Istanbul Üniversitesi Matbaası


BİLGİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə3/29
tarix02.06.2018
ölçüsü1,58 Mb.
#47135
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   29

BİLGİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Tarih boyunca insanoğlu sağlığı ve hastalığıyla ilgili olarak kendisi ve çevresi arasındaki ilişkiyi sorgulamış ve yorumlamıştır. Teknik imkânların olmadığı eski çağlarda sorular ve cevapları insanın duyularıyla ve edindiği tecrübelerle sınırlıydı. Tarafsız gözle yapılmayan tespitlere gözlem denemezdi. Yaşam sırasında edinilen tecrübeler değerlendirilerek varsayımlar üretiliyor, sonra da bu varsayımlar ile doğa olayları açıklanmaya çalışılıyordu. Yetkili ağızlardan alınan bilgiler şüpheyi ortadan kaldırıyor, otoritelerin söyleyip yazdıkları kanıta ve ispata gerek duydurmuyordu. Önceden kabul edilen varsayımlar ve kuramlar tecrübeyle edinilen bilginin felsefeye dönüşmesine yol açmaktaydı. Varsayımlara doğruluğundan şüphe etmeden inanılması ancak merakın doğmasıyla gerçeği öğrenmek için araştırma yaparak önlenebilirdi.

Çevresinde bulunan bitki, hayvan ve madenleri tanımaya ve adlandırmaya başlayan insanlar bunlardan bir kısmının hayat için olmazsa olmaz olduğunun farkındaydı. Eski çağlarda maddenin kaynağını ve oluşumunu merak eden insanoğlu en gerekli bulduklarını temel unsurlar olarak değerlendirdiler. Hava nefes demekti; su hayatın kaynağıydı; toprak bitkileri ve hayvanları besliyordu; güneş (ateş) ısıtarak yaşamı canlı tutuyordu.

Evrende birbirini bütünleyen bir takım karşıtlıkların da farkında olan ilk çağın insanları, gece-gündüz, kadın-erkek, sıcak-soğuk gibi zıtlıklar-karşıtlıklar üzerine nazariyeler kurdular. Örneği, Hindistan’dan Budist felsefenin, kuzeyden Konfiçyusculuğun ve güneyden Taoculuğun etkisi altında kalan Çin uygarlığı tıp felsefesini Taoculuk üzerine inşa etmişti. Bu felsefeye göre, evrenin yüce ruhu Tao’nun tezahürü yin ve yang ile gerçekleşir. Tüm evren, canlı ve cansız varlıklar iki zıt hayatî güç olan yin ve yang ilkelerinden meydana gelir. Birbirini tamamlayarak bir bütün teşkil eden bu iki güç birlikte hayat enerjisi tchi’yi oluşturur. Evrenin ana ilkesi olduğu düşünülen ve “yol” anlamına gelen Tao, yang ve ying arasındaki uygun oranı tayin eder. Bu tabii oranı değiştiren her şey kötüdür. Doğru yaşayış, dikkatlice Tao’yu izlemekle olur. Buna göre yin (Türklerde kararığ), ayı, toprağı/yeri, dişiliği/dişiyi, yumuşaklığı/yumuşağı, sükûneti, karanlığı, soğukluğu, alçaklığı/alçağı, zayıflığı, ağırlığı, olumsuzu temsil eder. Ying (Türklerde yaruk), göğü, güneşi, erkekliği/erkeği, sertliği/katıyı, hareketliliği, aydınlığı, sıcaklığı, yüksekliği/yükseği, hafifliği, olumluyu temsil eder. Yin ve yang’in birbiriyle değişik oranlarda ilişkisi de tabiatın beş ana unsurunu meydana getirir (toprak, ateş, su, maden, odun/ağaç). Bütün varlıklar bu beş unsurdan oluşur. Doğadaki bu unsurlar birbiriyle ya uyum içindedir ya da uyumsuzdur. Örneği, su ateşin zıddıdır.


ANATOMİ ve FİZYOLOJİ BİLGİLERİ - BEDENİN YAPISI ve UZUVLARIN İŞLEYİŞİ

Eski uygarlıkların bir kısmında, bedenin anatomisinden ve organların gerçek yapısından önemli olan, onlara yüklenen nitelikler ve etkileriydi. Örneği, soluğun kesilmesinin ölümle sonuçlandığını ve soluk alıp vermenin canlılık demek olduğunu değerlendiren eski Mısır hekimleri solunumu hayatın temel unsuru olarak kabul etti. Burundan ve kulaklardan giren hayat rüzgârı başta bulunan damarlara geçer, kalbi çalıştırarak canlılığı temin ederdi. Damar yollarının merkezi kalp idi. Kalbin, aklın ve duyuların da merkezi olduğu var sayılırdı. Heyecan sinir sistemini etkilediğinde en çok kalbin atımlarında hissedilirdi. Çeşitli vücut sıvılarının (gözyaşı, balgam, idrar vs.) kaynağı da kalpti. İnsanın sevap ve günahları da kalpte yazılı olduğundan, ölümden sonra dirildiğinde bedenin bozulmadan korunması amacıyla mumyalanan ölü bedenlerin kalpleri ayrı bir kavanozda muhafaza edilirdi. Binlerce yıl süregelen bu gelenek sayesinde, mumyaları inceleyenler Eski Mısır’da yaşayan insanların ne gibi hastalıklardan muzdarip olduklarını keşfedilebilmektedir. Yine bu sayede Mısırlılar çok sayıda anatomi sözcüğü ortaya koymuştur. Ancak, binlerce ceset açılmış olmasına karşılık anatomi bilgisi ilerlememişti. Çünkü ölüyü açanlar hekim değildi ve ölü açma işlemi bilgi edinme amacıyla yapılmamıştı. Mısır’da anatomi bilgisi ancak M.Ö. III yüzyılda İskenderiye tıp okulunda gelişecekti.

İlk Çağ’dan itibaren gelişen Çin düşüncesine göre, insan bedeni evrenin yansıması, hatta küçük bir benzeri olup beşli sınıflamaya tabidir. Bedende beş temel uzuv ( akciğer, kalp, karaciğer, dalak ve böbrek) ve beş yardımcı uzuv (mide, safra kesesi, ince bağırsak, kalın bağırsak ve mesane) bulunur. Bedenin beş yapı unsuru vardır (kemikler, adaleler, kan damarları, sinirler, tüyler). Bedeni oluşturan uzuvlar da birbiriyle uyumlu ya da uyumsuzdur. Örneği, suyun bedende karşılığı olduğu düşünülen böbreklerin kalp ile uyuşmadığı düşünülür. Çin tıbbında uzuvların yapısı değil, işlevi önemlidir. Tıp bilgisi yin-yang düşüncesi çerçevesinde akıl yürütmeye ve varsayıma dayanır. Çin tıbbına göre, insan bedeninde bazı uzuvlar yin, bazıları yang’dır. Alınan soluğun içinde bulunan yang temel uzuvlara, yin ise yardımcı uzuvlara dağıtılır. Yang, karaciğer, kalp, akciğer, böbrek ve dalakta; yin, mide, safra kesesi, ince ve kalın bağırsaklarda ve mesanede bulunur. Bedenin çeşitli kısımları da yin ve yang özelliğine sahiptir. Örneği, insanın sağ tarafı yin, sol tarafı yang özelliğini taşır. Vücudun işleyişi, yani fizyolojisi de buna göre sınıflanır. Örneği, kasılma-gevşeme, soluk alma-verme yin ve yang zıt güçleri ile açıklanır. Eski Çin tıbbı binlerce yıl değişmeden günümüze kadar uygulana gelmiştir.

Eski Yunan tıbbında ise ruh kavramı önemli bir yer tutardı. Örneği Alkmaion’a göre (M.Ö. – 450) dış uyarılar beş duyu organı aracılığıyla beyinde bulunduğunu varsaydığı ruha ulaşır, düşünceyi ve duyguları yönetir. Hayvanlar üzerine yaptığı anatomi çalışmalarıyla görme sinirini; ve ileride keşfin atfedileceği Eustachi’nin adı verilen kanalı tespit etmişti. Sıcak, soğuk, nemli, kuru nitelikleri olduğu varsayılan vücut sıvılarının dengede olmasının sağlığa, birinin azalıp çoğalmasının ise hastalığa işaret ettiği düşüncesi Hipokrat’ın tıp nazariyesini etkileyecekti. Hıltlar ya da unsurlar nazariyesi adı verilen bu görüşe göre; kan kalpte, sarı safra karaciğerde, kara safra dalakta, balgam beyinde bulunurdu. Bilgi edinme amacıyla yapılan anatomi çalışmaları hayvanlar üzerinde yürütülmüş ve 16’ıncı yüzyılda Vesalius durumun farkına varana dek insan anatomisi hayvan anatomisi bulguları ile tanımlanabilmişti. Aristotales’in (M.Ö. 384-322) omurgalı ve omurgasız hayvanların anatomisi üzerine yazdıkları onun mukayeseli anatominin kurucusu olarak tanınmasını sağladı. Embriyoloji konusunda da önemli bazı tanımlamalar yaptı. Platon’un öğrencisi olan Aristotales’in kendinden sonra gelen hekimlere, özellikle İslâm dönemi yazarlarına yoğun etkisi oldu.

M.Ö. III yüzyılda İskenderiye tıp mektebinde çalışan hekimler ölü açarak gözledikleri insan anatomisine ve fizyolojisine ait yeni bilgiler edindiler. İskenderiye’de kısa bir süre için ilk defa insan anatomisi üzerine çalışmalar yapıldı ve belki de ilk defa ölüler bilgi edinme amacıyla düzenli bir şekilde kesilip açıldı (disseksiyon). Burada, anatominin kurucusu kabul edilen Herophilos (M.Ö. 335-280) insan anatomisine ait birçok yeni tanım yaptı ve yeni tespitlerde bulundu. Örneği, atar ve toplardamarları birbirinden ayırdı; nabzın kalp atımlarıyla ilişkisini tespit etti; hareket ve duyu sinirlerini ayırdı ve beynin aklın merkezi olduğunu bildirdi; gözün damar tabakasını ve görme sinirini tarif etti; onikiparmak bağırsağını vd. tanımladı ve isimlendirdi. Beyin kanallarının birleştiği bölgeye verilen Tortucular Herophili (Herophilos Sarnıcı) terimi beynin kanallarını inceleyen Herophilos’un adını taşımaktadır.

Fizyoloji deneyleri ile ünlü olan ve fizyolojinin kurucusu kabul edilen Erasistratos’un (M.Ö. 304-250) da insan ve hayvanlar üzerinde anatomi araştırmaları vardır. Örneği, beyin ile beyinciği ayırmıştı. Erasistratos’un bedende dolaşan ruh (pneuma) varsayımı Roma döneminde Galen’in kan dolaşımı nazariyesine temel oluşturacak ve Harvey’in büyük kan dolaşımını bulduğu 17’inci yüz yıla kadar tıp dünyasınca benimsenecekti. Bu görüşe göre, solunumla havadan alınan ruh önce akciğerlere yayılır, sonra kalbin sol karıncığına giderek hayati ruha, sonra da beyinde hayvani ruha dönüşür. Yüz yıllar sonra Celsus (M.Ö. 10-M.S. 50), canlı insan ve hayvan üzerinde de anatomi ve fizyoloji çalışmaları yapan Herophilos ve Erasistratos’u şöyle savunuyordu: “Canlı iken kesilmiş bu insanlar kralın emriyle hapishaneden getirilmiş suçlular olup henüz nefes alırken doğanın gizlediği organları gözlemek mümkün olmuştu. Bazı insanların suçluların ölüm cezalarının infazını zalimce nitelendirmelerine karşılık diyebiliriz ki bu kişiler sayesinde gelecekteki masum insanların dertlerine çare bulunabilecektir”. (Günümüzde mahkûmlar üzerinde tıp araştırmalarının yapılması, özgür iradelerini kullanamayacak durumda ve baskı altında olmalarından ötürü yasaklanmıştır.)

Roma döneminin en ünlü hekimi Bergamalı Galen (Calinos, M.S. 129-200) anatomi ve fizyoloji çalışmaları sırasında önemli buluşlar yapmıştı. Örneği, nervus laringeus recurrens’i bulmuş ve gırtlak kıkırdaklarının hareketini denetlediğini belirlemiş; konuşma merkezinin eskiden sanıldığı gibi göğüste olmayıp beyinde bulunduğunu bildirmiş; yedi kafa sinirini tanımlamış; omuriliği hasarlarının meydana geldiği omurun seviyesine göre ne gibi arazlara yol açtığını anlatmış; atar damarların hava değil, kan taşıdığını göstererek dört yüz yıllık bir yanlışı düzeltmiş; idrarın böbreklerde meydana geldiğini; ve solunumda göğüs kaslarının işlevini açıklamıştı. Hipokrat’ın unsurlar nazariyesi ile Erasistratos’un ruhlar (pneuma) nazariyesinden yararlanan Galen’in oluşturduğu tıbbi görüşler 1400 yıl boyunca hiç şüphe uyandırmadan kabul gördü. Avrupa ve İslâm tıbbını yoğun olarak etkileyen Galen’in doğruları kadar yanlışları da kendinden sonraki hekimler tarafından tartışmasız benimsenecekti. Örneği, kan dolaşımı ve kalbin yapısı ile ilgili yanlış bilgileri çok sonraları İbnü’n Nefis, Vesalius ve Harvey düzeltebilecekti. Tıp tarihinde Galen kadar çok ve uzun süre yetkili/otorite kabul edilen bir başka hekime rastlanmaz.
NEDEN HASTA OLUNUR?

Bir takım rahatsızlıklar, örneği yaralanmalar ve sebepleri gözle görülebiliyor, fakat örneği bayılma gibi bazı rahatsızlıklarda neyin nasıl olduğu anlaşılamıyordu. Dahili rahatsızlıklarda ve akıl hastalıklarında sebep-sonuç ilişkisini kurmakta ve kavramakta güçlük çeken eski uygarlıkların hekimleri bu gibi hastalıklara sebep arayıp durmuştu. Hastalıklar önceleri doğaüstü güçlere atfedildi. Hastalık nedenleri, dolayısıyla tedavisi binlerce yıl boyunca hastanın bedeni dışında başka yerlerde aranmıştı. Daha sonra hastalıkların nedenlerini mantık yoluyla çözmeye çalışan filozof hekimler çeşitli varsayımlar ürettiler. Akıl yürütmeyle sınırlı kalan tıp teorilerinin değişmesi için tıp bilgisinin deneye dayalı bilim çalışmalarıyla elde edilmesi gerekecekti.


Doğa Üstü Güçlerin Etkileri

Kötü ruhların ve tanrıların hastalık verdiği ya da hastalığın bir günahın cezası olduğu inancı tarih öncesinde olduğu gibi yüksek uygarlıklarda da kabul görmüştü. Örneği, Mezopotamyalılar görünmeyen kötü ruhların insanın vücuduna girerek hastalık yapabildiğine ya da düşman birinin yaptığı bir büyünün hastalığa neden olduğuna inanırdı. Mezopotamya’da belirli ruhların/şeytanların belli hastalıklara sebep olduklarına inanılırdı. Onların bu görüşleri, hastalıkları nasıl ayırt edip sınıfladıklarını da bize gösterir. Örneği, Nergal salgın hastalıklara, Tî’u başağrısına, Namtaru boğaz hastalıklarına; güçlü kötü ruhların hizmet ettiği yer tanrıçası Ishtar korkunç hastalıklara sebep olurdu. Ishtar aynı zamanda bulaşıcı hastalıkların tanrıçasıydı. Tanrılar emirlerine karşı gelinmesine ya da ihtiyaçlarının ihmal edilmesine kızardı.



Resim No 1: Mezopotamya’da hastalık şeytanı Pazuzu’nun heykeli (MÖ 1000-500)

Kusurlu bir davranış sonucunda günah işlemiş sayılan kişi tanrılarca hastalandırılarak cezalandırılırdı. Günahların affedilmesi ve sağlığın korunması için tanrılara adaklar sunulurdu. Hastalık hastanın kendisinin olduğu kadar ailesinin ya da klânın işlediği bir günaha da bağlanabilirdi. Bu suçlar nelerdi? Kanallara tükürmek ve işemek, hasta birinin tabağından yemek, gereksiz yere hastayı ellemek, pis suya ayak sokmak, aybaşı olan bir kadını tutmak, anneyi kıza, kızı anneye kışkırtmak, tartmada hile, zina vs. Bu suçlar gerçekten de anlamlıdır. Örneği, bazı hastalıkların bulaştığı hissedilmiş, ancak hastalıkların gerçek nedenleri bilinmediğinden bunlar birer günahın cezası olarak tanımlanmıştı. Aile ve toplum düzenini bozan hile, dedikodu gibi davranış kusurları da bu şekilde önlenmeye çalışılmış; hastalık ruhlarının korkup kaçması için ürkütücü ruhların küçük heykelcikleri yapılarak koruyucu tedbirler alınmıştı.

Eski Mısır uygarlığı tanrılar, canlılar ve ölülerden oluşmuştu. Mısırlılar hastalığı ve ölümü tabii olaylar olarak görmeyip, kötü bir kuvvetin etkisiyle olduğuna inanırdı. Hayvan şeklindeki tanrılar çeşitli hastalıkların sembolü olmuştu. Hastalık verici etkileri olduğuna inanılan tanrılardan aslan başlı tanrıça Sekhmet veba salgınlarının sebebiydi. Karanlıklar tanrısı Seth kötülüğü yaratmış ve hastalığı yaymıştı. Hikâyeye göre Seth’in gözyaşlarının değdiği bitkiler zehirli olmuş, teri öldürücü yılan ve akrep zehrine dönüşmüştü. Eski Mısır’da her şehrin bir hayvan başı ile temsil edilen bir tanrı ya da tanrıçası vardı ve onlar da hasta olurdu. Örneği, Ra göz hastalığına, Horus baş ağrısına yakalanırdı. Tanrılar arasındaki aile kavgaları insanın başına gelen birçok talihsizliğin sebebi olarak kabul edilirdi. Tanrıların şifa verici etkileri olduğuna da inanılırdı.

Resim No 2: Sağlığın bekçisi şahin başlı tanrı Horus’un gözü (MÖ 600)
Tıp bilgilerini yerli halkın geleneklerinin yanı sıra Mezopotamya’dan devralan Hititler de doğaüstü güçlerin hastalık sebebi olduğuna inanırdı. Tanrılara ibadeti ihmal etmenin ve günah işlemenin yanı sıra kara büyü de hastalığa sebep olabilirdi. Hasta dua ederek hastalığına sebep olan günahını öğrenebilmek için tanrıların rüyasına girmesini ve kendisini bilgilendirmelerini dilerdi. Hastalık veren tanrılar olduğu gibi, insanları hastalıktan koruyan tanrılar da vardı. Bazı tanrıların ise göz ve kulak gibi uzuvların tanrısı olduğuna inanılır ve dolayısıyla birtakım hastalıklar tanrıların adıyla anılırdı.

Eski Hint uygarlığında hastalık daha önceki hayatta işlenmiş bir günahın sonucu olarak değerlendirilirdi. Bu inanca göre insanın iyi ve kötü hareketlerinin tamamı “karma” sını oluşturur. Ölümden sonra ruhun bir başka bedene göçtüğüne (transmigrasyon) inanan Hintlilerin bir başka bedende yeniden dirilme (reenkarnasyon) inancı, insanın her bir hayatındaki davranışlarının toplamı ile karma’ larının onları “Nirvana” ya ulaştırana, yani evrenin ruhu Brahma ile birleşene kadar tekrar tekrar dünyaya gelindiği düşüncesine dayanıyordu. Hastalık, şeytanların hâkim olması ya da tanrıların gücü ile de açıklanırdı. Örneği, Shiva hastalık yapardı.

Eski Yunanistan’da hayat tanrılarla iç içeydi. Hastalığın olağanüstü sebeplere dayandığına inanılır ve tanrılardan medet umulurdu. Birçok tanrının şifa verme, ya da hasta etme gücü olduğuna inanılır ve onlara tapılırdı. Örneği, tanrı Apollon hem şifa verir, hem de okları ile salgın hastalıklar yollayarak insanları hastalıkla cezalandırırdı. Artemis, Hera ve Aphrodite doğum tanrıçalarıydı. Yarı at, yarı insan şeklindeki efsanevi Kentauros Khiron’dan hekimliği öğrenen tıp tanrısı Asklepios yılan sarılı bir asayı elinde tutar şekilde temsil edilirdi. Yine efsaneye göre, Asklepios’un bütün hastalıkları tedavi ettiği, hatta ölüleri bile dirilttiği haberine kızan tanrıların tanrısı Zeus Asklepios’u cezalandırmış ve bir yıldırımla onu öldürmüştü. Askalabos yılan anlamında olup şifa verici gücün temsilcisiydi ve Asklepios adı altında kişileştirilmişti. Asklepios’un çocukları da tıpla uğraşan tanrı ve tanrıçalar olarak tanınırdı. Örneği, oğulları Machaon cerrahların temsilcisi; Podaleiros iyileşmeyeni iyileştiren; Telesphoros, iyileşme döneminin nekâhat tanrısıydı. Kızları Hygieia halkın sağlığı ile ilgilendiğinden sağlığın simgesi olmuş (hijyen kelimesi buradan gelir); Panacea, otlarda bulunan şifa verici kuvvetlerin tanrıçası olduğundan tarih boyunca panzehir anlamında kullanılmıştı. Roma döneminde de tanrıların hastalıklara yol açtığı inancı sürdürüldü.

Resim No 3: Yılanlı asası ile Yunan sağlık tanrısı Asklepios

Vücuttaki Kanalların Tıkanması Sonucunda Hastalığın Oluşması

Doğaüstü güçlerin hastalık sebebi olduğu inancının yanı sıra, bir yandan da hastalık sebeplerini insan bedeninin kendisinde arayan düşünceler gelişmekteydi. Örneği, eski Mısırlılar Nil nehrinin alüvyonlu topraklarının sulanmasında kanalların öneminin farkına varmış; kanallar tıkandığında ekinlerin nasıl zarar gördüğünü yaşayarak öğrenmişti. Nil nehrinin aktığı kanallardan etkilenen Mısırlılar bir benzetme yaparak insan bedenini hava, kan, besin, idrar, ter, gözyaşı, balgam, gaita, sperma nakleden kanallar sistemi olarak ele aldılar. Böylece hastalık, “normal dolaşımda bir tıkanma veya taşma” olarak da açıklandı. Kalın bağırsaklarda biriken zararlı maddelerin (vehedu) kana karışarak çeşitli hastalıklara sebep olduğu düşünülürdü. Eski Hint tıbbında da bedendeki kanallarda (shorata) düzensizliğin hastalık yaptığı düşüncesi vardı.

İskenderiye tıp okulunda bir yandan hıltlar nazariyesi hüküm sürerken; örneği Herophilos gibi ünlü bazı hekimler Hipokrat ekolüne bağlıyken, bazıları da, örneği Erasistratos unsurlar varsayımını reddediyordu. Ona göre hastalık kanın fazlalığından bir yerde toplanarak organları tıkamasından meydana gelmekteydi.
Hastalık Nedeni Olarak Unsurların - İlkelerin Dengesizliği

Bugün herkesin öneminin farkında olduğu, kan basıncının düşük ya da yüksek olmasının, kanda şeker, yağ, protein vs. oranının azlığı ya da çokluğunun, hormonların dengesinin, metabolizmanın önemi ve daha pek çok tıp bilgisi edinilmemişti, ama vücutta bir şeylerin bazen azaldığı/eksildiği, bazen de çoğaldığı/arttığı, bir yerde dengenin bozulduğu düşüncesi hep vardı. İlk çağın insanları göremediklerini, ölçüp biçemediklerini, tartamadıklarını farz etmeye başladılar. Hastalıkların sonuçlarını görüyor, onlara nedenler arıyorlardı...

“Denge” konusu eski uygarlıklarda en önemli bir sağlık ilkesiydi. Unsurların dengesinin bozulmasıyla vücut fonksiyonları bozulur ve kişi hastalanırdı. Eski Çin, Hint ve Yunan tıp görüşleri unsurların dengesi üzerine kurulmuştu. Çin ve Hint tıbbı Mezopotamya üzerinden Yunan ve sonra da İslâm tıp nazariyesini etkileyecekti.

Eski Çin tıbbında iki zıt hayati unsur olan yin ve yang ‘ın birlikte hayat enerjisi tchi’yi oluşturduğu düşünüldüğünden yang ve ying arasındaki tabii oranı değiştiren her şeyin kötü olduğu varsayılırdı. Bu görüşe göre, uzuvlardaki yin ve yang oranı dengede olduğunda kişi sağlıklı olur, bozulduğunda ise hastalık ortaya çıkar. Eski Hint tıbbında ise, bedende bulunduğu var sayılan beş unsurun dengesinin bozulması hastalık nedeni sayılırdı. Fakat eski Hint felsefesi de evren bilgisi (kozmoloji) ile iç içedir. Evrenin yasalarıyla dünya yaşamı arasında bir uyum olduğu ve evrende tüm canlı ve cansızların beş temel unsurdan (mahabuta) oluştuğu varsayılır. Hava, su, toprak, ateş ve boşluk (akaşa) olarak nitelenen beş temel unsur insan hayatını ve bedenin işleyişini etkiler. İnsanın ilişkide bulunduğu her şey bedende bulunan bu unsurları da etkileyeceğinden kişinin dengesini bozabilecektir. İnsanlar çevrenin, mevsimin, gece ve gündüzün, havanın, yaşadıklarının, yiyip içtiklerinin, uyku durumunun, yaptığı işlerin, dost ve düşmanlarının vs. sürekli etkisi altındadır. Bu sürekli değişime en iyi biçimde uyum sağlayan kişi sağlıklı ve huzurlu olur. Fakat her insanda beş unsurun bileşimi ve dolayısıyla dengesi farklı olduğundan, herkesin bünyesi kendine özgüdür. Bu nedenle her şey herkesi aynı oranda etkilemez. İnsanda bulunduğu düşünülen üç hayat enerjisi (dosha) de evreni meydana getiren beş unsurun özelliklerini taşır. Bu enerjilerin düzensizliğinde hastalık ortaya çıkar. Örneği, merkezi sinir sisteminde hava ve boşluktan oluşan enerji (vata-dosha) bulunur; düzensizliğinde uykusuzluk, endişe ve yorgunluk ortaya çıkar. Gözde, ateş ve sudan oluşan enerji (pitta-dosha) bulunur; düzensizliği görme bozukluklarına sebep olur. Göğüste bulunan enerji (kapha-dosha) su ve topraktan meydana gelir; düzensizliğinde mukus salgılanması artar, alerjik durumlar ortaya çıkar. Örnekler çoğaltılabilinir.

Eski Yunan tıbbı Asklepios kültü ile iç içeyken, M.Ö. 6-4 üncü yüzyıllarda felsefi düşünce geleneği kuruldu. Şehir devletlerinde gelişen felsefelerin oluşturduğu ve yüzyıllarca sürecek olan akla dayalı (rasyonel) tıbbın temeli atıldı. Bazı düşünürler hastalığı olağanüstü nedenlerden uzaklaştırırken, hastalığın oluşunu çeşitli felsefi görüşler ile açıklamaya çalıştılar. Tabiatı gözleyen ve hastalık sebeplerini arayan düşünür hekimler tıp bilgilerini varsayımlar ile yorumladılar. Farklı felsefelere dayanarak hastalığı tek bir nedene bağlama çabaları çeşitli hastalık nazariyelerini doğurdu. Önde gelen düşünürlerden bir kısmı ve görüşleri şunlardır:

Pythagoras (M.Ö. 6. yy.) evrenin esasını sayılara dayandırmıştı. Ona göre insan bedeni de sayıların kurallarına göre düzenlenmiştir. Kişi kendisi ile evren arasındaki dengesini yitirdiğinde hasta olacaktır. Dengeyi ifade eden dört sayısını ve dünyanın ahengini vurgulayan Pythagoras’ın öğretisi diğer tıp nazariyelerini etkilemiş ve sayılar varsayımı hastalıkların kritik günlerini belirlemeye sebep olmuştu.

Empedokles’e göre (M.Ö. 504-443) evreni (makrokozmoz) meydana getirdiğine inanılan dört unsur (ateş, toprak, hava, su) tüm varlığın temelidir. Doğadaki her şey, canlı veya cansız, bu unsurların bileşimleridir. Dört unsur değişik oranlarda bir araya gelerek nesnelerin niteliklerini belirler. Her unsur belirli bir sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluk niteliğine sahiptir. Dört unsur nazariyesi tıp düşüncesi üzerine çok büyük etki yapmıştı. Kâinatın bir modeli olan insanın (mikrokozmoz) da dört unsurdan oluştuğu (kan, sarı safra, kara safra, balgam) ve hastalığın bu dört unsurun dengesizliğinden ortaya çıktığı düşüncesi iki bin yıl boyunca hüküm sürmüştü.

Dünyanın görünmeyen ve yok edilemeyen küreciklerden meydana geldiğini düşünen Demokritos’a (M.Ö. 460-360) göre her olay bu küreciklerin devamlı bir şekilde yeniden gruplanmasına atfedilmelidir. Bu nazariye tıbba uygulandığında insan bedeninin atomlar ve aralarındaki boşluklardan oluştuğu ileri sürülmüştü. Bu görüşe göre, atomlar doğru hareket halinde oldukları sürece insan sağlıklı olur.


Resim No 4: Hippokrates
Hastalık nedir ve insan neden hastalanır sorularının cevabını arayan Hipokrat dönemi hekimleri tıp teorilerini şekillendirirken bu Sokrat öncesi düşünürlerin tabiat felsefelerinden yararlandılar. Hipokrat (M.Ö. 460-370) ile hastalık kavramı değişti ve doğal bir olay olarak değerlendirilmeye başlandı. Hastalığın olağanüstü sebeplere dayanmadığını açıklayan Hipokrat, tıbbı ve hekimliği tanrılardan uzaklaştırdı, hastalığın ilâhi bir ceza olmadığını belirtti. Hipokrat döneminde tıbbi konular açıklanırken doğaüstü güçler dışlanmış; tecrübe, gözlem ve tüme varıma dayalı akıl yürütme temel alınmıştı. Hastayı, “bünyesi kendine özgü bir şekilde hastalığa karşı tepkide bulunan kişi” olarak tanımlayan Hipokrat, daha önce kutsal hastalık diye bilinen saranın da diğer hastalıklar gibi doğal bir nedeni olduğunu ve saralı hastanın beyninin hastalandığını bildirmişti. Akılcı bir yaklaşımı olan Hipokrat tıbbın temelini felsefi bir görüş olan unsurlar (hıltlar) nazariyesine (humoral patoloji teorisine) dayandırdı. Hipokrat hastalığı, bedende var olduğu düşünülen dört unsurun miktarının ve birbirine olan oranlarının, yani bu unsurların dengesinin bozulmasına bağladı. Hipokrat tıbbına göre, insan bedeninde bulunan dört unsurdan kan sıcak ve yaş; sarı safra sıcak ve kuru; kara safra (sevda) soğuk ve kuru; balgam soğuk ve yaş niteliklere sahiptir. Bu dört unsur her uzuvda farklı oranlarda bulunur. Mevsimlere ve alınan besin maddelerine göre de unsurların bedendeki oranı değişir. Her insanın özel bir mizacı vardır çünkü bu unsurların oranı herkeste farklıdır. Her kişide bir unsur daha fazla olduğundan, insanların beden yapıları ve kişilikleri da buna bağlı olarak değişir. Örneği, sıcak mizaçlı insanlarda kan unsurunun oranı fazla olduğundan sıcak kanlılar şişmanlamaya yatkın, neşeli kişilerdir; sinirli insanlarda sarı safra çok olduğundan safraviler çabuk öfkelenir; karamsar mizaçtaki melankoliklerde kara safra/sevda ağır bastığından düşünceli, asık suratlı, içe dönüktürler; miskin tabiattakilerde balgam fazla bulunduğundan tembel olup, hareketten kaçınırlar. Her mizacın sahibi belirli bazı hastalıklara yatkındır. Hastanın tedavisinde mizacı dikkate alınmalıdır. Daha sonra Galen (Calinos) ve İbn Sina’nın geliştirdiği Hipokrat’ın hastalık nazariyesi iki bin yıl boyunca Avrupa ve İslam tıbbına hükmedecekti. Tüm bedenin ve tüm hastalıkların tek bir nazariye altında toplanıp, buna göre sınıflanması tıbbın ilerlemesine başlıca engel teşkil etmiştir.

Hipokrat döneminden sonra M.Ö. IV. yüzyıldan itibaren çeşitli tıp görüşlerinin taraftarlarına ait öğretiler ortaya çıktı ve bunlar daha sonra Ortaçağ tıbbını yoğun bir şekilde etkiledi. Hipokrat’ın çağdaşı, Sokrat’ın öğrencisi ve Aristotales’in hocası olan Platon (M:Ö. 429-347) Batı ve Doğu dünyasını tarih boyunca en çok etkileyen düşünürlerden biriydi. Platon’un akıl yürütme yöntemine dayanan hekimler için “muhakeme” gözlemin yerini aldı ve bunlara Dogmatikçiler adı verildi. Dogmatikçiler hıltlar nazariyesine göre teşhis ve tedavi ederdi.

M.Ö. III. yüzyılda bir grup hekim tedavinin “sonucuna” önem verip hastalığın veya alınan sonuçların “nedenleri” üzerinde durmadılar. Ampirikçiler adı verilen bu hekimler “hastalık belirtilerine göre tedavi” uygulardı. Bu okulun hekimleri kendilerinin ve diğer hekimlerin tecrübelerine dayanan bilgileri kıyas yöntemini kullanarak değerlendirirdi. Hastalıkla ilgili kendi gözlemlerinden veya başkaları tarafından daha önce yapılmış gözlemlerden faydalanırlar; bunlardan yararlanamazlarsa benzer durumlara bakarak mantık yolu ile netice çıkarırlardı. Bu ekol için hastalığı meydana getiren nedenler önemli değildi.

M.Ö. 50 yıllarında Metodizm adı verilen bir diğer tıp öğretisi ortaya çıktı. Dört unsur nazariyesini terk eden bu görüşün izleyicileri hastalıkları ve tedavilerini vücuttaki gözenek ve deliklerin daralma veya gevşemesine göre değerlendirir; hastanın salgılama, boşaltma ve hararet durumlarına göre tıbbi uygulama yapardı.



Pnömatikçiler adı verilen diğer bir okul I. ve II. yüzyıllarda etkili oldu. Evrenin temel ilkesi olduğu kabul edilen ve “pneuma” adı verilen ruhu insanların soluduğunu ve böylece bedene yayıldığını ileri sürdüler. Hastalıkla ilgili görüşleri bedendeki pnöma ile hararet ve nem arasındaki nazari ilişkilere dayanırdı. Pnömatikçilerin arasından yetişen, ancak orta yolu arayan bağdaştırıcılar Eklektikçi adını aldı. Bu kesim tutarlı bir sisteme bağlanmak yerine hastalığı açıklamada ve tedavide kendi ihtiyaçlarına göre düşüncelerini yönlendirdiler.

Hipokrat, yanlış beslenme sonucu sindirilemeyen besin artıklarının kokuşmasıyla meydana gelen buharların sağlıklı ruhun (pneuma) yerini aldığını ileri sürmüştü.

Hastalıkları kötü ruhlar ve işlenen günahlarla açıklamaya çalışmak yerine daha somut nedenlere yönelmek önemli bir ilerleme olsa da, bir teoriyi mantık yoluyla savunmak, diğerlerini çürütmekle geçen zaman tıbbın gelişmesine pek katkıda bulunamadı. Araştırmayla doğruluğu ya da yanlışlığı kanıtlanmayan teoriler çoğu kere gerçeklerin ortaya konmasına engel olmuştu.


Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə