, “cunta da sökmeyecek” denmiş, yığınların kısa sürede yeniden hareketleneceği vurgulanmış, ek olarak şunlar söylenmişti: “Hakim sınıfların kendi içlerindeki çatışmalar da son bulmayacak, krize bağlı olarak keskinleşecektir. Bugünkü birlik görünümü kısa sürede değişecek, parlamentoya yansıyan çelişmeler cunta ve ordu içinde sürecek, cunta içinde bölünmeler, çatışmalar yaratacaktır.” (Eylül 1980 tarihli Sekretarya Genelgesi, s.3-4)

Bütün bu kesinlemelerin tek dayanağı, ekonomik krizin sürüyor olmasıydı. Sıkıyönetim ilanı dönemindeki (1979 başı) mantık da esasında buydu. Z. Ekrem, Aralık 86 tarihli yazısında bu mantığı ne de güzel tanımlıyordu: “Partimiz yayınlarında çelişen görüşler olmakla birlikte, determinizm ya da kaba materyalizm açıkça savunamamakta (açıkça da savunulamaz ki!) birlikte, kitle mücadelesinin gelişim doğrultusu, izlenecek taktik hat saptanırken determinizm, kaba materyalizm hareket noktası oldu. Bu taktik planda yapılan hataların ana kaynaklarından biriydi. Ekonomik krizin gelişme doğrultusuyla kitle mücadelesinin gelişme doğrultusu arasında doğrudan bir bağ kurularak, kriz derinleştiği oranda kitle mücadelesinin yükseleceği, taktik hattımızı saptarken egemen anlayış oldu.”

Gerçek budur. Dolayısıyla, Z. Ekrem gelişmeler partimizi doğruladı diye gururlanırken haksızdır. Z. Ekrem Aralık ‘86’da da ileride değildi, ama hiç değilse ileriye bakıyordu. Kendisinden önde olanları görünce yüzünü geriye çevirdi, geriledi. Gerileyen, gericileşir de. Aralık ‘86 yazısı ile yeni broşür arasındaki fark bunun bir göstergesi ve kanıtı oluyor.

Z. Ekrem’in örneklerini izlemeyi sürdürüyoruz. “Başta DY olmak üzere, devrimci demokratik hareketler, revizyonizm ve reformizmden uzaklaşma sürecine girdi. Revizyonist-reformist cepheye karşı, omurgasını partimiz ve DY’nin oluşturduğu güçlü bir devrimci alternatif ortaya çıktı. (Başarılar tartışıldı mı, “alternatif’ olduğumuza dair şişiniyoruz; ama kusurlar tartışıldı mı dönüp “kuruluş yılları” edebiyatı yapıyoruz!) Yıllarca revizyonizmle kol kola yürü(147)yen Kurtuluş, 1980’e doğru yalpalamaya ve devrimci alternatife doğru yaklaşmaya başladı. 1980’de Dev-Sol partimizin ve DY’nin oluşturduğu platformda yer aldı.” (Broşür, s.33)

Bu birlik çabalarının işçi hareketi üzerinde egemenlik kurmuş reformist-revizyonist bloka karşı küçük-burjuva demokrasisinin kendi bloklaşması çabası olduğunu, dolayısıyla küçük-burjuva demokratik hareketi sosyalist işçi hareketinin yedeği haline getirme temel görev ve hedefi açısından bir önem taşımadığı gerçeğini burada geçiyoruz.

Sorumuz şu: Z. Ekrem’in iddiaları ne ölçüde gerçeği yansıtıyor? TDKP, Devrimci Yol ile devrimci bir çizgide ve devrimci bir alternatif olacak şekilde birleşebildi mi gerçekten? Diğer gruplar (Kurtuluş, Dev-Sol) da belirgin bir şekilde bu eğilime uydular mı?

Z. Ekrem, 1978 1 Mayıs’ında son anda gelişen eylem birliği ile söze başlıyor, 24 Aralık 1979 ve 29-30 Nisan 1980 eylemleri ile devam ediyor.

Biz ise, Haziran 1979 tarihli Parti Bayrağı ile başlıyoruz: “Devrimci Yol, saflarına bir sürü reformisti doldurmuş durumdadır. Devrimci Yol maskesi ardında hareket eden bu reformistler, ülkenin çeşitli yerlerinde faşizme, sıkıyönetime ve reformist CHP hükümetine karşı mücadeleyi başta zor olmak üzere her türlü yöntemle bastırmaya yeltenmektedirler. Ve kitlelerin direnişini söndürmeye, onları pasifize etmeye çalışmaktadırlar... Devrimci Yol ise, ‘bizden olsun çamurdan olsun’ hesabıyla epeyce yekûn tutan reformistleri, devrim kaçkınlarını saflarında barındırıyor, bunlara göz yumuyor... Devrimci Yol dergisinde çeşidi siyasi tespitlerde reformist etkiler giderek güçlenmektedir. Öyle ki o, son sayısında sancağa saygı ve sıkıyönetim komutanlarını halkın yanında mücadele etmeye çağıracak kadar ileri gidebilmektedir. Bu durum öylesine belirginleşmiştir ki, TİP’li revizyonistler dahi Devrimci Yol’u soldan eleştirerek parsa toplama hesabı yapıyor.” (Parti Bayrağı, sayı: 16, s.86)

Bu değerlendirme herhangi bir yerde değil, TDKP’nin aylık teorik organında, teorik içerikli ciddi bir yazıda yapılıyor. “1980’e doğru... devrimci alternatife yaklaşmaya başladığı” iddia edilen(148)Kurtuluş için ise şunlar söyleniyor aynı yazıda ve 1980’e yalnızca altı ay kala: “Mücadeleyi TKP’nin reformist platformuna çekmeye çalışan Kurtuluş’un Devrimci Yol’a karşı estirdiği sağcı rüzgar Devrimci Yol’u etkilemekte ve içindeki reformistlerin tasfiyesine engel olmaktadır.” (agd., s.87)

Ekim 1979’a geliyoruz. 1980’e iki ay var. Daha önce sözü edilen GMK Genelgesi’nden okuyoruz: “Önemli bir kitle gücüne sahip olan DY ve KSD hareketleriyle ittifakı sağlamaya ve güçlendirmeye çalışmalıyız... Bugün Devrimci Yol ile merkezi ittifaklar gerçekleşmiyor, ancak bölgeler planında mümkün oluyor... Kurtuluş ile bugün ancak birkaç bölgede ittifak yapabiliyoruz ve önderliği bugün buna kesin olarak karşı olmasına rağmen, Kurtuluş tabanında revizyonizmin etkisini kırdığımız oranda bu hareketle de daha geniş ittifaklar gerçekleşebilir.” (s.3, vurgular bize ait)

Devrimci Yol önderliğinin bilinen oportünizmi ve pragmatizminden dolayı ancak yerel düzeyde sınırlı eylem birlikleri var. Demek ki hiç de birlikte “omurgasını” oluşturduğumuz “güçlü” bir devrimci alternatif yok ortada.

Kronolojik olarak devam ediyoruz. 1980 yılı başlarında TDKP Kuruluş Kongresi sonrasındayız. Elimizde MK-Sekretaryası’nın genel grevle ilgili 4 No’lu genelgesi var. İkinci maddeden okuyoruz: “Revizyonistler, reformistler ve bunlarla birlikte hareket eden Devrimci Yol, Kurtuluş gibi orta yolcu akımlar kitleleri, gerçek kurtuluş yolu için mücadeleden caydırmak amacıyla, sahte anti-faşist, reformist platformlar oluşturmaya yeltenmektedirler... Revizyonistlerin, reformist sendika ağalarının ve bunların peşine takılan Devrimci Yol, Kurtuluş gibi küçük-burjuva akımların birlikte oluşturmaya çalıştıkları reformist blok, önüne görev olarak, artan faşist saldırılara karşı elde olanı korumayı koymuşlardır.” (s.5)

Z. Ekrem yıllar sonra hayal görüyor; “Lâkin, arşiv unutmuyor”! Z.Ekrem’in omurgasını TDKP ve Devrimci Yol’un oluşturduğu devrimci bloktan sözettiği dönem (1980) hakkında, belki de bizzat kendi kaleminden çıkmış arşiv belgeleri “revizyonistlerin, reformist sendika ağalarının ve bunların peşine takılmış D. Yol,(149)Kurtuluş gibi küçük-burjuva akımların birlikte oluşturmaya çalıştıkları reformist blok”tan sözediyorlar.

Nihayet MK-Yürütme Komitesi’nin 29-30 Nisan direnişini (1980) değerlendiren uzun yazısına geliyoruz. 1980 Haziran tarihli bu değerlendirmede, “orta yolcu gruplar”a, yılgınlıktan teslimiyete, direniş kırıcılığından revizyonizmin kuyrukçuluğuna, yöneltilmedik suçlama bırakılmıyor. Yalnızca bir paragrafını okuyoruz: “Son günlerde gittikçe daha fazla revizyonizmin peşi sıra mücadele etme ve mücadeleyi geri çekme tutumu izlemeye yönelen, buna, mücadele eden güçleri, dönemin ve mücadelenin sorunlarını doğru olarak çözümleyemediği, emekçi halka ve onun yükseltilmek için şartları elverişli olan mücadelesine değil, CHP reformizmine, gericiler arası çelişme ve çatışmalara bel bağladığı için başvurarak, örneğin gözünü cumhurbaşkanlığı seçimine diken orta yolculara ve özellikle Devrimci Yol’a karşı tutumumuzu gözden geçirmeliyiz. 1 Mayıs kutlamaları (29-30 Nisan Direnişi-H. F.) sırasında onların bu yönelimleri çok açık bir şekilde ortaya çıktı.” (s.10)

Kendine yakın gruplara karşı katı, sekter ve grupçu olan, fakat “orta yolcu” gruplara karşı alabildiğine esnek ve yumuşak davranabilen TDKP’nin MK-Yürütme Komitesi, 1980 Haziran’ında bu değerlendirmeyi yapıyor. Aynı organın mensubu teorisyenimiz, yıllar sonra aynı dönem için, “omurgasını partimiz ve Devrimci Yol’un oluşturduğu güçlü bir devrimci alternatiften söz edebiliyor. Yani düpedüz “uyduruyor”! Abartma olur ama, bu kadar da olmaz ki!

Teorisyenimizin sanrısı sürüyor: “1979, 1980 yıllarında işçi sınıfı hareketinin giderek öne çıktığı ve gelişen mücadeleye damgasını bastığı ve partimizin sınıfın mücadelelerine özel bir dikkat gösterip yakından izlediği, onu geliştirmeye çalıştığı yadsınabilir mi?” (s.33-34)

Bu cümlenin birinci bölümü, 1979-80’de işçi hareketinin öne çıktığı ve gelişen mücadeleye damgasını bastığı yadsınmaz. Yalnızca bu kadar da değil, işçi hareketinin bu dönemde, TDKP de içinde olmak üzere, tüm küçük-burjuva popülist akımları kendiliğinden kendine çektiği de yadsınamaz. Peki ya cümlenin ikinci bölümü? Yanıtını Yürütme Komitesi’nin MK II. Toplantısına (Eylül(150)1980) sunduğu rapordan okuyoruz: “Yüzbin işçi grevde biz bu grevlerin haberlerini bile toplayamıyoruz, sendikal mücadelede etkimiz yok denecek kadar sınırlı, işçi sınıfının grevleri erteleniyor, buna karşı pratikte tavrımız yok vb.“ (s.4)

Partinin işçi sınıfı içindeki gerçek durumu işte bu! TDKP sempatizanlarının kendi inisiyatifleriyle katıldıkları mücadeleleri (örneğin Tariş direnişi) “partimiz önderlik etti” biçiminde sunmak yazık ki katı gerçeği değiştirmiyor.

Bütün bu sanrıların ardından, bakın teorisyenimiz daha neler söylüyor: “12 Eylül ve sonuçları bazıları için tam bir şok oldu. Şoklar bazılarına bazı şeyleri unutturuyor. Hatırlatmak gerekiyor.” (s.34)

Doğru söze ne denir! İsteğe uyup, unutmayan arşiv belgeleriyle hatırlatmanın dışında!..

Ne var ki, “şok” dönemlerinde kusur yalnızca “unutmak” şeklinde ortaya çıkmıyor. Bu, biçimlerden yalnızca biridir. Bir ötekisi, olanlara “inanamamak”, eskinin o güzel, o tatlı, o heyecan verici hayal aleminden kopamamak şeklinde yaşanıyor. Karşılaşılan katı gerçekler böylelerine inanılası gelmiyor. Skandal taciri şaşkın bir adam (Yılmaz), bunun ne de güzel bir örneği! Bir diğeri bizzat Z. Ekrem’in kendisi. Teorisyen kişiliğin zenginliğini yansıtıyor olmalı; “unutmak” ve “inanmamak” birarada, iç içe yaşanıyor.

12 Eylül “şok’uyla birilerinin ayakları biraz olsun yere ermişti. Şimdi aradan zaman geçti, bu birileri yeniden gerçeklerden kopup göklere, bulutların üstüne yükseldiler; “şanlı TDKP’miz” ve “bütünlüklü çizgimiz”in o yüce katına. Onları yeniden yeryüzüne indirmek gerekiyor. Burada, bu yapılmaya çalışılıyor.

Z. Ekrem, TDKP’nin yalnızca taktik başarılarını değil, taktik hatalarını da ele alıyor: “12 Eylül’e kadar olan dönemde partimiz taktik sorunlarda hata yapmadı mı? Yaptı.”

Z. Ekrem, TDKP’nin taktik hatalarını değerlendiriyor: “Partimiz 12 Eylül’e kadar olan dönemde mücadelenin gelişeceğini ve geliştiğini saptadı; buna uygun bir taktik izlemesi doğruydu. Ancak partimiz bu mücadelenin eriştiği düzeyi abarttı. Daha doğrusu, kitlelerin mücadelesinin eriştiği düzeyi “geçiş dönemi” olarak değer(151)lendirmesi hataydı. İşçi sınıfının ve diğer emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyi ile, kitle mücadelesinin yöneldiği hedefler göz önüne alındığında bu iki sloganı, özellikle de “tekeller üzerinde denetim” sloganını atmamak gerekiyordu.” (Broşür, s.35)

Mücadelenin geliştiğini tespit etmek, fazla bir başarı sayılmaz. Bu en nihayet taktiğin genel çerçevesini verir. Fakat başarılı bir taktik için önemli olan, mücadelenin hızını, düzeyini ve kapsamını doğru saptayabilmektir. Taktik önderliğin gücü ve başarısı buradadır. Bir mücadele biçiminden ötekine, bir slogandan bir başka slogana, zamanında ve doğru bir şekilde geçebilmek, ancak hareketin hızını, düzeyini ve kapsamını doğru değerlendirmekle mümkündür. Bu doğru değerlendirilemedi mi, ya olayların ardından sürüklenilir, ya da “sol” bir tutumla kitlelerden kopulur.

TDKP’nin mücadelenin düzeyini abartması, onun subjektivizminin bir ifadesidir. Bu abartmacılık kendini birçok alanda göstermiştir. İradeci tutum ve davranışlar bu abartmacılıktan doğmuştur.

“Komünist partileri devrimci bir durumun varlığını gerektiren ve uygun olmayan bir zamanda kullanıldıkları takdirde, kapitalist örgütler sistemi içinde erimeyi savunan sloganlar haline gelen geçiş dönemine özgü sloganları (örneğin üretimin denetlenmesi sloganı) atmamalıdırlar” (Komintern Programı).

“Geçiş dönemi” değerlendirilmesini ve “tekeller üzerinde denetim” sloganını eleştirirken, teorisyenimizin işte asıl bu can alıcı noktayı vurgulaması gerekirdi. Oysa o bize hatanın kaynakları ve sonuçları üzerine hiçbir şey öğretmeyen bir doğru-yanlış ayrımı sunuyor: Mücadelenin yükseldiğini tespit etmek doğruydu; bunu “geçiş dönemi” olarak değerlendirmek yanlıştı!

Geçiş dönemi sloganlarıyla oynanmaz. TDKP, 12 Eylül öncesinde bu hafifliği göstermiştir. Tek başına bu bile, TDKP’nin taktik çizgisi konusunda çok şey anlatıyor. Z. Ekrem teorisyendir ama; gerek broşüründe, gerek Aralık yazısında “geçiş dönemi” tespiti ve “tekeller üzerinde denetim” temel taktik hatasının gerçek niteliğini ve kapsamını, hiçbir biçimde anlamadığını ortaya koyuyor. TDKP, 12 Eylül öncesinde bir “devrimci durum” tespiti yapmış değildi. Yalnızca, kitle mücadelesinin gelişim seyrinin ve diğer(152)koşulların oraya doğru yol aldığını söylüyordu. Sözü edilen “geçiş dönemi”, devrimci duruma geçiş anlamındaydı. Oysa marksist “geçiş dönemi” kavramı, devrimci durumun var olduğu ve burjuva devletine cepheden saldırmanın gündemde olduğu koşullardan, silahlı bir ayaklanmayla iktidarın ele geçirilişine geçişi anlatır. Üretimin denetlenmesi sorunu ve sloganının, tam da, işçi Sovyetlerinin ve topraklara el koyacak köylü komitelerinin kurulması, burjuvazinin silahsızlandırılması ve proletaryanın silahlandırılması sorunu ve sloganıyla birlikte gündeme getirilmesi de bundan dolayıdır. Devrimci durum tespitinin bile yapılmadığı koşullarda “geçiş dönemi” sloganlarının gündeme getirilmesi, hatanın vahametini artırıyor.

Elimizde Devrimin Sesi’nin Aralık 1983 tarihli 31. sayısı var. Teorisyen Yıldırım’ın bu sayıya yazdığı “Askeri Faşist Diktatörlük Yüzüne ‘Demokrasi’ Maskesi Taktı" başlıklı başyazıdan aktarıyoruz.

“Özal, fiyatların düşürülmesinin formülünü bilmiyorsa ona şunu söyleriz: İlk önce tüm fabrikalarda çıkan mallar işçilerin denetimine verilmeli, işçilerin ve çalışanların ücretleri ve maaşları yükseltilmeli. Fabrikalar işçilerin denetimine girdiğinde karaborsanın eline mal geçmesi önlenir. (Dönem 12 Eylül dönemi, fabrikalar işçilerin denetimine!) Ve bunun yanısıra işçiler ve çalışanlar için tüketim kooperatifleri kurulur, komprador burjuvaların karları ortadan kaldırıldığında (Dikkat! Kapitalizm sürüyor, ama kapitalistlerin kârları ortadan kaldırılıyor!) işçiler ve emekçiler kendi ürettikleri malları, kendi denetimleri altında en ucuz ve yaşamlarını düzeltebilecek şekilde satın alabilirler. O zaman piyasada fiyat yükselmesi diye bir şey söz konusu olamaz (Özal’a alternatif enflasyonu engelleme politikası!). İşçi ve emekçi tüketim kooperatiflerinin ucuz mal satması karşısında tüccarlar ve vurguncular ellerindeki malı hiç kimseye yüksek fiyatla satabilme olanağına sahip olamazlar. Bunlar üzerindeki vergiler daha da artırıldığında (ünlü fabian sosyalizmi!) ya dükkanlarını kapayıp giderler ya da kısa dönemde vurgunculukla çok kâr elde edip köşeyi dönme sevdalarından vazgeçerler (böylece de toplumsal barış ve sosyal refah sağlanmış olur herhalde!). Özal’ın böylesi bir programı uygulamasının imkanı yoktur. (Neden peki?) Çünkü o, ömrü boyunca kompradorlardan(153)aldığı yüksek maaşlarla onlara hizmet etmiş bir faşisttir. (Ecevit gibi bir sosyal-demokrat uygular herhalde!) (Devrimin Sesi, sayı:31, s.3)

İşte böyle! Biz bu bölümü, TDKP teorisyenlerinin üretimin denetlenmesinden ne anladıklarını ortaya koymak için aktardık. Fakat bu parça o kadar kapsamlıdır ki! Bir ucu ünlü İngiliz Fabian sosyalizminde, öteki ucu onun bir uygulama biçimi olan “İsveç sosyalizminde. Bir taraftan kapitalizm koşullarında kapitalist kâr yok ediliyor, öte yandan, enflasyon sorunu halledilip fiyat artışları tümden engelleniyor. Yanı sıra, vergilendirme yoluyla, sosyal refahın dağılım dengesi düzenleniyor. Bütün bunları teorisyen Yıldırım yazıyor ve Özal’a alternatif bir program olarak öneriyor. TDKP teorisyenleri, üretimin denetlenmesi adı altında, Fabian sosyalizminin teorisini ve propagandasını yapma durumuna düşebiliyorlar. Böylece de, Komintern Programı’nın “kapitalist örgütler sistemi içinde erime” dediği durumun iyi bir örneğini sunuyorlar bize.

Teorisyen Z. Ekrem’e dönüyoruz ve doğru yanlış cetvelinden bir başka örneğe geçiyoruz: “İşçi sınıfı açısından dönemin temel kitle örgütü biçimi olarak sendikaları almamız, grev komiteleri örgütlemeye çalışmamız, reformcu revizyonist sendikal akımlar, sendika ağaları ile aramıza net sınır çizgileri çekmeye çalışmamız ve sınıf sendikacılığını savunmamız doğruydu. DİSK’le Türk-İş’in aynı olduğunu, onların dağılma sürecine girdiklerini ileri sürmemiz, işçilere sendikaları terkedip DSM’de örgütlenme çağrıları yapmamız ve DSM’lerin alternatif sendikal örgütler olduğunu ileri sürmemiz hatalıydı.” (Broşür, s.36-37)

Z. Ekrem’in sözünü ettiği yanlışlar (’’hatalar”) öylesine yanlışlardır ki, yapılan doğruların hiçbir anlamı kalmıyor bunların yanında. İşçileri sendikaları terketmeye ve sözde sınıf sendikaları olan DSM’lerde toplanmaya çağırma yanlışının yanında, temel kitle örgütü biçimi olarak sendikaları alma doğrusunun içi boşalmaz mı? Bizimki, en az Alman “sol” komünistleri kadar vahim bir saçmalıktı. Üstelik bizim elimizde, Alman “sol”larından farklı olarak, yalnızca ‘‘Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı'’ gibi temel bir kılavuz değil, yanı sıra dünya işçi .sınıfının o günden bugüne(154)kadarki yeni tarihi tecrübeleri vardı. Üstelik bütün bu yanlışlar, teorisyenimizin pek övündüğü o ünlü Kongre Belgeleri'nde yapılmıştı.

Daha sonra MK’nın bu yanlışları eleştirmesi elbette olumlu bir adımdı. Fakat hatanın ne ölçüde kavrandığının en iyi göstergesi, teorisyen Yıldırım’ın bütün bir 12 Eylül dönemi boyunca “Yeni Biçimde Sendikalar Örgütleyelim” sloganıyla işçileri sözde sınıf sendikaları olan “işçi komitelerinde örgütlemeye çağırması, Türk-İş gibi büyük bir sendikal örgütü yok saymasıdır. (Bkz. Devrimin Sesi, sayı: 16, 17, 18, 19, 29, 31, 32, 33, 34 ve sonraki sayılar) Birçok sayısında, örneğin 29. sayısında, “her fabrikada ‘sendika komiteleri’ için ileri!” direktifini veren, sorunu hep pratik bir uygulama olarak ele alan Devrimin Sesi, 31. sayısında “sendika komitesi”nin bir propaganda sloganı olduğunu söyleyebiliyor. Fakat ardından sorunu yine bütünüyle pratik bir uygulama olarak ele alıyor. Örneğin iki sayı sonra: “Bugün sendikalar bizlerden çok uzaktalar. Faşist generaller ve kompradorlar bize sendika olarak Türk-İş’i sunuyorlar. Oysa bizler Türk-İş’in hainliğini, hiçbir zaman işçi sınıfının çıkarlarının savunucusu olamayacağını çok iyi biliyoruz... Bugün için yapmamız gereken, düşüncesi, ideolojisi, cinsiyeti, milliyeti ne olursa olsun hain patron uşaklarının dışındaki tüm işçiler olarak bir araya gelmek, kendi öz sendikalarımızı, işyeri sendika komitelerimizi yaratmak... olmalıdır.” (Devrimin Sesi, sayı:33, s.6, Mart 1984)

Hayat DSM’leri iflas ettirmişti. TDKP-MK, bu saçmalığı eleştirmek durumunda kaldı. Fakat hatanın hiç kavranmadığının en iyi göstergesi, yukarıdaki satırlardır. Şunu da eklemek gerekir ki, Yıldırım, sendikal örgütlenme alanındaki bu en “sol” taktiğe, mücadele programı olarak en bayağısından bir ekonomizmi temel yapmıştır. (Örnek için, Devrimin Sesi, sayı:37, s.4’e bakılabilir.)

Z. Ekrem devam ediyor: “Sınıf içindeki çalışmada bir başka hatamız, işçi kooperatifleri karşısında kayıtsız kalınmasıydı.” (s.37) Öteki teorisyenimiz Yıldırım’ın, bu sorunu, Özal’a alternatif olarak sunduğu program önerisinde, Olaf Palme ekonomi nişanını hak edecek kadar kapsamlı bir çerçevede ele alıp çözdüğünü görmüş(155)bulunuyoruz.

Z. Ekrem’in doğru-yanlış cetveli başka örneklerle sürüyor. Fakat biz bunları atlıyor, özel önem taşıyan son bir tanesini ele almakla yetiniyoruz: 12 Eylül darbesini önceden görememek!

TDKP teorisyeni Aralık yazısında faşist askeri darbeyi önceden görememeyi “siyasal miyopluk” olarak tanımlamıştı. “Siyasal körlük” deseydi, herhalde gerçeği daha doğru tanımlamış olurdu. Aynı hata üzerine broşüründe şunlar yazılı: “12 Eylül öncesi partimizin yaptığı en önemli hatalardan biri, askeri darbeyi önceden görememesi, buna bağlı olarak da partiyi, kitleleri darbeye ve darbeyle birlikte başlayacak saldırı kampanyasına hazırlayamamasıdır.” (s.38)

Ağır ve acı sonuçlar yaratmış bu türden hataların, yıllar sonra nedenleri tartışılır. Hatalardan sonuçlar çıkarmak, faturası ağır, benzer hataları gelecekte tekrarlamamak, sınıfa ve yığınlara güven vermek bununla mümkündür. Oysa teorisyenimiz nedenlerden çok sonuçları tartışıyor, acılı pratiğin herkesin gözleri önüne kendiliğinden ve yıllar öncesinden serdiği sonuçları.

Z. Ekrem’in saydığı birinci neden, “partimizin tezlerini geliştiren yoldaşların da, pratik-örgütsel faaliyet içine çekilmesi ve onların da günlük, kısır faaliyet içinde boğulması”dır. Burada, kendiliğindenciliğin, olayların ardından sürüklenmenin itirafı vardır; ve hiç kuşkusuz, bu önemli bir nedendir. Fakat sorun bu kadarla geçiştirilmeli miydi? Z. Ekrem bunu yapmakla kalmıyor, tam bir hafiflik örneği olarak ve yukardaki biricik nedeni de boşa çıkaracak tarzda, şunları yazıyor: “Marksist-leninistler kahin değildir ve marksist-leninist yöntem kendi başına günlük basının izlenmesi çerçevesinde askeri darbenin hangi gün yapılacağının bilinmesini sağlayamaz.” (s.38)

Elbette askeri darbenin 1980 yılının Eylül ayının 12. günü yapılacağını öğrenmenin, ordu üst kademeleri içinde istihbarata sahip olmaktan başka bir yolu yoktu! Z.Ekrem öylesine bir ciddiyetsizlik ve hafiflik içindedir ki, faşist bir askeri darbe beklemek gibi genel siyasal bir sorunu, “darbenin hangi gün yapılacağının bilinmesi” gibi, bütünüyle özel teknik bir sorunla karıştırabiliyor. Belki de çapsız ve yeteneksiz önderlerimizi mazur göstermek için(156)bunu kasten yapıyor.

1980 Türkiye’sinde askeri darbe beklemek, bunu ciddi bir ihtimal olarak hesaba katmak için ne “kahin” olmak, ne de marksist-leninist olmak gerekiyordu. Türkiye’de yaşamak, genel siyasal olayları izlemek ve tabii biraz da ayakları yere basıyor olmak yeterliydi bunun için.

12 Eylül askeri darbesinin ekonomik ve siyasi, ulusal ve uluslararası nedenleri bir bütün oluşturmaktadır. Sınıflar mücadelesinin gelişim seyrini bu bütünlük içinde izleyen ve olayların bilgisine hakim olan bir marksist önderlik, Türkiye’nin o günkü koşullarında, sermaye sınıfının son silahı ve sömürü düzeninin sadık bekçisi ordunun bütün olanaklarıyla devreye sokulmasının bir zorunluluk olduğunu düşünmekte çok güçlük çekmezdi.

Ekonomik ve siyasi, ulusal ve uluslararası etkenleri bir bütünlük içinde değerlendiremeyen çeşitli burjuva-reformist ya da küçük-burjuva ilerici şahsiyetler bile, 12 Eylül’den çok önce bir askeri darbe ihtimali üzerinde konuşabilmişlerdir. Korkut Boratav politikacı değil, ilerici politik eğilime sahip bir iktisatçıdır yalnızca. Daha 1979 yazında Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir röportajında, o gün İMF tarafından hazırlanan ve Ecevit hükümetine dayatılan “Ekonomik İstikrar Tedbirleri”ni kastederek, bu tedbirler yalnızca ve yalnızca bir askeri rejim koşullarında uygulanabilir, demişti. Bilindiği gibi, bu tedbirler, Ecevit hükümeti döneminde değil, Demirel hükümeti döneminde ve 24 Ocak Kararları olarak uygulamaya sokulmuştu. Bunun hemen ardından Ecevit gibi bir gerici politikacı bile, bu parlamenter rejimin sonudur, bu Latin Amerika modelidir, bu tedbirler askeri rejimi gerekli kılar, diye bas bas bağırmıştı. Kuşkusuz bunlar olayların yalnızca ekonomik boyutlarıdır. Oysa 12 Eylül, ekonomik etkenlerin çok ötesinde, bir dizi ulusal ve uluslararası temel etkenin bir ürünüdür. Dolayısıyla da askeri darbeyi muhtemel bir gelişme olarak öngörmek için birçok neden vardı. Yürütme Komitesi’nin, “Dünyadaki Durum ve Ülkemizdeki Yansımaları” başlığı ile hazırladığı ve 12 Eylül’den yalnızca bir kaç gün önce yapılan Merkez Komitesi toplantısına sunulan rapor, bu etkenlerin bir çoğunu isabetle tespit ediyor. Fakat tam(157)bir siyasal körlükle bundan çıkarılması gereken sonuçları çıkaramıyor. Bu raporda bir çok şey öngörülüyor, ama bir askeri darbe, uzak bir ihtimal olarak bile öngörülmüyor. Askeri bir darbenin, güncel bir sorun olarak, sokaktaki vatandaşın bile diline düştüğü bir dönemde üstelik.

YK Raporu yazıyor: “ABD bloku içinde yer alan, İran Devrimi ve Afganistan’ın işgalinden sonra önemi daha da artan Türkiye’de son aylarda emperyalist planlar hızlı bir biçimde hayata geçirildi... Ayrıca ABD, Orta Doğu’daki gerici planlarının uygulanmasında Türkiye’yi kullanmaktadır... Uşaklarına bütün isteklerini kabul ettiren ABD’nin önünde bir engel var. Bütün bu anlaşma ve planların hayata geçmesi ancak işçi sınıfı ve emekçi halkımızın faşist diktatörlüğe karşı verdiği mücadelenin bastırılmasıyla mümkündür. Ve bugün, ABD, ülkemizdeki sınıf mücadelesinin basıtırılmasıyla her zamankinden daha fazla ilgileniyor, gerici planların, taktiklerin hazırlanmasına bizzat katılıyor... Dünya gericiliğinin devrime ve halka karşı uygulamalarının ‘zengin’ deneylerine sahip ABD ülkemizde halkın mücadelesinin bastırılması için uşaklarıyla ortak çalışıyor.” (s.l)

Buraya kadarki gözlemler, çok isabetli ve yerinde gözlemlerdir. Fakat bunlardan çıkarılan sonuç ve öngörülen gelişmeler neler? Asıl önemli olan budur, önderlik yeteneği asıl bu alanda gösterilebilmeliydi. TDKP önderliği işte tam da bu alanda bütün yeteneksizliğini ve basiretsizliğini ortaya koyuyor. Zaman zaman yaptığı isabetli gözlemlerden küçük sonuçlar çıkarmakla maluldür, bu önderlik. Z. Ekrem şimdilerde bu özelliğin yeni örneklerini veriyor.

YK Raporu’ndan izliyoruz: “CİA, MİT, Genelkurmay ve Hükümetin birlikte hazırladığı, ordu, polis, sivil faşist çeteler, burjuva basını ve TRT’nin koordineli bir biçimde kullanıldığı ve bütün güçlerin tek merkezden yönetildiği yeni taktiğin birinci unsuru, devrimcilerin etkinliğinde bulunan ve faşist diktatörlüğe karşı mücadele merkezleri haline gelen şehir, mahalle, köylere toptan saldırmak halkı katletmek ve sindirmektir. Çorum, Fatsa ve Pertek’te yapılan budur... Taktiğin ikinci hedefi anti-faşist mücadele potansiyeli taşıyan CHP’li kitlelerin sindirilmesidir... Taktiğin üçüncü(158) parçası, MHP’nin bir alternatif olarak öne sürülmesidir.” (s.2, vurgular bizim)

Daha önceki isabetli gözlemlerden, TDKP yönetiminin çıkardığı sonuçlar işte bunlar. Siyasal gelişmeler, yalnızca birkaç gün sonra, bu belge daha yayınlanmadan bu sonuçları boşa çıkarmıştır. TDKP yönetimi düzenin sorunlarını, sermayenin ihtiyaçlarını, emperyalizmin bölgedeki taktik çıkarlarını ve stratejik hedeflerini küçümsemiş, bir bakıma gözden kaçırmıştır. ABD’nin “zengin” deneylerinden sözetmiştir, fakat bu deneyleri hiç anlamadığını, onları çok küçümsediğini de ortaya koymuştur. Devrimci-demokratik örgütler karşısında bile acze düşen, ancak resmi kuvvetlere yedeklik edebilen ve 1980 Türkiye’sinde, siyasal açıdan “astarı yüzünden pahalıya gelen” faşist MHP, karşı-devrim için “alternatif’ çözüm olarak düşünülebilmiştir. Böyle bir alternatifin bir şey çözmek bir yana, yalnızca kutuplaşmayı artıracağı ve çatışmayı derinleştireceği, örneğin Çorum’da olduğu gibi yığınların silahlı direnişlerine yol açacağı görülememiştir. Fatsa’daki muhbir olayı gibi bazı sıradan göstergelerden “büyük sonuçlar çıkarılmış, MHP’nin alternatif olarak öne çıkarıldığı keşfedilmiştir. Oysa MHP alternatifi, Türkiye’nin o günkü koşullarında sermaye sınıfı için bir macera, ağır bir fatura olmaz mıydı? TDKP önderliği, emperyalizmin ve sermaye sınıfının bilincini, yüzyıllardan kök alan tecrübesini küçümsemiştir. MHP nasıl alternatif olabilirdi? 12 Eylül öncesinde defalarca ordu müdahalesine çağrı çıkaran, kanlı terörüyle bunun önünü açmaya çalışan bizzat MHP değil miydi? MHP’nin orduya müdahale çağrısı, sınıf mücadelesinin o günkü koşullarında, sermaye düzeninin ihtiyaçları bakımından askeri darbenin bir zorunluluk olduğunu görebildiğini ortaya koyuyor. Bu, MHP yönetiminin TDKP yönetiminden daha gerçekçi olduğunu gösteriyor.

TDKP önderliği, devrimci mücadeleyi abartmış, ama tersinden, bu mücadelenin düzen için yarattığı sorunları küçümsemiştir. Sermayenin gerçek ihtiyaçlarını olduğu kadar, mücadelenin önünü kesmedeki güç ve olanaklarını, yanı sıra, bilinç ve tecrübelerini gereğince değerlendirememiştir. Başka durumlarda ekonomik etkeni aşırı abartmış, ama somut ve güncel bir ekonomik politika olan(159)24 Ocak Kararları'nın siyasal sonuçlarını değerlendirememiş, onu sıradan bir IMF reçetesi sanmıştır. Benzer tedbirlerin sonuçları konusunda ulusal ve uluslararası tecrübeyi gözden kaçırmıştır. Emperyalizmin bölgedeki ve ülkedeki çıkarlarına, ülkedeki sınıf mücadelesine ilgisini görmüş, fakat bu ilginin kapsamını ve sonuçlarını küçümsemiştir. Kısacası, TDKP yönetimi, sınıf mücadelesinin yasalarına ve olayların bilgisine hakim olamamanın ve ulusal dar görüşlülük içinde olmanın bir sonucu olarak, askeri darbeyi önceden görememiştir. Buna, “yardımların kesilmesinden korkup askeri müdahaleye cesaret edemezler” türü çarpık önyargılardan, “ordu geniş yığınlar nezdinde teşhir olmuştur, bir askeri müdahale destek bulamaz” subjektivizmine kadar başka bazı yan etkenler eklenebilir.

TDKP Sekretaryası, darbeden sonra yayınladığı 9 sayfalık değerlendirmesinde, “çıkar yol” AP-MHP koalisyonuydu, bunun için erken seçim gerekiyordu, erken seçim kararı alınamayınca, geriye tek çare olan askeri müdahale kaldı, diyor ve ekliyor: “Darbeyi kaçınılmaz kılan şartlar çok kısa bir sürede oluşmuş”tur. (s.2)

Bu değerlendirme, darbeyi önceden göremeyenlerin, onu sonradan da anlayamadıklarını; sorunu, iç politikanın, o gün yalnızca görünürde önem taşıyan bazı etkenlerinin bir sonucu olarak ele aldıklarını gösteriyor.

Sonrası mı? Sonrası şu: Darbeyi önceden öngöremeyenler, darbenin ardından onu hazırlayan gerçek koşulları anlayamayanlar; bir önceki alt başlık altında ayrıntılı olarak tartıştığımız gibi, darbenin ardından da ekonomik krizin sürüyor olmasından kalkarak mücadelenin kısa zamanda yeniden yükseleceğini ve cuntanın bölünüp parçalanacağını iddia ettiler. Böylece darbenin muhtemel sonuçlarını da doğru değerlendiremediler. Yani darbe öncesinde darbeye karşı partiyi ve kitleleri hazırlamayanlar, darbe sonrasında da. bu kez yaydıkları dayanaksız hayallerle partiyi ve kitleleri karşı- devrim karşısında savunmasız bıraktılar. Böyleleri önder değil, ardçı bile olamazlar. Olamadıklarını fazlasıyla gösterdiler. TDKP teorisyeni işte böyle bir önderliği, onun önderlik çizgisini ve bu çizginin ürünü ve ifadesi taktikleri savunmaya çalışıyor. Savunamadığı yerlerde ise, hatayı hafifletmeye, mazur göstermeye çalışıyor.(160)

TDKP’nin taktik çizgisini tartışan ve savunan Z. Ekrem, taktik çizginin temel sorunlarından biri olan, legal mücadele biçim ve yöntemleriyle illegal mücadele biçim ve yöntemlerini doğru bir temelde ve başarıyla birleştirebilme sorununa hiç değinmiyor. TDKP, bu alanda, illegal sendikalar türünden “sol” keskinlik ile parti örgütlenmesinde legalizm türünden sağ hataları iç içe ve bir arada yaşamış, başarısızlık ve beceriksizlik örneği olmuştur.

Z. Ekrem taktik sorunlara ayırdığı bölümün devamında, Nisan 1981 sonrasının bazı sorunlarını tartışıyor ve yumuşak ve dikkatli bir üslupla (örneğin; “bu bir gerçektir ve yadsınmaya kalkılmamalıdır” türünden yakarmalarla) güya üçlü MK’yı eleştiriyor.

Yargısını, “Geçmiş irdelenirken, sorun ileriye mi geriye mi gittiğimiz sorunu değildir. Nisan darbesinden sonra elbette olumlu adımlar atıldı. Sorun partimizin potansiyeline uygun bir ilerleme sağlayıp, sağlayamadığıdır” (s.49) şeklinde veriyor. Böylece yıllardır süren tasfiye, yıkım, yozlaşma, içten içe çürüme ve bugün artık sınıf mücadelesinin dışına düşme sürecini, bu sürecin şahsında üçlü MK’yı, ve tabii teorisyen dostu Yıldırım’ı, aklıyor.


Yüklə 0,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə