İman küFÜr siniri tekfir meselesi


II EHL-İ SÜNNETTE TEKFİR



Yüklə 1,23 Mb.
səhifə4/21
tarix19.10.2018
ölçüsü1,23 Mb.
#74978
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   21

II




EHL-İ SÜNNETTE TEKFİR

.Ehl-i sünnette tekfir başlığı altında inceleyeceği­miz konular kitabımızın esasını teşkil etmektedir. Zi­ra hangi çeşit inanış, düşünce, söz ve hareketin mü'-min bir kişiyi iman dairesinin dışına çıkardığı ve küf­re düşürdüğü konusu çok ehemmiyetli ve dikkat iste­yen bir konudur. Ayrıca bir kişinin ne çeşit bir inanç,. söz veya davranış sebebiyle tekfir edildiği ortaya ko­nulmadan, böyle bir şahsa ait hükümleri uygulamak da mümkün olmamaktadır. Küfre düşme (irtidat) ha­disesi ortaya konulmalı ki, bu hadiseye terettüp eden hükümler tatbik edilebilsin. Yahut bu şahsın sahip olduğu kanaat, söylediği söz veya yaptığı hareket küf­rü icap ettircniyorsa, kâfire uygulanacak hükümlerin ona da tatbikine engel olunabilsin.

Müslüman olduğu bilinen birini kâfir saymak, çok güç ve nazik bir meseledir. Çünkü bir şahsı tek­fir etmek onun dünyada bazı haklardan mahrumiye­tine sebep olmaktır. İleride temas edeceğimiz gibi tek­fir ettiğimiz şahsın tevbe ederek tekrar müslüman ol­maması halinde onu öldürmek gerekecektir. Yani ya­şama hakkından mahrum olacaktır. Öldüğünde ce­naze namazı lalınmayacak* müslüman mezarlığına gömülmeyecektir. Meseledeki güçlük ve nezaket bu­radan doğmaktadır. Ayrıca kelâmcılar meseleyi çö­zümlemek için genel kaideler ortaya koymuşlar, ne­lerin kişiyi küfre düşürdüğü konusunda teferruata girmemişlerdir. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise münferit vak'alarda verilen fetvaları zikretmişler, konuyu sistemli şekilde ortaya koyamamışlardır. Fıkıh -kitaplarının mürtedlerle ilgili bölümleri incelenecek olursa, konunun belli bir sistemle işlenmediği görü­lecektir.

Biz ise konuyu üç ana başlıkta inceleyeceğiz. İlk kısımda küfre giren bâtıl akide ve düşünce; ikinci kı­sımda kişiyi tekfire sebep olan sözler (elfâz-ı küfr); son kısımda da küfre giren belli başlı hareketler (ef-âl-i küfr) incelenecektir. 164




A- Küfrü Gerektiren Bâtıl Akide




1. Tevil

Kişinin sahip olduğu inançların küfrü gerektirip, gerektirmediği mevzuu te'viî ile yakından alâkalıdır. Belli bir konuda çeşitli mezheplerin ve mensuplarının sahip olduğu akideler, bu konudaki âyet ve hadislerin ya zahiri mânâlarda ele alınması veya değişik şekil­lerde yorumlanmalarından (te'vil edilmelerinden) ileri gelmektedir. O halde te'vil nedir?, Meşru mudur?, Te'vile lüzum var mıdır?, varsa hangi konularda te'­vil yapılabilir?, Te'vil yapan kişide aranan özellikler nelerdir? sorularına açıklık kazandırmak gerekecek­tir. Çünkü her şahıs ve mezhep inancını bir nassa da­yandırmakta, dayandırdığı nassın zahirine uymakta veya onu tevilde tuttuğu yolun haklılığına inanmak­tadır.



a) îbn Teymiyye'nin (y, 728/1328) de dediği gibi kelâmcıların ve fıkıhçıların müteahhirinine göre te­vil; lâfzın konulduğu zahirî mânâsından uygun bir delil ile ihtimali olan bir başka mânâya yöneltilme-sidir.165 Bu tarife göre, mânâsı kat'iyyetîe bilinemeyen

müteşâbih âyet ve hadislerin zahirî mânâlarının ter-kedilerek muhtemel olan başka manâlarda yorumlan­masına te'vil denilmektedir.



b) Müteşâbih âyet ve hadîslerin yahut mahiye­ti bilinemeyen hususların te'vüinin mümkün olup ol­madığı bir başka ifadeyle te'vilin meşru bir hareket kabul edilip edilmeyeceği selef ile halefin ihtilâf etti­ği bir konudur. Selefe göre müteşâbihâtı te'vil imkân­sızdır. Allah Teâlâ Kur'an'da 166müteşâbih lâfızların te­vilini ancak kendisinin bildiğini belirtmiştir. Bu du­rumda insanların te'vil yapmakla değil, müteşâbih lâfızlara kayıtsız şartsız iman etmekle mükellef oldu­ğunu iddia eden Selefiyye'ye karşılık, Kur'an'm an­laşılmak için indirildiğini söyleyen Halefiyye te'vilin meşru olduğu kanaatındadır. Bu kanaata varırken se­lefin delil kabul ettiği âyete dayanan halef aynı âyeti, «Onun (kitabın) te'vUini ancak Allah ve ilimde derin­leşenler bilir.» şeklinde anlamışlardır. Görülüyor ki, her iki tez aynı âyeti Ehl-i sünnet dairesindeki iki top­luluğun yorumundan kaynaklanmaktadır.

c) Te'vile lüzum var mıdır? mevzuu da selefle halef arasında ihtilâfa sebep olmuştur. Selef şâriin maksadını anlamak imkânsız olduğundan te'vilin ge­reksizliğine inanır. Halef ise aklen te'vilin gereğine inanır.

İmam el-Mâturidî (v. 333/944) şeriata muhalif ol­mayan noktalarda aklın hükmünü esas kabul eder. Fakat şeriata muhalif düşerse elbette şeriatın hük­müne boyun eğmek gerekeceğini söyler. İşte bu yol yani nasslardan yardım istemekle beraber aklî dü­şüncenin şart oluşu hususu onun Kur'an'ı tefsir konusundaki önderidir. Bunun içindir ki, Kur'ân'ı tef­sir ederken müteşâbih âyetleri muhkem âyetlere ham­letmekte ve böylece müteşâbihleri muhkemlerin dela­letiyle te'viî etmektedir.167

Nazari mevzularda te'vile en çok yönelen mez­hep Mu'tezile olmuştur. Eş'arüer de bazı konularda te'viî yolunu tutmuşlardır. Meselâ «amellerin terazi ile tartılması»168 hakkındaki nasslan te'viî eden İmam eî-Eş'a-rî (v.324/936) «Ameller değil, amellerin yazıldığı kâğıtlar tartılacak ve Allah bu kâğıtlar üzerinde amel­lerin derecesine ve miktarına göre ağırlık yaratacak­tır.» demiştir. Mu'teziîe ise terazinin kendisini te'viî ederek «Terazi, herkese amelinin miktarının bildiril­mesinden ibarettir.» demiştir'.169

İmam el-Gazzâli (v. 505/1111) de aklın imkânsız olarak gördüğü meselelerde varit olan nasslan te'viî etmenin gereğine inanır. Çünkü nassm akla uygun ol­mayan hükümler ihtiva etmesi düşünülemez. 170

Müteahhir selef ulemasından İbn Teymiyye (v. 729/1328) ise reddolunan ve kötülenen te'vilin, sözün zahiri mânâsından, zahirine muhalif bir başka mâ­nâya aktarılması şeklindeki te'viî olduğunu söyler.171

Rumeli kazaskerlerinden Kemâleddîn el-Beyâzî (v. 1098/1687) ise Ehl-i sünnetin hem akla, hem de diğer nakli delillere kat'iyyetle zıt gibi görünen nass­lan zarurî olarak te'viî yoluna gittiğini kaydederek, Allah'ın hüccetleri arasında zıtlık ve çelişkinin bulun­madığım zikreder.172

Te'vile aklen zaruret vardır. Kur'an ve hadîslerde zahirleri itibarıyla birbirleriyle çelişkili görünen nass-lar vardır. Allahı yaratıklarına benzetmeye götüren lâfızlar bulunmaktadır. Bu lâfızlarda zahiren görü-, len çelişkinin te'viî yoluyla uzlaştırılmasına duyulan ihtiyaç ortadadır, Te'vîlin gereğine inanan Ebû Zeh­ra şöyie der: «Kur'an'da geçen eli kudret ve nimet, yüzü zât, hadîste geçen dünya semasına inmeyi he­sabın yaklaşması veya Allah'ın kullarına yakın olma­sı mânâsında tefsir ve te'vü etmek doğru olur. Nite­kim kelâm âlimlerinden fukaha ve muhaddislerden pek çoğu böyle yapmıştır. Bu tip bir davranış onların keyfiyetini bilememekten, harfi harfine zahirî mânâ vermekten daha uygundur. Meselâ; «Allanın eli var­dır. Fakat biz onu bilemeyiz. O el mahlûkatmki gibi değildir.» demek ve bu tip bir anlayışta olmak, işi, ne­reden nereye gideceğini kestiremediğimiz meçhuller âlemine aktarmaktır.»173

Selef görüşünün kuvvetli ve çilekeş müdafilerin-den ve te'viî yapmaktan en uzak kalmış bir zât olan Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) bile Allah'ın insanlara yakın ve onlarla beraber olduğunu ifade eden âyetle­ri «ilm» ile te'viî etmeye mecbur kalmıştır. Aynı şe­kilde İmam es-Sevrî (v. 161/778) de «Nerede olursanız o sizinle beraberdir»174âyetindeki «maiyyeti», «onun ilmi» diye te'vil etmiştir.175



d) Te'villn gerekli olduğu ortaya çıkınca, hangi hususlarda teVil yapılacağı sorusuna cevap aranmış­tır. Ehl-i sünnet muhkem lâfızlarda te'vilin imkânsız olduğu, ancak müteşâbihatın te'vil edilebileceği ka-naatmdadır.176

îman ile küfür arasındaki sınırı tesbit gayesiyle kaleme aldığı Faysalu't-Tefrika isimli eserinde te'viî konusunda geniş yer ayıran îmam el-Gazzâli (v. 505/ 1111), Hz. Peygamberin mevcudiyetini haber verd'gi şeylerin beş kısma ayrıldığını, bu sebeple ResülüUahm sözlerini bu beş varlık derecesinden biri şeklinde an­layan ve te'vil eden kimsenin şeriatın tasdikçisi oldu­ğunu kaydeder. Ona göre tekzîb, Besûlüllahın sözle­rini bu beş mânânın dışında te'vil etmek demektir. 177O, varlığın beş mertebesinden gafil planların, ken­dilerine muhalif olan mezhep mensuplarını tekzibçi olarak gördüklerini söyleyerek, varlık dereceleri ve te'vilden misalleri hakkında bilgi verir. Ona göre var­lığın beş mertebesi ve misalleri şöyledir:178



1- Zatî varlık: Hissin ve aklın dışında sabit olan hakiki varlıktır. His ve akıl bu varlığın bir sure­tini alır ve zihindeki bu surete idrâk denir. Bu varlık derecesi o kadar açık ve sarihtir ki, olduğu gibi an­laşılır ve. te'vil edilmez. Mutlak varlık budur.

2- Hissi varlık : Sadece duyu organları için var olan, varlığı onu hisseden duyu organına mahsus olan, hâriçte aynî ve maddi bir varlığı bulunmayan var­lıktır. Uyuyan kimsenin, hatta uyanık fakat hasta olan birinin gördüğü bazı şeyler varlığın bu sınıfına girer. Meselâ Resûl-i Ekrem, «Ölüm ala bir koç şek­lînde kıyamet günü getirilir ve cennetle cehennem arasında boğazlanır.»179 buyurmuştur. «Ölüm bir araz­dır.» veya «Ölüm bir arazın olmayışıdır.», «Arazın ci­sim haline çevrilmesi imkânsızdır, buna güç yetmez -gibi bir sonuca delil ile ulaşanlar, bu hadîsi şöyle te'­vil edeceklerdir: «Kıyamette toplanan insanlar koçu görecekler ve onun ölüm olduğuna inanacaklardır. Bu koç dış âlemde değil, sadece onların hislerinde mev­cut olacaktır. Bu hal âhirette ölümün varlığından ke­sin olarak ümit kesme konusunda yakînî bir bilginin meydana gelmesini sağlayacaktır. Şu halde boğazla­nan koç değil, kendisinden ümit kesilen şey, yani ölümdür.»

3- Hayâlı varlık:Duyu organları ile görmek­te olduğumuz varlıklar, gözümüzden kayboldukları zaman zihnimizde onların birer formları kalır ki, bu­na hayal denir. Gözümüz kapalı iken bir filin veya atın suretini zihinde canlandırabiliriz. Fil veya at gö-rülüyornv-iş gibi zihinde meydana getirilen bu suret dimağda mevcut isede dış âlemde yoktur. Buna mi­sâl olarak Resûlüllahm şu hadîsi verilebilir: «Ben Yû­nus b. Mettâ'ya- bakıyor gibiyim. Hz. Yûnus'un üze­rinde Katvân mamulü iki aba olduğu halde telbiye ediyor ve dağlar ona cevap veriyordu. Allah Teâlâ ise ona: Lebbeyk yâ Yûnus» diyordu.».. 180 Bu hadis Hz. Peygamberin hayalinde temessül eden bir suretin temsil yolu ile ifade edilmesidir. Çünkü Yûnus (a.s.)'-in bu halde oluşu peygamberin varlığından çok evvel idi. Resülüllah hayatta iken böyle bir şey mevcut de­ğil idi. Bu sebeple hadisi «Uyuyan bir kimsenin rü­yasında muhtelif suretler görmesi gibi, bu hâdise mü­şahede ediyormuş gibi Resûlüllahm hissine temessül etmiştir.» şeklinde te'vil mümkündür.

4- Aklî varlık: Belli bir şeyin bir ruhu, bir ha­kikati ve bir de mânâsı bulunur. Akıl bu şeyin dış âlemdeki varlığını, his ve hayaldeki suretini nazar-ı itibâre almadan mücerred mânâ cihetini kavrar. Me­selâ «el» denilince, elin hissi ve hayâli bir sureti var­dır. Ayrıca bir de mânâsı vardır ki, bu onun hakika­tidir. Bu mânâ «elin tutma gücü»dür. Aklî mânâda el işte bu «tutma kuvveti» dir. Peygamber Efendimiz bir hadîslerinde; «Günahları sebebiyle cehenneme girip de oradan çıkanlara, cennette bu dünyanın on misli büyüklüğünde bir yer verilir.»181 buyurmuştur. Bu ha­dîsten anlaşılan zahiri mânâ bu yerin yüzölçümü iti­barıyla dünyadan on misli büyük olmasıdır. Bu ise hissi ve hayâli bir farktır. Bu hadisi görenler «cennet dünyanın on mislini nasıl içine alabilir?" diye hayre­te düşerler. Halbuki bu hadîs te'vil edüecek olursa; «Burada bahis konusu edilen fark manevîdir, aklîdir. Hissi ve hayâli değildir. Meselâ «bu çınar çekirdeği şu çınar ağacından bir kaç misli büyüktür.» denilince, bununla çekirdekteki istidat kastedilir. Bu; çekir­değin his ve hayal ile idrak edilen saha itibarıyla bü­yüklüğü değil, akılla idrak edilen büyüklüğünü ifa­de eder.» denilir.

5- Şibhî varlık: Bu bir şeyin sureti ve hakika­ti ile hâriçte, histe, hayalde ve akılda bizatihi mevcut olmaması demektir. Fakat bir şey başka bir varlığa

Tekflrin Ölçüsü ve Sının / 129

Özelliği veya. sıfatı ile benzerse buna şibhî varlık de­nilir. Allah Teâlâ hakkında varit olan ğadab, şevk, ferah, sabır vb. gibi şeylerin te'viîi bu dereceye girer. Meselâ ğadabın mahiyeti, neticede sükûnet bulmak ve ferahlamak için kalpteki kanın galeyan etmesidir. Bu ise elem ve eksiklik mânâsına gelir. Delil ile gada-bın hissi, hayalî ve aklî bir şekilde Allah Teâlâ'ya, nis-bet edilemeyeceği sonucuna varanlar, gadabı, ğada­bın meydana getirdiği neticeleri meydana getiren başka bir sıfat şeklinde anlamışlar, böylece ğadabı «ceza vermeyi irade etme» yani irade sıfatına irca et­mişlerdir. Aslında irade ile ğadab arasında hiçbir münasebet yoktur. Fakat ğadab ile irade haiz bulun­dukları sıfatlardan bazıları bakımından birbirine ya­kın oldukları gibi «elem verme» gibi bir sonuç mey­dana getirmeleri itibarıyla da yekdiğerine benzemek­tedirler:

Te'vil yapılması mümkün olan dereceleri ve mi­sallerini bu şekilde sıraladıktan sonra, te'vil kanun­larına riayet eden te'vilcilerin tekfirini sakıncalı bul­duğunu söyleyen el-Gazzâlî Cv. 505/1111), mezhebi ne olursa olsun bütün İslâm müctehidlerinin zarurî ola­rak te'vile başvurdukları ortada iken te'vil yapanla­rın tekfir edilmesinin caiz olmayacağını savunmuş­tur. Zira Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) bile ts'vile mecbur kalmıştır.182 Yine el-Gazzâli'y© göre, bir kişi nassların zahirî mânâlarına tutunmakta ne kadar ile­ri giderse gitsin yine de te'vil yapmak mecburiyetin­dedir. Zahirî mânâsı akılla bağdaşmayan şeyi te'vil etmeyen ve cehaletin bu derecesine düşen akılla alâ­kasını kesmişti.183



e) Akıl ile nakil arasında ilk nazarda sathî bir zıddiyetin ve uyuşmazlığın mevcut olduğu görülür. Bu durum karşısında bazı kimseler yalnız akıl tara­fına düşüncelerini hasretmişlerdir. -Diğer bazıları ise tam aksine bütün dikkatlerini nakil yönüne teksif et­mişlerdir. Bu arada akıl ile naklin arasını telif etmek isteyenler de olmuştur. Bunların da bir kısmı aklı esas alarak nakli ona tabi kılmış, bazıları ise tam ter­sine nakli esas alarak aklı nakle tabi kılmış, diğer ba­zıları ise akıl ile ayrı ayrı birer esas olarak ele almış, akıl ile naklin yekdiğerine tahakküm etmelerine ma­hal olmadığını üeri sürmüş ve ortalama bir yol takip etmiştir. Bu son grubu hakiki mânâda te'vüci olarak gören el-Gazzâlî bu gruba şu üç şeyi tavsiye eder:

1- Her noktada din ile aklı telif etme gücüne sahip olduğuna hiç bir kimse kani olmamalıdır. «Si­ze ilimden az bir şey verildi.»184 âyetini düşünmelidir.

2- Aklî delillere kat'iyyen yalan dememelidir. Çünkü aklın tekzib edilmesi dinin doğruluğunu ispat etme gibi bahislerde de nakli tekzib etme neticesini doğurur. Bu ise bir yalancı ile bir şahidin doğru söy­lediğini ispat etmeye teşebbüs gibi bir şeydir. Zira dîni ilimleri beyân ve tafsil ederken şeriat şahittir. Akü ise onu tezkiye eden durumundadır.

3- Te'vil ihtimalleri bir değü, birkaç olabÜir ve bu ihtimaller arasında bir çelişki bulunabilir. Bu tak­dirde bu ihtimallerden birini tercih etmekten çekin­mek gerekir. Çünkü zan ve tahmine dayanarak Al-lahm ve Resulünün muradı şudur, diye kestirip at­mak tehlikeli bir harekettir.185

İbn Teymiyye (v. 728/1328) de te'vil yapan kişinin iki şeyle mükellef olduğunu kaydeder:



1- Te'vil "ettiği mânâya sözün ihtimalinin bulu­nup bulunmadığım açıklamak,

2- Zahiri mânâdan dönerek, sözü bir başka mâ­nâya sarfetmeyi gerektiren delili ortaya koymak. 186

f) Te'vil kanunlarım gözeterek, te'vil câri olan hususlarda te'vil yapan kimselerin tekfir edilemeye-ceği görüşü cumhurun kabul ettiği bir görüştür.187

Zahiri ulemasından İbn Hazm (v. 456/1064) Ehl-i İslâmdan olup ta te'vil yapan kimselerin delilini bu­lamadığı ve gerçeği öğrenemediği için te'vilinde hata yapması durumunda mâzûr olacağını, hakkı arzula-yıp isabet edemediği için bir ecir, isabet ederse iki ecir alacağını söylemiş,188 Kur'ân ve hadisten, yaptığı te'vile zıt olan bir delil ile karşılaştığında fikrinden vazgeçmeyen te'vücinin de küfre düştüğünü kaydet­miş tir".189

Nassların zahiri mânâları apaçık anlaş.üıyorken, Bâtınüerin yaptıkları gibi, te'vilci olarak ortaya çı­kıp, mütevatir nasslara muhalefet etmek, lisan kai­delerine uygun düşmeyen te'viller yapmak, zarûrât-ı dîniyeyi te'vtl etmek, onların batini mânâları olduğu­nu söylemek küfre meyletmek kabul edümiştir. Çün­kü böyle bir davranış Resûl-i Ekrem'i yalanlamak demektir.190 Zira bâtınîler şeriatın esaslarını te'vü etmiş­lerdir. Meselâ namazın mânâsının imamlarına sevgi, haccın imamı ziyaret ve imama hizmet, orucun ye­mekten kesilmek değil, imamın sırrını ifşa etmemek, zinanın ahd ve mîsaksız olarak sırrı ifşa etmek oldu­ğu iddiasındadırlar. «Yakın (ölüm) gelinceye kadar rabbına ibadet et»191 âyetindeki «yakîn» kelimesini te'-viîi bilmek mânâsına almışlar, ibadetlerin te'vüdeki mânâsını öğrenince ibadete lüzum kalmayacağı fikri­ne varmışlardır.192

Te'vü hakkında bilgi verdiğimiz bu kısmı kapat­madan îmam el-Gazzâli'nin (v. 505/1111) Ehl-i Islâmın te'vilcileri hakkında ileri sürdüğü dikkate değer şu görüşünü de zikredelim : «Filozofların dışında kalan Mu'tezile, Müşebbihe ve diğer fırka mensupları te'vil-lerinde hata etmişlerdir. Onların bu te'villeri ictihâd mesabesindedir. Onun için elden geldiği kadar bun­ları tekfir etmekten kaçınmalıdır. Çünkü bu mezhep­lerde Hz. Peygamberi tekzib söz konusu değildir.» '193

İtikâdi mevzularda te'vilin yerine temas ettikten sonra artık hangi bâtıl akidenin küfre girdiğini ince­leyebiliriz. 194


Yüklə 1,23 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   21




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə